KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6732
Rep Gücü : 10015184
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Empty
MesajKonu: KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET   KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Icon_minitimeC.tesi Ağus. 28, 2010 12:56 pm

http://www.darulkitap.com/oku/kuran/v2/kuran/64/1.htm

hepsi bu sitede

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET
Önsöz
Giriş:
İnsanın Fıtratı Ve Hoşgörü
1. HOŞGÖRÜNÜN SÖZLÜK VE TERİM ANLAMI İLE SINIRLARI:
A- Hoşgörünün Sözlükteki Anlamı:
B- Kur'an'da Müsamaha
C- Hadislerde Müsamaha
D- Kur'an'da Müsamaha Manasında Kullanılan Kelimeler:
1- Af:
a- Cahiliyye Toplumlarında Af:
b- Af Ve Müsamaha Adaletin Zedelenmesine Yol Açmamalı:
2- Safh
3- "Keffiere An"
4- Ra'fet
5- Birr
6- Rahmet
7- Kerem
8- Meveddet, Vedûd, (Sevgi ve Şefkat)
9- "A'rada An", "...Fe Zer Hum Fi Havdıhim Yel'abûn"
E- Kur'an'a Göre Beşerî Münasebetlerde Müsamaha
1- İyiliğe Teşvik ve Kötülüğe Engel Olma Vazifesi Hoşgörü ile Çelişmez:
2- Taassup, Tarafgirlik ve Taklid Hoşgörüye Engeldir
3- Sürekli Uzlet (Toplumdan ayrı yaşamak) Hoşgörüyle Çelişir
4- Hoşgörünün Sınırları ve Taviz Arasındaki Fark:
5- Kur'an'a Göre Neler Hoş Görülmez:
F- Müslümanların Müslüman Olmayanlarla İlişkilerinde Müsamaha Ve Barış:
1- Kur'an'da Barış Manasında Kullanılan Kelimeler
a- “Sulh"
b- "Silm"
2- Hoşgörünün İslam'a Davetle İlgisi:
3- Muhataplarına Göre Hoşgörünün Sınırları
4- Farklı Din Mensuplarına Karşı Gösterilmesi Gereken Hoşgörü
a- Her İnsan Kendi İnanç ve İbadetlerinde Serbesttir, Hürdür:
b- Dine Davette Zor (Kaba Kuvvet, Baskı ve Şiddet) Kullanılmaz
c- Gayri Müslimlerle Savaş Ancak Düşmanın Saldırılarını Önlemek ve İnsan Haklarını Korumak İçin Yapılır
d- Mabetler Kutsaldır, Yıkılmaz:
2. KUR'AN HER ÇEŞİT ŞİDDET, TERÖR VE ZORBALIĞA KARŞIDIR.
A- ŞİDDETİN TARİFİ VE ŞİDDET KAPSAMINA GİREN DAVRANIŞLAR:
1- Şiddet Kelimesinin Sözlükteki Manası
2- Istılahi Manası
3- Şiddet Kelimesinin Kur'an'da Kullanıldığı Manalar
4- Kur'an İ'tida, Tuğyan, Zulüm Fitne ve Fesad Gibi Şiddet İçeren Bütün Davranışları Yasaklar.
5- Şiddet İfade Eden ve Bu Yüzden Kınanan Davranışlara Kur'an'dan Örnekler:
6- Şiddete Yol Açan Sebepler:
7- İslamın Tariflerde Anılan Şiddetle İlgisi Yoktur.
B- İyiliği Emredip Kötülüklerden Vazgeçirmede Şiddete BaşVurulmaz
C- Cezada Adalet Ve Caydırıcılık Esastır, Şiddet Ve İşkence Yasaktır
D- Sertliğin Caiz Olduğu Yerler.
E- Gayri Müslimlerle İlişkiler
1- Müslümanların Müslüman Olmayanlarla İlişkilerinde Şiddete Başvurulmaz, Karşılıklı Menfaatlere Dayalı Barış Uygulanır;
2- Kâfirler, Müşrikler ve Ehl-i Kitapla Dostluğu Yasaklar gibi Görülen Âyetlerin Kapsamı ve Amacı:
3- Gayri Müslimleri Dine Davette İlim, Hikmet, Öğüt ve Fikri Tartışma Esastır; Baskı, Kaba Kuvvet ve Şiddet Uygulanmaz.
a- Bütün Peygamberler Dine Davette İlim, Hikmet, Öğüt ve Fikrî Tartışma Metodunu Kullanmıştır.
b- Hiçbir Peygamber, İçinde Bulundukları Toplumun Yönetimini Yıkıp Ele Geçirmek İstediklerine Dair En Ufak Bir Söz Söylememiş, Bu Doğrultuda Hiçbir Girişimde Bulunmamışlardır.
4- Kur'an'a Göre Savaş İzni, Ancak Temel Hak Ve Hürriyetlere Yapılan Saldırıları Durdurmak İçin Verilir:
a- Kur'an'da "Savaş" Manasında Kullanılan Kelimeler:
(i) Cihad
(ii) Harp:
(iii) Kıtal
(iv) Gaza
(v) Nefir
b- Mekke Döneminde Kur'ân'ın İslam'ı Tebliğdeki Metodu
c- Savaşa İzin Veren İlk Âyetler ve Yorumu:
d- "İnsan haklarının kutsallığı" ve "fî sebîlillah" yani Allah Yolunda Cihadın Anlamı:
e- Savaşta Şiddet ve Aşırılıklar Yasaktır,
f- "... Fitne Kalmayıncaya", Yani Şiddet Ve Terör Kalmayıncaya Kadar, Ve "...Din (Boyun Eğmek) Allah İçin, Tamamen Allah İçin, Oluncaya Kadar Savaşın!" Ayetlerinin Tahlili.
g- Dört Aylık Mühlet ve Hicaz Bölgesindeki Müşriklerle Nihâî Savaş:
h- Netice
F- Kur'an'a Göre İslamın İman, İbadet, Ahlak Ve Hukukî Uygulamalarında Sertlik Ve Şiddet Yoktur, Kolaylık Esastır:
a- İbadetlerde "Azimet-Ruhsat" Prensipleri ve Hoşgörü
b- Kur'an, İbadet Kastıyla Helal Ve Meşru Olan Hazlardan Vazgeçmeyi Tavsiye Etmez:
C- İbadet Kastıyla, Toplumdan Tamamen Ayrılıp İnzivaya Çekilmek Tasvip Edilmez:
G- Tahrif Edilmiş Mukaddes Kitaplarda Şiddet İfadeleri İçeren Âyetler:
1- Yahudilerin Üstün Irk İdiasının Temeli
2- Musevîlikte, Karşı Irk ve Dinlere Yönelik, Şiddet, Anarşi ve Terör İfadeleri:
3- Tevratta Katliam Emirleri
Bibliyografya


http://www.darulkitap.com/oku/kuran/v2/kuran/64/1.htm


içerik


KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET

Önsöz

Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne giriş sürecinde ve gün geçtikçe globalleşen dünyada, üzerinde durulması gereken konulardan birisi de şüphesiz "şiddet ve terör" konusudur.
Maalesef uluslararası medyası ve kamuoyunda şiddet ve terör deyince, haksız ve ön yargılı bir şekilde, hemen müslümanlar işaret edilmektedir. Hatta bu konuda, İslam'ın özüyle alakalı olmadığı halde, bazı İslam ülkelerindeki siyasi amaçlı iç çekişmelerin, iki müslüman ülke arasındaki sınır anlaşmazlıklarından kaynaklanan çatışmaların bile malzeme olarak kullanıldığını görmekteyiz. Bu durum, uzun zamandan beri böyle devam edip gitmektedir.
Aslında hoşgörü, barış ve huzur dini olan İslam'ın üzerine yıkılmak istenen bu suçlamaların, bu yanlış, ve önyargılı imajın öncelikle ilim meclislerinde tartışılarak düzeltilmesi gerekir. Bu da, konunun Kur'an'dan hareketle incelenip irdelenmesi ve gerçeklerin ortaya konup neticenin kamuoyuna mal edilmesi ile mümkündür.
Bilindiği gibi "İslam" kelimesinin bir manası da barıştır. İslam'ın kutsal kitabı Kur'an, insanlar arasında barış ve huzurun sağlanması için asgarî müştereklerde birleşmemizi ve temel esaslara aykırı düşmeyen ayrıntıları hoşgörü ile karşılamamızı istemektedir. Bunun yanında insanlığa karşı işlenen her çeşit şiddet ve terörü, huzur ve barışı bozduğu için, "zulüm" adı altında yasaklayıp kınamakta ve zalimlere hak ettikleri cezaların verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Konunun ilerleyen safhalarında bu konudaki delilleri ve yorumları gözler önüne sermeye çalışacağız. Bursa, 2001[1]

Giriş:

İnsanın Fıtratı Ve Hoşgörü

İnsanoğlu akıllı ve hür iradeli yaratılmıştır. Bir işi yapmadan önce onu düşünür, ortaya çıkabilecek fayda ve zararları göz önüne getirir, tercihler yapar, ondan sonra da karar verip uygular. İnsanoğlunun dünya ve âhiretteki sorumluluğu da, bu hür irade temeli üzerine oturtulmuştur. Fakat her insanın, içinde doğup büyüdüğü ortam, tahsil ve terbiyesi farklı olduğundan anılan kabiliyetleri aynı seviyede kullanamazlar. Ayrıca nefsinin arzu ve isteklerini aklı ve iradesinin kontrolüne alamayanlar bu kabiliyetleri ile yanlış tercihler yapmaktan kurtulamazlar. Bu sebeple bütün insanların aynı tavır ve davranışlar içinde olmasını beklemek hatalı olur. Aynı zamanda bunun böyle olmasını, yani insan davranışları ve kabiliyetlerinin farklı farklı olmasını da Yüce Allah istemiştir:
"Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Ama (görüldüğü gibi), Rabbinin rahmet ettikleri bir yana, onlar ihtilaf edici bir şekilde devam edip gitmektedirler. Esasen Rabbin onları bunun için yaratmıştır." [2] Eğer insanlar da, meleklerdeki gibi, daima hayır işleyen veya içgüdüleriyle birbirlerine benzer hareketlerde bulunan diğer canlılar gibi standart davranışlı yaratılsaydı, o takdirde sorumluluğun anlamı kalmazdı. Şu halde insanların farklı davranışlarda bulunmaları fıtratları gereğidir. Manevi liderlerimizden Yunus Emre de davranışlar arasındaki farklılıkların fıtratın bir gereği olduğunu ve hoş karşılanması gerektiğini şöyle ifade ediyor:
"Yaratılanı hoş gör Yaratan'dan ötürü" İşte Yüce Allah, insanları, akıl ve hür iradeleriyle, yapıp yapmayacaklarından imtihan etmek için yarattığından, âhiretteki hesaplaşmaya kadar, bu dünyada onların türlü türlü hallerine katlanıp olumsuz davranış ve isyanlarını bile hemen cezalandırmamakta, belki tövbe edip düzelirler ümidiyle onlara ömürlerinin sonuna kadar zaman tanımaktadır. Toplumlar için de aynı şey söz konusudur: "Şânıma ant olsun ki, senden önceki peygamberlerle de alay etmişlerdi de ben o inkar edenlere (kendilerini düzeltmeleri için) bir süre vermiştim; (fakat kötülükte ısrar ettikleri için) sonra onları (azabımla) yakaladım,.." [3]
Her toplum içinde, ruh ve beden açısından çeşitli tip ve yaratılışta insanlar vardır. İlk İnsan Hz. Adem'den beri, yüzleri tıpa tıp aynı olan iki insan olmadığı gibi, İman, ibadet, ahlak ve yaşayış bakımından da insanlar standart varlıklar değildir. Kimi çok sağlam inançlı iken, bazılarının imanı zayıf, hatta bir kısmı da tamamen inançsız olduğunu iddia etmiştir. Bunun gibi insanlar hangi açıdan ele alınırsa alınsın muhakkak bir takım farklılıklar görülecektir. Fakat buna rağmen insanları diğer varlıklardan ayıran, insanı insan yapan ortak özellikler de vardır. İşte vazgeçilemeyen bu ortak değerler ve prensipler dışındaki, farklılıkların büyük bir kısmı hoşgörü ile karşılanmalıdır.
Öte yandan bütün insanlar aynı anlayış ve yapıda değildir. Bazıları anlayışlı, sabırlı ve yumuşak huyludur. Bu tipler, kendilerine karşı işlenen hata ve kusurları, kolayca hoş görüp affedebilirler. Bazıları da sert mizaçlıdır. Böyleleri ise, sadece kendi bilgi ve görgülerini esas aldıklarından, farklı davranışlara tahammül edemez, yapılan haksızlıkları, hata ve kusurları affedemez, hemen aynıyla karşılık vermek isterler. Zira başka türlü rahat edemezler. Fakat hatalı bir davranışta bulunan kimsenin, kusurunu anlayıp düzelmesine fırsat vermeyen böylesine aşırı bir tepki, toplumlarda, farklı kabiliyetlerin ortaya çıkmasına mani olduğu gibi, sonu gelmeyen huzursuzluklara da yol açar. Halbuki yeni fikirlere ulaşabilmek, farklı kabiliyetlerden istifade edebilmek, toplumsal gelişme ve huzuru sağlayabilmek için, bireylerin asgari müşterekler ve genel kurallar çerçevesindeki suç kapsamına girmeyen, bazı sıra dışı davranışlarını müsamaha ile karşılamak, ve bazı kusurları affetmesini bilmek gerekir… Peygamberimiz, kendi başına buyruk yaşamaya alışmış kabilelerden oluşan Arap toplumunu, bu metot sayesinde ıslah edip bir araya toplamış ve onları tek bir millet yapmıştır: "Ancak Allah'ın rahmetiyledir ki, sen onlara yumuşak (ve hoşgörüyle) davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın herhalde etrafından dağılır, giderlerdi. O halde onları affet, onlar için istiğfarda bulun, (dünya) işleriyle ilgili hususlarda onlara danış (görüşlerini aldıktan sonra, karar verip) azmettiğin zaman artık Allah'a güvenip dayan…" [4]
Sonuç olarak şu tespitte bulunabiliriz:
İnsanın fıtratı istişare, diyalog ve hoşgörüyü gerekli kılmaktadır. Bu gerçeği göz ardı edenler yeniliklere ulaşamaz, geri kalıp başkalarının peşinden gitmeye ve onları taklit etmeye mahkûm olur. Şu halde, en iyisini bulup ona uyabilmek ve böylece Yüce Allah'ın müjdesine ulaşabilmek için farklı düşünce ve fikirleri dinlemesini bilmemiz gerekir:
"...(Ey Muhammedi Farklı düşünceleri) Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah'ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır."[5]


1. HOŞGÖRÜNÜN SÖZLÜK VE TERİM ANLAMI İLE SINIRLARI:

A- Hoşgörünün Sözlükteki Anlamı:

Hoşgörü: İnsanların birbirlerine karşı işledikleri bazı kötü davranışlarına, ufak tefek kusurlarına, bazı aykırı ve zıt gibi görülen tutum ve sözlerine, farklı inanç, fikir, düşünce ve duygulara, farklı kültür ve geleneklere karşı anlayışlı ve hazımkar davranıp tahammül etmek, katlanmak, olabildiğince göz yumup kırıcı bir karşılıkta bulunmamak, bir kimsenin hatasını yüzüne vurup utandırmadan anlayış gösterip düzeltmesine imkan vermek, suçluya karşı sertlik göstermeyip yumuşaklıkla muamele etmek, hemen herkese karşı tatlı dilli, güler yüzlü ve açık kalpli olmaktır. Türkçe'de aynı manayı ifade için bazen, Fransızca'dan alınıp dilimize mal edilmeye çalışılan, "tolerans", çoğunlukla da Arapça'dan alınan "müsamaha" kelimesi kullanılmaktadır. [6]
Tolerans: Aslı Fransızca olan bu kelime, Batıda daha çok, üretilmiş bir parçanın imalatı esnasında meydana gelebilecek hata payını ifade için kullanıma girmiş bir kelimedir. Bilahare bu manasından hareketle, insanların kural dışı davranışlarından, göz yumulabilecek sınırı ifade etmek için de kullanılmaya başlanmıştır. Bu manasıyla da Türkçe'deki "hoşgörü" ve Arapça'daki "semahat ile müsamaha" kelimeleriyle eş anlamlıdır. Dilimize de bu manasıyla girmiştir.[7]
Müsamaha: Arapça "s m h" kökünden türemiş bir isimdir ve bir konuda tatlılık, kolaylık ve yumuşaklıkla muamele edip kolaylık göstermek, şiddet, zorluk, sertlik ve kabalıktan sakınmak manalarında kullanılmaktadır, "s m h" kökü Arapça'da yumuşak ve düzgün olmak manalarına gelmektedir. [8] Arapça'da bu kökten türetilen kelimelerin diğer anlamlarına gelince:
Önceleri huysuz, inatçı, kendi başına buyruk, başıboş, uyumsuz ve idaresi zor olan bir insan veya hayvanın iyi bir eğitim gördükten sonra uysal, yumuşak huylu, iyi geçimli olması; karşılıklı anlayış ve kolaylık göstermek; güçlük çıkarmamak; sakin ve yumuşak yürümek; kusur ve günahları affetmek; sert olmayıp gerilmesi kolay yay; bir şeyin şiddet ve sertlikten uzak olması, ahkamı kolay ve yumuşak din; budağı olmayan ağaç dalı; geniş ve ferah mekan; ince kabuk ve deri gibi manaların tamamı bu kökten türetilen kelimelerle ifade edilmektedir. [9]

B- Kur'an'da Müsamaha

Kur'an'da Müsamaha veya aynı kökten türetilen bir kelime kullanılmamakla beraber, Arapça'da aynı anlamı ifade için kullanılan bir çok kelimenin Kur'an'da sık sık tekrar edildiğini görmekteyiz. Mesela: "a f v", "s f h", "r h m", "r f k", "y s r" ve "e I f" köklerinden türetilen kelimelerin sözlükteki manalarına baktığımızda, yukarda açıkladığımız müsamaha ve eşanlamlarına benzer ifadelerle karşılaşırız. Bu kelimeler ve türevleri ise Kur'an'da çok sık kullanılmaktadır.[10] Bu konuda birkaç örnek vermek bile, içinde aynı kelime kullanılmadığı halde, Kur'an'ın müsamahaya verdiği önemi anlatmaya yetecektir:
Hz. Ebu Bekrin, Mistah'a Yardımı Kesmesi Üzerine Gelen İlahî Uyarı:
Hz. Ebu Bekir fakir ve muhtaç olan, teyzesi oğlu Mistah'a düzenli bir şekilde yardım ediyor ve onu kollayıp gözetiyordu. Münafıkların, Hz. Âişe hakkında uydurdukları dedikodu ve iftiraya, bilmeden katıldığı için, Hz. Ebu Bekir, bir daha ona yardım etmeyeceğine yemin edince şu ayet iner: [11]
"Sizden fazilet ve varlık sahibi olanlar yakınlarına, düşkünlere, Allah yolunda hicret edenlere (bazı kusurlarından dolayı) yardımda bulunmamaya yemin etmesinler. Affedip bağışlasınlar, Allah'ın sizleri bağışlamasını istemez misiniz. [12]
İçinde "müsamaha" kelimesi geçmediği halde Kur'an'da doğrudan doğruya konuyla ilgili ayetlerin varlığını belgelemek için şu örneklere de bakalım:
"O halde) sen artık (kötülüğü) en güzel bir şekilde sav. O zaman seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse, sıcak bir dost gibi olur." [13]
"(Ey Musa! sen ve kardeşin) Firavun'a gidin; çünkü o, iyice azdı. (Fakat buna rağmen siz) Ona yumuşak (tatlı) söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar." [14]
"Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. (Fakat) kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükafatı Allah’a aittir. Doğrusu O, zalimleri sevmez. Kim zulme (haksızlığa) uğradıktan sonra (taşkınlık yapmayıp) sadece hakkını alırsa, artık onlara yapılacak başka bir şey yoktur. Ancak insanlara zulmedenlere ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapıp haklara tecavüz edenlere ceza vardır. İşte acıklı azap bunlaradır. (Fakat) kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareket, yapılmaya değer işlerdendir." [15]
"...Hem onlar, kötülüğü iyilikle savarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah rızası için harcarlar. Onlar, boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek) istemeyiz, derler." [16]
“(Ey Resulüm!) iman edenlere de ki: Allah'ın (müminleri savaşlarda galip getirerek kafirleri cezalandıracağı) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar." [17]
Bu son âyette Yüce Allah, Mekke'de müşriklerin çeşitli işkencelerine maruz kalırken, ilerde bu düşmanlarından intikamlarını alabilecekleri zafer günleri geldiğinde affedici ve müsamahakar olmalarını müminlere tavsiye buyurmakta ve şimdilik sabretmelerini istemektedir. Daha Mekke'de iken müslümanların, galibiyet günleri geldiğinde intikam alıcı tavırlara girmemeleri, müsamahakar ve affedici olmalarını tavsiye eden bu din için, müsamahasız, katı, sertlik ve şiddet yanlısı bir din olduğu söylenebilir mi?.
Ayrıca Müsamahanın zıt anlamını ifade eden taassup, kaba kuvvet, şiddet ve benzeri davranışların Kur'an'da sık sık kınandığını da görüyoruz.:
"Onlara 'Allah'ın indirdiği kitaba ve Peygambere gelin" denildiği zaman, Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter' derler. Ya ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler?" [18]
Şu halde Kur'an-ı Kerimde "s m h" kökünden türeyen bir kelimenin kullanılmamış olması, bizi yanlış bir kanaate sevk etmemesi için "Müsamaha" kelimesinin eş ve zıt anlamı sayılabilecek diğer ifadeleri de kısaca tanıtmak gerekecektir: Fakat bu konuya geçmeden önce Müsamahanın hadislerdeki yerine de kısaca temas etmek gerekir: [19]

C- Hadislerde Müsamaha

Hadislere ait fihrist ve mu'cem kitaplarını taradığımızda, eş anlamlarıyla beraber bizzat "müsamaha" kelimesinin de sık sık kullanılarak müslümanların hoşgörülü olmaya teşvik edildiğini görürüz. Fakat bu konu geniş bir şekilde incelendiğinden [20] ve çalışmamızın ilerleyen safhalarında bazı hadislere de yer verileceğinden, burada birkaç örnekle yetineceğiz:
Peygamberimiz, tebessümle uyandığı bir uykusunda gördüğü, Yüce-Allah'ın cennetlik ve cehennemlikleri ayırırken merhametinin ne kadar geniş olduğunu anlatan uzunca bir rüyasını şöyle anlatıyor:
"... Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Ben merhamet edenlerin en çok merhamet edeniyim, (O halde) bana hiç bir şeyi ortak koşmamış kimseleri Cennetime koyun!, (bunun üzerine melekler de) Şirk koşmayanları hemen Cennete koyarlar. Sonra Cenab-ı Hak yine şöyle buyurur: Cehenneme tekrar bakıp araştırın, hayır işlemiş biriyle karşılaşacak mısınız? (Melekler) Cehennemde biriyle karşılaşırlar ve ona, sen hiç hayır işledin mi? diye sorarlar, o da cevaben, hayır!, fakat ben alışverişlerde insanlara müsamaha ederdim, der.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Bu kuluma da (hayattayken) kullarıma yaptığı gibi, müsamaha edin! Böylece onu da Cehennemden çıkarırlar.." [21] Peygamberimiz yine aynı konudaki bir hadiste şöyle buyuruyor: "Müsamaha et ki, sana da müsamaha edilsin."[22]
"Merhamet edene Allah da merhamet eder. Siz yerdekine merhamet edin ki gökteki de size merhamet etsin." [23]

D- Kur'an'da Müsamaha Manasında Kullanılan Kelimeler:

1- Af:

Af; sözlükte yok etmek, silip süpürmek, suç, kusur, kabahat, hata ve günahı bağışlamak, cezalandırmamak manalarına gelmektedir. Yüce Allah'ın, cezayı hak eden bazı kullarını, sırf lütuf ve keremiyle affetmesi, günahlarını silip yok etmesi, cezalandırmaktan vazgeçmesi demektir. Kur'an'da defalarca tekrar edilen "ğ f r" ve "s t r" kökleri de bu manayı ifade etmektedir. [24] Hatta Peygamberimizin buyurduğuna göre:
"Kulun el açıp günahlarının bağışlanması için Mevla'sına yalvarması, üzerindeki yiyecek ve içecekleriyle çölün ortasında yitirdiği devesini, en ümitsiz bir anda, hemen yanı başında bulan bir kimsenin sevincinden daha fazla bir memnuniyetle Rabbini hoşnut eder. Böylece Cenab-ı Hak da kulunun yaptıklarını hoş görüp affeder." [25] Aynı zamanda "afüvv" yani çok affetmek, Yüce Allah'ın sıfatlarından biridir. Yine Cenab-ı Hak ayıpları örten (settaru'l-uyûb), günahları bağışlayan (gaffaru'z-zunub)dır. O, şirkten, yani kendisine ortak koşulmasından başka, bütün günahları affedebileceğini açıklamıştır. [26] Yüce Allah, gerektiğinde affetmeyi resulüne ve onun şahsında bütün ümmetine de emretmiştir."(Ey Resulüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” [27]
"Eğer ceza verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır." [28]
Kur'an'daki afla ilgili ayetlerin bir kısmında, affın İlahî bir sıfat olduğu ve dolayısıyla çok yüksek bir meziyet sayıldığı belirtilmekle beraber; insanların da gerektiğinde öfke, kin ve nefretlerini yenerek böyle davranmaları teşvik manası taşımaktadır. Diğer bir ifadeyle, bu âyetlerde, kötülüğü affeden kimsenin, Yüce Allah'ın ahlakı ile ahlaklandığına işaret edilmektedir; Bu durumda "elde olmayan bazı sebeplerle yapılan kötülükler müsamaha ile silinip yok edilebilir. İşteböyle bir müsamaha, Yüce Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmanın neticesidir. Af, ceza vermeye kadir olduğu halde müsamaha ile muamelenin ulviyetini telkin eden yüce bir duygunun eseridir, güç yetirememenin, aczin ve zilletin sonucu değildir." [29]
"Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak haksızlığa uğrayan başka. Allah her şeyi işitici ve bilicidir. Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedici ve her şeye kadirdir." [30]

a- Cahiliyye Toplumlarında Af:

Cahiliyye toplumlarında af ancak kabile şeyhleri ve akrabaları gibi üst düzeydeki kimselere uygulanır, fakat sıradan insanlar mutlaka cezalandırılırdı. Yapılan kötülüklere, daha acımasız bir kötülükle karşılık verilir, bunun aksine bir davranış, yani af ve müsamaha acizlik ve zayıflık olarak görülür ve dolayısıyla kınanırdı. [31] Pek tabiidir ki böylesine bir davranış kin, nefret ve düşmanlıkların toplum arasında yayılıp büyümesine sebep olurdu. Buna karşılık Kur'an, işlenen kötülüklerin, ancak misliyle cezalandırılabileceğini fakat haksızlığa uğrayanın, düşmanlık ve kan davalarının durdurulması için suçluyu affedebileceğini de belirterek, bu konuda insanları mümkün olduğu kadar hoşgörülü olmaya teşvik etmiştir:
"Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür (cezadır). Fakat kim affeder de barışmaktan yana olursa, onun mükafatı Allah'a aittir. Çünkü Allah elbette zalimleri sevmez." [32]

b- Af Ve Müsamaha Adaletin Zedelenmesine Yol Açmamalı:

İşlenen bir kabahat veya suçu affederken, adaletin de zedelenmemesine azami derecede dikkat etmek gerekir. Toplumda işlenen bütün suçlar affedilirse, kanun ve cezaların caydırıcı özelliği kalmaz. Böylece Suçların yaygınlaşmasına yol açılmış olur. Acıyıp affetmek ahlakî bir esastır ve ancak haksızlığa uğrayan tarafından gerektiğinde kullanılır. Dava resmiyete intikal ettirildiğinde, kanun ve adaletin ön gördüğü ceza ne ise uygulanır. Zira hiç bir toplum, sadece ahlakî esaslar ve öğütlerle idare edilmek suretiyle insanların emniyet ve asayişi sağlanamamıştır. [33]

2- Safh

"Safh": Aftan daha ileri bir durumu ifade eder. Yapılan suç veya kabahatin, zarara uğrayan tarafından affedilmesine ilaveten, bir daha o kusurun sözünü bile etmemek, hiç anmamak, serzenişte bulunmamak, azarlayıp başa kakmamak, çıkışmamaktır. [34] Bu kelimenin afla yan yana kullanıldığını şu ayette görebiliriz:
"Kitap Ehlinden çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki hasetten dolayı, sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmeyi çok arzu ederler. Yine de siz, Allah'ın onlar hakkındaki emri gelinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz ki Allah'ın her şeye gücü yeter." [35]

3- "Keffiere An"

"Keffere": İnsanlar melekler gibi günahlardan korunmuş değildir. Bu sebeple insanlar ne kadar gayret ederlerse etsinler, nefsin zaafları vb sebeplerle zaman zaman bazı günahlara düşerler. Fakat kul, günah işlememek konusunda iyi niyetle hareket edip elinden gelen gayreti gösterirse Yüce Allah onun bazı günahlarını örtüp sileceğini müjdeliyor:
"Eğer size yasaklana (günah)ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız."[36],
"Eğer Kitap Ehli, iman etselerdi ve (Allah'tan) korkup (fitne fesat çıkarmaktan ) sakınsalardı, günah ve kötülüklerini örter ve kendilerini Naîm Cennetlerine koyardık."[37]
"Sadakaları açıktan verirseniz ne güzel! Fakat onları gizleyerek fakirlere verirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Allah bu sebeple sizin günahlarınızı örter. Allah yapmakta olduklarınızı bilir." [38]
Kur'an'daki af kavramları, büyük bir ekseriyetle Medine devrindeki vahiylere aittir. Bazı müsteşrikler, yanılarak veya kötü zanna kapılarak şunu ileri sürerler:
Mekkî âyetlerde müsamaha ve merhamet, Medenî âyetlerde ise şiddet, dünyevî hakimiyet gibi kavramlar hakimdir. Halbuki Sırf af kavramının Medenî devre damgasını vurmuş olması onların yanıldığını açıkça gözler önüne sermektedir. [39]

4- Ra'fet

"Ra'fet" mastarından türeyen ve Yüce Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sından olan "Rauf", en ileri derecede merhamet ve şefkat sahibi olan, manasına gelmektedir. Yüce Allah'ın müminlerin tövbelerini kabul etmesi, insanların hayat şartlarını kolaylaştıran hayvanları yaratılması, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarması, müminlerin kalplerini kinden arındırması ile alakalı âyetlerde "Rauf" vasfı geçmektedir. [40]

5- Birr

"Birr" mastarından türetilen "berr" Yüce Allah'ın vasfı olarak "Kullarına karşı şefkatli olan, onlara ihsan eden, iyilikleri bütün yaratıklara yaygın olan" manalarına gelir. Allah kullarına merhametli olduğu için haklarında kolaylık diler, zorluk dilemez, bir çok günahlarını affeder, yaptıkları bütün kötülüklerden dolayı onları cezalandırmaz. İnsanların yaptıkları iyiliklere en az on misli mükafat verdiği halde, cezalandırması durumunda kötülüklerine sadece bir misli ile karşılık verir. [41]
"Şüphesiz biz, bundan önce de (sadece) O'na yalvarıp ibadet ederdik. Çünkü O, iyiliği bol (el-berr), rahmeti geniştir." [42]
"Allah din uğrunda sizinle savaşmayanlara ve sizi yurdunuzdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmanızı, adaletle davranmanızı menetmez. Şüphesiza ki, Allah adaletli davranıp insaf ölçülerine bağlı kalanları sever." [43]

6- Rahmet

"Rahmet": Acımak, merhamet etmek, yarlıgamak, Allah'ın kullarını acıyıp hatalarını bağışlaması manalarına gelmektedir. Kur'an'da, İlahî rahmetin her şeyi kuşattığı bildirilmektedir. [44] Aynı kökten türeyen "Merhamet" kullarına ve bütün yaratıklara karşı "Rahman" ve "Rahim" olan Yüce Allah tarafından bahşedilmiş asîl bir duygudur ki, bütün canlılar, soylarını ancak bu sayede devam ettirmektedirler:
"Yüce Allah rahmetini yüz parçaya ayırdı, doksan dokuz parçasını kendi katında tuttu, bir parçasını da yeryüzüne indirdi. İşte yaratıkların birbirlerini acıması, bu bir parça merhamet sayesindedir. Hatta yavrulu bir hayvan, bir tarafını incitir korkusuyla ayağını yavrusundan sakınır." [45]
Şu halde asgari bir seviyede bile olsa, "merhamet", beşerî münasebetlerimizin sağlıklı bir şekilde yürüyebilmesi için gerekli olan bir duygudur. Zira birbirlerine karşı acımasız davranan insanlar canavarlasın. Hz. Peygamberin: "siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin"[46] sözü evrensel bir mesaj niteliğindedir.[47]

7- Kerem

"Kerem, ikram, ekrem ve kerîm" kelimeleri, asıl manası:
"Karşılık beklemeksizin vermek" olan "k r m " kökünden türetilmiştir. Yüce Allah kerem sahibi olduğu içindir ki, hak sahibi olmayan mahlûklarına/yaratıklarına, baştan nimet verir ve bir karşılık beklemeksizin bağışta bulunur, günahı örter, kötülük yapanı affeder. Zemahşerî'nin (Ö. 538/1143) tarifine göre, "el-Ekrem":
Keremin kemal mertebesinde kullarına sayılmayacak kadar çok nimetler ihsan eden inkar ve nankörlüklerine rağmen cezalandırmakta acele etmeyen, tövbeleri kabul eden, keremine son olmayan demektir, "kerem, kerim ve ekrem" kelimeleri insanlar hakkında kullanıldığında, hür, asil, cömert, güzel kokulu, yufka yürekli, güzel ahlaklı, geniş kalpli, şerefli, muhtar, ihsan eden vb manalara gelir. [48]

8- Meveddet, Vedûd, (Sevgi ve Şefkat)

Sevgi, şefkat ve saygı kişiyi hoşgörüye, bazı kusurları görmemezlikten gelmeye sevk eder. Bu sebeple Kur'an; çeşitli vesilelerle sevgi, şefkat, saygıyı emreder. Ayrıca Yüce Allah'ın Esma-i Hüsnâ'sından olan "vedûd" [49] : çok sevilen, ayrıca kendisine yönelene ve tövbe edene muhabbet eden, çok seven manalarına gelir. Yüce Allah, bu dünyada varlıklarını sürdürmeleri ve yaşamaları için gereken her şeyi hazırlayıp, canlı, cansız bütün mahlukatın istifadesine sunmak konusundaki merhametini esirgememiştir. Kur'an'ın bir çok âyetinde bu ilahî rahmetin genişliği ve sonsuzluğu anlatılmaktadır.
Yüce Allah Kur'an'da "Rahman, Rahim, Erhamu'r-Râhimîn ve "Zû Rahmetin vâsia" isim ve sıfatları ile nitelendirilmiştir. [50] Yani Yüce Allah "esirgeyen, bağışlayan, en çok merhamet eden, ve rahmeti en çok olandır." "Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı [51];
"Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.'" [52]
"Elbette o (insan) hayra (menfaate) fazlaca düşkündür." [53]
Şefkat, sevgi ve merhamet insanlarda da, daima olması gereken sıfatlardır. Çünkü sevgi ve şefkat duyguları, yukarıda ifade edilen hadisten anlaşıldığı gibi Yüce Allah tarafından insanların fıtratına yerleştirilmiştir. Bu duygu sayesinde insanlar menfaatleri, iyilikleri, iyilik yapanları, güzellikleri sever; yine'bu sayededir ki Yüce Allah'ın bütün yaratıklarını acır, onların da iyiliğini ister, gerektiğinde kendilerine yardım ederler:
Şu halde öncelikle bize bu sevgiyi bahşeden, yeryüzündeki her şeyi emrimize veren Yüce Allah'ı sevmemiz ve diğer varlıklara karşı duymamız gereken sevgilerimizi de O'nun rızasına uygun hale getirmemiz gerekir. İnsanlar iyilikleri sevdikleri kadar kötülüklerden de nefret ederler. Çünkü nefret de fıtrat gereğidir. Kur'an sevgiyi de nefreti de bir vakıa olarak kabul eder, fakat kendi haline bırakmaz. Çünkü fıtratımıza yerleştirilen bu güçler, başıboş bırakıldığında kişiye zarar verir, hatta insanı heva ve hevesinin sonu gelmeyen arzularının kul ve kölesi haline getirir. Bu sebeple İslam Ahlâkı bu ve bu gibi diğer duyguları ruh, vicdan, akıl ve dinî bilgilerle irtibatlandırıp eğitir, hayra yönlendirir ve her birinden dengeli bir şekilde istifade edilmesini sağlar.
Fert ve toplumlar da yine bu sevgi ve şefkat sayesinde bir birleriyle anlaşıp kaynaşır ve huzura ererler. Sevgi olmasaydı insanların toplum halinde yaşamaları mümkün olmazdı. Kur'an'daki emirlerin bir çoğu bu duygunun insanlar ve özellikle Müslümanlar arasında daha da gelişmesine matuftur. "Selamlaşmak" bu emirlerin başında gelmektedir. "Selam"; insanlar arasında sevgi, saygı ve barışı başlatan bir kelimedir.
"Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan daha güzeli ile selamlayın; yahut aynıyla karşılık verin." [54] "Mümin erkeklerle mümin kadınlar birbirlerinin velileri (yardımcıları, dost ve yakınları)'dirler." [55]
"Müminler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin." [56]
"İslam'a göre sevgi ve saygının önemini ifade eden hadisler de vardır: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınızda birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız." [57]
"Sizden biriniz kendi nefsi için sevdiği şeyi kardeşi için de sevmedikçe mümin olmaz." [58]
"Müminler birbirini sevmekte, birbirine şefkat göstermekte ve korumakta, herhangi bir organı rahatsız olduğunda diğer organları da bu yüzden uykusuzluğa ve hummaya tutulan bir vücut gibidirler” [59]
"Satış yaparken hoşgörülü, satın alırken hoşgörülü, öderken hoşgörülü adama Allah rahmet eylesin." [60]
Birbirlerini seven insanlar, ufak tefek kusurları hoş görüp bağışlarlar. Şu halde bu kusurlar toplum düzenini bozacak boyutlara ulaşmadıkça af ve müsamaha ile karşılanırsa toplumda barış ve huzurun temeli atılmış olur. Ancak diğer duygularda olduğu gibi sevginin de ölçüsünü kaçırmamak gerekir. Çünkü "âşığın gözü kördür" atasözünde ifade edildiği gibi sevgideki aşırılık, bazı gerçekleri görmeye engel olduğu gibi, fert ve topluma zarar verecek davranışlara gösterilmesi gereken tepkilerr de önler. Bu sebeple Peygamberimiz sevgide de, düşmanlıkta da mutedil olup aşırıya kaçmamak gerektiğini bildirmiştir. [61]
Yukarda ifade edildiği gibi bütün insanlar, saygıya, şefkate ve sevgiye lâyık olan varlıklardır. Çünkü kökenleri itibariyle hepsi de bir ana-babadan yaratılmışlardır. Bu sebeple müslüman, kendi haysiyet ve şerefini koruma hakkını kullandığı gibi; başkalarının şeref ve haysiyetine saygılı olması gerektiğini bilir ve bu konudaki vazifelerini de ihmal etmez. Bunu iman ve amel-i sâlih'in bir gereği olarak görür, Ancak insana saygı göstermenin de bir sının olduğunu bilir. Kendisi gibi başka insanların önünde, onlara taparcasına el pençe durmanın, yere kapanırcasına eğilip bükülmenin, ortaya attığı bütün fikirlerin yanılmazlığını kabul etmenin doğru olmadığına inanır. Çünkü son Peygamber Hz. Muhammed böylesi davranışları kendisine yapmak isteyenlere mani olmuştur. Karşısında, heyecanlanan, titreyen insanlara, kendisinin de gerektiğinde kuru ekmek yiyen bir insan olduğunu, dolayısıyla korkmamaları ve kişilik sahibi olmalarını istemiş, toplumu ilgilendiren konularda karar vermeden önce gerektiğinde ashabıyla istişare edip fikirlerine değer vermiştir. [62]

9- "A'rada An", "...Fe Zer Hum Fi Havdıhim Yel'abûn"

"Görmemezlikten gelme, Kabahate göz yumma, geçici bir zaman için, kendi hallerine bırakmak" manalarına gelen bu ifadeler ile, Kur'an'da tebliğe ilk defa muhatap olan veya henüz yeni müslüman olmuş toplumların, davet edildikleri hidayeti iyice anlayana kadar, bazı olumsuz tavırlarına aldırış edilmemesi, bazı huysuzluklarının göz ardı edilmesi istenmektedir. Çünkü fert ve toplumların eski hallerini terk edip değişme, gelişme ve tekamülleri için belli bir zamanın geçmesi gerekir.
"Onları doğru yola çağırsanız, işitmezler. Onları sana bakar görürsün, oysa onlar görmezler, (buna rağmen şimdilik) sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir." [63]
"İşte bunlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir, Onlara aldırma (şimdilik yaptıklarını görmemezlikten gel), kendilerine öğüt ver ve onlara kendileri hakkında tesirli söz söyle." [64]
Âyetten anlaşıldığına göre, tebliğe ilk defa muhatap olanların kırıcı sözlerine, şiddet ve sertliklerine karşı müsamahakar davranıp görmemezlikten gelerek tesirli sözlerle vaaz ve nasihate sabırla devam etmelidir ki müspet netice alınabilsin. Medine'de kalpleri henüz İslam'a iyice ısınmamış bazı bedevilerin ve münafıkların ilk zamanlardaki görgüsüz veya kırıcı tavırları eğitilmesi bu metot sayesinde olmuştur. [65] İslam ahlakında buna "iğmaz-ı ayn" görmemezlikten gelme denir.
Birbirlerinde farklı bir çok aile ve kabilelerden oluşan geniş bir toplum içindeki beşerî münasebetlerimizde de zaman zaman bu metodu uygulamak birlik ve bütünlüğün devamı için gereklidir
Toplumlar arası münasebetlerde de bu metot müspet neticelerin elde edilmesine yol açar. Mesela Hudeybiye Antlaşmasının maddeleri yazılırken müşrikler, Cahiliyye devrinin gurur ve taassubuna kapıldıkları için, ilk bakışta onların gurur ve kibirlerini okşayan, buna mukabil müslümanlara da o derece ağır gelen ifadeler, Hz Peygamberin ileri görüşlüğü ve hoşgörüsü sayesinde İslam tarihinde bir dönüm noktası olan Mekke'nin fethine zemin hazırlamıştır.
Ayrıca bu ifadeler toplum içindeki bazı olumsuz davranışların veya suçların cezalarını âhirete havale edip dünyevî cezalarından vazgeçmek manasında da kullanılmaktadır. Mesela Tebük seferine katılmayan münafıkların, bir süre uygulanan sosyal boykot manasına gelebilecek kırgınlık ve küskünlüklerin dışında cezalarının âhirete havale edilmesi bunu ifade eder. [66] Bunun yanında aynı ifadeler bazen, gerekli ikaz ve uyanlar yapıldığı halde olumsuz tavırlarından vazgeçmeyenleri tehdit manasında da kullanılmaktadır:
" Onları bırak; yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. Yakında bilecekler.[67] "

E- Kur'an'a Göre Beşerî Münasebetlerde Müsamaha

Beşerî münasebetlerimizin uyumlu ve toplumun huzurlu olabilmesi için, kabiliyetleri ve zaafları ile insanoğlunu iyi tanımamız gerekir. Bunun için de öncelikle şu tespiti yapmamızda yarar vardır:
Müslüman da olsalar bütün insanlar melek değildir, Gayrimüslim de olsalar, o insanların tamamı şeytan değildir. Her toplumda; ahlakı, inancı, yaşayışı birbirinden farklı olan insanlar vardır. Bunun yanında, biz de dahil olmak üzere, fert fert her insanın iyi yönleri/kabiliyetleri olduğu gibi; bazı kötü yanları/zaafları da vardır. Diğer bir ifade ile en kötü insanlarda bile çok güzel bazı huylar olabileceği gibi; en iyi olanlarında da bazı zaaf ve olumsuzluklar bulunabilmektedir. Şu halde insanların kabiliyetlerinden ve güzel huylarmdan istifade edebilmek için, iyiliğe teşvik edip kötülüklerden caydırmaya çalışmakla beraber bazı kusurların hoş görülmesi gerekir.
Beşerî münasebetlerde esas olan, herkesin bir birlerinin haklarına saygı gösterip karşılıklı olarak görev ve sorumluluk şuurunda hareket etmeleri ve birbirlerine iyilikte bulunup zarar vermemeleridir:
"Allah'a ibadet edin, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın, ana ve babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın ve uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolda kalmışlara ve sağ elinin mâlik olduğu kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenen ve böbürlenen kimseleri asla sevmez." [68]
"Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir." [69]
Hadisi de bunu ifade eder. Ancak olması gereken bu iken, bazen insanların birbirlerine karşı hatalı ve hatta zararlı tavırları ve davranışları gözlenmektedir. Bu durumla karşılaşan insan nasıl bir tepki vermelidir? Hemen aynıyla karşılık mı verecek yoksa bundan önce uygulanması gereken başka bir davranış tarzı var mıdır? Kur'an bu konuda da bize rehberlik yapar ve ilerde düzelmesini umarak, önceleri görmemezlikten gelip müsamaha edilmesi gerektiğini ifade ederken, gereken uyarının da ihmal edilmemesini tavsiye eder:
"Kötülüğün cezası ona denk bir kötülüktür(cezadır). Fakat kim affeder de barışmaktan yana olursa, onun mükafatı Allah'a aittir. Çünkü Allah elbette zalimleri sevmez."[70]
Zaten hoşgörü; kabahatli olana, iyiliği öğretip emretmek-kötülüklerden caydırmak gayesiyle sözlü ikaz, nasihat ve öğüt vererek kendisini düzeltmesine fırsat tanımak içindir, ilanihaye devam etmez. Fert ve topluma karşı zararlı davranışlara ısrarla devam edilirse, yine caydırma gayesiyle fiiline uygun cezalar kaçınılmaz olur:
"Şanıma ant olsun ki, senden önceki peygamberlerle de alay etmişlerdi de ben o inkar edenlere (kendilerini düzeltmeleri için) bir süre vermiştim; sonra onları (azabımla) yakaladım, (bir görseydin) verdiğim ceza nasıldı?!"[71]
Kur'an, sözlü uyarı ve ikaz görevinin yapılamadığı veya yapılsa bile ön yargıh ve düşmanlığa şartlanmış kimselerle, tartışmanın fayda vermediği yerlerde ise; kaba kuvvet kullanmadan, sadece o davranışı tasvip etmediğimizi belirtmek ve gerektiğinde protesto etmek, için nasıl bir tepki gösterileceğini de şöyle anlatır:
"O (Allah) Kitap'ta size şöyle indirmiştir ki: Allah'ı âyetlerinin inkar edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka bir konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya
getirecektir." [72]
Yine buna benzer durumlarda, kötülüklerden nefret ederek kendimize sahip çıktığımızda, tekrar tekrar yaptığımız ikazların fayda vermediği kişilerin zararlarının bize dokunmayacağı da şöyle açıklanıyor:
"Ey iman edenler! Kendinize sahip çıkın. Siz doğru yolda iseniz, yoldan sapan size zarar veremez. Hepinizin de dönüşü Allah'adır. O size yaptıklarınızı bir bir haber verip açıklayacaktır." [73]
İşte beşerî münasebetlerde hoşgörü, bir insanın hatasını gördüğümüzde hemen onu kötülüğe mahkum edip karalamadan, horlamadan ve dışlamadan önce, onu uyarıp kendisine, hatasını düzeltme fırsatı vermektir. Yoksa hoşgörü, onun yaptığı kötülüğü hoş karşılayıp teşvik etmek değildir. Şu halde hoşgörü, işlenen günah ve isyanlara değil, bunları işleyen insanadır. Çünkü o, her insanda bulunan beşeri zaaflarını, dini bilgilerle eğitilmiş aklı ve iradesi emrine veremediğinden yenilip onların esiri olmuştur. Bu durumda hoşgörü, nefsin sonu gelmeyen isteklerini hayra yönlendirmek için aklın ve iradenin emrine vermenin yolunu gösterip öğrenme fırsatını vermektir.
Toplumda, henüz eğitemediği zaafları yüzünden kötü, hata veya günah sayılan bir davranışta bulunan kimseyi, yaptığı iyilikleri ve sahip olduğu kabiliyetlerini göz ardı ederek, o hatası yüzünden hemen aforoz edip küserek toplum dışına itmek, tamamen alakayı kesmek, onu daha da yalnızlığa ve çaresizliğe iter. Bunun yerine onu uyarıp zaaflarını kabiliyete çevirmesine yardımcı olmak gerekir. Hucurât, Lokman ve Mümtehine Surelerinde bu konu değişik açılardan ele alınarak beşerî münasebetlerde uyulması gereken görgü kuralları ve hoşgörülü davranmanın en güzel örnekleri ve müspet neticeleri işlenmiştir
İnsanların bizzat kendilerine zarar veren bazı kötülüklerini hoş görüp örtmek gerekirken, Zararları topluma olan ve suç kapsamına giren kötülükler ise gizlenmeyip, kul haklarının tazmini ve iadesi için tanıklık yapmak, hatta bizzat müdahale etmek bir görevdir. Ancak fiilî müdahale daha büyük haksızlıklara, kin ve nefretlere dönüşecekse sadece resmi görevliler tarafından yapılmalıdır.
Toplumlar arası münasebetlerde de, aşılmaması gereken bazı sınırları olmakla beraber, yine hoşgörü ve barış esas olmalı, savaş en son çare olarak görülmelidir. Savaş konusu ilerde daha geniş bir şekilde ele alınacağından burada sadece şu hususa dikkat çekmekte fayda vardır:
Bilindiği gibi Mekkeli müşriklerle yapılan savaşlarda saldırıyı ilk defa başlatanlar müslümanlar değildir. Müslümanlar bu savaşları, Müşriklerden gelen saldırılara karşı, başta can güvenliği olmak üzere, temel hak ve hürriyetlerini korumak için yapmışlardır. Temel hak ve hürriyetlere saldırının olmadığı toplumlarda gayrimüslimlerle ilişkilerin karşılıklı menfaatlere dayalı iyilik ve barış olduğu Kur'an'da açıklanmaktadır. Mümtehine Suresinin ilk âyetlerinde bu hususu açıkça görebiliriz. [74]

1- İyiliğe Teşvik ve Kötülüğe Engel Olma Vazifesi Hoşgörü ile Çelişmez:

İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak insanî ve dinî bir görevdir. [75] Bu konuyu ifade eden bir çok ayet ve hadisler vardır: [76]
"Sizden hayra çağıran, iyilikle emreden, kötülükten men eden bir cemaat olsun! İşte kurtuluşa erenler onlardır." [77] "Peygamberimiz de :"Kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Fakat bu da imanın en zayıfıdır." [78] buyurmuştur.
Bütün iyilik ve güzelliklerin sadece kendisine ait olmasını, her türlü zarar, ziyan ve kötülüklerin diğer insanların başına gelmesini istemek bencil ve çarpık bir düşünce tarzıdır ki bunun İslam'da yeri olmadığı gibi, imana bile zarar verdiği ifade edilmiştir:
"Sizden biriniz, kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz." [79] Hatta Kur'an, iyiliği saklayıp başkaları için kötülükleri göstermek gibi bencil davranışları münafıklık olarak nitelemekte, [80] bazı dinî gerçekleri sakladıkları için de ehl-i kitap kınanmaktadır. [81] Şu halde böylesine bir düşünce veya davranış tarzı kişinin imanına bile zarar verdiğine göre, herkes anladığı, bildiği ve görebildiği kadarıyla iyilikleri çevresine gösterip tavsiye edecek, zarar ve kötülüklere engel olmaya çalışacaktır. Ancak bunu yaparken güzel bir üslup kullanarak tatlı dilli ve hoşgörülü olacak, işi inada sürüp kibirli davranışlara ve yersiz çekişmelere meydan vermeyecektir
Şu halde her mümin, önce kendi nefsinden ve yakın çevresinden başlayarak iyilikleri tavsiye edip kötülüklere engel olmaya çalışmalıdır. "Hoşgörülü olmak gerekir" bahanesiyle bu görev ihmal edilmemelidir. Zaten hoşgörü, kabahatli olanın, sözlü ikaz, nasihat ve öğüt vererek kendisini düzeltmesine fırsat tanımak içindir, ilanihaye devam etmez. Uyarı ve ikaz görevinin ne derece önemli olduğunu Peygamberimizin yukarıdaki uyarısı bize açıkça göstermektedir. Ancak bu görevin önüne gelen herkes tarafından, ulu-orta, yerine getirilmeye çalışılması, toplum içinde daha büyük kargaşa ve fitnelere yol açabileceğinden. Hadiste geçen, kötülükleri el ile değiştirmenin idareci ve kamu görevlilerine; dil ile değiştirmenin alimlere, kalben kızmanın ise herkesin kendisine ait bir görev olarak bilinmesi gerekir. Çünkü kötülüklere karşı buğz ve tiksinti duyulmazsa, insanın kişiliği ve dürüstlük anlayışı, farkında olmadan, zamanla aşınıp erozyona uğrar.
Tepki Gösterilmeyen Kötülükler, Zamanla Yadırganmaz Olur. Müslüman başkasında gördüğü bir kötülüğü herhangi bir şekilde önleyemiyorsa. Peygamberimizin, imanın en zayıf noktası olduğunu ifade ettiği, düşünce ve tefekkür seviyesindeki şahsî buğz ve kızgınlığı ihmal etmemeli, ona karşı içten tepki gösterip nefret etmelidir. Çünkü sürekli olarak izlenen aynı davranışlar insan şahsiyetinde iz bırakır. Bu sebeple kötülüklere karşı içten gösterilen bu tepki ve kızgınlık insanın kendi kişiliğini, kimliğini ve imanını koruyan bir kalkan olur. Zira insan fıtraten/yaratılış olarak, iyi veya kötü olsun gördüğü bir şeye zamanla alışır ve onu yadırgamaz olur. Kötülüklere karşı içten bir kızgınlık duyulmazsa, zamanla o şey kişiye normal gelmeye başlar. Önce tepkisi kaybolur, sonra kendisi o kötülüğü yapmasa bile normal gelmeye başlar. Bir müddet sonra kendisi de o şeyi yapmayı dener. Daha sonra da artık o şeyin kötü olduğu bile inkar edilir. Böylece kötülükler bütün topluma yayılıp gelenekleşir."Bir toplumda önce bazı bireyler ahlaken bozulur; eğer toplumun kollektif şuuru/bilinci canlıysa, kamuoyu bunları bastırır ve toplum bütün olarak bozulmaktan kurtulur. Fakat toplum, ahlaken bozulmuş bazı üyelerinin gittiği yollara, âdeta onları onaylarcasına ve kendilerini istediklerini yapmakta serbest bırakırsa, başlangıçta birkaç kişi ile sınırlı olan bozulma yavaş yavaş toplum içinde yayılıp sosyal çöküntüye yol açar." [82]
Haram olduklarına inanarak bile olsa, ısrarla sürdürülen büyük veya küçük günahların, zamanla kişiyi küfre kadar götürmesi de bu şekilde gerçekleşir. Şu halde müslümanlar başkalarında gördükleri bazı kötülükleri, tamir ve ıslahını umarak, hoş görmeleri gerekse bile, kendilerini ona kaptırmamak için, içten buğz ve kızma seviyesinden aşağıya inmemeli ve bu tepkisini muhafaza etmelidir. Aşağıda da belirtileceği gibi, yapılan bir kabahat veya kötülüğün hoşgörü ile Karşılanması, ancak toplum arasında yayılma eğilimi göstermeyeceği durumlarda olmalıdır.[83]

2- Taassup, Tarafgirlik ve Taklid Hoşgörüye Engeldir

Taassup kelimesi "a sa be" kökünden türetilmiş olup başa, asabe(bir çeşit başlık) sarmak, bağlamak, kuşatmak manasına gelmektedir. [84] "Asabe" bir kimsenin baba tarafından olan akrabalarını ifade eder. "Asabiyet", baba tarafından olan akrabalara olan aşırı düşkünlük ve onları kayırmada aşırı çaba sarf etmektir. [85]
Terim olarak taassup baba tarafından olan akrabalardan veya kendi kabilesi, cemaati ve grubundan birini her şeye rağmen, haklı veya haksız olduğunu düşünmeden, bütün meselelerinde başkalarına karşı, müdafaa etmeyi, ona destek olmayı sağlayan kabilevî his ve gayretleri ifade eder. [86] Aynı zamanda, doğru olup olmadığını araştırmadan bir düşünce, dini inanç veya partiye, onun dışındaki bütün gerçekleri görmemezlikten gelerek) aşırı derecede inanmayı ve tutkuyla bağlanmayı anlatmak için de kullanılan bu terim, Türkçe'mizde bağnazlık ve tarafgirlik kelimeleriyle de ifade edilmektedir. [87] Tekâsür Suresinde (102/1-Cool bu zihniyet şiddetle reddedilmiştir. Kur'an, bunun yerine adalet, akkaniyet, iyilik ve takva üzerin yardımlaşmayı tavsiye etmektedir. [88]
Hudeybiye Antlaşmasının maddeleri yazılırken müşrikler, Cahiliye devrinin gurur ve taassubuna kapıldıkları için, ilk bakışta onların gurur ve kibirlerini okşayan, buna mukabil müslümanlara da o derece ağır gelen ifadeler, Hz Peygamberin ileri görüşlüğü ve hoşgörüsü sayesinde İslam tarihinde bir dönüm noktası olan Mekke'nin fethine zemin hazırlamıştır. Müslümanlar da müşriklerin yaptığı gibi Cahiliye taassubuna kapılsalardı bu mutlu netice elde edilemeyecekti:
"O zaman inkar edenler, Cahiliye gurur ve taassubunu kalplerine yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere ükûnet ve güvenini indirdi, onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir." [89]
Şu halde taassup ve bağnazlık, hoşgörünün tam zıddı bir manayı ifade etmektedir. Tahammülsüzlük, farklı düşüncelere saygılı olmamak, haset, kıskançlık, kin, hırçınlık, saldırganlık, şiddet ve baskı; taassup ve bağnazlık sonucu ortaya çıkan çarpık duygulardır ki bunların tamamı cehaletten kaynaklanmaktadır. İslam dini duyguların hiç birini tasvip etmediği gibi, şiddetle kınamakta ve insana yakışmayan çirkin duygular olarak nitelemektedir.:
"Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun! denildiği zaman, onlar 'Hayır! Biz baba ve dedelerimizi üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler. Ya ataları bir şey anlamamış ve doğru yolu bulamamişlarsa? (Şu halde) inkara saplanıp kalanların bu durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların haline benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.” [90]
"Onlara 'Allah'ın indirdiği kitaba ve Peygambere gelin" denildiği zaman, Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter' derler. Ya ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler?" [91]
Bu ayetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi İslam Dini taassup ve taklide karşıdır. Şu halde müslüman, bir fikir veya inancın doğru olmadığını anlayınca, inatla onu savunmak yerine, ondan vazgeçip doğrusunu kabul edebilmelidir.
Ancak burada yanlış anlaşılmasına meydan vermemek için işaret edilmesi gereken önemli bir husus şudur: Dindarlık ve dine bağlılıkla taassubu birbirine arıştırmamak gerekir, inanç ve ibadetlerin titizlikle yerine getirilmeye çalışılması, bu konuda taviz ve ihmale yer verilmemesi taassup değil, muhafazakârlıktır ki dinde arzu edilen ve övülen bir husustur. Ancak ülkemizin bazı yörelerinde dindar kişi ve aileleri ifade etmek için yanlışlıkla "mutaassıp" kelimesi kullanılmaktadır ki bunun yerine "muhafazakar" demek daha doğru olur. [92]

3- Sürekli Uzlet (Toplumdan ayrı yaşamak) Hoşgörüyle Çelişir

Her müslüman; yetki, sorumluluk ve kabiliyeti oranında "iyiliğe teşvik ve kötülüklerden caydırma" görevini ihmal etmeden yerine getirmesi gerekir. Bu yüzden İslam'da, toplumdan gelebilecek bazı zararlardan kendini korumak düşüncesiyle insanlardan uzak bir köşeye çekilip uzlet hayatı yaşamaya müsaade edilmemiştir:
"Halk ile muaşerette bulunup onlardan gelebilecek sıkıntılara sabredip bazı külfetlere katlanan müslüman, uzlete çekilen müslümandan daha hayırlıdır." [93]
"Ülfet etmeyen, yani başkasıyla anlaşıp kaynaşamayan ve kendisiyle ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur." [94]
Bir gün Peygamberimize şöyle bir soru yöneltildiğinde şu cevabı veriyor:
"Ya Rasulallah! Hangi insan daha hayırlıdır:
"Nefsi ve malı ile cihad eden kimse, insanların şerlerinden emin olmak için bir vadiye sığınıp, Rabbına ibadet etmekle meşgul olandan daha hayırlıdır." [95]
“Buna göre hiç bir kimse "aman canım, gemisini kurtaran kaptandır, bana dokunmayan yılan bin yaşasın," diyerek nemelazımcı ve vurdumduymaz bir tavır sergileyemez. Veya "hoş görmek lazım" iddiasında da bulunamaz. Zira önü alınmayan kötülükler sadece görüldüğü yerde kalmaz, çok kısa zamanda birinden ötekine, daha sonra da bir başkasına geçerek toplum içinde hızla yayılıp sadece yapanlara değil herkese zarar vermeye başlar.” [96]
Ve sonunda toplumsal yıkım engellenemez. [97]

4- Hoşgörünün Sınırları ve Taviz Arasındaki Fark:

Hoşgörülü olmak yukarda da belirtildiği gibi, ayet ve hadislerle sık sık teşvik edilmiştir. Fakat hoşgörülü olmayı, dinin temel esaslarından taviz vermek şeklinde anlamamak gerekir. Buna hiç bir kimsenin hak ve salahiyeti yoktur. Çünkü bu din, Allah'ın dinidir. Onun esaslarını tespit eden ve bizden uygulamamızı isteyen de Allah'tır. Sürekli olarak, bile bile ve inatla İslam'ın temel esaslarına tamamen aykırı hareket edip hoşgörüyle karşılanmasını isteyen kimse bu haliyle dini hafife almış olur ki ne Halik, ne de mahluk tarafından tasvip-görür. Şu haida bağışlama, şefkat ve hoşgörü, sürekli bir şekilde Yüce Allah'ın çizdiği sınırları çiğnemek, böylece fitne ve fesadın yayılmasına sebep olacak noktalara varmamalıdır.
Hoşgörünün amacı, pişmanlık duyup kusur kabahat veya suçların telafi edilmesine imkan vermek ve zaman tanımak olmalı, aynı hatayı tekrar işlemeye özendirip cesaretlendirmemelidir. Bir suçun müsamaha ile karşılanması veya tamamen affedilmesi toplum arasında kötü örnek olacaksa buna müsaade edilmemelidir. Zaten yapılan bir kötülük, şayet toplumu ilgilendiriyorsa, onu hoş görüp affetmeye kimsenin hakkı yoktur. Ancak devlet, toplum arasında yayılma eğilimi göstermeyecekse affetme yetkisine sahiptir. Fakat yapılan suç, kul hakkını çiğneyen çeşitten ise affetme yetkisi sadece ilgili şahsa aittir, isterse affeder, isterse aynen tazmin ettirir.
"Hoşgörülü olalım, affedelim" diye diye sonunda hiçbir kötülüğe karşı tepki göstermeyen, her şeye "başım ve gözüm üstünde yeri var" deyip kendi değerlerini koruyamayan, vurdumduymaz, miskin, pasif ve aciz bir toplum haline gelmemeli veya getirilmemeliyiz. Şu halde hoşgörülü olmayı, insanı diğer canlılardan ayırıp insan yapan, aileyi, toplumu, milleti devlet ve medeniyetleri ayakta tutan üstün değerleri çiğneyip de sonunda ayıp, günah, sorumluluk, suç ve ceza kavramlarını tamamen dejenere edip yok edecek noktaya götürmemelidir. Böylesine bir ortamda zarar, sadece suçu işleyene değil, toplumun bütün fertlerine yayılır: Yüce Rabbimizin buyurduğuna göre Yahudilerin toplum olarak bozulup lanete uğramaları, "yaptıkları kötülüklerden birbirlerini uyarıp alıkoymamalarındandır. [98]
Şu halde yapılan bir kabahat veya kötülüğün hoşgörü ile karşılanması, ancak toplum arasında yayılma eğilimi göstermeyeceği durumlarda olmalıdır.
Medeni bir toplum veya devletin bir ferti olan kimse, o toplumun ona sağladığı emniyet içerisinde yaşayıp bir takım hak ve hürriyetlerden istifade etmekle kalmamalı bunun yanında o toplumu huzur ve güven içerisinde ayakta tutan esaslara karşı sorumluluğunu bilip davranışlarını ona göre ayarlayıp uyum sağlamalıdır. Bu esasları sık sık ihlal eden kimselerin toplum tarafından hoş karşılanmaması, gerektiğinde cezalandırılması ve hatta geçici bir süre toplumdan dışlanıp hapse atılması gerekebilir.
Toplumda uygulanması gereken müsamahaya, her zaman, her yerde ve her kese karşı geçerli olabilecek bir kurai ve sınır koymak mümkün değildir. Çünkü müsamahanın amacı eğitimdir, terbiyedir, dolayısıyla farklı şahıslarda veya hata ve kusurları ısrarla işlemeye devam edenlere karşı değişmeli veya gerektiğinde tamamen esirgenmelidir.[99]

5- Kur'an'a Göre Neler Hoş Görülmez:

Kur'an, zor kullanarak, vicdanlara baskı yaparak, insanların dine davet edilmesini kabul etmez. Bunun yanında toplum içinde fitne-fesat çıkararak, ortalığı karıştırıp müslümanların zihinlerini bulandırarak, halkı çeşitli yollarla dininden saptırmaya çalışanlara da izin vermez. Yine bir kimsenin müslüman olduğunu söyleyip sonra da, İslam'a hakaretlerde bulunmasını dinin alay, eğlence ve oyun konusu yapılmasını hoş karşılamaz. [100] Akla, ilme uymayan ve ispatlanmış delillere dayanmayan fikir ve görüşlerle dine sataşılmasını hoş görmez. Bu gibi aslı astarı olmayan metotlarla toplumun imanını zedelemeye, milletin inancını ve ahlakını birlik ve bütünlüğünü bozmaya çalışan kimseler de hoş karşılanmaz, başıboş bırakılmaz, gereken uyanlar yapıldıktan sonra da bu bozguncu tavırlarından vazgeçmezse, fiiline uygun gelecek bir cezaya çarptırılır'. Kendi çıkarları için dinini satanları, başkalarının haklarını çiğneyen, her iki toplumu istismar etmek için savaş halinde iken müslümanların düşmanlarıyla gizli gizli görüşüp stratejik bilgiler verenler toplumuna ihanet edenler de affedilmez. [101]
Kanunların caydırıcılığı ve devlet otoritesinin zaafa uğramaması için Mahkemeye intikal ettirilen suçlar, ispat edilip sabit olunca; artık af, müsamaha ve acıma söz konusu olmaz, cezası mutlaka verilmelidir. Yoksa toplumun birlik ve bütünlüğü tehlikeye düşer.
Şu halde bir müslüman başkasının vicdanına baskı yapıp onu zorla müslüman yapmaya kalkışmıyorsa; başkaları da müslümanların vicdanlarına baskı yaparak dinden çıkarmaya çalışmamalıdır. Çünkü Kur'an'a göre bu tür davranışlar "adam öldürmekten beter olan fitne" kapsamına girmektedir. [102]
Netice olarak Kur'an tembelliğe, cahilliğe, hırsızlığa, yolsuzluğa, vurgunculuğa her türlü fitne, fesat ve bölücülüğe, düzenbazlığa, yalan ve iftiraya, insanların haysiyet, şeref ve namusuna hakaret edilmesine kesinlikle müsamaha etmez. [103]

F- Müslümanların Müslüman Olmayanlarla İlişkilerinde Müsamaha Ve Barış:

Kur'an, bütün insanları, farklı inançları ve ırklarına bakmaksızın, insan olarak saygıya layık görür ve Yüce Allah'ın insanoğluna verdiği vazgeçilmez ve başkasına devredilemez haklarını kabul eder. Ayrıca bütün semavî dinlerin kitaplarına ve peygamberlerine iman etmeyi de emreder. Çünkü hepsinin kaynağı Yüce Allah'tır. [104]
“And olsun ki biz Ademoğullarını şerefli kıldık, onlara karada ve denizde (kendilerini) taşıyacak vasıtalar ve güzel güzel rızıklar verdik, Onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık" [105]
Yine Kur'an, însanoğullarını fıtratları gereği sahip oldukları vazgeçilemeyen ve başkasına devredilemeyen hak ve vazifelerinde eşit kılmış, bu konuda şöyle buyurmuştur.
"Ey insanlar, doğrusu biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle kolayca tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en şerefliniz, takva bakımından en üstününüzdür." [106]
Kur'an'daki bu ve buna benzer ayetler semavî dinler arasında diyalog kurup asgari müşterekler etrafında anlaşıp barışmayı istemektedir. [107] Fakat; çoğu zaman hırs, haset taassup ve benzeri beşerî zaaflar buna engel olmuştur.
Şu halde Kur'an'a göre, müslüman olsun veya olmasın, insanlar arasındaki ilişkilerde daima hoşgörü ve barış esastır. Barış halinde iken gayrimüslimlere olan ilişkilerimizin nasıl olması gerektiği konusunda Kur'an, Hadis ve İslam tarihinde çok geniş tecrübe, uygulama örnekleri ve esaslarına sahip durumdayız, öncekilere ilaveten şimdi sunacağımız âyetler incelendiğinde, İslam'ın ancak insanlar arasında, âdil olan bir barışı sağlamak için geldiğinde hiç şüphe kalmayacaktır.
"(Ey Resulüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [108]
"Sizinle din hususunda muharebe etmemiş, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik ve adaletle muamele etmenizden Allah sizi menetmez."[109]
"Ey iman edenler! hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır." [110] "Eğer (Düşmanlarınız) barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan Çünkü O, işitendir, bilendir.” [111]
"O halde sizinle savaşmayı bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış önerirlerse, artık Allah onlara karşı (savaşmanız için) size bir yol bırakmamıştır." [112]
Ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi müslümanların inanç özgürlüğü ve kendi ülkelerinde yaşama hakları ihlal edilmediğinde gayrimüslimlerle barış ve dostluk tavsiye edilmektedir.
Bilindiği gibi Peygamberimiz Medine'ye hicret edince yaptığı ilk iş; oradaki Ensâr, Muhacir, Müşrik ve Yahudi gibi farklı toplumlar arasında karşılıklı hak ve vazifeleri bildiren bir barış ittifakı kurmak olmuştur. Bu ittifak, "Medine Anayasası" olarak da bilinir. Hz. Muhammed hicretten sonraki seneler içinde, müslümanla

_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6732
Rep Gücü : 10015184
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Empty
MesajKonu: Geri: KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET   KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Icon_minitimeC.tesi Ağus. 28, 2010 12:57 pm

1- Kur'an'da Barış Manasında Kullanılan Kelimeler

a- “Sulh"

Kur'an, toplum içi beşerî münasebetlerdeki kırgınlık, dargınlık ve küskünlüklere son verip barıştırmak [119] manasını ifadede "s I h" kökünden türetilen "sulh" ve diğer türevlerini kullanır. [120] Bu kelimelerin geçtiği âyetleri incelediğimizde İslam'ın sosyal barışa ne derece önem verdiği açıkça anlaşılır. Bu konuda birkaç örnek verip asıl konumuza döneceğiz:
"İyilik etmeniz, Allah'tan korkup günah ve kötülüklerden sakınmanız ve insanların arasını barıştırmanız için Allah'ı yeminlerinizle engel yapmayın."[121]
"Eğer müminlerden iki gurup vuruşacak olurlarsa, aralarını düzeltip barışı sağlayın.."[122]
"..Eğer cidden inanıyorsanız, Allah'tan korkup da (tartışmayı bırakıp) aranızı düzeitin(barıştırın)..."[123],
Ayrıca anlaşmazlıklara ve tartışmalara son vermek gerektiğini bildiren âyetler de bu konudadır.
"Bir şey hakkında tartışıp çekişirseniz onu Allah ve Peygambere arz edip çözüme(barışa kavuşturun.."[124] İslam hukuku ile ilgili eserlere baktığumızdanda sulhun ne derece önemli olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Hatta sadece sulh konusunu işleyen eserler de yazılmıştır. [125]

b- "Silm"

Kukanda, başta "islam, müslim ve teslim" olmak üzere "s l m" kökünden türeyen bütün kelimelerde barış, uzlaşma, gizli veya açık bütün tehlikelerden kurtuluşa erme, karşılıklı güven içinde yaşama, teslimiyet ve bağlılık, manaları bulunmaktadır. [126] Yüce Allah'ın bir adı da, kendisine teslim olmuş bütün varlılara barış ve güven veren manasında "Selâm"dır. Yine aynı kökten türeyen "müslüman" kelimesi de, öncelikle kendisi ve nefsi ile, ardından âitesi, en yakından başlamak üzere ilişki kurduğu en uzak sosyal ve tabii çevresi ile, hak-vazife dengesini kurarak barışık olan, hiçbir problemi olmayan demektir.
"Ey iman edenler! Hep birden barışa girin, Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o apaçık düşmanınızdır."[127] "Eğer (düşmanlarınız) barışa meylederlerse, sen de ona yanaş, Allah'a güvenip dayan. Çünkü Allah, muhakkak işiten ve bilendir. Eğer hile yapıp seni aldatmak isterlerse, şüphesiz ki Allah, sana yeterdir; seni ve müminleri yardımıyla destekleyip güçlendiren O'dur. Müminlerin gönüllerini birbirine ısındırıp getiren de O'dur."[128]
"...O halde sizi bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış önerirlerse, artık Allah onlara karşı (saldırmanız için) size bir yol bırakmamıştır." [129]

2- Hoşgörünün İslam'a Davetle İlgisi:

İslam'a davette hoşgörülü olmak her şeyden önceliklidir. İslam'a davet edilecek kişi veya toplumların; inatlaşma, taassup, tarafgirlik ve asabiyet duygularını tahrik etmemek için, içinde bulundukları kötülükleri yüzlerine vurularak işe başlanmaz, sert bir üslup kullanılmaz. Onun yerine, yumuşak ve ümitvar bir üslup, tatlı bir-sözle, önce İslam'ın insanlara vaad ettiği dünya ve ahiret mutluluğu, sosyal barış, yardımlaşma ve huzur anlatılmalı, gerektiğinde muhatabın mensup olmadığı, diğer toplumların kötü yaşantıları ile müslümanların iyi yaşantıları mukayese edilerek İslam'ın, insanoğlu için öngördüğü dünya ve ahiret huzuru örneklerle anlatılmalıdır. Böylece karşı tarafta, konunun tarafsız bir zeminde, delilleri ile tartışıldığı kanaati oluşur.
"(Ey Resulüm!) De ki: Göklerden ve yerden size nzık veren kimdir? De ki: Allah! O halde biz veya siz, ikimizden biri ya doğru yol üzerinde veya açık bir sapıklık içindedir." [130]
"De ki: Eğer Rahmân'ın bir çocuğu olsaydı, elbette ben (Ona) kulluk edenlerden ilki olurdum" [131]

3- Muhataplarına Göre Hoşgörünün Sınırları

Hoşgörülü olmak, hem akıl, hür iradesi ve farklı kabiliyetleri sebebiyle insana verilmesi gereken değerden hem de insanla beraber bütün yaratıklara karşt duyulması gereken sevgi ve saygıdan dolayıdır. Fakat muhatapların farklı tavır ve davranışları, çoğu zaman bize tesir edip ona verdiğimiz değeri, sevgi ve saygıyı da azaltıp çoğaltabilmektedir. Bunun gibi, muhatapların farklı durumlarına göre takınmamız gereken hoşgörünün sınırları da genişleyip daralabilmelidir. Tahsil ve terbiye görmüş bir insanın bilerek ve kasten işlediği bir suça karşı takınacağımız tavırla okuma yazması olmayan, taşralı birine karşı göstereceğimiz müsamahanın sınırı da aynı olmamalıdır. Yine zaman, mekan ve şartların değişmesiyle muhatapların yaş ve tahsil farklarının da takınılmasi gereken hoşgörüyü azaltıp çoğaltabileceği göz önüne alınmalıdır. Bunun gibi müslümanlar olarak birbirimize karşı takınmamız gereken hoşgörü ile ayrı dinlere mensup kimselere karşı takınacağımız hoşgörü da farklı olmalıdır. Şu halde hoşgörünün sınırları muhataplarına göre değişmelidir.
İslam'ın hoşgörü anlayışı ve sınırları incelenirken konuya farklı açılardan yaklaşmalıdır. Fakat bütün bu farklılıkları tek tek, ayrı alt başlıklarla incelemek konuyu çok geniş bir alana yayacağından meseleyi farklı dinlere mensubiyet açısından önce iki ana başlık altında sunmak uygun olacaktır. [132]

