KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 PeyGAMBERİMİZ postacımıydı

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6727
Rep Gücü : 10015177
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

PeyGAMBERİMİZ postacımıydı Empty
MesajKonu: PeyGAMBERİMİZ postacımıydı   PeyGAMBERİMİZ postacımıydı Icon_minitimePaz Ekim 25, 2009 7:50 am

PEYGAMBERİMİZ SADECE POSTACIMI

Niye o zaman Allah ve melekleri "salat" ediyor ki?
Neden "ıstafeyne min ıbeedinee"kullardan seçiliyor ki
hasılı "postac"ı konumuna ısrarla oturtmayın
Muhammedu beşer ve lakin leyse kel beşer
o beşerliğini cismaniyeti a,ubudiyeti Makbuliyeti sebebiyle seçilmiştir
bunun aksi Allahın adalet ölçülerini tartışmak demektir..

MEALCİ MU�TEZİLE FIRKASINA REDDİYE
Tarih: 06.09.2003 Saat: 19:50
Konu: Sapkın Fırkalar
RASÛL İNKÂRCILARINA TEBLİĞ
Emr-i Bi�l Ma�ruf Nehy-i Ani�l Münker Serisi-19-

işte bu fırka mu�tezile fırkasıdır ve onların söylediği �Bize Kur�an yeter� sözü gerçekten de onlara haddini bildirmede fazlasıyla yeterli olması açısından doğrudur.


KUR�AN BİZE YETER DİYEN KUR�ANDAN HABERSİZ CAHİLLERE
MEALCİ MU�TEZİLE FIRKASINA REDDİYE

بسم الله الرحمن الرحيم

Sonsuz hamd alemlerin Rabbi olan Allah�adır, Salat ve selam O�nun kulu ve Rasulü Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) �e âline ashabına ve ona tabi olanların üzerine olsun.

Tarihten günümüze, dini akıllarına uydurmaya çalışan, akıllarının ermediğini inkar eden, taifeler hep olmuştur ve olacaktır da. Öldükten sonra dirilmeye aklı ermeyenler ahireti inkar etmiş, böylece kafirlerden olmuş, kimi de Allah�ın Kitabında bildirdiği ğayb haberlerinden yahut Allah�ın sıfatlarından bir kısımını iptal veya te�ville tahrif etmiştir -ki tahrif de inkarın başka bir türüdür- işte bu fırka mu�tezile fırkasıdır ve onların söylediği �Bize Kur�an yeter� sözü gerçekten de onlara haddini bildirmede fazlasıyla yeterli olması açısından doğrudur. Kur�an ve sahih sünnetle dinimizi anladığımız halde onlara yalnızca Kur�andan cevap vererek yanlışlarını yüzlerine vurmayı ve Kur�anın, onların bu sözünü yalanladığını ispatlamayı, İslamın müdafaası için, müslümanların saptırılmaması için bir vazife bildik. Çevrelerine topladıkları insanları ilimsizce, meal okuyoruz, dinimizi öğreniyoruz diyerek hadis inkarcılığına sevkeden, atalarınızdan devraldığınız dini bırakın deyip, başka ataların dinine tabi kılmaya çalışan, İslamı kendi anlayışlarına uymak zorunda kabul eden bu müfsidler, kendileri bilmese de onlara bu anlayışı miras bırakan ataları yunan felsefesiyle İslamı anlamayı metod kabul etmiş, tâbi olmanın meşakkatini terk edip tabi etmenin zevkine varmış fasıklar ve tuğyan sahibi zındıklardır. Mu�tezile ayrılan demektir. Ehl-i sünnetin inanış ve anlayışlarından ayrılmaları sebebiyle bu ismi almışlardır. Merhum Dr. Ahmed Emin, "Fecru'l-îslâm" adlı kitabında şöyle der: "Elimizde, bunların "Mutezile" diye adlandırılmasının sebebi hakkında, başka bir varsayım daha var. Bunu, Makrizî'nin "el-Hıtat" adlı eserini okurken farkettim. Makrizî'ye göre, o dönemde ve daha önceki dönemlerde yaygın olan Yahudi gurupları arasında "Feruşim" adında bir gurup vardı. Makrizi, bunun "Mutezile" anlamına geldiğini söyler. Bazılarına göre, "Feruşim" gurubunun kader konusunda bazı görüşleri vardı ve fiillerin, onları yapanlar tarafindan yaratıldığını iddia ediyorlardı öyleyse, iki fırka arasında olduğu rivayet edilen bu benzerlikten dolayı, "Mutezile"ye bu ismin, sonradan müslüman olmuş bazı Yahudiler tarafından takılmış olması, uzak bir ihtimal değildir."[1]
Gerçekten de, "Yahudi Mutezilesi" ile "islam Mutezilesi" arasındaki benzerlik büyüktür. Yahudi olan Mutezilîler, Tevrat'ı felsefecilerin mantığı doğrultusunda yorumlarlar. Bizdeki Mutezilîler de, Kur'an'da yer alan tüm sıfatları, aynı şekilde felsefecilerin mantığı doğrultusunda yorumlamışlardır. Makrizî, "Mutezile" adını verdiği "Feruşim" gurubu hakkında şu açıklamayı da yapmıştır: "Tevratta yer alan tüm hususları, kendilerinden önceki filozofların izahlarına göre tefsir ederler."[2]

Kendileri itikadi ayrılıklarını ve mu�tezile ismini ısrarla gizleseler de hadis inkarcısı mu�tezile fırkasının, dalâletine sebep; iman ettikleri şu kaidedir: �Akıl ile nakil teâruz ederse (çelişirse) akıl tercih edilir. � İşte bu kaide kayıtsız şartsız itaati kabul etmez. Oysa Allah (Azze ve Celle) Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Resûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak "İşittik ve itaat ettik"demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.[3] ayetiyle mü�minin övgüye değer vasfını açıklamış ve onların kayıtsız şartsız teslimiyetini övmüştür. Bu risaleye muhatab olan zevat ise, işittikleri birçok nassı aklımıza uymadı deyip inkar etmektedir. Zîrâ açıkça inkar ettikleri birçok ayet ve hadis vardır. Öncelikle onlar peygamberin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerinin din adına bir kaynak olmasını, Kur�anı tefsir etmesini asla kabul etmezler, çünkü peygamber onlar gibi düşünen bir felsefeci değildir. Oysa Allah (Azze ve Celle) peygamberine bilmediği şeyleri öğrettiğini[4] haber vermektedir ve peygamber, Allah�ın öğrettikleriyle hükmetmiştir ve ona uyulması da bu yüzden gereklidir. Kendilerine vahy gelmediği için bilmeyen zavallılar, akılları ermeyince inkara kalkışarak akılsızlıklarını isbat etmişlerdir. Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit "Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!" derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler.[5] Onların İslamdan nasıl uzaklaştıklarını ve savundukları dini tanıyalım.

YUNAN FELSEFESİ VE DİĞER FELSEFELERLE İSLAM DÜŞÜNCESİNİ BOZMALARI :

Emevilerin son dönemlerinde ve Abbasîler döneminde, Arap düşüncesine Hint ve Yunan felsefesi karışmaya başladı. Yunan Felsefesinin müslümanlara geçişi Fars aracılığıyla oldu. Çünkü Fars kültürü, islam'dan hemen önce Yunan felsefesinden oldukça etkilenmiş bulunuyordu. Yunan felsefesinin müslümanlara geçişinin bir yolu da Süryaniler idi. Çünkü Süryaniler de Yunan felsefesinin mirasçısı olmuşlar ve ona dini bir kisve ve ruhbanlık elbisesi giydirmişlerdi. Yunan felsefesinin geçiş yollarından biri de bizzat Yunan felsefesi olmuştu. Çünkü Arap asıllı olmayan bazı müslümanlar, Yunancayı iyi derecede biliyorlardı.
Mu'tezilîler, görüşlerini ortaya koyarken bu felsefeden etkilenmişler ve bir çok delil getirme metodunu bu felsefeden almışlardır. [6] Bu metodla da dini ahkamın ve ğayba taalluk eden haberlerin çoğunu inkar etmişlerdir.
Aklın tartmadığı şeyi reddetmesine ve reddedenin akıbetine bir örnek verelim : "Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Huzeyl kabilesinde birbiriyle kavga eden iki kadın arasında hüküm vermişti. O kadınlardan biri diğerine bir taş atmış ve attığı taş hamile olan diğer kadının karnına isabet etmişti de bu sebeple karnındaki bebeğini öldürmüştü. Bunu Nebiye dava ettiler. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) kadının karnındaki ceninin diyeti köle veya cariye gürresidir" (kıymetli, genç köle veya cariye azad etmek) diye hüküm verdi. Bunun üzerine tazminat ödemekle hüküm verilen kadının velisi (kafiyeli biri şekilde): Ya Rasulallah, henüz yemeyen, içmeyen, konuşmayan ve çığlık atmayan bir bebek için nasıl olurda tazminat ödemeye mahkum olurum? Bu gibisi heder olur dedi. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem): 'Bu adam kahinlerin kardeşlerindendir' buyurdu."[7] Rasulullahın kahinlere lanet okuduğunu bilen kimseye bundan daha ağır bir söz olmasa gerek. İşte aklının kabul etmediğini reddederek, peygamberin sözüne karşı çıkan kimseye Peygamberin cevabı buydu.

ALLAH�IN SIFATLARINI TE�VİL[8] VE TA�TİL[9] İLE YOK SAYMALARI :

Mutezilenin Allah�a imanı tamamen bir tevehhümden ibarettir. Onlar Kur�anda Allah�ın sıfatlarını anlatan birçok ayeti akıllarına uymadığı için, o ayetlere felsefeci zındıkların iman ettiği gibi iman etmişlerdir. Allah�ı şöyle vasfederler: Allah bir ve tektir, O�nun benzeri yoktur, O her şeyi işitir ve görür, o ne cisimdir, ne görüntü, ne cüssedir, ne de suret, ne ettir ne de kan, ne şahıstır, ne cevherdir ne araz, O�nun ne rengi vardır, ne tadı, ne de kokusu, O�nun dokunulabilecek bir bedeni de yoktur, ne sıcaktır, ne de soğuk, ne yaştır, ne de kuru, ne uzundur, ne de geniş veya derin, ne topludur, ne de dağınık. Ne hareket eder, ne sakin kalır, ne de bölünür. Onun ne parçaları vardır, ne de bölümleri. Ne organları vardır, ne de azaları. Onun için yön söz konusu değildir. Ne sağı vardır, ne de solu. Ne önü vardır ne de arkası. Ne üstü vardır ne de altı, hiçbir mekan, onu kuşatamaz. Üzerinden zaman geçmez. Onun için, bir şeye dokunma veya uzlet (yalnızlık), ya da mekanlara hulul etmesi (girmesi) söz konusu değildir. Âllah-u Teala, yaratıkların, sonradan yaratılmışlığa delalet eden bir vasfıyla nitelendirilemez. Ona son veya mesafede isnad edilemez. O, bir yöne gitmekle de nitelendirilemez. O, sınırlı değildir. Ne doğurmuştur, ne de doğurulmuştur. Miktarlar O�nu ölçemez. Perdeler O�nu örtemez. Duyular O�nu algılayamaz ve O, insanlarla kıyas edilemez. Hiçbir yönüyle yaratıklara benzemez. Vakitler O�nun için söz konusu değildir. Afetlerde O�nun için söz konusu değildir. O hatıra gelen veya hayal edilen hiç bir şeye de benzemez. Her zaman ilk olagelmiştir. Sonradan var edilen her şeyi öncelemiş ve yaratıklardan önce var olmuştur. O� her zaman Alîm, Kadîr ve diri olmuş ve böyle olmaya devam da edecektir. Gözler o�nu göremez. Gönüller o�nu anlayamaz. Hayaller, o�nu kuşatamaz. Kulaklar o�nu işitemez. Görülüyor ki mutezile bir hiçlik iddiasındadır, isbat etmekten uzak nefyetme gayretindedir. Rablerini yüceltmek ve onu övmek için hiçbir kelime bulamamış ve onu varlıktan tenzih ederek rablarını kaybetmişlerdir. Sırf akılları yetmediği için ve vehmî bir ilah îcad ettikleri için Allah�ın Ahirette mü�minlere görüneceğini inkar etmiş, bu husustaki Kur�an ayetlerini de sahih hadisleri de reddetmişlerdir. Allah�ın Musa (a.s) ile konuşmasını[10] muhal görüp kelam Allahın sıfatı değildir diyen, Mu�tezile fırkası Allah�ın kelam sıfatını inkar etmiş ve sırf bu yüzden Kur�an mahluktur iddiasıyla ümmeti yüzyıllarca birbirine düşürmüş, bunu devlet eliyle halka zorla kabul ettirmek istemiş, birçok alim bu iddiayı kabul etmediği için işkenceler altında zindanlarda can vermiştir.[11] Yukarıda da görüldüğü gibi bir yokluktan ibaret, yersiz, yönsüz, zamansız, sağı, solu, üstü, altı, önü, arkası olmayan, tadı, kokusu, rengi, sıcaklığı, soğukluğu, olmayan vs. gibi saçma ve delilsiz cümlelerle Allah�ı tenzih etmek, ne Kur�anda öğretilmiştir ne de sünnette. Her şeyin zıddıyla birlikte reddedildiği yerde yokluktan başka ne vardır ? Bu Tevhid değildir, Mu�tezilenin Allah�ı vasfettiğini sandığı cümlelerden Allah�ı tenzih ederiz. Aklını ilah edinenin bu evhamı, materyalist inkarcıların sözlerinden farksızdır ve olmayan bir şeyi birlemek saçmalıktır. Bu felsefe birçok feylezofun sapıtmasına sebep olduğu gibi kelamcı mutezileyi de saptırmıştır. İşte bu ve benzeri inkarlarından dolayı birçok alim onları tenkid ve hatta tekfir etmişlerdir. İmam Ebu Hanife�nin talebesi İmam Ebu Yusuf onları zındıklardan saymış, İmam Malik ve İmam Şafiî bunlardan şahitlik kabul edilmez şeklinde fetva vermiş, İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybanî bunların arkasında namaz kılanın namazını iade etmesi gerekir diye fetva vermişler[12] ve daha nice imamlar onlar hakkında hak ettikleri sözleri söylemişlerdir. Onlar Allah�a imanı anlayamamışlardır.

PEYGAMBERE İMANIN NE DEMEK OLDUĞUNU BİLMEMELERİ :

Onlara göre peygamberler postacı gibidirler (hâşâ) kitabı bırakır giderler. Oysa nice peygamberler vardır ki, kendilerine kitap verilmemiş, yalnızca tebliğ ve irşad görevlerini tamamlamış, bir kitap bırakmadan ömürleri bitmiştir. Eğer peygamberlerin sünneti, söz ve fiilleri din kabul edilmeseydi kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerin ölmesiyle dinin ortadan kalkması ve peygamberi görmeyenlerin de hiçbir şeyden sorumlu olmaması gerekirdi. Kur anda Peygambere itaatın gerekliliği ile ilgili birçok ayet bulunmasına rağmen , bize Kur�an yeter diyen bu zavallılar hangi Kur�andan bahsediyor acaba! Allah (Azze ve Celle) Kitabında �Biz her peygamberi ancak Allahın izniyle itaat edilsin diye gönderdik buyurmuştur. � Kim peygambere itaat ederse Allah (Azze ve Celle) �a itaat etmiş olur[13], buyurmuştur, Allah (Azze ve Celle) ve Rasulü bir işe hükmetti mi mü�min erkek ve mü�min kadınların işlerinde muhayyerlikleri yoktur, kim Allah (Azze ve Celle) �a ve peygamberine karşı gelirse şüphesiz o apaçık bir sapıklığa düşmüştür.[14] buyurmuştur. Her kim Allah'a ve Resûlüne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir.[15] O nebi sizlere temiz olan şeyleri helal, pis olan şeyleri haram kılar buyurmuştur. Peygambere itaatın gerekliliği ve dolayısıyla hadis olmadan dinin anlaşılamayacağı ve yaşanamayacağı, yaşansa bile Allah�ın o dini kabul etmeyeceği ile ilgili ilâhi kelama kulak veriniz.
Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.[16]
Namazı kılın; zekâtı verin; Peygamber'e itaat edin ki merhamet göresiniz. [17]
(Ey müminler!) Peygamber'i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.[18]
De ki: Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.[19]
Allah'a ve Resûl'üne itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız.[20]
Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.[21]
[22]Allah'a itaat edin, Resûle de itaat edin ve (kötülüklerden) sakının. Eğer (itaatten) yüz çevirirseniz bilin ki Resûlümüzün vazifesi apaçık duyurmak ve bildirmektir.
Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e gelin" denildiği vakit, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter" derler. Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi?[23]
Kim Allah'a ve Resûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır.[24]
Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.[25]
Biz her peygamberi -Allah'ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Resûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, esirgeyici bulurlardı.[26]
�işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygamber'e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.[27]
(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bilir.[28]
Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e de itaat etseydik! derler.[29]
Bir de peygamberin verdiği hükme boyun eğmeyen ve hadislere hikaye diyenler için bakınız Allah (Azze ve Celle) Kur�anda ne buyuruyor. �Hayır Rabbına and olsun ki onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar.�[30] Bu fırka kendi felsefelerine uymayan tefsiri de peygamber sözünü de reddeder. Anlayışlarını isbat edebilecekleri sözleri ise insanları aldatmak için rivayet ederler. Onların bu halini Allah (Azze ve Celle) Kitabında şöyle vasfetmiştir. Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Resûlünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe içinde midirler, yahut Allah ve Resûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir! [31] Oysa yapmaları gereken akıllarına uymasa dahi yaratıcının emrine boyun eğmeleridir, nitekim o emirler peygamberler aracılığı ile insanlara ulaşmakta ve peygambere itaat Allah (Azze ve Celle) �a itaat olacağından kaçınılmaz olmaktadır. De ki: Allah'a itaat edin; Peygamber'e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber'in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz)dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber'e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır.[32] Allah peygamberinin Kur�anı tefsir etme yetkisini bu ve benzeri birçok ayette açıkça zikretmişken, Kur�anı Aristo felsefesiyle tefsir edenler elbette bunu vahye uyduramazlar. Bu felsefeyi terk edemeyip peygamberin hadislerini terk edenlerin gerekçeleri ise son derece faraza ve hakikatlara aykırıdır. Onlar peygambere imanın nasıl olacağını anlayamamışlardır.