4- Farklı Din Mensuplarına Karşı Gösterilmesi Gereken Hoşgörü

a- Her İnsan Kendi İnanç ve İbadetlerinde Serbesttir, Hürdür:

İslam Dini, müslüman olmayanları akıl, vicdan ve düşünce sistemlerine baskı yaparak değil; güzel öğüt, ilim ve fikri tartışmalarla imana davet eder. [133] Yerde ve göklerde araştırmalar yapmalarını, tarih boyunca gelip geçmiş ümmetleri inceleyip ibret almalarını, düşünüp taşınmalarını ve buna göre akıl ve hür iradeleriyle Allah'ın varlığı ve birliğine inanmalarını istiyor. Buna rağmen müslüman olmazlarsa, uyarıldıkları sonuçlara katlanmak üzere, onları kendi dinlerinde serbest bırakır. Kendi dinlerinden vazgeçmeleri için hiçbir baskı uygulamaz, onları herhangi bir şekilde zorlamaz. Çünkü Yüce Allah insanların düşünce sistemlerini hür yaratmıştır. O'ndan başka hiçbir kimse insanların'bu kabiliyetlerine müdahale edip onları kendi istediği gibi düşünmeye ve inanmaya mecbur edemez. Yaratılışımızın bir gayesi de imtihan olduğuna göre Yüce Allah insanları bu konuda serbest bırakmıştır. Zaten O isteseydi insanları da melekler gibi kendisini tanıyan ve daima itaat edenler olarak yaratırdı. Fakat bu takdirde sorumluluğun temeli ve anlamı da kalmazdı. Bu konuyu ifade eden ayetler gayet açıktır.
"(Ey Resulüm! De ki:) Gerçekten Rabbinizden size basiretler (anlama kabiliyetleri) gelmiştir. Artık kim (bunları gereği gibi kullanır da gerçekleri) görür (ve iman eder)se kendi lehine, kim de görmemezlikten gelirse kendi aleyhinedir. (Benim görevim tebliğdir), ben sizin bekçiniz değilim." [134]
"Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündeki kimselerin hepsi(ni mecbur ederdi de) top yekûn elbette iman ederlerdi. O (Yüce Allah herkesi kendi iradesine bıraktığı) halde, (hepsi) mümin olsun diye sen mi zorlayıp duracaksın?" [135]
"Onlar yeryüzünü hiç gezip dolaşmazlar mı? Bari bu sayede düşünecek kalplere ve işitecek kulaklara sahip olsalar."[136]
Ayetlerde açıkça görüldüğü gibi Yüce Aliah, iman etmeleri için insanların vicdan ve iradelerine baskı yapmıyor, sadece akıllarına hitap edip düşünmelerini ve ona göre karar verdikten sonra kendi arzularıyla, gönüllü olarak inanmalarını istiyor. Buna göre isteyen inanacak, isteyen de inanmayacaktır.[137] Fakat bundan sonra da, kendi hür iradeleriyle verdikleri bu kararlarından onları sorumlu tutuyor.
Şu halde Yüce Allah insanları inanç konusunda hür yarattığına göre, bizim de farklı din mensuplarına tebliğ görevlerimizi en güzel bir şekilde yerine getirdiğimiz halde inanmazlarsa, bu konuda onları zorlamamamız gerekir. Sorumluluğu kendilerine ait olan bu yanlış tercihlerinin cezasını Allah'a havale edip onlara iyi örnek olmaya çalışmak ve dilimizin döndüğü ve aklımızın erdiği kadar tebliğe devam edilmelidir.
"Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yoida olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'a dır. Artık O,size yaptıklarınızı bildirecektir. [138]
Müslümanlar, yapılan tebliğlere rağmen iman etmeyenlerin, içinde yaşadıkları ülkeyi hakimiyetleri altına almışlarsa, oraya götürdükleri hizmet ve onları dış düşmanlardan koruma karşılığında, cüzî bir vergi alırlar ki bunun adı "cizye"dir. Cizye vermeyi kabul eden gayrimüslimlerin canlan, mallan, dinleri ırz ve namusları koruma altına alınmış olur. Bu konuda müslümanlardan farkları kalmaz olur.
Bütün bu izahlardan anlaşılmaktadır ki; İslam'a göre, uhrevî neticelerine katlanmak şartıyla, herkes istediği dine inanmakta serbest olduğu gibi, o dine göre ibadetlerini yapmakta da serbesttir. Demokrasi ile yönetilen ülkelerde kabul gören hür irade, hak, hukuk ve laiklik prensipleri de bunu gerektirir. Şu halde farklı dinlere mensup olanlar, başkalarını zorlamadan, "herkes bizini gibi ibadet etmeye mecburdur" demeden, kendi inançlarına göre, tek başına veya toplu olarak ibadetlerini de serbestçe yaparlar. Ancak yapılan ibadet veya ayinler başkalarının temel hak ve özgürlüklerine engel olur, kamu düzenine, sağlığına, yararına ve umumî ahlaka zara verirse müdahale edilip engellenir. [139]

b- Dine Davette Zor (Kaba Kuvvet, Baskı ve Şiddet) Kullanılmaz

Her şeyi yaratan, yoktan var eden, rızık verip yaşatan Yüce Allah elbette bütün insanların kendisin tanıyıp müslüman olmalarını ister. Yerde ve göklerde varlığını ve birliğini gösteren bunca deliller varken insanoğlunun O'nu inkar etmesine elbette gücenir. Ancak bütün bunlara rağmen, insanların iman etmeleri için zor kullanmaz, kullanılmasına da müsaade etmez. Çünkü Allah katında makbul olan din, her hangi bir baskı veya menfaat söz konusu olmadan, kişinin kendi hür iradesiyle, aklı ve gönlü yatkın bir şekilde, severek kabul ettiği dindir. Ancak bu şekilde kabul edilen bir din, sırf Allah rızası için kabul edilmiş olur. Aynca yukarıda da belirtildiği gibi insanlar hür iradeli yaratıldığı için, zor ve şiddet kullanarak hiçbir kimsenin aklı veya kalbine bir şey sokmak mümkün değildir. Bu sebeple Cenab-ı Hak, İnsanları zorlamamalan konusunda peygamberleri bile uyarmıştır. Bu konuda İslam'ın metodu şöyledir:
"Din (e davet) de zorlama yoktur. Zira artık hak bâtıldan seçilip belli olmuştur." [140]
"Sen (sadece öğüt ver, çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın, onların üzerine zorlayıcı değilsin." [141]
İslam kendisine muhalif akidelere sahip olan kimselere müsamaha ile bakar. Hiçbir zaman onları, İslam'ı kabule zorlamaz. Onlar; İslam nizamında ve himayesinde yaşasalar bile, İslama muhalif olan kendi akidelerini izhar etmek hakkına sahiptirler... Onların dinlerine Ta'n edilmez onların canlarını ve mallarını muhafaza edilir... İşte İslam, bu derece müsamahakârdır. Akide huşunda açıkça kendisine muhalif olduğunu ikrar edenlere dahi bu derece tolerans sahibidir."[142]

c- Gayri Müslimlerle Savaş Ancak Düşmanın Saldırılarını Önlemek ve İnsan Haklarını Korumak İçin Yapılır

Yukarıda izah edildiği gibi "dinde zorlama yoktur." Çünkü Yüce Allah insanları düşünce ve inanç konusunda hür yaratmıştır. Tebliğe rağmen inanmayanların farklı inançlarını değiştirmek için zor kullanmayıp hoş karşılamak gerekir. Kitap ve Sünnet'e dayanan bu tespitler karşısında insanın aklına hemen şöyle bir soru gelebilir:
O -halde İslam tarihi boyunca yapıla gelen savaşların amacı neydi? Bu konu İkinci bölümde daha geniş bir şekilde izah edilmekle beraber burada sadece şu gerçeğe işaret etmekle yetinelim:
İslam'ı tebliğ görevi ile gönderilen peygamberimiz en güçlü olduğu zamanlarda bile mecbur kalmadıkça savaşmamış, kaba kuvvet ve şiddete baş vurmamıştır. Onu savaşmaya mecbur eden en önemli sebepler de:
Hakkı korumak, haksızlığı ortadan kaldırmak, zulme uğrayanları kurtarmak, yer ve yurtlarından haksız yere kovulanları eski yerlerine iade etmek; kısaca inanç hürriyeti başta olmak üzere bütün insan haklarını yerleştirmektir. Bu hususları âyet ve hadislerde açıkça görebiliriz:
"Size ne oluyor da Allah yolunda ve "-Rabbimiz! Halkı zâlim olan şu ülkeden bizi çıkarıp kurtar ve kendi katından işlerimizi (idare edip) düzene koyacak bir sahip ve kendi tarafından bize bir yardımcı gönder!" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?" [143]

d- Mabetler Kutsaldır, Yıkılmaz:

İslam dininde mabetler kutsaldır, yıkılmaz. İnanç hürriyetini sağlamak için " dinde zorlama yoktur " prensibini koyan Kur'an, ibadet hürriyetinin ilk şartı olan mabetlerin yıkılmaması gerektiğini açıkça şöyle ifade ediyor: "...Eğer Allah, insanların bir kısmının (saldırılarını) diğer bir kısmıyla savmamış olsaydı, muhakkak ki manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah ismi çokça anılan mescitler yıkılıp yok olurdu." [144]
Âyetten anlaşıldığına göre; Yüce Allah, peygamberler ve müminlere düşmanlarıyla savaşma izni vermeseydi, din düşmanları her tarafı istila edip ibadet yerlerinin tamamını yıkıp yok ederlerdi. [145] Hicretten hemen sonra kaleme alınan Medine Vesikasından anladığımıza göre Hz. Peygamber Yahudilere inanç ve ibadet hürriyetini tanımış, mabetlerine dokunmamıştır. Bizans'tan geleceği haber verilen saldırıyı önlemek için yola çıkardığı Üsâme ordusuna, mabetleri yıkmak bir yana, kilise ve havralarda ibadetle meşgul olanlara dokunulmamasını bile tavsiye etmiştir.
Müslümanlar İslam'ın ilk devirlerinden günümüze dek, içinde Allah adının zikredildiği mabetlere saygılı davranmışlar, onları yıkmak bir yana, onarılmaları için yardımlarını bile esirgememişlerdir. Savaşla fethedilen şehirlerin sadece bir mabedini "fetih hakkı" olarak camiye çevirmişler, diğerlerine dokunmamışlardir. Hz. Ömer barış şartlarını görüşmek için gittiği Kudüs'teki bir kilisede namaz kılabileceği ifade edilince, sonradan camiye çevrilebilir endişesiyle bu teklifi kabul etmemiştir.
Bizanslılarla Mecûsîlerin bir birleriyle savaştıkları dönemlerde ise, Bizanslılar galip geldiğinde tapınaklardaki ateşgedeier yıkılır, yerine kiliseler yapılırdı. Mecûsîler galip gelince de kiliseler yıkılır yerine ateşgedeler inşa edilirdi.[146]
Müslümanlar her devirde mabetlere, karşı son derece saygılı davranırlarken, Hıristiyanlar ise Haçlı Seferleri esnasında geri aldıkları ülke ve şehirlerde, taş üstüne taş bırakmamacasına, sadece camileri değil, İslam'a ait bütün eserleri yıkıp darmadağın etmişlerdir. Bu konuda başta İspanya olmak üzere daha bir çok örnek göstermek mümkündür. [147]

2. KUR'AN HER ÇEŞİT ŞİDDET, TERÖR VE ZORBALIĞA KARŞIDIR.

A- ŞİDDETİN TARİFİ VE ŞİDDET KAPSAMINA GİREN DAVRANIŞLAR:

1- Şiddet Kelimesinin Sözlükteki Manası

Şiddet kelimesinin sosyal ve teknik alanda olmak üzere iki farklı manaları vardır. Sosyolojik manadaki şiddet: sertlik, katılık, sert ve kati davranış; azarlama ve cezalandırmada aşın gitmek; cimrilik, müsaadesizlik, müsamahasızlık; bîr hususu sertlik ve katılıkla uygulamak; İkna etmek, inandırmak veya uzlaşmak yerine kaba kuvvet kullanmak manalarına gelir. [148] Buna göre aşağıdaki tarifler geliştirilmiştir. [149]

2- Istılahi Manası

"Şiddet" kelimesinin sosyolojideki ıstılahî manası; suçlu olup olmadığına bakmaksızın herhangi bir fertin veya toplumun canına, malına, dinine, namusuna ve meşru düzenine kasteden, kaba kuvveti ve sertliği içeren saldırılardır. Bunun yanında; bireye ve topluma fiziksel ve ruhsal acı vermek, korkutmak, yıldırmak, eziyet ve işkence niyetiyle yapılan yıkıcı, yok edici saldırgan davranışlar da şiddet olarak tanımlanmaktadır. Buna göre kontrolsüz, aşırı, birden bire ve çoğu zaman amaçsız olarak kişilere ya da çeşitli nesnelere fiziksel zarar vermeyi ihtiva eden davranışların tamamı şiddet kapsamına dahildir. Bir nesnenin ya da kişinin veya bir toplumun zayıflığının kötüye kullanılması, istismar edilmesi ve bu davranışların bilerek veya bilmeyerek sürdürülmesi de şiddet kapsamına girmektedir. Yine şiddet; kızgınlık, öfke, kin, nefret, haset, düşmanlık vb duyguların etkinlik kazandığı, saldırganlık dürtüsünün eyleme dönüşmesi olarak da tarif edilmiştir. Bu tür davranışların tümü fert ve toplumun huzur, refah ve düzenini bozmayı hedefler. [150]

3- Şiddet Kelimesinin Kur'an'da Kullanıldığı Manalar

Kur'an'da kullanılan kelimelerin manaları tespit edilirken Arap edebiyatının vahiy dönemindeki anlamlan esas alınır. Çünkü vahiyler, hitap ettikleri toplumun, o günkü diliyle indirilmiştir. Bu yüzden aynı kelimelerin sonradan kazandığı manalar âyetin maksadı dışında bırakılmalıdır. Anılan kelimeleri bu esasa göre incelediğimizde şu gerçeklere ulaşırız:
Arapça'da "şiddet" kelimesi; güçlü, kuvvetli, sağlam, zorlu, cesur, yiğit, azimli, kararlı ve iradeli manalarına gelmektedir. [151] Kur'an'ın çeşitli âyetlerinde geçen "eşeddü halkan, eşeddü kuvveten, eşeddü tesbîten, ve eşeddü minhum batşen" ifadeierindeki "eşedd" kelimesi güçlü, kuvvetli manalarında kullanılmıştır. Kur'an'ın diğer yerlerinde kullanılan şiddet kelimeleri; desteklemek, güçlendirmek, [152] Rüzgarın şiddeti, [153] demirin sertliği, [154] gibi sosyolojik mananın dışında kalmaktadır.
Arapça'da "Şiddet" kelimesinin, günümüzde kavramlaştırılan şekliyle manasını; "fitne ve fesâd" kelimeleri karşılamaktadır. Mesela Mâide Sûre'si 33. âyetinde insan haklarına saygılı olarak barış içinde yaşayan ve meşru bir yönetimi olan bir toplum içinde, fitne-fesad çıkarıp bozgunculuk ve bölücülük yapanların, bu dünyada bilinen ve tâ Hz. Musa'dan beri seslendirile gelen, en ağır cezalara çarptırılacağı ifade edilmektedir. [155] Ancak bu âyetlerde, meşru düzeni yıkmak isteyen fitneciler, fesatçılar ve anarşistlerin en şiddetli azaplardan birine çarptırılacağı ifade edildikten sonra, yine de; tövbe edip dosdoğru mümin olurlar ve davranışlarıyla ve sözleriyle bunu ispat ederlerse; haklarında henüz bir hüküm verilmemiş ve kendileri de ele geçmemiş durumda iseler, atfedilebileceklerinin zikredilmiş olması çok dikkat çekicidir.
Şu halde Kur'an'da geçen "şiddet" mastarı ve onun türevlerinde, günümüz sosyoloji ilminin kavramlaştırdığı "karşısındaki kuvveti, haksız olup olmadığına bakmaksızın, malına canına kastedip ezmek ve yok etmek manası yoktur.
Kur'an'da "şiddet" kelimesinin çeşitli türevleri doksan küsur yerde geçmektedir. [156] Fakat âyetleri incelediğimizde bu kelimenin yukarıda sunduğumuz tariflerdeki ıstılahî manalarında kullanılmadığını anlamakta gecikmeyiz.
Şiddet kelimesinin "şedîd" vezni Kur'an'da en çok, "şedîdu'i-azâb ve "şedîdu' Hkâb" şeklinde Yüce Allah'ın, insan haklarını hiçe sayan zalimlere karşı ahirette şiddetli bir azap yani ondan kaçıp kurtulamayacakları kadar güçlü ve zorlu bir azâb vereceğini ifade eden âyetlerde geçmektedir. [157] Bu dünyada insanların fıtratlarına uygun olarak gönderilen hak dini inkar edip, bu gün kavramlaştırılan manasıyla şiddetin her çeşidini kullanarak günahsız ve suçsuz insanlara zulmedenlere karşı böyle bir azap İlahî adaletin gereğidir. Çünkü İlahî beyana göre ceza, işlenen kötülüklerin şiddetiyle orantılı olmalıdır. [158] Ancak Yüce Allah hakkında hiç bir âyette, mutlak ve mücerret olarak "şedîd" vasfının geçmemiş olması dikkat çekicidir. Allah "şedîdu'l-azâb ve şedîdu'l-ikâb"dır. Yani kendi zâtı değil cezası ve azabı şiddetli olandır. [159] Ayrıca Yüce Allah dünyada veya ahirette insanları sebepsiz yere ve hakettikleri cezadan fazlası ile cezalandırmaz.
Yüce Allah'ın "Zü'ntikam" sıfatına gelince:
"Nıkme" ve "intikam", cezayla karşılık vermektir. Hicrî ikinci asır dilcilerinden el-Leys, bu İlahî sıfatı şöyle tarif ediyor:
"İntikam" satvet ve sulta (otorite) manasındaki "nıkme"den gelir. Bu asrın mensupları ise, kelimeyi, cezalandırmak suretiyle ferahlamak, anlamında kullanıyorlar ki bu, Allah hakkında imkansızdır. Şu halde "intikam" fiilinin Allah'a izafe edildiği yerlere göz atmak suretiyle de, şimdiki yaygın manasıyla şahsî bir öç almanın, hıncını çıkarmanın değil; zalimleri ve kafirleri, müminlere yaptıkları zulüm ve haksızlıklardan dolayı cezalandırmanın söz konusu olduğunu görürüz,..Şu halde, bâtıl tanrı ve tanrıçalar hakkında, bazı insan topluluklarının inanmış olduğu gibi, öç ve öfke ile kabarmış bir ilah imajı, Kur'an'dan çıkarılamaz. Allah'ın, kullarından alacak bir öcü yoktur ki, intikamla, cezalandırmakla ferahlasın. Çünkü insanların Allah'a itaatları, mülkünde bir şey artırmaz, onları bağışlamakla da bir şeyi eksilmez.[160] Kulun yaptığı iyiliklere, on mislinden yedi yüz misline kadar sevap ve mükafatla cevap veren Yüce Allah, zalimlerin kötülüklerini, sadece misliyle cezalandırması, aslında onlar için çok büyük bir lütuftur. [161]
Bunun yanında Yüce Allah'ın Kur'an'da geçen sıfatlarını incelediğimizde azap ifade eden sıfatların rahmet ve merhamet ifade edenlerin yanında çok az olduklarını da görmekte gecikmeyiz. Doksan dokuz isimden oluşan "esmâ-i hüsnâ" listesi, sevgi ile korku, af ile ceza açısından incelendiğinde sadece dört tanesinin sevgi, hoşgörü lütuf ve afla yorumlamaya müsait olmadığı görülecektir. Aslında İlahî adalet, ceza ve azap konusu, incelememizin dışında kalan bir husustur ve yukarıdaki tariflerde geçen şiddetle ilgisi de yoktur.
Fetih Sûresi 29. âyetteki Peygamberimiz ve Ashabıyla ilgili "kafirlere karşı şiddetlidirler" ifadesi için de,
müfessirler:
"İnandıkları hak dinleri yüzünden müslümanlara harp açanlara karşı çetin ve kararlı olup taviz vermezler, zayıflık ve yılgınlık göstermezler," şeklinde açıklamalar yapmışlardır. [162] Mesela Ebussuûd, tefsirinde bu âyeti şöyle açıklamaktadır:
Hz. Muhammed ve Ashabı, dinlerine muhalefet edenlere şiddet ve sertlik gösterirler, dinlerine muvafakat edenlere karşı da merhametli ve şefkatli davranırlar. [163] Kur'an terminolojisinde söz sahibi olan Külliyât sahibi Ebulbeka, da "şiddet, harpteki hamledir"açıklamasını yapmaktadır. [164]
Şu halde "Kafirlere karşı Peygamberin ve ashabının sert olması, onların kafirlere karşı sebepsiz yere haşin ve katı davranmaları, Yüce Allah tarafından bütün insanlara eşit olarak verilen insan haklarını çiğnemeleri, demek değil; imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği sebebiyle, kafirlerin saldırıları karşısında asla sarsılmadan, granit bir kaya gibi sapa sağlam, dimdik durmaları ve gereken hamleleri zamanında yapmaları demektir. Yani müslümanlar, kafirler tarafından istedikleri gibi ve istedikleri yöne çevrilebilen, şahsiyetleri zayıf, zelîl, silik ve korkak varlıklar değillerdir " [165]

4- Kur'an İ'tida, Tuğyan, Zulüm Fitne ve Fesad Gibi Şiddet İçeren Bütün Davranışları Yasaklar.

Yüce Allah insanı üstün özelliklerle yaratmış ve ona kendi davranışlarını belirleyen hür bir irade vermiştir. Böylece diğer yaratıklardan ayrı olarak "eşref-î mahlukat" yani yaratıkların en şereflisi diye ifade edilen insan şahsiyeti ortaya çıkmıştır. Ancak insanlar standart varlıklar olarak yaratılmamıştır. Çünkü Yüce Allah'ın kendilerine lütfettiği hür iradeleri ile her an farklı davranışlar sergilerler. Bu bakımdan bütün insanların davranışlarını aynileştirmek mümkün değildir ve zaten arzu edilen de bu değildir. Şu halde insanların davranışları için, genel ölçüleri aşmayan, hoşgörü ve af kapsamına girip görmemezlikten gelinen hata payları daima olmalıdır. Buna göre insan istediği şekilde davranabilir ama, bu davranışlar fıtratına yani insanın haysiyeti ve şerefine uygun değilse ve insan için hoş görülebilen hata paylarını tamamen aşmışsa, "İ'tidâ veya tuğyan" yani "aşırılık" olarak nitelenir ve bu tür davranışlar sadece yerilmekle kalmaz, suç kapsamına girenler için uygun cezalar da verilir. O halde Yüce Allah'ın insanlar için ön gördüğü ve Kur'an'da "ahsen-i takvim" diye ifadesini bulan bu insan şahsiyetini geliştiren davranışlar olduğu gibi onu bozan, aşağılayıp zillete düşüren davranışlar da vardır. Kur'an'a göre fıtratı bozan, yani insan haysiyeti ve şerefini zedeleyen, aşağılayan ve bu yüzden yerilen, hatta gerektiğinde en ağır cezalara çarptırılan davranışlar şu kelimelerle ifade edilir.[166]
a- Fitne,
b- Fesâd,
c- Zulüm,
d-Tuğyân,
e- Bağy,
f- Hirâbe
g- İ'tidâ:
h- Fısk,
ı- Seyyiât (Kötülük)
j- Dalâlet

5- Şiddet İfade Eden ve Bu Yüzden Kınanan Davranışlara Kur'an'dan Örnekler:

Bütün peygamberlerin tebliğlerine başlarken aklî delillere dayalı imana davet ve yaptıkları sözlü uyarılarının, ortaya atılan yeni fikirlere, yine fikirle karşılık vermek gerekirken, en ağır işkencelerle önlenmeye çalışılması hatta bazılarının bu yüzden öldürülmeleri [167] ; Hz. İbrahim'in Nemrut tarafından ateşe atılıp yakılmak istenmesi, [168] Hz. Yûsuf'un, kıskançlıktan dolayı kardeşleri tarafından kuyuya atılması, Mısır'da iftiraya uğrayıp yıllarca hapsedilmesi Firavunların, İsrail oğullarının erkek çocuklarını öldürüp kızlarını sağ bırakmaları [169], Hz. Musa'ya inanan sihirbazların Firavun tarafından en ağır işkence ve ölümle tehdit edilmeleri, Salih Peygamberin mucizesi olan ve o toplumun süt ihtiyacını karşılayan devenin öldürülmesi, Kur'an'da "Ashabu'l-Uhdûd" adıyla sözü edilen, fakat kim oldukları ve ne zaman yaşadıkları belirtilmeyen bir toplumdaki müminlerin, dinlerinden dönmeleri için ateş dolu hendeklerde yakılmaları, [170] Hz. Muhammed ve Ashabının Mekke döneminde en amansız işkencelere maruz bırakılıp, terk-i diyar ederek Medine'ye hicrete mecbur bırakılmaları, Müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için Bedir, Uhud ve Hendek harplerini açmaları.[171]

6- Şiddete Yol Açan Sebepler:

Aslında hiçbir sebep zülüm, şiddet ve terörü meşru ve haklı kılmaz. Buna rağmen insanlık tarihinde bu tür olaylar eksik olmamıştır. Şu halde şiddet ve terör, maalesef zaman zaman toplumsal bir vakıa olarak karşımıza çıkmaktadır. İçinde yaşadığımız bu dünya şartlarında, meşru veya gayrı meşru, bir olayın sebepsiz meydana gelmesi mümkün olmadığına göre, terör ve şiddet kapsamına giren olayların, haksız olmasına rağmen, bazı beşeri zaaflara dayanan bir takım sebepleri olmalı ve eğer huzur ve barış içinde yaşamayı istiyorsak bunları bulup önlemeliyiz. Aşağıda (G şıkkında) barış ve huzurun ancak insan haklarının, insana yakışır bir şekilde tanzimi ile olabileceğine işaret edilmektedir. Kur'an'a göre bu tanzimin adı adalettir. İnsanlarda mevcut olan adalet, eşitlik, insaf, hakkaniyet vb duygular göz önüne alınmadan yapılan hak dağıtımının adı da zulümdür.
Toplum halinde yaşayan insanlar arasında hak-vazife ve sorumluluk; emek-sermaye ve ücret dengeleri âdil bir şekilde kurulmazsa; haksızlığa uğrayanların, diğer bir ifadeyle zulme uğrayanların, hakları, âdil mahkemeler tarafından alınmaz, onlara verilen zararlar tazmin edilmezse toplumlarda küskünlükler; acı, ıstırap ve mutsuzluklar; çaresizlikler ve sonunda da ruhsal bunalımlar ortaya çıkar. Bu küskünlük ve bunalımlar, ihtiyaçlar ve çaresizlikler sabırla durdurulamayacak boyutlara çıktığında her kes, kendi ölçü ve anlayışlarına göre hakkını bizzat kendisi almaya, yani ihkak-ı hakka çalışır. Bizzat kendisine zulmeden kimseden hakkını alamadığında ise, eğer dini bilgisi eksik, imanı da zayıfsa, o da gücü yettiği masum kimselere saldırmaya başlar. Çünkü artık o, bir çok külfetlere katlandığı halde, toplum halinde yaşamanın nimetlerinden istifade ettirilmemiş, yalnızlığa terk edilmekle yabanileşmiş, yani normal insan fıtratının dışına itilerek canavarlaşmıştır. Artık böyle bir kimsenin ne zaman ne yapacağını, nereye saldıracağını kimse kestiremez. Böyle bir yorumu yaparken, bunun Kur'an tarafından tasvip edildiğini kesinlikle söylemek istemiyoruz. Zira Kur'an, yukarda da ifade edildiği gibi, bu tür davranışları yasaklamakta ve önleyici tedbirlerinin alınmasını istemektedir.
"Öyle bir fitneden korunup sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere dokunup zarar vermekle kalmaz (toplumun tamamına sirayet edip hepsini perişan eder. Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir" [172]
Şu halde bir toplum içinde haksızlığa/zulme uğrayan insanların çoğalıp sosyal patlamaların oluşmasına fırsat vermeden, en kısa zamanda, adaletin koruması altına alınarak zararları telafi edilmelidir. Ayrıca günümüzde artık sadece bir toplum içindeki haksızlıkları/zulümleri önlemek de yeterli olmamaktadır. Çünkü ulaşım ve iletişim araçları sayesinde dünyanın en uzak bölgelerinde yaşanan mutluluk veya zulüm ve ıstıraplar, ânında bütün ülkelerden izlenebilmekte ve müspet veya menfi tesirleri olabilmektedir. Buna göre artık sadece bir toplumda değil, dünya çapında işlenen zulümlerin sebepleri araştırılıp önlenir, aç ve açıkta kalan yoksullar ile varlıklılar arasındaki dengesizlikler mümkün olduğu kadar azaltılarak geçim imkanları yaygınlaştırılırsa, ülke içi ve ülkeler arası huzur ve barış sağlanabilin Konunun bu safhasında zulmün çeşitleri ve sebepleri konusunda yazılmış bir makalenin bir bölümünü sunmayı uygun görüyoruz
"Zulmün çeşitleri vardır; emeği ile hak ettiğini elde edememek, emeği söz konusu olmadan insan olduğu için hakkı olanı alamamak, elde ettiği ve kullanmakta olduğu hakkına başkalarının haksız olarak el koymaları ve kişiyi hakkından mahrum etmeleri zulmün en çok görülen şekilleri ve çeşitleridir. Güçlünün, gücüne dayanarak -zeka, beden veya sermayece- zayıf olanın zayıflığından yararlanarak hakkına tecavüz etmesi zulümdür; fertin veya grubun (mesela bir milletin) toprağını elinden almak, yurdunu yuvasını istila etmek zulümdür; bir kültür grubunun kültürünü yok etmek veya yozlaştırmak için çalışmak zulümdür; zayıf ve geri kalmış toplumların bu durumlarından yararlanarak emeklerini ve mallarını ucuza kapatmak ve onlara -tek satıcı olarak- kendindekini pahalı satmak zulümdür; muhtaç olanları ihtiyaçtan kurtarmak için yardım etmek yerine faizle ödünç para vererek borç ve ıstıraplarını arttırmak zulümdür; ayartılmış tüketicileri yaşatırken tüketici ve dolayısıyla ayartılabilir olamayacak kadar yoksul olanlara hayat hakkı tanımamak, onları insan saymamak zulümdür; topluluğunu olsa olsa israftan tasarrufa yöneltecek olan bir ekonomik krizi atlatabilmek için kemer sıkmaktan belleri incinmiş başka toplulukların ülkelerinde krizler icat etmek zulümdür; kendi toplum çıkarlarını artırmak veya korumak için başka toplumların içine fitne, fesat, ihtilal, terör sokmak zulümdür...
Zulme uğrayanlar adaleti gerçekleştirmenin başka bir yolunu bulamazlarsa -normal şartlarda yanlış olan, yanlış sayılan- yollara da başvurarak, hukukun, ahlakın, geleneğin dışına çıkarak ihkak-ı hak etmeye, intikam veya sonuç almaya kalkışabilirler.
Söz ve kanaatleri muteber olan fertlerin veya grupların "zulüm, haksızlık, adaletsizlik" -olarak değerlendirdikleri işleri yapıp edenler; şikayetlere, uyarılara, öğütlere kulak vermeyenler bir gün başkalarının elinden bir felakete uğrarlarsa, hem onlar hem de felakete ağıt yakanlar bir de dönüp "sebep" üzerinde durmalı, saikleri düşünmeli, tedbirleri bu yöne de kaydırmalıdırlar. Aksi halde zulüm zulme, şiddet şiddete kapı açabilir ve açıyor".[173]

7- İslamın Tariflerde Anılan Şiddetle İlgisi Yoktur.

İslam'ın Ahlâkî ve hukukî prensiplerini az çok bilen veya Arapça bilinmiyorsa Kur'an'ı mealinden okuyanlar bu dinin yukarıdaki tariflerde belirtilen şiddetle en ufak bir alakasının olmadığını anlamakta gecikmez.. Mesela "bireyin canına, malına, dinine, namusuna ve toplum düzenine kasteden, kaba kuvveti ve sertliği içeren bütün davranışların şiddet oiduğu" açısından konuya baktığımızda dinimizin, hatta tahrife uğramamış bütün semavî dinlerin ana hedeflerinin, bu beş temel değeri korumak olduğu herkesin malumudur. Dinimize göre, hangi gaye ile olursa olsun masum insanların öldürülmesi yasaklanmıştır. Hiçbir suçu olmadan bir cana kıymanın bütün insanların canına kıymak gibi büyük bir cürüm olacağı. Yeryüzünde veya herhangi bir ülkede fitne fesad gibi şiddet içeren olaylar çıkararak meşru düzeni bozmanın en ağır cezalara sebep olacağının Kur'an tarafından ilan edilmesi, [174] bunun en açık delilidir. Bu konuda Kur'an ve Hadiste daha bir çok uyarılar görürüz:
Mesela Peygamberimizin Veda Haccındaki şu uyarısı çok dikkat çekicidir:
"Şüphe yok ki, kanlarınız, mallarınız, namuslarınız ve bedenleriniz bu mukaddes şehir (Mekke)de, bu mukaddes aydaki günler kadar birbirinize haramdır,(dokunulmazlıkları vardır). O halde benden sonra, bir birinizin boynunu vuran (canına kıyan ) kafirler (gibi) olmayın." [175] Ayrıca
"Yoldan, insana eziyet veren şeyleri kaldırın.!.." [176] uyarısı da, insanlara sıkıntı veren şeylere karşı dinimiz İslam'ın tavrını açıkça ortaya koymaktadır.
Kur'an'ın ifadesine göre toplumların farklı ırk, renk ve kültürlere sahip olması bir birleriyle tanışıp kaynaşmaları, iyi ilişkiler kurup birbirlerinin ticarî, ilmi kabiliyetlerinden istifade etmeleri içindir. Yoksa birbirlerine karşı şiddetle muamele etmeleri için değildir.
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, Ondan en çok (saygı ile) korkup (fenalıklardan) sakınan izdir.”[177]
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." [178]
"Ey iman edenler! Hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır."[179] "...Artık ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız." [180]
Bu âyetlerle Kur'an bütün insanları kardeşlik camiasına davet edip asgarî müşterekler ve ortak değerlerde birleşmeyi istemektedir. [181] Şu halde İslam dininin en önemli hedeflerinden birisinin insanlar arası barış ve huzuru sağlamak olduğu gayet açıktır.
İnsanlar arası barış ve huzurun sağlanması da, öncelikle hak ve vazifelerin, insan fıtratına uygun ve âdil bir şekilde tanzimi ile mümkün olur. Bu sebeple Kur'an ve dolayısıyla İslam Kul haklarını yani insan haklarını, en titiz ve âdil bir şekilde, fert ve toplum arasında tevzi ederek bu barışın esaslarını vazetmiştir. Bunun içindir ki İslam'ın bir adı da "dînu'l-hak"tır.[182] Elmalılı M. Hamdi Yazır "din:~u'l-hak", yani İslam dini hakkında açıklamasını yaparken, "bütün insanlığın hukukunu tekeffül eden hak din", "her şeyin ve her kesîn kendine mahsus bir hukuku bulunduğunu beyan eden, hakların kutsallığını ilan eden, hak ve hukukun gereklerine göre hak ve vazifeleri tanzim eden din" ifadelerini kullanmaktadır. [183] Günümüzdeki ifadesiyle, İslam, inanç farklılıklarına bakmadan bütün insanların sahip olduğu beş temel değerini, yani can, mal, akıl, din ve ırz emniyetinden oluşan temel hak ve hürriyetlerini, garanti edip koruyan hatta onları kutsallaştıran bir dindir. Kul hakkı ihlali en büyük günahlardan sayılır ve hak sahibi ile helalleşmeden, Yüce Allah tarafından bile affedilmeyeceği belirtilmiştir. Yine İslam'a göre yeryüzündeki canlı cansız her şey insana verilmiş bir emanettir, korunması gerekir. Bu açıklamalara göre de dinimiz; ırk, renk, inanç ve benzen farklılıklardan dolayı ayırımcılık ve kayırmacılık yapmaz, yapanlara göz yummaz. Çünkü dinimiz İslam'a göre, farklı din veya ırka mensup kimselerle olan ilişkilerimizde daima adalet, iyilik, hoşgörü ve karşılıklı menfaatler çerçevesinde anlaşmak ve barışmak esastır. [184]
İslam âlimlerinin yazdığı Ahlak kitaplarını incelediğimizde fert ve toplum olarak, yöneten ve yönetilenler olarak her kesin ve her müessesenin hak, vazife ve sorumluluklarının tafsilatlı bir şekilde tespit edildiğini görürüz.
Kur'an, hak-hukuk ve sorumlulukların sağlıklı bir şekilde yürütülmesini sağlamak için emanetlerin, yani yönetimin halk tarafından, kendi içlerindeki en ehil kimselere verilmesini emrettikten [185] sonra, bu şekilde oluşturulan yöneticilere itaat edilmesini de istiyor. Ancak bu itaat görevi eleştiri ve tenkit hakkımda kısıtlamıyor.
Hak ve vazifelerin en güzel bir şekilde tanzim edilmesi de yeterli olmayabilir. Bu konuda halkın eğitilmesi, hak, vazife ve sorumlulukların neler olduğunun öğretilmesi, iyiliklerin teşvik, kötülüklerin de caydırılması gerekir. Buna rağmen toplum düzenine uymamakta ısrar edenlere karşı da, herkes için geçerli olan hak ve vazifeleri koruma altına alma zarureti vardır. Yani bu hakları çiğneyenleri caydırıcı cezalarla cezalandırıp önlem almak kaçınılmaz olur. Ancak cezalarda şahsilik/bireysellik esastır, sadece suç işleyen kimse muhakeme edilip cezalandırılmalıdır. [186]

B- İyiliği Emredip Kötülüklerden Vazgeçirmede Şiddete BaşVurulmaz

İyiliği emredip kötülüklerden vazgeçirmede ilim, hikmet, öğüt ve fikrî tartışmalar esastır, şiddete baş vurulmaz. İşlenen kötülük suç kapsamına giriyorsa resmî merciler tarafından muhakeme edilir ve cezalandırılır.
Kur'an, beş temel değerin, yani can, mal, akıl, din ve ırzın korunması ve İslam toplumunda ortak bir şuurun meydana gelmesini sağlamak için, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamayı fert ve toplum olarak herkese, kabiliyeti nispetinde bir görev olarak vermiştir. Böylece toplum yapısında tam bir oto kontrol sağlanmış olur. Bu yapılmadığı takdirde müşterek değerlerin, temel hak ve hürriyetlerin korunması mümkün olmaz, neticede topluma fitne ve fesad ve anarşi hakim olur. Ancak İslam âlimlerinin çoğunluğu bu görevin farz-ı kifaye olduğuna hükmetmişler ve "içinizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan bir topluluk bulunsun." [187] Âyetini de buna delil olarak getirmişlerdir. Aynı zamanda anılan ayetin, bu görevin, emir ve nehiy metotlarını bilen nitelikli kişiler tarafından yapılması gerektiğini de ortaya koyduğunu söylemişlerdir.
İslam alimlerinin çoğunluğuna göre, İşlenen münker, yani fert ve topluma zarar v eren bir kötülük, yalnız şüphe ile değil, tecessüse kaçmadan ve kişilik haklarını çiğnemeden gerekli delilleri ile tespit edildikten sonra, en hafifinden en ağırına doğru şu metodular uygulanır:
a) İşlenen fiilin gayri meşru olduğunun, fert ve topluma zarar vereceğinin anlatılması;
b) Bilerek kötülük işleyene öğüt verilmesi,
c) Tekdir ve tehdit, Yani suç alışkanlık boyutuna ulaşmamışsa azarlayıp tekrarı halinde ileride verilecek cezayı hatırlatıp caydırmaya çalışılırı,
d) Kötülüğe yol açan durumun ortadan kaldırılması, kötülükte kullanılan âletlerin imha edilmesi,
e) Yine de tekrarı halinde ölçülü bir şekilde şu ta'zîr cezalarından birinin uygulanması:
Hapis, topluma teşhir, meslekten men, darb, nefs-i müdafaa durumu halinde ise silahlı müdahale ve gerekirse sürgün. Bu son metot, çatışmaya ve giderek toplumda fitne ve fesada yol açacağından yalnız görevliler tarafından icra edilir. Bunun için de İslam Tarihi boyunca gelişme gösteren ve bugün emniyet teşkilatına dönüşen "hisbe teşkilatı" kurulmuştur. İslam âlimlerinin çoğunluğu, toplumda yeni haksızlıklara, fitne, fesad ve bölünmelere sebep olacağı için iyiliği emir kötülükleri nehiy faaliyetlerinde yaptırımlı fiilî müdahaleleri sadece-resmî kurumlara bıraktığına göre; fertlerin dolayısıyla sivil örgütlerin yetkisinin ise eğitme, aydınlatma, tenkit eleştiri ve uyarma gibi barışçı ve uzlaştırıcı teşebbüsler ve iyiliğe ortam hazırlamakla sınırlı kaldığının gözden uzak tutulmaması gerektiği ortadadır. [188]
İslam alimlerinin içinde azınlıkta kalan Haricî, Şiî ve Mûtezilî alimlerin bu konudaki şidddet içeren görüşleri fert ve toplumu Islahtan çok, ifsad edip fitne, fesad ve bölünmelere sebep olacağı için şiddetle tenkit edilip reddedilmiştir. Nitekim İslam tarihinde Hz. Osman'ın şehadetiyle başlayan ve çok uzun süre müslümanları fitne ve fesada boğan olaylar da bu aşırı görüşlerin sonucudur. [189]

C- Cezada Adalet Ve Caydırıcılık Esastır, Şiddet Ve İşkence Yasaktır

İşlenen suça verilecek cezada adalet ve caydırıcılık esastır, şiddet ve işkence yasaktır. Suçluya işlediği suça denk ceza verilir:
Ceza sadece suçu işleyene uygulanır, ailesi, çevresi, kabilesi veya sonraki nesiller bu konuda sorumlu tutulamaz.
Mukaddes kitabımız Kur'ân'a göre her insan günahsız ve suçsuz olarak, diğer bir ifadeyle masum olarak dünyaya gelir ve rüşt çağına gelinceye kadar da böyle devam eder. Çünkü İslam'a göre aklı olmayanın dini ve sorumluluğu da yoktur. Herkesin sorumluluğu, aklın olgunlaştığı rüşt çağı/bulûğ çağından sonra başlar: Bundan sonra herkesin sevabı, günahı, vebali ve sorumluluğu kendisine aittir. Hiçbir kimsenin işlediği günah başkasına geçmez. Bu yüzden Hıristiyanlıkta iddia edildiği gibi Hz. Âdem ve eşi Havva'nın kendilerine yasaklanan meyveden yemeleri ile oluşan suç çocuklarına geçmez. Ayrıca Kur'ân'a göre bu suç onların yaptıkları tövbeler sayesinde, daha o zaman affedilmiştir. [190] Şu halde hiçbir insan başkasının işlediği bir suçtan dolayı cezalandırılmaz. Her kes kendi işlediği suçun günahını yüklenip cezasını çeker, yaptığı iyiliğin sevabı da kendisinindir.
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları ( iyilik ve kötülükler) kendilerine aittir, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilecek değilsiniz." [191]
"Herkesin kazandığı (sevap, günah ve suçlar) kendisine aittir. Kendi günah yükünü taşıyan hiç kimse diğerinin günah yükünü taşımaz." [192]
"İyilik ederseniz, kendinize iyilik yapmış olursunuz; kötülük işlerseniz, onu da kendinize (yapmış olursunuz).” [193]
"Kim doğru yolu bulup seçerse,, bunu sadece kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, ancak kendi zararına sapmış olur. Hiç bir günahkar, başkasının günah yükünü taşımaz. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz." [194]
Bu âyetler, başkaları tarafından yıllar önce işlenen suçlar yüzünden günümüzdeki masum insanların sorumlu tutulamayacağını açıkça ifade etmektedir. Çünkü suç ve ona verilecek ceza şahsîdir, bireyseldir; başkalarına geçmez.
İslam, suçun ve suçlunun tespit edilmesini, yargılanması ve cezalandırılmasını toplumun yöneticilerine bırakmış; bu konuda adalet, eşitlik, şahsîlik, objektiflik, şeffaflık, kanunilik ve hukukun üstünlüğü prensiplerine bağlı kalınmasına özen göstermiş, şüphe ve tereddütlere göre karar verilmemesini istemiştir. Bu konuda Peygamberimiz şu uyarıda bulunur:
"(Şüphe ve tereddütler varsa) elinizden geldiği ölçüde müslümanlardan cezalan kaldırınız. Eğer onun için bir çıkar yol varsa hemen salıveriniz. Çünkü devlet başkanının affetmede hata etmesi, cezalandırmada hata etmesinden daha hayırlıdır." [195]
Buna göre suçu ve suçluyu tespit ve cezalandırma yetkisi adalete verilmiştir, mahkeme görevlileri bu konudaki zahirî delilleri inceleyip kararını verir ve uygulatır. Toplumun herhangi bir ferti hem savcı, hem hakim ve hem de infaz görevlisi gibi davranıp kızdığı bir kimseye suç isnat ederek onu cezalandırma yetkisini kendinde bulamaz.. Cezaların bu şekilde yetkisiz kimseler tarafından, keyfî bir şekilde haksız yere ve suçsuz kimselere verilmesinin günümüzdeki adı, anarşi ve terördür ki bu durum toplumlarda tedavisi imkansız yaralar açar.
Şu halde İslam'da ihkâk-ı hakk, yani kişinin kendi hakkını bizzat kendi kuvvetiyle elde etmesi veya kendisine karşı işlenen suçun cezasını bizzat kendisinin takdir edip uygulaması keyfîlik, kin ve nefrete yol açacağından mümkün değildir, mahkemeye başvurulur. Böylece tarafsız bir mahkeme hem suçluyu âdil, yeterli ve caydırıcı bir şekilde cezalandırarak toplumsal vicdanı tatmin etmiş; hem de suça maruz kalanın hakkını koruyarak, müslümanlâr arasında şiddet ve kan davalarının önlenmesinde etkin bir rol oynamıştır.
İslam dini, suça iten sebepleri büyük ölçüde ortadan kaldırmış, insanı iman, ibadet ve ahlakî terbiye ile olgunlaştırmış ve gereken diğer tedbirleri almıştır. Buna rağmen fert ve topluma karşı zarar veren davranışları işleyenleri de caydırmak için bazı cezalar takdir etmiştir. Böylece nasihat, öğüt uyarı ve benzeri metotların fayda vermediği, daima kötülük işlemeye meyyal şahısları cezalandırarak suç işlemekten caydırılmaya çalışılır. Çünkü tarih boyunca toplum içinde işlenen haksızlık ve zulümleri önlemek için bütün dinler, bütün ahlâk ve hukuk sistemleri işlenen suçlara uygun cezalar takdir etmişler ve bunları uygulamışlardır. Dinî veya siyasî, hiç bir sistem fert veya toplumuna karşı suç işleyenlere "ah ne iyi ettin, gel seni mağdurlarının tepkilerinden ve saldırılarından koruyup kuş sütü ile besleyelim" dememiştir. Zira suçlulara hak ettiği ceza verilmediği takdirde kamu oyu galeyana gelir, her kes birbirine girer, ortaya çıkan fitne, fesat, kargaşa ve anarşiler toplumları çökertir.
Bu konudaki zafiyet ve ihmalkarlık mağdurların haklarını bizzat kendileri tarafından takip edilmesine yol açar ki, yukarıda da belirtildiği gibi bunun sonu toplumsal anarşi ve şiddettir.
Suç ve günahların şahsîliği konusunda açıklanması gereken önemli bir husus da şudur. Bir suçu işlemediği halde ona teşvik eden, ön ayak olan, azmettiren, veya o suçu ilk defa işleyip diğerlerinin de aynı suçu işlemesi konusunda kötü örnek olan, kötü bir çığır açan, onun reklamını yapan kimseler "azmettirme" suçunun cezasından kurtulamazlar. Bunun tam aksine, müspet manada önderlik yapanlar da, işlenen iyiliklerden ayrıca sevap alırlar. Bu durum suç ve günah ile iyilik ve sevabın şahsîliği prensibini bozmaz, tam aksine destekler mahiyettedir. Çünkü bir işe azmettirmek de sahibine müspet veya menfi manada sorumluluklar yükleyen ayrı bir iştir.
"Kim iyi bir işe aracılık ederse, onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da o işten bir (günah) payı olur. Allah her şeyin karşılığını verendir.” [196]

D- Sertliğin Caiz Olduğu Yerler.