HABER-İ AHAD HÜCCET DEĞİLDİR TEVATÜR DERECESİNDE HADİS DE YOKTUR DEMELERİ :
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; öncekilerin sahih haberleri delil değilse, kendisini görmediğiniz ve kendisine vahy geldiğini iddia eden ve bir tek kişi olan peygambere nasıl inanıyorsunuz. O hem birtek kişidir ve bu haber 1400 sene öncesine dayanmaktadır, bozulmadan geldiğinden niçin şüphe etmiyorsunuz. Siz haber-i âhad dinde hüccet değildir diye durun, bize yeter dediğiniz Kur�anda Allah Nuh�u, Şuayb�ı, Salih�i İbrahim�i (aleyhimü�s selam) kavimlerine tek başına hüccet, sözüne güvenilmesi gereken elçi tayin ettiğini haber veriyor ve o bir tek kişi olan elçilere iman etmeyen kavimler helak edilmiş ve ebedî cehennemlik kafirlerden olmuşlardır. Bundan da anlıyoruz ki önemli olan elçinin güvenilirliğidir ve güvenilirliğini araştırmadan hiçbir haberin inkar edilemeyeceğine bu ayetler delildir.
Onlar hadislerin tevatür derecesinde olması gerektiğini bunun da bir hadisi yüzlerce sahabenin rivayet etmesiyle ve onlardan rivayet edenlerin de bize ulaşana kadar her tabakada o sayıda olmasıyla mümkün olduğunu, aksi takdirde kabul edilemeyeceğini söylüyorlar.[33] Bu sayı hususunda biraz daha insaflı olanlar da var. Tabi saydıkları sıhhat şartları rivayeti imkansız kılmak ve hadisleri kabul etmemek içindir. Kendileri bu iddialarına Kur�andan nakli delil getiremezken ve sözlerini yüzlerce kişi koro halinde birbirine nakletmemişken nasıl oluyor da insanların kendilerine inanmasını bekliyorlar. Birisi koşarak gelip evin yanıyor deyince, bir kişinin haberine itimad edilmez, yüzlerce şahitle gel demiyorlar, niye çünkü yine menfaatleri söz konusu, dolayısıyla bir kişiden gelen (haberi ahad) söze kulak vermekte fayda görürler. Ya onlarca sahabeden rivayet edilen, cerh ve ta�dil kitaplarında iyi veya kötü yanları tesbit edilmiş, yalancı mı, mübalağacı mı, ömrünün bir kısmında bunamış mı vehm ve vesvese sahibi mi, ve daha nice sıfatları tesbit edilmiş ve eğer bu kusurlardan biri varsa ondan gelen haberin sıhhati zayıf, uydurma vs. tesbit edilmiş ve güvenilir, akıl, hafıza, zabt ve adalet yönünden cidden övgüye değer insanların rivayet ettikleri sahih olan ve yine bu vasıfta alim insanların kaleme aldığı hadislere niçin itimad etmiyorsunuz. Çünkü bu defa yanan ev sizin değil. Eğer o hadislere itimad ederseniz peygamber sizi oturduğunuz din adamı postundan kaldıracak ve siz felsefenizle birlikte çöpe gideceksiniz.

HADİSLERİ ENDİREKT OLARAK İNKAR ETMELERİ :

Bazan sahabelere dil uzatarak, öncelikle en çok hadis rivayet eden sahabeden işe başalayıp onlara çamur atmaları mealci mu�tezilenin değişmez tavrıdır. Örneğin Ebu Hureyre (radıyallâhu anh) hicretin yedinci yılında Müslüman olmasına rağmen nasıl beşbin küsur hadis rivayet etmiştir demeleri ve bu sözle insanları beşbin küsür hadiste şüpheye düşürmenin yanı sıra en muteber sahih hadis kitaplarında bile rivayeti bulunan bu sahabe hakkında ve sahih hadis kitapları hakkında şaibe uyandırmaları gibi. Oysa işin aslı hiç de böyle değildir. Bâki ibn-i Mahled; Ebu Hureyre 5374 hadis rivayet etti demiştir, bu sayı rivayet edilen hadis sayısı değil, Ebu Hureyreden aynı hadisi farklı kimselerin işitip rivayet etmesiyle artan senet sayısıdır. Senetleri farklı olan aynı hadisler çıkarıldığında Ebu Hureyre�nin rivayet ettiği hadis sayısı sadece 1236�dır. Kendisinden en az 9 talebesi hadis yazmış ve rivayet etmiştir. [34] Bu rakam ise garipsenecek bir rakam değildir, zîrâ Ebu Hureyre kendi işini şöyle haber vermektedir. İnsanlar benim fazla hadis rivayet ettiğimi söylüyor. Muhacir olan sahabe ticaretle, ensar olan sahabe bağ ve bahçesiyle meşgul olurken, ben Rasulullah�ın dizinin dibinde karnımın doymasına razı olarak ilim tahsil ediyordum. Onun zamanında sahabeden ibn-i Ömer ve başkaları onun rivayet ettiği fakat ilk defa duydukları hadisleri garip bulmuş ve bu sözün isbatını aramış ve yine başka şahit sahabeler onun rivayetini doğrulamıştır. Bu hususta Ebu Hureyrenin doğruluğunu ve ilmini anlatacak örnek, ilgili kitaplarda çoktur. Mu�tezilede hadis rivayet edenlere sataşma, işlerinin çirkefliğidir, zîrâ dobralıktan uzak bu siyaset onların felsefeyle kirlenmiş kalplerinin dışarı açılan penceresidir.

BİZ HADİSİ KURANA ARZEDERİZ UYUYORSA ALIRIZ UYMUYORSA ATARIZ DEMELERİ :
�Benden bir hadis işittiğinizde onu Kur�ana arzedin uyuyorsa alın uymuyorsa atın� gibi hadisler uyduran ve uydurulmasını fırsat bilen mu�tezile, hadislerin Kur�ana uyması gerektiğini veya o konuda Kur�anda ayet bulunup hadisin onu açıklayıcı olması gerektiğini ısrarla savunur. Bunu yaparken de maksatları Kuranı tefsir eden hadislere boyun eğmek değil, Kur�anda bulunmadığı iddiasıyla birçok hadisi saf dışı edebilmektir. Zira onlar Kur�anı tefsir eden nice hadislere sırt çevirmiş ve kabul etmemişlerdir. Bu davranış da onların inkarcı siyasetinin bir parçasıdır.

KUR�ANIN MUHKEMİNİ VE MÜTEŞABİHİNİ TE�VİL ETMELERİ :

Hiçbir ücret istemeyen bu tebliğ ve irşad Kur�anı iyi anlamadığınızı size hatırlatır. Düşünmeksizin tekebbürle mukabele edenlere bizim gücümüz yetmez. Islahı ğayr-ı kâbil mu�tezile taraftarlarına son birkaç söz :
Peygamberin hadislerine kulak asmadığınız için, Kur�an ayetlerine ya delaleti zanni, ya subutu zanni dediğiniz ve aklınıza uymayan ayetleri te�vil ettiğiniz için birçok hususta inkarcı ve kalplerinde eğrilik olan te�vilciler sizlersiniz. Bize Kur�an yeter diyorsunuz okuyun o halde Allah sizi anlatıyor.
Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.[35]
Kur�an biz anlayalım diye indirildi deyip ancak Allahın bileceği, sizin onunla imtihan olunmanızdan başka size vazife olmayan, müteşabihi de felsefenize arzettiniz ve zihin jimnastiğinizde onlarla da oynadınız ve müteşabih ayetleri fasid şekillerde te�vil ederek kalplerinizde eğrilik olduğunu bize Kitabımızdan isbat etmiş oldunuz. Siz ne Kur�anı tercihinizde samimisiniz ne de da�vet ve tebliğinizde. Zîrâ atalarınızdan devraldığınız saçmalık dolu usullerin sizi dalalette bırakmasına kör taassubunuzla devam etmektesiniz. Eğer maksadınız Kur�ana uymak olsa yukarıda zikrettiğimiz peygambere tabi olmak ve onun emirlerine uymakla ilgili ayetler sizi sahih hadisleri araştırmaya sevk etmesi gerekir. Çünkü Allah�ın korumayı va�d ettiği ayetlerinin hükmü kıyamete kadar bakidir ve o hükümler içerisinde peygambere tabi olma emri defalarca zikredilmiştir. 23 yıl boyunca süren ta�lim, tebliğ ve da�vet işinden sadece 20-30 sahih hadis olduğunu söyleyen siz zavallıların aklen nakıs olduğu aşikardır. Bu gün uygulamakta olduğunuz bir çok meselenizi Kur�anda bulamaz ve halledemezken ya yok demekte çareyi buluyor yahut olmayacak yerden-hadisleri kabul etmezken-örften, tarihten nakiller yapıyorsunuz. Örneğin zekat için nisab miktarı nedir, koyundan deveden, ticaret malından ne kadar zekat verilmelidir. Kuranın neresinde buluyorsunuz bunları. Yoksa zekat sadaka demektir herkes istediği kadar verir mi diyeceksiniz. Ya da beş vakit namazın rekatlarını Kuranın neresinde buluyorsunuz. Yoksa bu kez de salât dua demektir, her zaman her şekilde kalp ve dil dua eder , yerlerde sürünmeye gerek yok mu diyeceksiniz. Siz de biliyorsunuz ki Kuranı anlamada peygambere müracaat etmediğinizde , birçok hususta aklınızı veya hevanızı tefsir edici kabul edersiniz. Peygamberin tefsirini kabul etmeyen siz zavallıların tefsirini kim ne diye kabul etsin ki ?
Kendilerini akıllarının saptırdığı bu nasipsiz fırkanın kaderi inkar etmeleri, keramet ve şefaat simsarı zındık sofilerin bu hususlarda haddi aşmalarına karşın, mu�tezilenin de hak olan kerameti ve şefaati inkar etmeleri, yukarıda izahı geçtiği üzere dini anlamalarındaki yöntem farkından, aklın cüratkarlığından ve kalplerinde eğrilik olmasındandır.

ŞEFAATLE İLGİLİ AYETLERİ DE ÇARPITIR VE ŞEFAATİ İNKAR EDERLER :

Dünyada iken kulun işlemiş olduğu amellerin dışında herhangi bir şeyin ahirette ona fayda vermesini imkansız kabul eden bu fırka, bunu Allah�ın adaletine aykırı bulurlar ve şefaat yoktur derler. Oysa akıllarıyla övünen bu zavallılar, Allah adaletiyle hükmeder ve şefaate layık olan kimseye şefaat edilmesine müsaade eder şefaat edecek kimseyi de zaten Allah belirler37, anlayışına bir türlü ulaşamamıştır. Şefaatle ilgili Kur�an ayetlerinden; müşrik putperestlerin putlarını şefaatçi kabul etmesini nefyeden ayetleri38 şefaatin yokluğuna delil gösterip, ancak Allahın izin verdiği kimselerin şefaat edeceğini bildiren ayetleri39 görmezden gelmeleri, dini bir bütün olarak anlamaya güçleri yetmediğinden (mutlak olanı, mukayyed olanla tefsir etmeyi de bilmemelerinden) ve kendilerine öğretileni taklitten vaz geçmemelerindendir.

KADERİ İNKAR ETMELERİ :

Allah kullar için bir kader takdir etmemiştir diyen mu�tezile kul kendi fiillerinin yaratıcısıdır, demektedir. Bir sınav salonundaki şartları, süreyi, soruları vs. belirlemek sınav sahibinin hakkı olduğu kadar basit anlaşılabilecek bir meselede; Allah�ın irade-i külliyesinin insanlar üzerindeki tesirini ve imtihanın seyrinin o iradeye uyması gerektiğini kabul etmeyenler, kul eğer yaptığından mes�ul ise fiillerinin yaratıcısıdır demektedirler. Yere göğe sığdıramadıkları akıllarının neresine sığar bu saçmalık bilmiyoruz fakat, doğrusu şu ki kul irade-i cüz�iyyesi ile niyet ettiği hayır veya şer ne ise güç yetirebiliyor ise ve Allah o işi yapmasını mümkün kılarsa kul yapacağını yapar. Yapılan iş kula aittir, o işin yapılmasına Allah müsaade etmiş ve o fiili yaratmıştır. Allah iyiliğinde kötülüğünde yaratıcısıdır, fakat iyilikten razı, kötülükten razı değildir. Kulun seçme hakkının olması ve gücünün yetmediğinden sorulmaması imtihanın adaletli ve merhametli olduğunu göstermeye yeter.

AKLIYLA YOLDAN ÇIKMIŞLARA BU KADARI YETER :

Dininde samimi olan kimse inadından vazgeçer, kınayanın kınamasından korkmaz, kendisini hesaba çeker ve der ki : Allah Kur�anındaki ayetleri insanlar te�vil etsinler diye mi vahyetti ? Peygamber sadece Kur�anı insanlara taşıyan bir postacı konumunda mıydı ? Allah�a ve peygambere itaat edin buyurulan onlarca ayet, peygamberin vefatıyla iptal mi oldu ?
Oysa Kur�anda nesh olmadığını iddia eden de siz değil misiniz ?! Yoksa peygamber yeniden gelecek de o zaman mı bu ayetler yürürlüğe girecek ?! Bunlar bid�atçı ve sapkınların anlayışı ve merdud olan imanıdır. Aklıyla yoldan çıkmışlara bu kadarı yeter de artar bile. Size Kur�andan başka delil getirmedik, ta ki hadis olmadan din olmayacağını anlamış olasınız. Hak ehli bir delili ancak başka deliller ile tefsir eder, bu işte akıl yalnızca terazidir ve kefelere akıl konulmaz, deliller konulur. Zîrâ delilin karşısındaki kefeye konulacak hiçbir akıl ilahi kelamın mana ve keyfiyetini inkar için ölçü olamaz. Allah Azze ve Celle bizlere, Kendisini vasfettiği gibi birleyen , kulu ve rasulü Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) �in imanını ve o imanla ölmeyi, nasib etsin. Rasulün ismet ve şerefini tercih etmeyi öğrenen ve öğreten mü�minlerden eylesin. Gazaba uğrayan ve sapıtanlardan, aklıyla böbürlenen zındıklardan, etmesin. Amin.

(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi sırat-ı müstekıyme ilet. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna; gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil![36] (Amin)