YüceAllah Kur'an'ın bir çok âyetinde affı ve müsamahayı tavsiye ederken, bâzı ayetlerde de sertliği emretmektedir. Bu âyetleri incelediğimizde görürüz ki, kendileri defalarca uyarıldığı halde topluma zarar vermekten bir türlü vazgeçmeyen fert ve toplumların fitne, fesad içeren bu tür davranışlarının artık müsamaha ile karşılanmaması istenmiştir. Mesela münafıkların zaman zaman kendi aralarında gizlice toplanıp İslam'ın aleyhine planlar kurmaları, hatta bu toplantılarını yasal hale getirmek için Medine'nin uzak bir mahallesinde bir mescit inşa edip maksatlarının ibadet olduğunu göstererek burayı Bizans'tan gelen casusların toplanacağı bir üs haline getirmeleri, [197] Müslümanların Tebük seferine çıkmalarını önlemeye çalışmaları, Bu seferten dönüş esnasında dar bir geçitte yol alırken Hz. Peygambere suikast tertip etmeleri, Tövbe Sûresinin ilk Âyetlerine muhatap olan bedevilerin, zayıf kabilelere baskın ve yağmacılık gibi cahiliyye dönemindeki alışkanlıklarını devam ettirmek istemelerinin artık hoşgörü ile karşılanmaması gerektiği, hatta bu fiillerine uygun en sert cezaları uygulamaktan geri durmamaları hatırlatılmıştır. Çünkü bu tür davranışlar, toplumun her kesiminde duyulur ve mahkemeye intikal ettirildiği halde cezalandırılmadığı takdirde devlet zaafa uğrar caydırıcılık konusundaki söz, tavır ve kanunları ciddiye alınmaz olur. [198]

_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6732
Rep Gücü : 10015184
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Empty
MesajKonu: Geri: KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET   KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Icon_minitimeC.tesi Ağus. 28, 2010 12:57 pm

E- Gayri Müslimlerle İlişkiler

1- Müslümanların Müslüman Olmayanlarla İlişkilerinde Şiddete Başvurulmaz, Karşılıklı Menfaatlere Dayalı Barış Uygulanır;

Kur'an' göre, müslüman olsun veya olmasın, insanlar arasındaki ilişkilerde daima barış esastır. Barış halinde iken gayrimüslimlere olan ilişkilerimizin nasıl olması gerektiği konusunda Kur'an, Hadis ve İslam tarihinde çok geniş uygulama örnekleri ve esaslarına sahip durumdayız. Şimdi sunacağımız âyetler incelendiğinde, İslam'ın ancak insanlar arasında, âdil olan bir barışı sağlamak için geldiğinde hiç şüphe kalmayacaktır.
"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir de dişiden yarattık. Sonra sizi, birbirinizle tanışmanız için kabileler ve milletlere ayırdık" [199]
"Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik."[200]
"Ey iman edenler! hep birden barışa girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır." [201] "Eğer (Düşmanlarınız) barışa meylederlerse sen de ona yanaş ve Allah'a güvenip dayan Çünkü O, işitendir, bilendir." [202]
"O halde sizinle savaşmayı bırakıp bir tarafa çekilirler de sizinle savaşmazlar ve size barış önerirlerse, artık Allah onlara karşı (savaşmanız için) size bir yol bırakmamıştır." [203]
Bilindiği gibi Peygamberimiz Medine'ye hicret edince yaptığı ilk iş; oradaki Ensar, Muhacir, Müşrik ve Yahudi gibi farklı toplumlar arasında karşılıklı hak ve vazifeleri bildiren bir barış ittifakı kurmak olmuştur. Bu ittifak, "Medine Anayasası" olarak da bilinir. Hz. Muhammed hicretten sonraki seneler içinde, müslümanların güç ve hakimiyetleri gelişip, karşı konulamaz büyük bir güce ulaştıkları halde, birçok Hıristiyan ve müşrik kabilelerle barış antlaşmaları yapmış, yine mecbur kalmadıkça savaşmamıştır. Yine Hudeybiye antlaşmasından sonra, iki sene de olsa müslümanlara her çeşit işkenceleri uygulayan Mekkeli müşriklerle de barış halinde yaşadılar. Ayrıca Hulefa-i Raşidin. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve en nihayet Osmanlılar zamanında Anadolu ve Rumeli'de Kitap Ehli gayrimüslimlerle çok uzun sürelerde barış halinde iken en güzel komşuluk örneklerini görmekteyiz.
İki senelik Hudeybiye barışı esnasında inen vahiyler içinde bize bu konuda ışık tutacak ayetler görüyoruz: "Allah sizi, din uğrunda sizinle savaşmayan/ara ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikle muamele etmenizi ve adaletle davranmanızı menetmez. Şüphesiz ki Allah, adaletle davranıp insaf ölçülerine bağlı kalanları sever.[204] Rivayete göre bu ayet Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma'nın henüz müşrik olan annesi tarafından ziyaret edilmek istenmesi üzerine inmiştir. Esma getirilen hediyeleri kabul etmediği gibi O'nu eve almak da istememiştir. Durum Peygambere intikal edince bu âyet iner ve barış halinde iken müşriklerle iyi ilişkiler kurulabileceği hükmü böylece konmuş olur. Buna göre, dinlerinden vazgeçirmek veya yurtlarından çıkarmak için müslümanlarla savaşmayan, bu konuda başkasına yardımda bulunmayan gayrimüslimlerle iyilik ve adalete dayanan ilişkiler kurulabileceği açıkça anlaşılmış ve uygulanmaya konmuştur. [205] Durum böyle olunca; farklı dinlere mensup olanlarla ilişkiler "uzak komşu" [206] anlayışı ile sürdürülmelidir. Buna göre onların can, mal, din, namus ve nesil güvenlikleri ihlal edilemez. Buna göre Ehi-i Kitâb ile alış-veriş yapılır, kestikleri hayvanlardan yemek müslümanlara helaldir, [207] fakirlerine yardım eli uzatılır, hastaları ziyaret edilir. Bilindiği gibi Peygamberimiz s.a.v. Yahudi komşularının hastalarını ziyaret etmiş, onlarla borç alış-verişinde bulunmuştur...
Konuyla ilgili başka bir âyette de müslümanlar farklı inançlarla alay etmemek ve tanrılarına hakarette bulunmamak, diğer bir âyette ise haklı sebepleri bile olsa bir topluma karşı duyulan kin ve nefretler onlara karşı adaletsizliğe sevk etmemesi konusunda uyarılmıştır:
"Ey İman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya sevk etmesin.." [208].
"Allah'tan başkasını ilah edinip (onlara) tapanlara sövmeyin, sonra onlar da bilgisizce sınırı aşıp Allah'a söverler. Her ümmete böylece amelleri süslenmiştir.” [209] Âyetlerden açıkça anlaşıldığına göre bir müslüman hiç bir zaman Kitap Ehlini dini, mezhebi ve farklı inancından dolayı küçümseyemez, onlarla alay edemez, önceden kendilerine karşı işledikleri suçlardan dolayı zulümde bulunamaz. Asgari müştereklerde onlarla birleşip güzel bir şekilde komşuluk ilişkilerini sürdürür. Çünkü bütün semavî dinlerin kaynağı aynıdır ve bu sebeple temel değerlerlerde de bir benzerlik ve asgarî müşterekler vardır. Bu sebeple müşterek değerleri bir tarafa bırakıp, birtakım ihtiras ve hasetlerden dolayı dinlere sonradan katıştırılan detaylar [210] için düşmanlığa gerek yoktur. Dolayısıyla bu müşterek değerler etrafında birleşip fikrî tartışmalar yaparak anlaşmak varken kavga ve gürültüye hiç de gerek yoktur:
"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahy'ettiğimizi, İbrahim'e Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı... De ki: Ben Allah'ın İndirdiği bütün kitaplara inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz sizin de Rabcinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Artık aramızda sürtüşme, tartışma ve iddialaşmaya gerek yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O'nadır." [211]
Bilindiği gibi Mekkeli müşriklerle yapılan savaşlarda saldırıyı ilk defa başlatanlar müslümanlar değildir. Müslümanlar bu savaşları, Müşriklerden gelen saldırılara karşı başta can güvenliği olmak üzere, temel hak ve hürriyetlerini korumak için yapmışlardır. Temel hak ve hürriyetlere saldırının olmadığı toplumlarda gayrimüslimlerle ilişkilerin karşılıklı menfaatlere dayalı iyilik ve barış olduğu ayetlerde açıklanmaktadır:
"Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara âdil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din(inizi terk etme) uğrunda savaşanları, sizi yurdunuzdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlara dost olursa işte zalimler onlardır." [212] Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi müslümanların inanç özgürlüğü ve kendi ülkelerinde yaşama hakları ihlal edilmediğinde barış ve dostluk tavsiye edilmektedir.
Kur'an, bütün insanları, farklı inançları ve ırklarına bakmaksızın, insan olarak saygıya layık görür ve Yüce Allah'ın insanoğluna verdiği vazgeçilmez ve başkasına devredilemez haklarını kabul eder.
"And olsun ki biz Ademoğullarını şerefli kıldık, onlara karada ve denizde (kendilerini) taşıyacak vasıtalar ve güzel güzel rızıklar verdik, Onları yarattıklarımızın pek çoğundan üstün kıldık" [213] Yine Kur'an, insanoğullarını fıtratları gereği sahip oldukları vazgeçilemeyen ve başkasına devredilemeyen hak ve vazifelerinde eşit kılmış, bu konuda şöyle buyurmuştur.
"Ey insanlar, doğrusu biz, sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle kolayca tanışasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en şerefliniz, takva bakımından en üstününüzdür."[214]
Bu ve bu konudaki diğer ayetlerden anlıyoruz ki Kur'an, din, ırk ve rengi ne olursa olsun, insan haklarına hürmet etmeyi emretmiştir. İnsan haklarına saygı da ancak barış ortamında sağlanabilir. Bu sebeple beşerî münasebetlerde barış her şeyin başında gelir.[215]

2- Kâfirler, Müşrikler ve Ehl-i Kitapla Dostluğu Yasaklar gibi Görülen Âyetlerin Kapsamı ve Amacı:

Kur'an'ın bazı âyetlerinde kafirlerle dostluğun yasaklandığı ifade edilmektedir:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyan’ları dost edinmeyin. Zira onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler toluluğuna yol göstermez... Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine Kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dost edinmeyin, Allah'tan korkun; eğre müminler iseniz." [216]
Âyetlerde geçen "veli/evliya" kelimesi ve türevleri dost manasına geldiği gibi, ittifak kurmak, müttefik olmak manalarına da gelmektedir. [217] İlk bakışta bu durum İslam'ın toplumlar arası ilişkilerde barışı esas aldığı tezimizin tutarsızlığını ortya koyar gibi görünmektedir. Fakat bu âyetlerin iniş sebebi, bilhassa o zamanki siyasi durumla ilgili târihî şartları incelediğimizde ayetlerin genel değil, özel durumlar için hüküm ifade ettiği anlaşılır:
Bilindiği gibi Peygamberimiz Medine'ye geldiğinde Ensar, Muhacir, müşrik ve bütün Yahudi kabilelerini içine alan vatandaşlık antlaşması yapmıştı. Buna göre ümmeti oluşturan her toplumun hakları ve sorumlulukları vardı. Bu meyanda Medine'ye dışardan gelebilecek saldırılara hep beraber karşı koyup şehri savunacaklardı. Müslümanların Bedir savaşındaki başarılarına kıskanan Yahudiler Mekke müşriklerini kışkırtarak müslümanlara savaş açtırmışlar, hatta onları bu savaşlarda açıkça destekleyerek, Medine'yi koruma matuf bu antlaşmaya ihanet etmişlerdir. Böylece Yahudi kabileleri, birbiri ardınca vatandaşlık antlaşmasını bozup Mekkeli müşriklerle beraber Peygambere karşı savaş durumuna geçtiler. Müslümanların, bilhassa eskiden beri Yahudilerle dostlukları/ittifakları olan Evs ve Hazreçten meydana gelen Ensarın, bu yeni durum karşısındaki tavırlarını açıklayıp kimden yana olduklarını bildirmeleri gerekiyordu:
Rivayetlere göre Ensar'dan Ubâde b. Sâmit (r.a.) bu maksatla Peygamberimize gelip şöyle der:
"Ya Rasulellah! Benim bu yahudilerden pek çok dostum/müttefikim var, fakat ben bunların dostluklarından (vazgeçip) Allah'a ve Rasulüne sığınıyor, Allah ve Rasulü ile ittifak kuruyorum" der. Abdullah b. Übeyy ise: "Ben öyle bir adamım ki (Yahudiler galip geldikleri takdirde başımıza gelebilecek) felaketlerden korkarım, dostlarımdan vazgeçmem." Diyerek kaypak bir tavır içine girer. Buna göre münafıklar müslümanlardan yana görünmekle beraber, yenilgiye uğradıkları taktirde düşmanlardan bir zarar görmemek için onlarla olan eski dostluk ve ittifaklarını da sürdürmek istiyorlardı. Âyetler Bu olaylar üzerine inmiştir. Münafıkların bu ihanet ve bozguncu tutumlarını gözler önüne seren başka bir âyet de şöyledir: "Münafıklara, kendileri için acı dolu bir azap olduğunu müjdele. Müminleri bırakıp da kafirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir." [218]
Şu halde Ehli Kitapla dostluğu yasaklayan bu âyetlerin hükmü, sadece müsfümanlarla savaş durumuna geçen toplumlar için geçerlidir. Zaten bu âyetin, devamında "dininizi alay ve oyun konusu edinen Kitap ehli" kaydı da âyetin genel olmadığını açıklamaktadır. [219] Muhacirlerden Hatip b. Beltea'nın, bazı zaafları yüzünden Mekke'nin Fethi ile ilgili hazırlıkları Kureyş'e bildirmeye teşebbüsünden bahseden Mümtehine Sûresinin ilk âyeti de böyledir. Nitekim aynı sûrenin devamında hangi toplumlarla iyi ilişkiler kurulabileceği ve hangilerle iyi ilişkilerin yasaklandığı açıkça ifade edilmektedir. Bunun yanında Peygamber (s.a.v.)'in de, Mekke'li müşriklerle ve Necrân Hıristiyanlar ile yaptığı barışlar da, dostluğu yasaklayan âyetlerin mutlak olmadığını gösterir. Şu halde diğer toplumlarla dostluğu yasaklayan âyetler bu tür özel ve geçici durumlar için söz konusudur genel değildir. Fakat devletin güvenliği gibi, gizli ve önemli işlerde onları istihdam etmenin doğru olmadığı da ayrı bir gerçektir. "Hz. Ömer (r.a.)'a Hıristiyan bir genci kâtip olarak tavsiye ettiklerinde, "müslümanlarda başkasını gizli ve önemli işlerde sıkı fıkı dost mu edineyim? Diyerek reddetmiştir, [220] Ancak ilimde, fende ve sanatta herkesten istifade edilebilir. Bağdat ve diğer şehirlerde kurulan felsefî ve teknik okullarda gayri müslim öğretmen ve bilginler istihdam edilmiştir. [221]
Reşid Rıza'nın ifade ettiğine göre, Zemahşert ve Beydavî'nin, selefin nüzul ortamı ile ilgili bu sahih rivayetlerini incelemeden, ayetlerin hükmünün genel olduğunu ifade etmeleri ve onlardan sonraki müfessirlerin de buna uymaları, İslam âleminde yanlış anlama ve uygulamalara sepep olmuştur. [222]
Ancak şu da ayrı bir gerçektir Kur'ân, Ehl-i Kitâb veya diğer toplumlarla ilişkilerde daima dikkatli olmamızı, çünkü içlerinde müslümanlara karşı iyi niyet beslemeyan, ön yargılı, verdikleri söz ve antlaşmalarına uymayan kimselerin bulunduğunu ikaz etmektedir:
"Kitap Ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de var ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bunun sebebi de onların, "ümmilere karşı yapılarımızdan dolayı bize vebal yoktur." Demeleridir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar." [223]

3- Gayri Müslimleri Dine Davette İlim, Hikmet, Öğüt ve Fikri Tartışma Esastır; Baskı, Kaba Kuvvet ve Şiddet Uygulanmaz.

Yine "şiddetin tarifinde geçen:
"İkna etmek, inandırmak veya uzlaşmak yerine kaba kuvvet kullanmak" ifadeleri açısından Kur'an'ı incelediğimizde şu gerçekleri görürüz:
Öncelikle şu gerçeği hemen vurgulamak gerekir ki Kur'an, farklı inançlara sahip fert ve toplumların varlığını bir vakıa, bir realite olarak kabul edip onları kaba kuvvet ve şiddet kullanmadan medenî ölçüler içinde (ilim, hikmet, öğüt, fikrî tartışmalar yaparak) Hak Din'e davet eder. Yukarıda da belirtildiği gibi bütün peygamberlerin metodu budur. Buna göre Dine davet, uyan, ve irşat faaliyetlerinde daima ikna ederek inandırmaya çalışmak, edep, terbiye, nezaket sevgi ve hoşgörü esastır. [224] Karşı taraftan temel hak ve hürriyetlere yönelik saldırı olmadıkça kuvvet kullanılmaz.
İslam tarihi ve âyetlerin nüzul sebeplerini dikkate alarak, konuyu incelediğimizde Kur'ân'ın İslam'ı zorla kabul ettirmek için değil; Temel hak ve hürriyetleri korumak ve insanlarla bu dinin arasına giren engelleri kaldırmak için savaşmayı emrettiğini görürüz. Aslında dini kabul veya reddetmede her fertin hür iradesi ve kendi beyanı esastır.
"Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Halkı zalim olan şu ülkeden bizi çıkarıp kurtar ve kendi katından işlerimizi düzene koyacak bir sahip ve kendi tarafından bize bir yardımcı gönder" diyen (haklan çiğnenmiş) zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz." [225]
"Dinde zorlama yoktur, zira doğru eğriden (yani Hakk bâtıldan, hidayet dalaletten, Hayır serden, iman küfürden) tamamen ayrılıp açıkça ortaya çıkmıştır. Artık kim Hakka yönelir de Putları inkâr edip Allah'a inanırsa, gerçekten o, hiç kopmayacak olan bir kulpa tutunup yapışmıştır. Allah her şeyi işitir ve bilir." [226]

a- Bütün Peygamberler Dine Davette İlim, Hikmet, Öğüt ve Fikrî Tartışma Metodunu Kullanmıştır.

Bütün peygamberler dine davette bu metodu kullanmışlardır. Mesela Zulüm, şiddet ve zorbalığın sembolü olan Firavun'a karşı gönderilen Peygamber Hz. Musa ve Harun'un tatlı sözle tebliğ yapmaları istenmiştir:
"(Ey Musa!) Sen ve kardeşin açık belgelerimle (Firavun'a) gidin, beni anmak hususunda gevşeklik göstermeyin.
Firavun'a gidin; çünkü herhalde o azmıştır. Ona, yumuşak söz söyleyin; ola ki öğüt alır, ya da (âlemlerin Rabbına saygı duyup) korkar." [227]

b- Hiçbir Peygamber, İçinde Bulundukları Toplumun Yönetimini Yıkıp Ele Geçirmek İstediklerine Dair En Ufak Bir Söz Söylememiş, Bu Doğrultuda Hiçbir Girişimde Bulunmamışlardır.

Bütün Peygamberler tebliğlerine, Kur'an'ın ifadesiyle "karye" denilen toplumların merkezlerinden başlamışlar, oranın ileri gelenleri ve yöneticileri ile tartışmışlardır. Fakat hiçbir peygamber, her şeye rağmen içinde bulundukları toplumun yönetimini yıkıp ele geçirmek istediklerine dair en ufak bir söz söylememiş, bu doğrultuda hiçbir girişimde bulunmamışlardır. Bunun yerine Peygamberler daima onlara; zulmün, anarşi ve şiddetin kaynağı olan çok tanrıcılığı bırakıp, insanlar arsında adalet ve eşitliğin temeli olan tek tanrıya inanmalarını istemişler ve bu konuda daima medenî ölçüler içinde fikrî tartışma yolunu seçmişledir. Fakat peygamberlere muhatap olan bu liderler saltanatlarını, haksız yollarla elde edip zulüm esası üzerine kurduklarından, halkına zulmetmekten, yani temel hak ve hürriyetleri çiğnemekten vazgeçmeye yanaşmayınca sonunda adalet ve eşitlikten yana olanlarla zâlim yöneticiler arasında, kurtuluş amacı güden harpler meydana gelmiştir.
Bütün peygamberlerin, bu meyanda son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'in yapmak mecburiyetinde kaldıkları bütün savaşlar bu gaye iledir. Yoksa onları zorla müslüman etmek için değildir. Tebliğe muhatap olan toplumlar, yeni dini kabul etmedikleri takdirde, eğer ortada zulüm yoksa savaş yapılmaz, kendileriyle antlaşma yapılır, karşılıklı menfaatlere dayalı iyi ilişkiler kurulur. Kur'an'da bunun en güzel örneği Âl-i İmrân Suresinde konu edilen Necrân Hıristiyanlarıyla yapılan ve günlerce süren fikrî tartışmalardır. Sonunda Necrân'lılar İslam'ı kabul etmeden, bir antlaşma yaparak serbestçe geriye dönüp gitmişlerdir. Bundan sonra da İslam tarihi boyunca, onlardan herhangi bir tehdit gelmediğinden başta Necrân olmak üzere Güneydeki ülkelere karşı her hangi bir sefer düzenlenmemiştir. Burada çok önemli olan başka bir hususa da işaret etmek gerekir:
O da şudur, aslında Necrân'lılar kendilerinden emin bir şekilde Medine'ye gelip Hıristiyanlığı müslümanlara tebliğ etmek istemişlerdir. Buna rağmen peygamberimiz onları Mescitte ağırlamış, kendi inançlarına göre ibadet etmelerine izni vermiş, onların Tevrat ve İncil'den okuyup öne sürdükleri delillerini dinleyip Kur'an ayetleriyle cevaplar vermiştir.
Ayrıca, aslında süresi on sene olduğu halde, Mekkeliler tarafından iki sene içinde bozulan Hudeybiye barışı esnasında, komşu toplumların liderlerine gönderilen İslam'a davet mektuplarında tehdit manasına gelen ifadelerin yer almaması da bunun bir delilidir. Eğer bu mektuplarla yapılan davetler, Necra'hların yaptığı gibi Ümi heyetler ve siyasi delegelerin görüşmeleri şeklinde cevaplandı nisa ve elçiler öldürülmeseydi, savaşlara gerek kalmazdı.. Bu tarihî olaylar Peygamberlerin esas hedeflerinin iktidarları yıkmak olmadığnı ve İslam'ın diğer inançlara sahip fert ve toplumlara karşı olan hoşgörüsünün çok açık bir göstergesidir.
Son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'e de, daha Mekke devrinin ilk dönemlerinde riyaset veya zenginlik teklif edilmişti. Fakat O, bunları elde etmek için gelmediğini ifade ederek reddetmişti.
Şu halde Yukarda da ifade edildiği gibi Peygamberler iktidarları yıkmak için, devleti ele geçirmek için gelmiyor. Fakat iktidarı adaletle yönetmeyen kimseler, halkın inancını kaba kuvvetle önlemek isteyip vatandaşlarına zulmetmeye devam edince, meşru müdafaa durumunda kalan peygamberler ve onlara inananlar sonunda galip geliyor ve böylece zalimler yıkılmış oluyordu. İsrailoğullarının en üst seviyeye ulaştıkları bir dönemde, hem bir peygamber ve hem de bir devlet reisi olan Hz. Süleyman'ın durumu da bununla izah edilir. Demek ki İlahî dinlerin toplumlara kazandırdığı insanî değerler sayesinde, o devleti, o toplumu ve fertleri eğitip yücelterek uyumlu ve mutlu bir yönetim ortaya çıkıyor. [228]

4- Kur'an'a Göre Savaş İzni, Ancak Temel Hak Ve Hürriyetlere Yapılan Saldırıları Durdurmak İçin Verilir:

İslam'ın gayesi insanların sürekli olarak barış halinde yaşamalarını sağlamaktır. Fakat tarih boyunca hırs, haset vb sebeplerle savaşların eksik olmaması gerçeğinden hareketle, barışın sağlanması ve sürdürülmesi için de, daima savaşa hazırlıklı olmak gerekmektedir. Bu yüzden Kur'an, müminlerin savaşa hazır ve bu konuda daima uyanık ve tedbirli olmalarını istemiştir. Bunun yanında meşru müdafaa, yeryüzünde insan hakları ihlallerini durdurmak, zulmü, baskıyı kaldırmak, gerçek manada din ve vicdan özgürlüğünü sağlamak için savaşa izin vermiş ve gerektiğinde müslümanları Allah yolunda cihada çağırmıştır. Bu gayeyle müslümanlar daima savaşa hazır olmalı ve bu konuda kullanılacak araçları üretmekten geri durmamaları gerektiği hatırlatılmıştır. [229] Fakat meşru sebep bulunmadıkça da savaşa girmemeleri konusunda da ikaz edilmişlerdir. [230]

a- Kur'an'da "Savaş" Manasında Kullanılan Kelimeler:

(i) Cihad

Cihad; "c h d " kökünden türemiş bir kelimedir. Arapça'da bu kökün genel manası; kararlı ve şuurlu bir tarzda gayret göstermek, yorucu ve ciddi bir şekilde çalışmak, güçlüklere göğüs germektir. Kur'an'daki kelimelerin hangi manalarda kullanıldığını, "Müfredat" isimli eserinde en yetkili bir şekilde bildiren İsfahânî, bütün gücüyle düşmana karşı koymak manasına gelen cihadın üç türlü olduğunu belirtir:
1. Nefsin arzu ve isteklerini kontrol altına almak için cihad,
2. Şeytana karşı koymada cihad,
3. Zahirî düşmana karşı koymak için cihad. [231] Kur'an'daki kelimelerin manaları için ilk defa kitap yazan Mukâtil (ö. H. 150) ise aynı manaları şu şekilde ifade etmiştir: (Nefis ve Şeytana direnmek için yapılan) amelî Cihad,[232] Düşmana karşi Silahlı cihad, [233] Münafıklara karşı yapılan kavlî/sözlü Cihad. [234]
Şu halde Kur'an'da Allah yolunda cihadı emreden âyetleri sadece İslam toplumuyla gayrimüslimler arasında sürekli savaşmak manasına almamak gerekir. Zira şeytan ve onun vesveselerinin tesiri altında kalan nefis de insana düşmandır ve onların aşırı isteklerini durdurmak için büyük gayret göstermek gerekir. Bunun sürekli olmasını sağlamak için de, Felak ve Nâs surelerinde belirtildiği gibi, dışardan ve içerden/nefisten gelebilecek görnür-görünmez zararlardan korunmak için Allah'a ve O'nun yardımına sığınmak gerekir. Bu sebepledir ki "İbn Kayyim el-Cevziyye, "Mücahid nefsiyle cihad edendir" [235] mealindeki hadise dayanarak kulun nefsiyle olan cihadın, dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada nispetle asıl olduğunu, Allah'ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla cihad edemeyeceğini belirtir. Ayrıca "Ey Peygamber! Kafirlerle ve münafıklarla cihad et" [236] mealindeki âyette geçen cihadın hem kafirlere karşı, gerektiğinde savaş yapmayı, hem de münafıklara karşı kendilerini İslam'a kazandırmak için delil serdetme, sertlik gösterme, onları azarlama gibi silahlı savaş dışında bazı yollara baş vurmayı ifade ettiği gayet açıktır. [237]
Yüce Allah münafıklarla cihadı emrettiği halde [238] Peygamberimizin onlarla savaşmadığını göz önüne aldığımızda, Kur'an'da emredilen cihadın, mecbur kalındığında en son çare olarak baş vurulan savaştan önce yapılması gereken bütün gayretleri göstermek manasına geldiği daha önceliklidir. Mesela Hudeybiye antlaşması öncesinde, en tabii hakları olan Kabe'yi ziyaretten engellendikleri ve geçmişte sosyal boykot ve en ağır işkencelere maruz bırakıldıkları halde müslümanların Mekkelilerle barışmak için gösterdikleri üstün gayretler de cihadı ifade eder. Hatta savaş yapılmadığı halde Kur'an'da bu barışın "feth-i mübîn" olarak isimlendirilmiş olması ve bu konuda bir sûre indirilip "fetih" diye isimlendirilmesi [239] çok ilginçtir. Fakat on senelik müddet için imzalanan bu barış, iki sene içinde Mekkeliler tarafından bozulunca Hicaz bölgesinde kalıcı bir barış sağlamak için, başka çare kalmadığından müslümanların kansız bir saldırı ile çıkarılmış oldukları yurtlarını fethetmeleri de cihadı ifade eder. Yine Mûte ve Tebük savaşları da müşrik Arapların kışkırtması ile Bizanslıların yapmayı planladıkları saldırılan önlemeye matuf silahlı cihatlar kapsamına girmektedir. [240]

(ii) Harp:

Harp: "h r b" kökünden türemektedir, asıl manası savaşta düşmanın mallarını yağmalamak iken, silahlı mücadele yani savaş manasında kullanılmaya başlanmıştır. Harp kelimesi bu manasıyla Kur'an'da şöyle kullanılmıştır. "(Yahudiler) her ne zaman harp (savaş) için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür. Onlar yeryüzünde (barışı bozup) bozgunculuk çıkarmaya çalışırlar. Allah (ise) bozguncuları sevmez." [241]
Bu kelimenin müfâale babından türetilen "hâ ra be" fiili ise, müslim veya gayrı müslimlerden birilerinin sosyal düzeni bozmak için çete/örgüt kurarak; haydutluk yapmak, yol kesmek, yağmalamak, gasp etmek, ırz ve namuslara saldırmak, anarşi, terör gibi şidddet içeren eylemlerle meşru düzene karşı gelmek manalarında kullanılmıştır. İnsanlar arası barış ve huzuru bozan bu tür eylemler Kur'an'da en büyük suç sayılarak kınanmış ve en ağır bir şekilde cezalandırılmaları istenmiştir. İslam hukukçuları da bu tür eylemlerle ilgili hükümleri açıklamak için Cihad bahsi dışında "Hirâbe" başlığı ile başka bir bölüm içinde incelemişlerdir. [242] Ayrıca İsfahanî'nin kaydına göre, heva ve heves ve şeytanla muharebe meydanı olduğu için, mescitlerin kıble tarafını gösteren ön tarafına "harp" mastarından türetilen "Mihrap" ismi verilmiştir. [243]

(iii) Kıtal

Kıtal: "k t 1" kökünden türetilen bu kelime Kur'an'da doğrudan doğruya silahlı savaş manasında kullanılmaktadır. Bu kelime ilk defa hicretten sonra müşriklerin müslümanlara topyekün saldırmaya teşebbüslerinden sonra savaşa izin veren ayette geçmiştir:
"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda savaşın, (Fakat size uyguladıkları işkencelerden dolayı intikam duygularına kapılarak) aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez..." [244]
"Kendilerine savaş açılan müslümanlara,, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah onlara yardım etmeye kadirdir,” [245] Savaşa ilk defa izin veren bu âyetlerde dikkat çeken husus, savaşı başlatanların müslümanlar olmadığı ve savaşın meşru olmasının daha ilk âyetlerde bazı şartlara bağlanmasıdır. Bilhassa "i'tida" kelimesi ile, meşru olan savaşlarda bile her türlü taşkınlığın ve aşırılığın yasaklandığı da önemle vurgulanmaktadır.. İçinde düşmanla savaşın zikredildiği âyetler, siyak ve sibakları ile incelendiğinde harbi gerekli kılan meşru sebepleri de ortaya koydukları görülür. Bu âyetlerin tamamından çıkarılan hükme göre, temel hak ve hürriyetlere saldırı gibi, hiç bir meşru sebep yokken müslümanların gayrimüslimlere, onları zorla müslüman etmek için savaş açmaları mümkün değildir. [246]

(iv) Gaza

"Gaza, Gazve ve gazi" kelimeleri, "g z v" kökünden türetilmiş olup Arzu etmek, istemek, kastetmek, niyetlenmek ve düşmanla savaşmak için (sefere) çıkmak manalarında kullanılmaktadır. [247] Medine'de kurulan devletin birliği ve barışını korumak amacıyla Hz. Muhammed'in katıldığı savaşları ifade için, daha çok hadislerde kullanılan bu kelime Kur'an'da bir yerde geçmektedir:
"Ey iman edenler! Sizler, yeryüzünde (ticaret vb gayelerle) sefere çıkanları veya gazileri (savaşan kardeşleri) hakkında : "Eğer bizim yanımızda kalsalardı ölmezler, öldürülmezlerdi" diyenler gibi olmayın." [248]

(v) Nefir

Nefir: "n f r" Seferberlik halinde topyekün savaşa çıkmayı ifade eden bu kelime de Kur'an'da kullanılmıştır:
"Ey iman edenler! (Düşmana karşı) tedbirinizi alıp, küçük birlikler halinde, yahut (gerektiğinde) topluca savaşa
gidin." [249]
Bütün bunlara rağmen, yani savaş manasına gelen farklı kelimelerin kullanılmasına ve vcihad" kelimesinin manasındaki kapsa genişliğine rağmen İslam hukukçularının cihad denince daha çok "müslüman olmayanlarla savaş" anlamındaki cihada ağırlık vermeleri, bu tür cihadın hukukî bir mahiyet arzetmesi ve bir takım hukukî sonuçlar doğurması sebebiyledir. Yoksa müsteşriklerin iddia ettikleri gibi bu kelimenin manası sadece, müslüman oluncaya kadar bütün insanlarla savaşmak değildir. [250]

b- Mekke Döneminde Kur'ân'ın İslam'ı Tebliğdeki Metodu

Mekke Döneminde Kur'ân'ın İslam'ı Tebliğdeki Metodu ikna etmek esasına dayalı davettir, en acımasız işkencelere maruz kaldıkları halde kaba kuvvete baş vurulmamış, şiddet amaçlı örgüt kurmaya müsaade edilmemiştir.
"İyilik ve takva hususunda yardımlasın, günah ve saldırganlık üzerinde yardımfaşmayın. Allah'tan korkup (kötülüklerden ve her türlü tecavüzden) sakının. Şüphesiz ki Allah'ın cezası çok şiddetlidir."[251]
"Ve (Ey İsrailoğulları) hani birbirinizin kanlarını dökmeyin, (ayrıca) birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayın, diye sizden söz almıştık. Sonra siz de bunu ikrar etmiştiniz ve buna hâlâ da şahitlik ediyorsunuzdur. Buna rağmen siz öyle kimselersiniz ki, birbirinizi öldürüyorsunuz ve aranızdan bir kısmını yurtlarından çıkarıyor, aleyhlerinde günah ve haksızlıklarla birbirinize yardım edip birieşiyorsunuz." [252]
"Gizli konuşmaktan men edilmelerinden sonra yine de o yasaklanan şeyi yapmaya kalkışarak; günah, düşmanlık' ve Peygambere karşı gelme hususunda fısıldaşıp gizlice toplananları görmedin mi? (...) Ey iman edenler!
Birbirinizle gezli fısıldaşmak istediğiniz zaman günah, düşmanlık ve Peygambere karşı gelme hususunda gizli toplantı yapıp fısıldaşmayın. İyilik ve takva (Allah'ın sevgisi ve rızasından mahrum kalmaktan korkup fenalıklardan sakınmak) hususunda toplantı yapıp fısıldasın."[253]
Bu âyetler İyilik ve yardımlaşma amaçlı, vakıflar kurmayı teşvik ederken şer amaçlı gizli toplantı, dernek ve örgüt kurmayı açıkça yasaklamaktadır. Ancak dışarıdan gelebilecek tehdit ve saldırıları önceden haber alıp toplumun güvenliğini sağlamak için istihbarat yapmak ayrı ve meşru bir konudur.
Bilindiği gibi Mekke döneminin ilk üç yılında tebliğ aile içi ve yakın çevreden başlamıştı.. Sonra "emrolunduğun şeyi apaçık bildir." [254] âyetiyle, ikna etmeye dayalı herkese açık davet başlamış oldu. Bu dönemde tebliğle ilgili olarak inen âyetlerde, İslam'ın bir öğüt olduğu, sık sık tekrar edilmiş, isteyenlerin Rabblerine giden yolu tutabilecekleri be lirtilmiştir. [255] Hz. Peygamber ve müslümanlar ağır bir baskı altında bırakıldıkları halde, âyetlerin tamamında dikkati çeken husus, cihâd ve kıtal ile ilgili ifadelerin yer almaması, bunun yerine sabretmeleri, kafirlerin davranışlarına aldırış etmemeleri, hatta şimdilik göz yummaları emredilmesiydi. [256]
Yine bu âyetlerde inançlarından dolayı, yurtlarından zorla çıkarılan önceki peygamber ve ümmetlerden örnekler ge tirilerek, müslümanların da buna hazırlıklı olmaları öğütleniyordu [257]. Hz. Peygamber dini tebliğde çok büyük sıkıntılara katlanıyor, bütün Kureyş'in bir an önce inanma ları için aşırı bir şekilde çalışıyordu. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Tâ Hâ, biz, bu Kur'ân'ı sana zahmet çekesin diye indirmedik." [258] Ayetlerini indirdi. Bundan sonra da, Hz. Peygamberin sadece bir tebliğci olduğu, zorlayıcı olmadığı da açıkça belirtildi:
Yine bilindiği gibi bu dönemde müslümanların sayısı az, güçsüz ve zayıf oldukları için, kendilerine yapılan eziyetlerin karşısında direnemiyor, onları sabırla karşılayarak nefsî müdafaa bile yapamıyorlardı. Bu durum müslümanlara çok zor gelmiş ve zaman zaman Hz. Peygamberden cihâd izni istemeye başlamışlardı. [259] Hatta bir rivayete göre, bir gün Abdurrahman b. Avf ve arkadaşları Peygamberimize gelerek, müslümanlara yaptıkları bunca eziyetlerden dolayı, müşrikleri gizlice öldür me konusunda izin istediler. Fakat Hz. Peygamber; -Biraz daha bekleyin, onlarla savaşmaktan elinizi çekin, namaz kılın, zekat verin, ben henüz kıtal ile emrolunmadım." diyerek onlara izin vermedi. [260]
Görüldüğü gibi Mekke döneminde müslümanlar, zorla tebliğ bir yana, kendi canlarını korumak için bile zor kullanamıyorlardı. [261]

c- Savaşa İzin Veren İlk Âyetler ve Yorumu:

"Kendilerine savaş açılan (müslüman) lara, uğradıkları bu zulümden dolayı, (bilmukabele savaşa) izin verildi." [262] "Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırıları sevmez. Onları (size karşı savaş açanları) yakaladığınız yerde öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür." [263]
Bu âyetlerden anlaşıldığı ve yukarıda da belirtildiği gibi Mekke'li müşrikler, "Rabbimiz Allah'tır dedikleri için haksız yere yurtlarından(yani Mekke'den) çıkardıkları” [264] müslümanları, Medine'de de kendi vicdanî kanaatleriyle baş başa bırakmamış şehrin ileri gelenlerine mektup gönderip müslümanları, özellikle Hz. Muhammedi kendilerine teslim etmedikleri takdirde onlara harp ilan edeceklerini bildirmişlerdi. [265] Bu durumda mü'minlerin de eii kolu bağlıymış gibi beklemeleri düşünülemezdi, vicdanî kanaatlerinden dolayı, canlarına, mallarına, ırzlarına ve dinlerine yönelen bu zulmü önlemek için savaşa hazırlanmaları gerekiyordu. Büyük müfessir Râzi'nin ifade ettiğine göre, "Hicretten önce yetmiş küsur âyetle Allah'ın nehyettiği kıtale, ilk defa bu âyetle izin verilmiş oldu." [266] Müteakip âyette, [267] müslümanların, sadece "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için bu zulümlere mâruz kaldıkları açıkça belirtiliyor, ayrıca böylesi zâlim insanların kötülükleri, sağduyu sahibi diğer insanlar tarafından önlenmeseydi, "İçlerinde Allah'ın adı çok çok anılan mescitler, havralar, kiliseler ve manastırlar muhakkak yıkılıp giderdi." ifadeleriyle, bu dinlere mensup olanların, harp açmadıkları takdirde, başkaları tarafından baskı altında tutulmamaları ve mabetlerinin yıkılmaması gerektiğine işaret ediliyordu. [268]

d- "İnsan haklarının kutsallığı" ve "fî sebîlillah" yani Allah Yolunda Cihadın Anlamı:

Aşağıda daha geniş bir şekilde izah edileceği gibi, İslam'da savaşa izin verilmesi ve müslümanların savaşa girmeleri, İslam'ı zorla başkalarına kabul ettirmek için değil, öncelikle kendi inançlarına ve ülkelerine yönelen şiddet ve baskıları bertaraf etmek, yani ırz, can, mal ve vatanlarını korumak içindir. Dinimiz, bütün bu sayılanları kutsal, yani her insanın doğuştan sahip olduğu, diğer bir ifade ile Yüce Allah tarafından her insana verilen haklar olarak kabul ettiğinden, bunları korumak için yapılan savaşlar aynı zamanda din için, Allah yolunda yapılan savaş demektir. Çünkü bütün semavi dinlerin öncelikli gayeleri bu değerlerin korunmasıdır. Hadislerde ifade edildiğine göre de insan, gerektiğinde haysiyet ve şerefini korurken ölürse şehitlik mertebesini kazanmış olur:
"Kim malı uğrunda öldürülürse şehittir. Kim dini uğrunda öldürülürse şehittir. Kim canını korurken öldürülürse şehittir, kim de ailesini, ırzını ve şerefini korurken öldürülürse şehittir." [269]
Şu halde "cihâd fî sebîlillah "Allah yolunda cihat etmek, aslında "cihâd fî hukûki'l-ibâd" yani insan haklarını korumak için, elde mevcut olan bütün imkanları kullanmak, bütün metotları uygulamak ve gerekirse son çare olarak da savaşmak demektir. Çünkü Yüce Allah bütün insanlara lütfettiği bu haklan kendi kefaleti yani koruması altına almıştır. Buna göre, bütün dinlerin asıl hedefi olan ve "zarûrât-ı hamse" yani korunması gereken beş esas diye ifade edilen insanların kendi temel hak ve hürriyetlerini korumak için yaptıkları savaşlar "Allah yolunda" savaş sayılmıştır. [270] Fakat insan haklarını korumak için de olsa savaşlarda kesinlikle aşırılık ve şiddete başvurulmaz, günümüz ifadesiyle savaş suçu diğer bir ifade ile insanlık suçu işlenmez. Ayrıca savaşa karar verecek olan merci toplumun yöneticileridir. Yöneticilik vasfı ve yetkisi olmayan bir kimselerin savaş ilan etme yetkileri yoktur.. [271]

e- Savaşta Şiddet ve Aşırılıklar Yasaktır,

Savaşta şiddet ve aşırılıklar yasaktır, savaş cephedekilerle yapılır, cephe gerisindeki halka dokunulmaz. Savaşta savaş suçu işlenmez.
Şu halde ilk defa harbi başlatanlarla yapılan sa vaşlarda bile uyulması gereken prensipler koyan ve ilk defa bunlara uyanlar yine İslam orduları olmuştur. Bu prensiplerin en önemlisi, "İ'tidâ" yani aşırı gitmemek ve taşkınlık yapmamaktır. Günümüz ifadesiyle insanlık suçu, savaş suçu işlememektir. Müfessirler "İ'tidâ" yani taşkınlıktan kastın; çocuklara, kadınlara, eli silah tutmayan ihtiyarlara, emân dileyen (iltica hakkı isteyenlere, din adamlarına, cizye vermeyi kabul eden Ehli Kitap ve Mecûsîlere saldırmamak, diğer bir ifade ile cephe gerisindeki sivil halka dokunmamak, gereksiz yere ağaçları kesip yakmamak, hayvanları öldürmemek olduğunu açıklamışlardır. [272]

f- "... Fitne Kalmayıncaya", Yani Şiddet Ve Terör Kalmayıncaya Kadar, Ve "...Din (Boyun Eğmek) Allah İçin, Tamamen Allah İçin, Oluncaya Kadar Savaşın!" Ayetlerinin Tahlili.

Yukarıda zikri geçen âyetle beraber, savaşa ilk defa izin veren âyetlerden olduğu ileri sürülen [273] ve devamındaki âyetlerde, konumuz açısından üzerinde durulması gereken iki hususa işaret etmek gerekir:
a- "... Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın,"
"...Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın." âyette geçen "fitne" ifadesinin "şirk" mânasına geldiğini söyleyenler olmakla beraber, inanılan bir dini terk etmek için yapılan baskı mânasına geldiğini ifade edenler çoğunluktadır. [274] Nitekim [275]' nde, her iki mânâyı da ifade etmek için kullanıldığını görmek mümkündür. Aslında fitne, altının saf olup olmadığını anlamak için ateşe tutup denemek mânasındadır. [276] Bu mânasından hareketle "fitne" kelimesi; kaba kuvvet ve şiddete başvurarak bir fikri bastırmak ve ortadan kaldırmak, bu konuda bir kimseye eziyet ve işkence etmek, vatanından sürmek, mallarına el koymak; haksız yere savaşmak, anarşi çıkarıp devlete isyan etmek, toplumun düzen ve asayişini bozmak gibi akıl, din ve vicdanlara yapılan her türlü baskıyı ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. Buna göre düşmanların din ve vicdanlara yaptığı baskı, bedenlere yaptığı eziyet ve işkenceler, vatanından sürülme endişesi ve benzeri baskılar hep fitne sayılır, insanların iradesini yani hürriyetini kısıtlayan ve onu daima korku içinde bırakan, bu gün adına şiddet veya terör denilen ve nerden, ne zaman geleceği belli olmayan bir takım saldırılar da fitne sayılır. Şu halde "fitne kalmayıncaya kadar savaşın" demek müslüman olmayanlara İslam'ı zorla kabul ettirmek için savaşın demek değil, "temel hak ve hürriyetleri korumak, şiddet, terör ve anarşiyi önlemek, haksız yere açılan savaşları durdurmak için savaşın" demektir.
"Fitne de adam öldürmekten daha büyük bir günahtır. Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." [277]
b- "... Din (boyun eğmek) Allah için, tamamen Allah için, oluncaya kadar savaşın.
"... Din (boyun eğmek) Allah için, tamamen Allah için, oluncaya kadar savaşın." Dinin tamamen Allah için olması demek, kişiyi dine bağlayan tek sebebin Allah'a karşı duyulan sevgi ve korku olmasıdır. Allah'tan başka, menfaat veya korku gibi, hiç bir gücün tesiri altında kalmadan bir dini seçip inanmak, dinin sırf Allah için olması demektir.[278]
Kur'an'da arzu edilen şey de budur. Şu halde Bedir, Uhud ve Hendek savaşları bu çeşit bir fitneyi kaldırmaya matuf yapılan harplerdi. Nitekim hicretin altıncı yılında yapılan Hudeybiye barışından sonra müslümanlar - kısa bir süre de olsa -rahat bir nefes aldılar ve Hak dini her tarafa duyurmak için hür bir ortam elde etmiş oldular. Bu ortamda komşu hükümdarlara, İslama davet mektupları gönderilmiştir. Bu davet mektuplarında konumuz açısından dikkat çeken bir husus da şudur. Komşu hükümdarlara yazılan mektuplarda şiddet, tehdit vb. mânalar taşıyan bir kelimenin kullanılmamış olmasıdır. İki sene sonra da Hudeybiye antlaşmasının müşrikler tarafından ihlal edilmesiyle Mekke de fethedilince, çevredeki müşrik kabileleri tesiri altında tutan bir fitne daha kaldırılmış oldu. Çünkü Müşrikler şöyle düşünüyordu:
"Kabe Beytu İlah'tır, eğer Kureyş haklı ise Allah, Fil Ordusu'na karşı koruduğu gibi "Beytullarl'ı yani evini koruyacak, müslümanlar oraya giremeyecektir." Fakat sonuç hiç de bekledikleri gibi çıkmayınca, müslümanların haklı oldukları anlaşılmış, müşriklerin de tereddütleri giderilmiş oldu. Böylece Mekke fethinden sonra çevredeki kabileler Medine'ye gelip ya müslüman olduklarını bildiriyor ve İslam'ı öğretecek bir muallim alıp gidiyorlar veya Hz. Muhammed'e bağlılıklarını bildiriyor ve bir antlaşma yapıp dönüyorlardı. Mekke fethinde yine konumuz açısından dikkatimizi çeken bir husus da, İslam orduları Mekke'yi kan akıtmadan fethetmek maksadıyla seferi gizlemeleri, fetih gerçekleştikten sonra da Kabe'nin çevresinde toplanan Mekke'li müşriklerinin tamamen serbest bırakılmalarıdır. Eğer savaşların gayesi gayr-i müslimleri zorla imana getirmek olsaydı, Mekke'li müşriklerin, ancak müslüman oldukları takdirde serbest olacakları belirtilirdi. [279]

g- Dört Aylık Mühlet ve Hicaz Bölgesindeki Müşriklerle Nihâî Savaş:

Dört Aylık Mühlet Ve Hicaz Bölgesindeki Müşriklere Açılacağı haber verilen Nihâî Savaş:
Defalarca söz verip anlaşma yapmalarına rağmen Anarşiden, terör ve şiddetten vazgeçmeyen gruplarla siyasî ilişkilerin kesilmesi ve dört aylık mühlet:
Klasik tefsirlerde bu konu, bilhassa Tevbe Sûresi 5. âyeti, seyf âyeti olarak nitelenmiş ve hoşgörü ifade eden bütün âyetleri nesh ettiği iddia edilmiştir. Enfâl Sûresinin ilgili ayetleri ile Tevbe Sûresinin birinci bölümü bir bütün olarak ele alındığında ve bu konudaki farklı görüşler de incelendiğinde bu iddianın yerinde olmadığı ortaya çıkacaktır:
"Onlar (müşrikler), kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her defasında hiç çekinmeden ahitlerini bozan kimselerdir. (Bu yüzden) eğer onları savaşta yakalarsan, ibret almaları için onlar ile (onlara vereceğin ceza ile) arkalarında bulunan kimseleri de (caydıracak şekilde) dağıt. (Antlaşma yaptığın) başka bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de (onlarla yapılan ahdi) aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sevmez." [280]
Enfâl sûresinde yer alan bu âyet göz önüne alınırsa Tevbe Süresindeki seyf ayetleri olarak nitelenen kısmı anlamakta zorluk çekmeyiz.
"Müşrikler size nasıl kitle halinde savaş açıyorlarsa, siz de onlara top yekûn savaş açın..." [281]
(Kendileri için düşünüp karar verme fırsatı olarak tanınan dört aylık) Haram olan aylar çıktığı zaman, artık o müşrikleri nerede bulursanız, öldürün, onları esir alıp yakalayın, onları hapsedin, onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer tövbe ederler, namaz kılarlar, zekat verirlerse serbest bırakın...[282]
"Müşriklerden biri emân (yani siyasi iltica) dileyerek sana gelirse, ona emân ver ki (hiç bir baskı altında kalmadan) Allah'ın sözünü dinleyebilsin, sonra da (inanmadığı takdirde) onu güven duyacağı bir yere kadar ulaştır..." [283]
"(Fırsat buldukça antlaşmalarını bozup duran) müşriklerin, Allah katında ve Peygamberleri nazarında, nasıl bir sözleşme ve antlaşmaları olabilir?..." [284]
"Nasıl antlaşmaları olabilir ki, eğer onlar size karşı üstünlük sağlamış olsalar (hemen barışı bozup) hakkınızda ne bir hak ve yakınlık, ne de sözleşme vecibelerini gözetirler...” [285]
İlk âyetlerinin bir kısmını yukarıya aldığımız ve hicri 9. yılda inen tövbe suresi Arap Yarımadasındaki bütün müşrik (putperest) lere sert bir ihtarname, bir ültimatom, yani harp ilanından önce yerine getirilmesi istenen şartlar için verilmiş en son mühlettir. Dört ay olan bu mühlet, düşünüp taşınmaları ve serbest bir ortamda karar vermeleri için yeterli bir süredir.
Bu âyetlerle sık sık barışı bozan müşriklerin önüne üç şık konmuştur:
Ya onları anarşiye, yağmacılığa, talana ve sık sık barışı bozmaya sevk eden şirki terk edip müslüman olacaklar, kabul etmiyorlarsa ya hicaz bölgesini terk edecekler veya savaşmayı kabul edeceklerdi. Görüldüğü gibi teklifler arasında artık barışma şansı yoktur. Çünkü bu konuda defalarca denendikleri halde, Enfal Suresi ilgili âyetinde belirtildiği gibi, fırsatını buldukları her seferinde barışı bozup, cahiliyye devrinde olduğu gibi, baskın, yağma ve talanlarda bulunup masum insanların canına ve malına kastetmişlerdir.. Onları buna sevk eden en önemli sebep de cahiliyye devrinde olduğu gibi şirkten aldıkları isyankarlık ve döneklikleridir.
Sık sık barışı bozan müşriklerle nihaî savaşı ifade eden bu ayetlerin, Hicaz bölgesi dışındaki gayrimüslimlere karşı, saldırıda bulunmadıkları müddetçe, barış ve hoşgörü ile muamele edilebileceğini açıklayan bütün âyetleri neshettiğini iddia etmek de doğru değildir. Çünkü Râşid Halifeler, Emeviler, Abbasiler ve ondan sonraki dönemlerde uygulama böyle olmamıştır. Bunun örneği de müşrik oldukları halde, cizye vermeyi kabul ettikleri için Mecûsîlerin kendi dinlerinde serbest bırakılmış olmalarıdır. Buna göre, nâsıh, mensuh aramak yerine bu âyetlerin, ayrı zaman ve mekanlar için hüküm bildirdiklerini ve dolayısıyla neshe gerek olmadığını kabul etmek daha isabetli olur. Yani savaşla ilgili hüküm bildiren âyetler, meşru sebeplere dayalı resmen ilan edilmiş savaş zaman ve mekanlarında geçerlidir. Dolayısıyla barış zamanlarında geçerli olan hoşgörü âyetlerinin bu ayetlerle nesh edildiğini söylemek yanlıştır. Çünkü nesih, aynı zaman ve mekanlarda birbirine zıt iki ayrı hüküm bildiren âyetler arasında olur.
Bütün bu izahlardan anlaşıldığına göre, Arap Yarımadasındaki müşriklere açılan savaşın görünüşteki gayesi, onları zorla dine sokmak ise de, aslında komşu ülkelere yönelecek olan İslamî davetin merkezî emniyetini sağlama gayesini, başka bir ifadeyle merkezde kalan savunmasız ve masum müslümanları, baskın yağmacılık gibi anarşi ve terörden koruma gayesini güdüyordu. Eğer böyle olmasaydı, müşrik olan Mecûsîlerden de cizyenin kabul edilmemesi gerekirdi. Buna göre eğer müşrikler kendilerine verilen dört aylık süre içinde Hicaz bölgesini boşaltıp bu bölge dışındaki herhangi bir ülkeye gitselerdi orada cizye verip varlıklarını sürdürebileceklerdi. [286]

h- Netice

Bu kısa araştırmadan anlaşılmıştır ki, "İslam kılıç kuvveti, günümüz ifadesiyle şiddet kullanarak yayılmıştır" demek büyük bir iftiradır.
Savaş İslam'da gaye değil bir vâsıtadır ve en son başvurulacak çaredir..Savaşı haklı kılacak bir sebep olmadıkça, İslamı başkalarına zorla kabul ettirmek için savaş açılmaz. İslam'ın ana gayesi, barış içerisinde akıl ve iradesi tam insanların, doğru yolu seçmelerini sağlamak için sadece ikna esasına dayalı tebliğdir. Fakat kaba kuvvet ve şiddet kullanarak fikrî tebliğe engel olmak isteyen güçlerin, zor kullanarak kaldırılması da gerekir.
Ancak bütün bu izahlardan sonra, İslamda harp ilanı ve taarruz tamamen yasaklanmıştır da demek mümkün değildir. Bu konuyu büyük müfessir Elmalılı M. Hamdi Yazır geniş bir şekilde izahetmiştir. [287]
Eğer İslam'da taarruz harbine müsaade edilmeseydi Peygamberimiz Mekke'yi fethetmez, büyük bir ordu kurarak Medine'den kalkıp tâ Tebük'e kadar gitmez, Bizans'ın saldırısını kendi bölgesinde beklerdi. Tabii ki, ne savaş ne de barış stratejisine uyan böyle bir karar da İslam'ın sonu olurdu. Bunun yerine, Bizans'ın henüz hazırlık yapmasına fırsat vermeden Tebük seferi düzenlendiği için hem Bizans'ın saldırısı kansız bir şekilde önlendi hem de, o bölgedeki toplumlarla barış antlaşmaları imzalandı. Şu halde barışı sağlamak için gerektiğinde haklı sebeplere dayanan saldırıları da göze almak gerekir. Bunu yapabilmek, veya karşı tarafı caydırabilmek için de gerekli tedbirleri alıp daima savaşa hazırlıklı bulunmalıdır. [288]
Şu halde hala İslam'ın şiddet ve korkuya dayanan bir din olduğunu söyleyenler büyük bir yanılgı içindedirler. Zira tarih şahittir ki İslam, Şiddet ve zorlama ve kaba kuvvetle yayılmamıştır. Çünkü onun felsefesi buna manidir. Bilindiği gibi İslam'ın temeli imandır. İman ise, bir dini kesin olarak, tereddütsüz bir şekilde kendi hür isteği ile kalpten, gönülden kabul etmektir. Yüce Allah'ın insanın kalbine diğer bir ifade ile gönlüne yerleştirdiği hür iradeyle kabul ettiği bir dini, sahibi razı olmadıkça veya ikna edilmedikçe gerçek manada hiç kimse değiştiremez. Bu maksatla uygulanan korku, şiddet, kaba kuvvet, zorbalık ve zulümler insanı iki yüzlü ve yalancı yapabilir ama dinini, değiştiremez. İnsana böyle bir hür iradeyi bahşeden Yüce Allah, gönülde yer etmediği halde, sadece dilleri ile "inandım" diyenlerin dinlerini kabul etmediği gibi; kalbi imanla dolu olan bir kimsenin, şiddet ve baskıya maruz kaldığı için "inkar ettim" demesiyle dinden çıkmış olduğuna da hükmetmez. Kur'an kıssaları ve insanlık tarihi verilerine göre, en keskin kılıçlar ve en zalim Firavunlar bile müminlerin kalplerinde yerleşmiş iman kelimesini gerçek manada silememişlerdir. [289]

F- Kur'an'a Göre İslamın İman, İbadet, Ahlak Ve Hukukî Uygulamalarında Sertlik Ve Şiddet Yoktur, Kolaylık Esastır:

Şiddetin yukarıda nakledilen lügat manaları arasında "bir hususu sertlik ve katılıkla uygulama; müsaadesizlik, müsamahasızlık;" manalarından hareketle Kur'an'a baktığımızda İslam'ı bu gibi vasıflarla da nitelemenin doğru olmayacağını anlamakta gecikmeyiz. Çünkü İslam'ın inanç ve ibadet esaslarını incelediğimizde sadelik, akla ve insan fıtratına uygunluk ile kolaylıklarla karşılaşırız...
Tahrife uğramış dinlerin anlayışına göre ise insan; ailesini bırakıp toplumundan ayrılarak dünya ile bütün ilişkilerini keser, ıssız yerlere çekilir, kendisine ne kadar çok eziyet ederse ibadetleri o ölçüde kabul görürdü, [290]
İslam'a göre ibadetlerde kolaylık ve sadelik esastır. Gereksiz yere dünyanın rahat ve lezzetlerini kendine haram kılan; bedenî ve ruhî güç ve kabiliyetlerini aşarak, işkence niteliği kazanan davranışlar ne niyetle yapılırsa yapılsın ibadet sayılmaz. [291]
"İnsan zayıf yaratılmış olduğundan Allah sizden yükü hafifletmek ister." [292];
“(Allah) dinde sizin için bir zorluk kilmamıştır." [293] Hadiste de:
"Haniflik, yani hoşgörüye dayalı (bir dinle) gönderildim" [294] ve "Hz. Peygamber, iki şey arasında muhayyer kılınmışsa, günah olmadıkça, mutlaka daha kolay olanını tercih etmiştir. " [295] buyuruImaktadır.
Yine Peygamberimiz, Ashabı içinde, ailevi ve diğer sosyal ilişkilerini ihmal etme pahasına nafile ibadetleri çoğaltma yarışına girenleri şöyle ikaz etmiştir:
"Bu din kolaylık dinidir. Hiçbir kimse yoktur ki, bu din konusunda ( nafile ibadetlerim de çok olsun diye) kendisini zorlasın da, din ona galebe etmesin. O halde (ibadetlerde) ortalama gidin." [296] Çünkü dinimizin ibadet teklifleri, insan hayatının her devresinde uygulanabilir olacak şekildedir. [297]

a- İbadetlerde "Azimet-Ruhsat" Prensipleri ve Hoşgörü

Yüce Allah'ın biz insanlar için ön gördüğü bütün ibadetlerde kolaylık esas olmasına rağmen yine de zor durumda kalındığında insanın kullanabileceği alternatifler sunmuştur. Buna İslam fıkhında ruhsat denir. Mesela normal şartlarda namazın sahih olabilmesinin, kıyam, rükû, sücût, yani ayakta kılınması, eğilip secde edilmesi gibi vazgeçilmez şartlan vardır. Ancak bu şartları yerine getiremeyecek kadar rahatsız olanların, yani namazı ayakta kılamayanların, oturarak namaz kılınmasına ruhsat verilmiştir. Yolcu olanın farz namazları iki rekat kılması, tutmadığı oruçları ramazandan sonra uygun bir günde kaza edebilmesi gibi diğer ibadetlerde de buna benzer ruhsatlar vardır. Bütün bunlar İslam'da hoşgörü ve kolaylığın önemini göstermektedir.[298]

b- Kur'an, İbadet Kastıyla Helal Ve Meşru Olan Hazlardan Vazgeçmeyi Tavsiye Etmez:

"Ey inananlar! Allah'ın size helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın, doğrusu Allah aşırı
gidenleri sevmez" [299]
Rivayet edildiğine göre bu âyet, Ashaptan bazılarının, nefsin meşru arzuları aleyhine bir aşırılık olmak üzere Allah'ın helal kıldığı şeyleri kendilerine haram kılma teşebbüsleri sebebiyle inmiş ve böyle bir davranış, âyette geçtiği şekliyle "i'tida" yani "haddi aşmak" olarak nitelendirilmiştir. [300] Buna göre helal-haram ve ibadetler, sadece Allah ve Resulünün tayin ve tespiti ile olur, din adına yeni yasaklar ve ibadet şekilleri koymak kimsenin yetkisi dahilinde değildir. Ayrıca İslam'da ibadetlerin gayesi nefse/ruha ve bedene işkence etmek değildir. Peygamberimiz bir gün güneş altında duran birini gördüğünde, "bu da ne yapıyor böyle?" diye, sorunca, "Konuşmadan, gölgede durmadan, oturmadan oruç tutacağına dair adak yapmış." Diye cevap verdiler. Bunun üzerine şöyle buyudu:
"Söyleyin ona konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın" [301]
Dinî düzenlemeler, nefsin arzu ve heveslerini tamamen yok etmek gayesiyle değil, bu isteklerin aşırı uçlarını budayıp hayra yönlendirmek, dünya ve âhirete ait faydalan temin etmek için konmuştur, eğer bu arzular dinî düzenleme ve ruhsatlara aykırı değilse yerilmezler. [302]

C- İbadet Kastıyla, Toplumdan Tamamen Ayrılıp İnzivaya Çekilmek Tasvip Edilmez:

Ashaptan bazıları, zaman zaman Hıristiyanlığın tesiri ile veya kendi din anlayışlarına göre, toplumdan tamamen uzaklaşıp inzivaya çekilmek istemişler fakat bu konuda izin alamamışlardır. Mesela, Peygamberimizle beraber bulunduğu bir seferten dönerken, sahabeden bir zat, çevresinde bir su kaynağı ve ağaçların bulunduğu bir yer keşfeder ve toplumdan ayrılıp orada yalnız başına yaşamak için izin ister. Bunun üzerine Peygamberimiz şu ikazda bulunur:
"Yahudilik ve Hıristiyanlık için dünyaya gelmedim. Ben Kolay ve rahat olan İbrahim dinini tebliğ için geldim." [303] Bir gün Peygamberimize şöyle bir soru yöneltildiğinde şu cevabı veriyor:
"Ya Rasulellah! Hangi insan daha hayırlıdır:
"Nefsi ve malı ile cihad eden kimse, insanların şerlerinden emin olmak için bir vadiye sığınıp, Rabbına ibadet etmekle meşgul olandan daha hayırlıdır." [304] peygamberimiz s.a.v. de vahiy gelmeye başladıktan sonra, bazı seneler Ramazan aylarında birkaç günden başka Hîra Mağarasına gitmemiş, esas görevi olan tebliğle meşgul olmuş, dolayısıyla toplumdan ayrılmamıştır. [305] Bu izahlardan anlıyoruz ki İslam dininin, konuya başlarken yaptığımız tariflerde geçen "bir şeyi sertlik ve katılıkla uygulamakla alakası yoktur. Çünkü İslam'da kolaylık ve hoşgörü esastır. [306]


_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6732
Rep Gücü : 10015184
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Empty
MesajKonu: Geri: KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET   KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Icon_minitimeC.tesi Ağus. 28, 2010 12:58 pm

G- Tahrif Edilmiş Mukaddes Kitaplarda Şiddet İfadeleri İçeren Âyetler:

1- Yahudilerin Üstün Irk İdiasının Temeli

(...Çünkü sen, Allah'ın Rabbe mukaddes bir kavimsin ve Rab yer üzerinde olan bütün kavimlerden üstün olarak kendisine has bir kavim olmak üzere seni seçti.. [307]

2- Musevîlikte, Karşı Irk ve Dinlere Yönelik, Şiddet, Anarşi ve Terör İfadeleri:

"Ve Mısırlıları Mısırlılara karşı ayaklandıracağım; ve her kes kardeşine karşı ve her kes komşusuna karşı, şehir şehre karşı, ülke ülkeye karşı cenk edecek. Ve Mısırlıları sert bir efendinin eline vereceğim; ve katı yürekli bir kral onlara hakim olacak, orduların Rabbi Yehova diyor." [308]
"Ve kralların tahtını alt-üst edeceğim; ve milletlerin ülkelerini, kuvvetlerini harap edeceğim ..." [309]

3- Tevratta Katliam Emirleri

"(Ve İsmail O'nun mirasının sıptıdır; İsmi orduların Rabbidir. Sen benim topuzum ve cenk silahımsın ve seninle milletleri kıracağım; ve seninle ülkeleri helak edeceğim ve seninle erkeği ve kadını kıracağım, ve seninle kocamış adamı ve genci kıracağım ve seninle genç adamı eve varmamış kızı kıracağım, ve seninle çobanı ve sürüsünü kıracağım; ve seninle çiftçiyi ve çiftini kıracağım ve seninle valiyi ve kaymakamı kıracağım," [310]
"Ve Allah Rab onu senin eline verdiği zaman, onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin... Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın... Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin." [311]
"Onları kasaplık koyun gibi ayır ve öldürme günü için onları hazırla." [312]
"Ele geçen her adamın gövdesi delik deşik edilecek ve tutulan her adam kılıçla düşecek. Yavruları da gözleri önünde yere çalınacak, evleri çapul edilecek ve karılan kirletilecek " [313]
"Ve o gün yerin bir ucundan yerin öteki ucuna kadar Rabbin öldürdüğü adamlar olacak; onlar için dövünmeyecekler, ve onlar toplatılıp gömülmeyecek; toprağın yüzünde gübre olacaklar." [314]
"Onların her şeylerini tamamen yok et, ve onları esirgeme; erkekten kadına, çocuktan emzikte olana; öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür." [315]
"Ve Allah'ın Rab onları senin önüne ele vereceği, ve sen onları vuracağın zaman; onları tamamen yok edeceksin; onlarla ahdetmeyeceksin ve onlara acımayacaksın." [316]
"Ve yayları gençleri yere çalacak ve rahmin semeresine acımayacaklar; gözleri esirgemeyecek." [317]
"Burnunu ve kulaklarını kesip düşürecekler. Ve senden arta kalan kılıçla düşecek." [318]
"Ve her duvarlı şehri ve her seçme şehri vuracaksınız ve her iyi ağacı keseceksiniz, ve bütün su kaynaklarını kapayacaksınız, ve her iyi tarlayı taşlarla bozacaksınız." [319]
"Sana karşı yapılan hiç bir silah işe yaramayacak ve hükümde sana karşı kalkan her dili suçlu çıkartacaksın." [320]
"Şaşmayın ki, ben yere sulh göndermeğe geldim, amma kılıç göndermeğe geldim. Zira ben oğulu baba ile, kızı ana ile, gelini kaynanası ile çekiştirmeğe geldim. Ve adamın düşmanları kendi evinin ahalisi ola. Babayı, anayı, benden artık seven bana layık değildir." [321]
Bu satırları yorumlamaya gerek yoktur. Sadece, İslam'ın; bütün insanları eşit gördüğü; üstünlüğün, sonradan kazanılan "takva" ile olacağı; birbirine küsen ve savaşa giren insanların barıştırılması gerektiği; savaşta kadınların, çocukların, çiftçilerin, din adamlarının öldürülmemesi, hayvanların telef edilmemesi, ağaçların kesilmemesi gerektiği işle ilgili emir ve tavsiyeleri hatırlamamız kafi gelecektir. [322]

Bibliyografya

1. Kur'an-i Kerim Mu'cemu Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim, Mecme'ul-Luga'l-Arabiyye, Mısır 1970/1390.
2. Abdulbaki, Muhammed Fuad, el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfazi'l-Kur'an,
3. Acluni, İsmail b. Muhammed, Keşfu'l-Hafa, Beyrut,1351,
4. Ahmed b. Hanbel. El-Müsned, Beyrut, ts.
5. Akgündüz, Ahmet, İslam'da İnsan Hakları Beyannamesi, İst.1991
6. Akseki, Ahmed Hamdi, İslam, Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir. İst. 1966.
7. Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, 2.baskı. İst,1968.
8. Algül, Hüseyin, Dia. "Gazve" mad. Ana Britannika Genel Kültür Ansiklopedisi. Ana Yayıncılık, İst. 1988. 1982.
9. Ansiklopedik İslam Lügati, Tercüman Yay. İst. Armağan, Servet, İslam Hukukunda Temel Hak Ve Hürriyetler, Ank. 1987.
10. Asım Efendi, Kamus tercümesi, İst.1305.
11. Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İst, 1991.
12. Azzam, Abdurrahman, Ebedi Risalet,(ter. H.Hüsnü Erdem). İst. 1961.
13. Başcıoğlu, İbrahim, Şiddet veToplum, Bilge Yayınevi, İst. 2001.
14. Buhârî, Sahihu'l-Buhârî, İst. Ts.
15. Cürcani, seyyid Şerif Ali b. Muhammed. Ta'rifat, (Istılahatu's-Sufiyye ile birlikte) İst.1283.
16. Çağrıcı, Mustafa, Dia, "Af" mad. Çankı, Mustafa Namık: Büyük Felsefe Lügati, 1954 İst
17. Çaviş, Abdüaziz, Anglikan Klişesine Cevap, (ter. M. Akif, sadeleştiren S.Ateş) Ank.1974.
18. Dâmeğânî, Hüseyin b. Muhammed, Kâmûsu'l-Kur'ân, Tahk. Abdulaziz Seyyid, Beyrut 1985.
19. Duman, Zeki, Kurân-i Kerimde Muharebe ve Zafere Götüren Etkenler. E.Ü.İ.F.D. sayı 1, 179-196.
20. Dumlu Ömer,Kur'an-ı Kerim'de Ma'rûf ve Münkery İst. 1994.
21. Ebû Dâvûd, Sünen, Beyrut, ts.
22. Ebulbeka, Hüseyni el-Kefevi. Külliyat, Bulak,1253.
23. Ebu's-Suûd, Irşâdu'l-Akii's-Seiîm ilâ Mezâyâ'l-Kur'ani'l-Kerîm, Kahire, Ts.
24. Elmalılı, Mıuhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Eser Kitapevi İst, Ts. renler: İsmail Karaam ve ekibi) İst.
25. Feyyûmî, Ahmmed b. Muhammed, Misbahul-münir fî garibi'ş-şerih'l-kebîr li'r-Râfiî Mısır 1315.
26. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'an, Çev. Alpaslan Açıkgenç, Ank. 1987.
27. Firuzabadi, Kamus Gazzali, Faysalü't-Tefrika Beyne'l-İslâm Ve'-Zendeka (İslâmda Müsamaha, çev, Süleyman Uludağ,) İst. 1990.
28. Gürkan, Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, İst. 1965.
29. Hamidullah, Muhammed, Kur'an-i Kerim Tarihi ve Türkçe Tefsirler Bibliyografyası (trc. M. Sait Mutlu) İst.1965,
30. İslam Peygamberi (trc. M. Sait Mutfu) İst. 1966.
31. Hançer Noğlu Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, 1976 İst.
32. Heykel, Muhammed, Hazreti Muhammed Mustafa (Tercüme. Ö.R.Doğrul), İst. 1972
33. Hicâzî, Mahmûd, et-Tefsîru'l-Vâdıh, Kahire, 1980.
34. İsfahani, Hüseyin b. Muhammed Râgıb, el-Müfredat fi Ğaribi'l-Kur'an (Tahk. Muhammed Seyyid Geylani) Beyrut, ts.
35. İbn. Kayyim el-Cevziyye, Zâdu'l-Meâd, Mısır, İbnu Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim,Beyrut, 1388,
36. Sîratu'r-Rasul (Thk.M.Abdulvahid) Beyrut, 1971.
37. İbn. Manzur, Lisanu'l-Arap, Beyrut ts.
38. İslam Ansiklopedisi, Türkiye DiyanetVakfı, İst.1988.
39. Kadri, Hüseyin Kazım, Türk Lügati, İst.1928.
40. Kandemir Yaşar, Örneklerle İslam Ahlakı, 2. baskı. İst,1980.
41. Karaman, Hayreddin, Mukayeseli İslam Hukuku. İst. 1978.
42. Karaman, Hayreddin, Adalet, Zulüm ve Terör, Yeni
43. Karaman, Hayreddin, Şafak Gazetesi 30 Eylül 2001
44. Kaya, Remzi, Kur'an'da Dostluk İlişkileri. İst. 2000.
45. Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, Kitab-ı Mukaddes Şirketi, İst. 1958
46. Kutup, Seyyid, Fi Zilâli'l-Kur'an (ter. Bekir Karlığa ve arkadaşlar) İst. 1961.
47. İbn-Mace, Sünen, Mısır. 1954.
48. Mevdudi, Ebu'l-A'lâ, Tefhîmu'l-Kur'ân (Kur'an'ın b Anlamı ve Tefsiri-Trc. Yusuf Karaca ve ekibi) İst. 1991
49. Mu'cemu elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm, Mecme'u'l-luga'l-Arabiyye, Mısır 1970.
50. Mukatil b. Süleyman, el-Vucuh ve'n-Nezair, (Hazırlayan, Ali Özek) İst. 1993.
51. Kur'an Işığında Hoşgörü ve Şiddet Müslim, Sahîhu'l-Müslim, Beyrut, ts.
52. Nedvi, Seyyid Süleyman, Asrı Saadet, (trc.Ali Genceli, Hazırlayan, Eşref Edip) İst. 1985.
53. Özel, Ahmet, Dia. "Cihâd" mad. Râzî, Mefâtîhu'l-Gayb, Mısır.ts.
54. Reşîd, Rıda, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Hakîm (Tefsîru'i-Menâr) Beyrut, ts.
55. Reşid Rıza", Din Hürriyeti ve Mürteddin Öldürülmesi Meselesi, (Ter. Hikmet Zeyveli) Kelime, Aylık Dergi, Yıl:2,1987.
56. Sakallı, Talat, Hadislerle İslâm'da Hoşgörü ve Kolaylık, İzmir, 1996.
57. Sami, Şemseddin. Temel Türkçe Sözlük, Sadeleştiren ve genişleten Tercüman Yayın Kurulu, İst 1985.
58. Şatıbi, Ebu İshak, el-Muvâfakât fi Usuli'ş-Şeria (ter. Mehmet Erdoğan) İst. 1990.1996,
59. Şiddet (Cogito)Yapı KrediYayınları, sayı 6-7,
60. Taberî, Cami'u'l-Beyân, Mısır, Mısır, 1903.
61. Tirmizî, Câmu's-Sahîh, Mısır, 1938.
62. Tuğ, Salih, islam Ülkelerinde Anayasa Haraketleri. İst. 1966.
63. Vehbe Zuhayli, İslam Fıkhı Ansiklopedisi,(ter. Ahmet Efe,..) İst, 1994.
64. Yavuz, Yunus Vehbi, İsiamda Düşünce Ve İnanç Özgürlüğü, İst. ts.
65. Yaylalı, Davut, İslam Hukukunda Sulh, İst. 1993.
66. Yeni Rehber Ansiklopedisi, İst. 1993.
67. Yıldırım, Suat, Kur'an'da Uluhiyyet, İst. 1987.
68. Zemahşerî, el-Keşşaf, Beyrtut. Ts. Rehber Ansiklopedisi, İst.1993.
69. Yıldırım, Suat, Kur'an'da Uluhiyyet, İst.1987. Zemahşerî, el-Keşşaf, Beyrtut. Ts.


[1] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 6-7.
[2] Hûd: 11/118
[3] Ra'd: 13/32; A'râf: 7/155; Hacc: 22/44,48; Nahl:16/61; Kehf: 18/58; Ahzâb: 33/60-62.
[4] Ali İmrân: 3/159
[5] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 8-11.
[6] Sami, Şemseddin. Temel Türkçe Sözlük, Sadeleştiren ve genişleten Tercüman Yayın Kurulu, İst 1985
[7] Meydan Larus, tolerans mad
[8] İbn. Manzur, Lisanu'1-Arap, Beyrut is. s m h mad.(11,489 vd.), Fîruzâbâdi, Kamus "s m h" mad (1.904 vd.)
[9] 'İbn Manzur, age. aynı mad.,Firuzabadi age. aynı mad., Misbâhu'l-Münîr "s m h" mad. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 15-17.
[10] Bkz.Mu'cemu'l-Müfehres ilgili maddeleri
[11] İbn Kesir, Tefsir III.276
[12] Nur: 24/22
[13] Fussilet: 41/34-35
[14] Ta Ha: 20/43,44
[15] Şûra: 42/40-43
[16] Kasas: 28/54-55
[17] Câsiye: 45/14. Parantez içi açıklamaları için bkz. Külliyat-u Ebulbekâ, s.391; Elmalılı, Hak Dini, VI, 4316(sadeleştirenler: İsmail Karacam ve ekibi) VII, 87;
[18] Maide: 5/104
[19] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 17-20.
[20] Bkz. Sakallı, Talat, Hadislerle İslâm'da Hoşgörü ve Kolaylık, İzmir, 1996.
[21] A.b.Hanbel, Müsnedl. 5
[22] A.b.Hanbel, Müsned I. 248
[23] Ebû Dâvût, Sünen, Edeb, 58. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 21-22.
[24] Firuzabadi, Kamus,V.366. İsfehani. Müfredat "af v" mad. İbn Esir, Nihaye III 365
[25] Müslim, Tevbe 1-8; Buhârî, Daavat 4; Tirmizi,Kıyamet 49; daavat 98; İbn Macc, Zühd 30
[26] Nisa: 4/116
[27] A’raf: 7/199
[28] Nahl: 16/126. Ayrıca bkz. Şûra: 