VE SELAMÜN ALEL MÜRSELİN VEL HAMDÜ LİLLAHİ RABBİL ALEMİN


[1] Ahmed Emin, Fecrü'l-îslam'dan özetlenerek alınmıştır. Mezhepler Tarihi M.Ebu Zehra ter.136
[2] Makrizî,el-Hıtat Mezhepler Tarihi M.Ebu Zehra ter.136
[3] Nur Suresi (Ayet 51)
[4] Nisa Suresi (Ayet 113)
[5] Bakara Suresi (Ayet 13)
[6] Mezhepler Tarihi M.Ebu Zehra ter.141
[7] Buharı (5758-ter:5779) Müslim (1681/34-35) Begavi (2543-2544)
[8] Cümleyi lafzın delalet ettiği mananın dışında, başka bir manada anlamak ve öylece iman etmek.
[9] Gerçek manayı geçersiz kılıp, iptal etmek.
[10] Bakara Suresi (Ayet 253)
[11] Mezhepler Tarihi M.Ebu Zehra ter.138
Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir. ŞÛRÂ Suresi (Ayet 51)
[12] Mezhepler Tarihi M.Ebu Zehra ter.147
[13] Nisa Suresi (Ayet 80)
[14] Ahzab Suresi (Ayet 36)
[15] Nur Suresi (Ayet 52)
[16] NU Suresi (Ayet 48)
[17] NUR Suresi (Ayet 56)
[18] NUR Suresi (Ayet 63)
[19] AL-İ İMRAN Suresi (Ayet 32)
[20] AL-İ İMRAN Suresi (Ayet 132)
[21] BAKARA Suresi (Ayet 151)
[22] MAİDE Suresi (Ayet 92)
[23] MAİDE Suresi (Ayet 104)
[24] NİSA Suresi (Ayet 69)
[25] NİSA Suresi (Ayet 11).
[26] NİSA Suresi (Ayet 64)
[27] A�RAF Suresi (Ayet 157)
[28] NAHL Suresi (Ayet 125)
[29] AHZAB Suresi (Ayet 66)
[30] Nisa Suresi (Ayet 65)
[31] Nur Suresi (Ayet 48-50)
[32] Nur Suresi (Ayet 54)
[33] M.Şeltut Akaid ve Şeriat 1/70
[34] Hadis metodolojisi ve edebiyatı Prof.Dr. Mustafa el-A�zami ter. 44
[35] Âl-i İmran Suresi (Ayet7)
[36] Fatiha Suresi (Ayet 5,6,7)
[37] Enbiya Suresi (Ayet 28)
[38] Yunus Suresi (Ayet 18)
[39] Allah�ın kendisine izin verdiği kimselerin şefaat edeceğini isbat eden şu ayetlere bakınız. Bakara Suresi (Ayet 255),Yunus Suresi (Ayet 3), Meryem Suresi (Ayet 87),
TaHa Suresi (Ayet 109) Enbiya Suresi (Ayet 28) Sebe Suresi (Ayet 23), Zuhruf Suresi
(Ayet 86) Necm Suresi (Ayet 26) Şefaatin mü�minler için hak olduğunu ve ancak kafirlere şefaat olunmayacağını konu alan ŞEFAAT TEFSİRİ bölümüne İnşaallah pek yakında sitemizden ulaşabilirsiniz.
------------
Fethullah GÜLEN'den: Selman KUZU*
Öteden beri en çarpığından orta ölçekte eğri-büğrü olanına, onlardan doğruya en yakın bulunanına kadar, değişik düşünceler ortaya çıkmış ve onların sahipleri, ortamın el verdiği ölçüde düşüncelerini neşretmişlerdir. Hattâ, Allah hakkında bile dünya kadar uygunsuz düşünce ileriye sürülmüştür. O kadar ki bu düşünceler, asılları itibariyle vahye dayalı kitapların içine bile girmiştir.
Peygamberlik konusundaki çarpık anlayışlar
Aynı çarpık anlayış ve yorumlar, peygamberler hakkında da yapılmıştır. Peygamberler; sıdk, ismet, emanet, tebliğ, fetanet ve bedenî arızalardan korunmuş olma gibi aslî sıfatlarla muttasıf bulundukları hâlde, onları, (haşa) doğruluklarında sarsık, emanet mevzuunda hain, tebliğ mevzuunda muvazaacı, ismet mevzuunda gayr-i masum gösteren pek çok sayıda çarpık anlayışın serdedildiğini görmek mümkündür.
Bu tür çarpık anlayışların, meselâ Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. İsa hakkında serdedildiğini görmek mümkün olduğu gibi, maalesef Peygamber Efendimiz hakkında da ileri sürüldüğünü müşahede etmekteyiz. Burada zikretmekte fayda görmediğimiz bu türden anlayış ve iddiaların peygamberlik hakikatiyle telif edilemeyeği gerçeği bir yana, bu iddialarla peygamberlerin en sıradan birer insandan daha aşağı derekelere düşürüldüğü de vakidir.
Tarihe şöyle bir göz attığımızda, bu çarpık anlayış ve düşüncelerin, bu arada Efendimiz ve sünneti hakkında söylenenlerin hiç de yeni ve bugüne ait olmadığını görürüz. Çarpık düşünce sahipleri, öteden beri büyük insanları kavrayamadıklarından, onları kendi dünyalarında ihata edemediklerinden, herkesi kendi seviye veya seviyesizliklerine çekmek istemişlerdir. Onlarda da, kendilerinde olduğu gibi kaprisler, şehvetler, kinler, nefretler bulunduğunu, onların da yer yer va'de vefadan döndüklerini, ihanet ettiklerini, ismetlerini koruyamadıklarını, tebliğde muvazaaya girdiklerini iddia etmişlerdir.
Müslümanların Grek felsefesiyle tanışmaları
Efendimiz hakkındaki bu türden çarpık düşünceler, Müslümanların Neoplatonist düşünceyle, Grek felsefesiyle tanıştıkları andan itibaren ortaya çıktı ve büyük ölçüde, Abbasîler'de Me'mun zamanında kitaplarla İslâm'ın ilim ve kültür hayatı içine girdi. Kur'ân'ın mahlûk olup olmaması konusu da, bu düşünceyle gelen tartışmalardan biridir.
Selef-i salihîn döneminde, "Kur'ân mahlûktur" gibi bir mülâhaza kimsenin malûmu değildi. Selef-i salihîn, Kur'ân'a, "Allah bize nasıl gönderdiyse, Peygamber Efendimiz nasıl tâlim buyurduysa" öylece inanır; onu, iniş keyfiyeti, o andaki ve şüphesiz hâl-i hazırdaki durumu, Allah'ın Kelâm sıfatıyla münasebeti ve kelâm-ı nefsî, kelâm-ı lâfzî gibi konuların hiç münakaşasını yapmadan, "Kelâmullah" deyip kabul ederdi. Ne zaman ki bazıları çıkıp, bu münakaşayı ortaya attı, işte o zaman, muhakkik kelâm âlimleri, meselâ İmam Ebû Mansur Maturidî, Ebu'l-Hasan el-Eş'arî gibi zâtlar, ihtimal temel prensipleri Hasan-ı Basrî Hazretlerinden, Sevrî'den ve Ebû Hanife'nin Fıkh-ı Ekber'inden alarak, Kur'ân'ın, kelâm-ı nefsî olması itibariyle Kelâm sıfatının bir yönünü teşkil ettiğini ve bu zaviyeden ona "mahlûk" denemeyeceğini; ancak mahlûkata taallûku itibariyle yazılmış hâline "mahlûk" denebileceğini söyleyip, gerçeği ortaya koydular.
Kur'ân'a ait bu gerçeği koruma uğrunda pek çok insan, işkenceye uğradı. Bunlar arasında, büyük hadîsçi, Müsned gibi dev bir eserin musannıfı ve mezheb sahibi Ahmed İbn Hanbel de vardır. Bu büyük zât, bu yüzden ömrünün bir bölümünü hapishanelerde geçirmiştir.
Bu konuda Mu'tezilî düşünceye meyilli Abbasî idaresinin işkencesine maruz kalan âlimlerden bir diğeri olan İbn Maîn, değişik bir mülâhaza ile "Kur'ân mahlûktur." dedi ve bu mihnetten sıyrıldı. Ahmed İbn Hanbel, bunu duyunca üzüldü ve İbn Maîn'in kendisine yazık ettiğini, çünkü, böyle davranmakla önemli bir kapıyı araladığını, bu yanlışın bir imamın referansıyla kendine mevzi bulup, yayılabileceğinden endişe duyduğunu söyledi. Ona göre, bu uğurda gerekirse can da verilebilirdi ve verilmeliydi.
O dönemde bu türden çarpık anlayışlar, daha çok, felsefeyle uğraşan Mu'tezile taraftarlarınca İslâm dünyasına sokuldu. Fars Şiîliğinin beş esası da, aynı şekilde Mu'tezile'ye dayanır. Ve bunların hepsinin kaynağı, Neoplatonizm'dir; daha başka Ön Asya dinleri ve felsefeleridir. İbn Teymiye ise, Minhacü's-Sünne'de meseleyi büyük ölçüde Yahudiliğe bağlar.
Mu'tezile'nin hadîs hakkında ortaya attığı şüpheler ve ümmetin cevabı
Mu'tezile, öncelikle, hadîs hakkında şüpheler ortaya attı. Bu sebeple, günümüzde hadîsi reddedenler, "hadîsler, ancak Hicrî 3'üncü asırda toplanıp, yazıya geçirildi; dolayısıyla, her şey aslıyla muhafaza edilemedi" diyenler, çok orijinal bir fikir ileri sürmüş olmuyorlar. Belki böyle demekle, sadece Neo-Mu'tezile unvanını hak ediyorlar.
Mu'tezile, bu tür fikirleriyle ortada ve tesiri en geniş dönemini yaşarken, hadîsler, devasa imamlar tarafından, tarihte eşi, emsali görülmedik derecede muhteşem ve itiraza imkân olmayan ilmî usûllerle tespit ediliyor ve kitaplara geçiriliyordu. Ömer İbn Abdülaziz'in emriyle, resmî olarak İbn Şihab ez-Zührî hadîsi tesbit ediyordu. Abdullah İbn Ömer'in mevlâsı, İmam Malik'in hocası, Leys İbn Sa'd'ın şeyhi olan Nâfi, ayrıca bizzat Leys İbn Sa'd, hadîsi tesbit ediyordu. Ebû Hüreyre'nin talebesi Vehb İbn Münebbih de hadîsleri topluyordu. Muhammed Hamidullah Hoca, bu zâtın, bilhassa Ebû Hüreyre'ye dayanarak tesbit ve neşrettiği hadîsleri yayınlamış ve onların mukayeseli bir kritiğini yapmıştır.
Mustafa el-A'zamî de, yaptığı araştırmalarla, çok erken bir devirde bizzat sahâbe ve tabiîn tarafından hadîslerin yazıldığını tesbit etmiştir. O kadar ki, bu zâtın tesbitlerine göre, daha Hicrî birinci asırda talebelerine hadîs dikte eden sahâbî sayısı 50'yi buluyordu. (A'zami, İlk Devir Hadîs Edebiyatı, s.34-58)
Hadîsler, İslâmî iffet ve ismeti dorukta temsil eden devasâ kâmetler tarafından yazılmış, tespit edilmiş ve çok emin kanallarla Buharî'lere Müslim'lere geçmiş; onlar da, hadîsleri metin ve sened kritiğiyle bir kere daha süzgeçten geçirmiş, ayıklanması gerekenleri ayıklamış ve teksif-i himmet edilmesi gerekli olan sahihler üzerinde himmetlerini yoğunlaştırmışlardır.
Meselâ İmam Buharî, elinin ulaştığı bütün sahihleri toplamaya çalışmış, bu sahihlerden meydana getirdiği eserine el-Câmiu's-Sahih ismini koymuştur. Bilâhare gelen daha başka dev kâmetler, buna, Buharî'nin sahih hadîslerle ilgili şartlarını taşımakla birlikte, bu büyük imamın kendi zamanında ulaşma imkânı bulamadığı sahih hadîsleri ihtiva eden istidrakler yazmışlardır. Bunların başında, Şafiî mezhebine bağlı, allâme, müttakî bir insan olan Dârakutni gelir ki, bu sahada yazdığı Sünen'i meşhurdur. Aynı sahada bir diğer meşhur eser de, Hâkim en-Neysabûrî'nin Müstedrek'idir.
Kısaca, hadîsler, ta devr-i Risaletpenâhiden itibaren tespit ediliyordu. Vakıa Efendimiz (s.a.s.), bir zaman bazılarına, "Benden Kur'ân'dan başka bir şey yazmayın." demişti ama, bu, belli bir dönem için söz konusuydu. Nitekim Buharî'nin Kitabü'l-ilm bölümündeki bir hadîste, Allah Resûlü, Veda Hutbesi'nin kendisi için yazılmasını isteyen Ebû Şâh karşısında ashâbına: "Ebû Şâh için yazın!" buyurmaktadır. Ayrıca, Allah Resûlü'nün, Abdullah İbn Amr İbn Âs'a bir münasebetle, "Yaz, bu ağızdan doğrudan başkası çıkmaz." buyurduğu Buharî, Müslim ve Ebû Davut'ta kayıtlıdır. Ehlinin bildiği ve bir nebze "Sonsuz Nur" isimli kitabın son kısmında da arz edildiği üzere, sahâbe (Allah, hepsinden razı olsun), Allah Resûlü'nün hadîslerine, dinî bir gayretle sahip çıkmış ve daha önceki ümmetlerin başına gelen nebevî mirasın korunamaması felâketi, bu ümmetin başına gelmemiştir.
Bu çağda, öncekileri takliden sünnet üzerine şüphe atmak isteyenlere karşı eserler yazılmıştır. Bu konuda ilk kaleme alınan eserlerden biri, merhum Mustafa Sıbâi'nin es-Sünnetü ve Mekânetühâ fi't-Teşrîi'l-İslâmî isimli eseridir. Ardından Hucciyyetü's-Sünne, (Abdulganî Abdulhakk) es-Sünne Kable't-Tedvîn (Muhammed Accac Hatîb) vb. kitaplar birbirini takip etmiş, hattâ sadece Ebû Hüreyre'nin çok rivâyet ediyor diye tenkid edilmesine karşılık, Râviyetü'l-İslâm Ebû Hüreyre adıyla hususî kitaplar yazılmıştır. Ne var ki, hadîse ve sünnete yapılan itirazlar, ilk günden beri Hadîs tarihi açısından defalarca cevaplandırılmış olmasına rağmen, orijinal bir şeymiş gibi tekrar tekrar ortaya atılmıştır. En garibi de, bazı itirazların ilk defa söyleniyor havası içerisinde dile getirilmesidir. Halbuki, bu itirazların bir kısmı daha İbn Kuteybe (v.276 H) döneminde cevaplandırılmış, kalanları da, çok sonraları müsteşriklerin ortaya atıp, karşılığında gerekli cevapların verildiği hususlardır.
Daha ilk dönemde, hadîslerin sahihi, zayıfı, tenakuzların te'lifi, mevzû rivâyetlerin ayıklanması gibi bütün ihtilâflı meseleler hakkında tek tek ciltlerle kitap yazılmak suretiyle, hadîs konusundaki bütün problemler halledilmişti. Meselâ, büyük âlim İmam Tahâvi, Müşkilü'l-Âsâr ve Şerhu Maâni'l-Âsâr isimli eserlerini bu konuya tahsis etmiştir. Okumak için senelerimizi vermemiz gerekecek kadar hacimli olan bu eserler, hadîs meselesiyle alâkalı yazılmış kitaplardan sadece iki tanesidir. Tahavî gibi dev imamların, hadîs etrafında yazdıklarını okumaya bile bir ömür kâfî gelmez.
Yahya İbn Said el-Kattan gibi, Buharî gibi nice hadîs dâhîleri, Allah Resûlü'nün mesaj ve hidayetiyle alâkalı insanlığa sunduğu hadîsleri bir iki tekrar ettiklerinde dudaklarını birbirine dokundurur ve "Vallahi, bunun içinde ilâhîlikten başka bir şey yok." derlerdi. Bizim gibi ümmîler, yani meseleyi kendi tekniği içinde anlayamayan insanlar bile, hadîs diye rivâyet edilen, fakat hadîs olmayan bir sözle karşılaşınca, "bu, Peygamber sözüne pek benzemiyor" dediğimiz olmuş, ardından, hadîs münekkidlerinin eserlerine bakıldığında, isabet edildiği görülmüştür.
Allah Resûlü'nün sözleri bellidir ve bunlar, hadîs uzmanları tarafından, Kur'ân'dan sonra belli bir yere oturtulmuştur; hem öyle bir yere oturtulmuştur ki, onun üzerinde beyan, olsa olsa ancak Kur'ân olur. Edipler, belâgatçılar, kendilerine ancak onun altında yer peyleyebilmek için yarışırlar.
Ortaya atılan iddialara baktığımızda ise, iddia sahiplerinin ezbere konuştuklarını, hiç birinin ilgili temel kaynakları okumadıklarını ve bu eserlerde hangi kriterlerin kullanıldığını, hadîslerin ne türlü imbiklerden geçirilerek bir araya getirilip insanlığın istifadesine sunulduğunu bilmediklerini, az buçuk bilenlerin de, bu konudaki yetersizlik ve samimiyetsizliklerini müşahede ediyoruz.
Peygamber, postacı değildir
Şimdi bu müddeilerin, bütün bu gayretleri hiç nazara almadan, onca açık gerçekler karşısında, peygamberi -hâşâ- postacı gibi görmelerini anlamak mümkün değildir. Zira Allah bile peygamberine postacı dememiş, "resûl" demiştir. Allah, Kur'ân'ında O'nu anlatırken "Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Resûlünü hidayet ve hak din ile gönderen O'dur." (Fetih/48: 28) buyurur. Burada Allah, elçisini Kendisine izafe etmiş ve O'nu hidayet ve hak dinle teyit ederek göndermiştir. Ve hiç kimse, Allah Resûlü kadar garantili olarak mesaj taşıyıcı olmamıştır.
Peygamberimiz ümmî idi ve Üstad'ın o enfes yaklaşımıyla, bir "reşha" idi. Dolayısıyla, Allah'tan gelen mesajlara kendinden hiçbir şey bulaştırmamıştı; hoş, bulaştırsa ne bulaştıracaktı; çünkü O'nu yönlendiren, O'nda yansıyan sadece ve sadece vahiy idi. Kendisi o kadar duru idi ki, vahyi kendine has dalga boyuyla bize intikal ettiriyordu.
Peygamber, öyle mücerred, öyle saf bir dimağ sahibidir ki, biz o dimağa, o akla fetanet-i a'zam diyoruz ve fetanet-i a'zam oluşunu, aklı akılla aşmışlığını, bütün diğer büyüklüklerinin önünde görüyoruz. Büyük bir erkân-ı harb, iyi bir idareci, mükemmel bir aile reisi, insanlığı insanlığa yükselten eşsiz bir muallim ve terbiyeci oluşunu da, yine O'nun böyle bir fetanet-i a'zam sahibi oluşunda görüyoruz. Bu sahalardan her biri, o sahada başarılı bir insanın dâhî olması için yeter de artar hususlardır.
Ama biz peygambere, "hususî" olduğu için "dâhî" demiyor, "peygamber aklı" olarak da isimlendirebileceğimiz bir mefhum olarak, dünya kadar meselenin ortasında, Allah vergisi, saf, dupduru, vahiy veya ilham yoluyla kendisine gelen her şeyi, herhangi bir yanını kırmadan, bükmeden, olduğu gibi aksettiren "fetanet-i a'zam" sahibi diyoruz. Allah Resûlü (s.a.s.), her şeyi dupduru aksettiren bir insandır. Onun için, ne sunduğu risalete, ne de getirdiği hidayete hiçbir şey bulaşmamıştır. Yukarıda meâlini arz ettiğimiz âyetin devamında Allah Teâlâ, şöyle buyuruyor: "Şâhid olarak Allah yeter." (Fetih/48: 28)
Efendimiz'e saygı
Allah Teâlâ'nın bile, risaletini hidayetle serfiraz kıldığını tâzimle anıp, ismini, peygamberlikle beraber hidayet mesajıyla gelmiş bir büyük insan olma payesiyle birlikte zikrettiği bir insanı, sıradan bir insandan bahseder gibi "Muhammed.. Muhammed" diye anlatan biri, dünyada seçilse seçilse, terbiyesizler kralı seçilir.
Terbiyemizi koruyalım; ben, "Ya Rasûlellah" demeyi bile yeterli bulmuyorum. Bu hitap, O'na Allah'ın hitabıdır. O'nu anlayan İmam Rabbani gibi zâtlar, her defasında değişik bir tabirle, O'nun serfiraz bir yanını dile getirip, öyle anıyorlar. "Hak şöyle dedi; hakikat ise diyor ki, Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet Olan O Zât, O Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-ü Kevn ü Zaman şöyle buyuruyorlar" vb. gibi.
Cevahir kadrini cevher-fürüşan olan bilir. Sarraf, altını eline aldığı zaman hemen onun kaç ayar olduğunu anlar. Aynen bunun gibi, Allah Resûlü'nü anlamak istiyorsanız, O'nu, Hz. Ebû Bekir'den başlayıp, Hz. Bediüzzaman'a kadar uzanan altın veya zebercet bir silsile içinde yer alan dünya kadar büyüklere sormak gerekir. Onlar, bize O büyük Zât"ı, "Mâ arafnâke hakka ma'rifetike=Seni hakkıyla bilemedik." sözüyle anlatacak ve bu konudaki acziyetlerini ortaya koyacaklardır.
O'nun temsili, tebliğinin önündedir
Evet O (s.a.s.), sadece mesaj getirip sunan bir insan değildir. Mesaj getirip sunması, O'nun tebliğ yanıdır. Bu tebliğ yanından öte O'nun bir de temsil yanı vardır ki, söylediği ve insanlara yapın dediği hakikatleri herkesten fazla yerine getirmiş ve yaşamış bir insan olarak O, bu yanıyla tebliğinden bir adım öndedir. Allah (c.c.), eğer O'ndan daha muktedir, yaptığını yapmaya daha lâyık, daha mükemmel fıtratta ve ortaya koyacağı muvaffakiyetler için baştan o avansı alıp, vazifesini icra ederken sergilediği performanstan daha öte bir performans gösterecek bir başkası olsaydı, O'nun yerine onu seçerdi.
Buseyrî, O'nun kadr ü kıymetini şu beyitlerle dile getirir:
"O öyle bir fazilet güneşidir ki, O'nun diğer peygamberlere karşı üstünlüğü, güneşin, onun etrafında dönen peyklere karşı üstünlüğü gibidir. Peykler, yıldızlar, güneşin olmadığı yerde kendilerini gösterirler. Güneş açığa çıkınca da, hepsi karanlığın bağrında gidip saklanırlar."
O, Sultan-ı Enbiyâdır, yani enbiyânın bile sultanıdır. Hatta -tenkidi yapılabilir- Necip Fazıl'ın ifadesiyle O, peygamberlerin bile peygamberidir. Bir defasında "mahbûbiyet" mevzûunu arz ederken, "Hz. İbrahim (a.s.), dış bir çember; Hz. Musa (a.s.), o çemberin içidir." demiştim; fakat o çembere tâc olan, ayın etrafındaki hâleyi meydana getiren gerçek ışık kaynağı, o ışığı temel kaynağından alıp aksettiren, Kamer-i Münîr olan Hz. Muhammed Mustafa'dır (s.a.s.).
O, yapacağı vazifeye, vazifelerin en büyüğü ve en kudsisine en liyakatli insan olması itibariyle peygamberlik ışığını almıştır. Daha sonra öyle bir peygamberlik sergilemiştir ki -buna temsil diyoruz- bu kulluğu, O'nu "kabe kavseyni ev edna" (Necm/53: 9) sırrıyla serfiraz kılmıştır. Tefsircilerin bu makamı ifade ederken çok farklı isimler kullanmalarına karşın, Üstad'ın, hiçbir tefsirde görmediğim güzel bir yaklaşımı vardır. Üstad, bu makamı, "imkân-vücub arası bir nokta" tabiriyle ifade ediyor.
İmam Buseyrî, buna farklı bir işarette bulunur ve
O (s.a.s.), beşer olmaya bir beşerdir, fakat her beşer gibi bir beşer değil," der. "Muhammed, tıpkı bizim gibi, bir anadan bir babadan doğmuştur ama, insanî değerlerle O'nun gerçek değerini bulmaya çalışırsanız, O'nun insanüstü olduğunu görürsünüz." Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.), bize ve bütün insanlığa şeref olsun diye insanın bittiği aynı ağacın bir dalı, daha doğrusu, bu dalın başında o ağacın en muhteşem meyvesi olarak bitip, önümüze rehber, muallim olmanın dışında, beşeriyetimizle bir münasebeti yoktur. O, çoktan beşeriyeti ve imkân âlemini aşmış, öylesine aşkın bir insandır.
Allah Resûlü (s.a.s.), âdeta Nesimi'nin ifade ettiği,
Mekânım lâ mekân oldu,
Bu cismim cümle cân oldu,
Nazar-ı Hak ayân oldu,
Özüm mest-i likâ gördüm.
makamının bütün vâridâtını paylaşırken, Üstad'ın, "imkân-vücub arası" dediği o noktada -Kadı İyaz'ın Şifa-i Şerif'inde naklettiğine göre- ayaklarının boşlukta olduğunu hisseder. Ve orada tazarru ile, "Allah'ım, ayağımı nereye koyayım?" der. "Sağ ayağını sol ayağının üstüne koy." denir. İşte bu nokta, imkân-vücub arası bir noktadır.
Vahye mazhar
Bir de O Zât'ın (s.a.s.) vahiyle serfiraz kılınışı vardır. Vahyin keyfiyetini bilemiyoruz. Vahyi alma herkese müyesser olsaydı, dizini Allah Resûlü'nün dizine veren insan, o atmosfer içinde bir şeyler alırdı. Oysa ki O (s.a.s.), alıyor, öbürü kaldığı yerde kalıyordu. Diğerleri, O'nun dikte ettiği şeyleri sadece alıp yazma vazifesini yapıyordu. Demek ki O, hepsinden farklıydı.
O Zât, en sıkıştığı bir dönemde, yani kendisini himaye eden amcası ve çok sevdiği zevcesi Hz Hatice validemizi kaybettiği o hüzün yılında, hem bedeni hem de ruhuyla Cenab-ı Hakk'ın Mi'rac'ına mazhar oluyordu. En muteber hadîs kitaplarında anlatılan şekliyle, cismaniyete ait bir parça vücudundan kesilip atılıyor ve mahiyeti, semaları bedeniyle beraber tayeran etmeye müsait hâle getiriliyordu.
Bu hususlar, öyle "postacı" gibi çok âmiyane tabirlerle geçiştiriliverecek hususlar değildir. Vahyi alma bir sırra bağlıdır. Öyle bir sırdır ki o, o seviyeyi ihraz etmeyince ona ulaşmak mümkün değildir.
Mi'rac, başlangıcı itibariyle, Allah Resûlü'nün kulluğuna terettüp eden ilâhî bir ikramdır. Ve Mi'rac, Allah'ın varlığına delâlet eden harikulâde bir hâl olarak, Efendimiz'in bir kerâmetidir. Aynı zamanda Mi'rac, Allah Resûlü (s.a.s.), yapmakla mükellef olduğumuz bir kısım sorumluluklarla geriye döndüğünden dolayı, sonucu itibariyle de bir mûcizedir.
Demek ki Allah Resûlü, öyle bir husûsiyetle serfirazdır ki, hiç kimseye müyesser olmayan bir ikrama, bedeniyle, cismaniyetiyle Mi'rac'a mazhar kılınıyor; ve bu mûcize, O'nun kulluğuna karşılık olarak veriliyor. O, öyle bir kulluk ortaya koyuyor ki, kulluk adına kendisine aralanan kapıdan içeriye girerken, âdeta o kapıyı sövelerini sökerek götürüyor ve kendisinden bekleneni aşmak suretiyle kendi rekorunu kırıyor. Ayakları şişinceye kadar ibadet etmesi karşısında, "Allah, senin, geçmiş ve gelecek günahlarını yarlığamadı mı?" diyen Âişe validemize karşı, "Ben, beni böyle yapan Rabbime çok kulluk yapan, çok şükreden bir kul olmayayım mı?" şeklinde cevap veriyor. Buseyrî, bu önemli makamı ifade ederken diyor ki:
"Ben, zulmetleri ihyâ eden O Zât'ın sünnetine zulmettim (onu yerine getirmedim); ki O, ayakları şişmeden yatmazdı."
"De ki (ey Habibim); eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran/3: 31) âyetinde "Allah'a uyun" denmiyor. Çünkü Allah'a uymada bir husûsiyet vardır. Allah'a uyma bazen bir kısım ıtlaklarla ifade edilir ki, onun takyidi Allah Resûlü vasıtasıyla yapılmıştır. Yani, Allah'a uymanın yolu Resûlüllah'a uymaktan, adım adım O'nun izinde gitmekten geçer; ancak O'na tâbi olmakla Allah'a uyulmuş, itaat edilmiş olur. Allah Resûlü (s.a.s.), Kur'ân-ı Kerim'in, yerinde mükemmel bir müfessiri, yerinde mükemmel bir yorumcusudur. Nasıl olmasın ki, Allah (c.c.), O'na Kur'ân'ı vahyederken, âyetlerin yorumunu da beraberinde O'nun ruhuna duyurmuştur. Sahâbî, mânâsını, neye delâlet ettiğini tam olarak anlayamadığı âyetleri kendisine sorduğunda, O, sorulan âyetleri onlara açıklamıştır. Kur'ân-ı Kerim'in üçte ikisi, zahiri ve herkesin sorumlu olduğu, herkese hitab eden buudu itibariyle belki az buçuk aklı eren insanın okuduğunda hemen anlayabileceği gibidir ama, üçte biri, mutlaka Allah Resûlü'nün açıklamasını gerektirmiş, O da bunları açıklamıştır. Eğer böyle fâik, en üst seviyede bir anlatma olmasaydı, biz, yanlış anlama ve anlatmalar karşısında Kur'ân-ı Kerim'i çok çarpık anlayacaktık.
Büyüklük kriterleri karşısında Hz. Muhammed (s.a.s.)
Büyüklük adına kim hangi kriteri kullanırsa kullansın, karşımıza daima Hz. Muhammed (s.a.s.) çıkar. Carlyle, Kahramanlar isimli kitabını yazdı ve O'nu, Kahramanlar Kahramanı yaptı. Bir başkası Abkariyyat (Dâhîler)'i yazdı ve bu defa O'nu Dâhîler Dâhîsi yaptı. Peygambere, dâhî, kahraman denir mi? Biz, peygambere ne dâhî, ne de kahraman deriz. Peygambere, husûsî bazı meselelerin kahramanı denebilirse de O, hiç bir kahraman, hiç bir dâhî ile kıyaslanamayacak, tartıya girmeyecek ölçüde, normal beşerî ölçülerin üstünde, nev-i şahsına mahsus üstünlüğü olan biridir; peygamberdir, resûldür.
Bu konuda başkalarının yaptığı, kullandıkları ölçüler bizi çok ilzam etmese de, büyüklük adına kim hangi kriteri kullanırsa kullansın, karşımıza daima Hz. Muhammed (s.a.s.) çıkar. Hâl böyle iken, Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında uygunsuz, yakışıksız lâf edenlere: (Tekvir/81: 26 âyetinden iktibasla, "Fe-eyne tezhebûn (Hak, gerçek bu iken, siz bu hâlinizle nereye gidiyorsunuz?)" demek gerekmez mi? Evet, saygımızı, edebimizi koruyalım.
Netice
Fuzuli, Su Kasidesi'yle ne derin, ne engin anlatır O'nu! Bir başkası ise, O'nun hakkında şu beyitleri döktürür:
Sana cânan gönül hayrân nedendir?
Cemâlin gün gibi rahşân nedendir?
Kaşındır kâbe kavseyn-i ev ednâ,
Yüzündür Sûre-i Rahmân, nedendir?
Ey şâhid-i mukaddes, hurşid-i âlem ârâ
Giysûlerin muhannes, ebrûlerin dilârâ
Zülfün teline kıymet olmaz cihan serâser
Neşreylemiş dû kevne bûyun anberi zâra
Bediüzzaman Hazretleri ise, 19. Söz'ün başında, O Zât hakkında şu değerlendirmelerde bulunmaktadır:
Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak. Yeryüzü bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber, O, Rabbini apaçık gösteren ve Rabbine delil olan Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm), bütün ehl-i îmâna imam, bütün insanlara hatib, bütün nebilere reis, bütün velilere seyyid ve bütün nebilerden, velilerden meydana gelmiş bir halka-yı zikrin serzâkiri.
O, öyle nûranî bir ağaçtır ki, nebiler o ağacın hayat fışkıran kökleri, veliler ise ter ü taze meyveleridir. Herbir davasını, mûcizelerine istinad eden bütün nebiler ve kerâmetlerine itimad eden bütün veliler tasdik edip, imza basıyorlar. Zira O, "Lâ ilâhe illallah" der, dava eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nûranî zâkirler aynı cümleyi tekrar ederek, icmâ ile mânen "doğru söyledin ve hakkı konuştun" derler. Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesapsız imzalarla teyid edilen bir davaya parmak karıştırsın.
O nûranî tevhid delili, nasıl ki iki tarafın icmâ ve tevatürü ile te'yid ediliyor, öyle de, Tevrat ve İncil gibi semâvî kitaplarda yer alan yüzlerce işaret, peygamberliğinden evvel vaki' olan bir o kadar beşaret, gaybden haber veren hatip ve kâhinlerden gelen nice şehadet ve binlerle ancak ifade edilebilecek sayıdaki mûcizelerle te'yid ve tasdik edilmektedir.
Bunun yanında, getirdiği dinin hakkaniyeti de onu teyid eden başka bir delildir. Ayrıca zâtında gayet kemâldeki öğülmeye değer ahlâkı, vazifesiyle alâkalı o güzellerden güzel seciye ve karakteri; bu cümleden olarak, kuvvetli îmânını, sarsılmaz it'minanını ve son derece güvenirliliğini gösteren fevkalâde takvası, fevkalâde ubûdiyeti, fevkalâde ciddiyeti, fevkalâde metaneti, davasında son derece sadık olduğunu güneş gibi ve apaçık göstermektedir.
İstersen gel, Asr-ı Saadet'e, o asırdaki Arap Yarımadası'na gidelim; hayalen olsun, O'nu vazife başında görüp ziyaret edelim. İşte bak: Fizyonomisiyle, hayatıyle güzelliğin doruk noktasında seçkin bir Zâtı görüyoruz ki, elinde mûcizeler gösteren bir kitab, lisanında hakikatleri açıklayan bir hitap, bütün insanlığa, belki cin, insan ve belki bütün varlığa karşı ezelî bir hutbeyi tebliğ ediyor. Âlemin yaratılış sırrı olan acip muammayı hâl ve şerh edip, kâinatın sırrı olan kapalı tılsımı açıp çözerek, herkese sorulan ve bütün akılları hayrette bırakan üç müşkil ve müthiş, "Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?" suallerine ikna edici, makul cevap veriyor.
İşte bak, şu geniş adada vahşî, âdetlerinde mutaassıp, inatçı değişik kavimleri ne çabuk, o kötü âdet ve vahşi ahlâklarını onlardan söküp alarak ne kadar güzel ahlâk varsa onları böyle güzel ahlâkla donatıp, medenî milletlere ve bütün âleme muallim ve üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshîr ediyor; kalblerin sevgilisi, akılların muallimi, nefislerin terbiyecisi ve ruhların sultanı oldu.
Ey ruhlarımızın sultanı, Sen ruhlarımıza sultan oldun; ruhlarımız da Sana kurban olsun!
Din ve Peygamberlik
Kâinat'ta insan elinin ulaşmadığı yerlerde tam bir sulh, tam bir denge hâkimdir. Yaratılmışların en şereflisi olarak, diğer varlıklardan farklı biçimde Allah'ın Kelâm, İrade ve İlim sıfatlarının da kendi kapasitesince mazharı bulunan insan, yeryüzünde aynı sulh ve dengeyi sağlamakla mükelleftir. Fakat o, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, çok farklı bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ, insan en seçkin şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder; süslü şeyleri arzu eder; insaniyete lâyık bir maişet ve şerefle yaşamak ister.
Şu meyil, arzu ve isteklerin gerektirdiği üzere insan, yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını güzel bir şekilde tedarik edebilmek için çok sanatlara (zenaat) muhtaçtır. O sanatların hepsine her bir insanın vukufu ve kabiliyeti olmadığından insan, hemcinsleriyle işbölümü yapmaya ve yardımlaşmaya mecburdur. Mecburdur ki, her bir insan, kendi emeğinin ürününü diğerleriyle paylaşsın ve bu sayede bütün ihtiyaçlarını görebilsin.
Fakat, insandaki, (bütün dünyevî, maddî arzu ve isteklerin kaynağı olan) şehvet kuvveti, (bilhassa kendisini ve din, mukaddesat, akıl, mal, nesil gibi hak ve hürriyetlerini koruma melekesi veya bunun kaynağı olan) gadap kuvveti ve (insanı, diğer bütün varlıklardan birinci derecede ayıran ve onu düşünen, muhakeme ve mukayese eden, şuurlu harekette bulunan bir varlık olmasına vesile teşkil eden) akıl kuvveti, Yaratıcı tarafından mecburî bir sınırlamaya tâbi tutulmamıştır. Bundan maksat, insanın bu kuvveleri bizzat iradesiyle asıl olmaları gereken noktaya çekmesi ve bunun için vermesi gereken mücadelenin onun terakkisini temin etmesidir. Çünkü, bu kuvvelerin olması gereken bir orta noktası, meselâ akıl kuvveti için hikmet, gadap kuvveti için şecaat, şehvet kuvveti için iffet noktaları, bir de, bu noktaların dışında çok sayıda sapma noktaları vardır. İşte insana düşen, bu kuvvetleri iradesiyle orta noktalara çekmek ve orada tutmaktır. Aksi hâlde, insanın davranışlarında ve başkalarıyla muamelelerinde zulüm ve tecavüzler meydana gelir. Bu tecavüzleri önlemek için de, içtimaî hayatta adalete ihtiyaç vardır. Fakat her ferdin aklı, bu küllî adaleti idrakten âcizdir; dolayısıyla küllî bir akla (evet, karakterleri, yapıları, mizaçları, ihtiyaçları, iç dünyaları ile bütün insanları tek tek tanıyacak küllî bir akla) ihtiyaç vardır ki, bütün ferdler bu küllî akıldan istifade etsinler. Böyle bir küllî akıl ise, ancak kanun şeklinde olur. İşte bu kanun da, dindir. Yani din, beşerî kanunlar gibi, yalnızca insanın tâbi olması gereken birbirleriyle karşılıklı muamele kaidelerini tesbit etmekle kalmaz; bunun yanısıra, bunların gerektiği gibi uygulanıp, semereli olabilmesi için insanın uyması gereken ahlâkî kaideleri, bu kaidelerin kaynağı olarak belli esaslara imanı ve ayrıca ibadet kaide ve şekillerini de vaz' eder. İbadet, vicdanî ve aklî olan imanî hükümleri takviyeye, dünya ve âhiretle ilgili işleri tanzime, şahsî ve nev'î kemalâta vasıtadır.
Dinin tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir mercî, bir sahip lâzımdır. O mercî ve sahip de ancak peygamberdir. Peygamber olan zâtın da, halkın öncelikle kalblerine ve akıllarına hâkimiyetini sağlayıp, bu hâkimiyeti devam ettirebilmesi için, Allah'a yakınlığından kaynaklanan kudsî bir cazibesi, maddîmânevî bir ulviyeti ve Allah ile olan münasebetinin derecesini göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Bu delil, bilhassa ilk dönemler itibariyle onun mûcizeleridir. Evet, önce insanlar, çoğunlukla peygamberin şahsî kemâlâtına, Allah'a olan yakınlığının ona sağladığı kudsî câzibeye vurulur; mûcizeler, bu yakınlığı daha da ispat eder. Daha sonra ise, dinin kaideleri, doğruluğunun delilleri insanların akıllarını, bütün aklî melekelerini, hattâ beş duyusunu bile tatmin eder.
Bediüzzaman, İşârâtü'lİ'câz, Sözler yay. s. 9293.
*Araştırmacı, yazar


Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulü'1-emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resûl'e götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir."

Tefsir alimleri "onu Allah'a ve Resulüne götürün&

_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

PeyGAMBERİMİZ postacımıydı Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6727
Rep Gücü : 10015177
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

PeyGAMBERİMİZ postacımıydı Empty
MesajKonu: Geri: PeyGAMBERİMİZ postacımıydı   PeyGAMBERİMİZ postacımıydı Icon_minitimePaz Ekim 25, 2009 8:01 am

RE: "Resüle itaat" hadis ve sünnetlere itaat midir?
Ayet

"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulü'l-emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resûl'e götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir." Nisa, 59


"Şu âyet diyor ki: Allah'a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah'ı seveceksiniz. Madem Allah'ı seversiniz, Allah'ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah'ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona tâbi olmaktır. Ne vakit ona tâbi olursanız, Allah da sizi sevecek. Zâten siz Allah'ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin."

Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a'lânın yolu, Habibullah'a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır."



“Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef ali, ahvalidir.
Bu üç kısım dahi, üç kısımdır:
Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir.

Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır.

Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-i iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdili bid'a ve dalalettir ve büyük hatadır. Âdât-ı seniyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise hikmeten, maslahaten,- hay a t-1 şahsiye ve nev'iye ve içtimaiye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstah-sendir. Çünki herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutabaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil'ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu'cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur'an-ı Hakîm'in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.

"Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-miskal o sünnetlerde! inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara nıel'ab, evhama merkeb ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklen matiyye olacaktır."

"Sünnet-i Seniye, edepdir. Hiçbir mes'elesi yoktur ki altında bir nur, bir edep bulunmasın! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam ferman etmiş:

"Allah'a ve Resulüne itaat eden kimseler; nebiler, sıddıklar, şehidler, sâlihler ve Allah'ın kendilerine in'am ve ihsanda bulunduğu kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaşlardır."

"Her kim Resule itaat ederse Allah'a itaat etmiştir."

“Eddebenî Rabbî bi-ahseni te’dibî”

Yani: "Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş." Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat'iyyen anlar ki: Edebin enva'ını. Cenâb-ı Hakk, habibinde cem'etmiştir. Onun Sünnet-i seniyesini terk eden, edebi terk eder."

_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

PeyGAMBERİMİZ postacımıydı Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
PeyGAMBERİMİZ postacımıydı
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Peygamberimiz şemaili ve AHLAKI..nİHAT hATİPOĞLU
» sUNUMLAR-AİLE -DİN EĞİTİMİ-ÖĞRETMENLİK-PEYGAMBERİMİZ-İHL- MEZHEBLER
» PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED’İN (SAV) DOGUMU VE MEYDANA GELEN OLAYLAR
» Peygamberimiz deve idrarının içilmesini tavsiye etmiş midir?
» Peygamberimiz Kab bin Eşref in ölüm emrini sırf şiir sebebiyle vermedi

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: İslami ilimler ve dini kültür :: Hadis -Sünnet-
Buraya geçin: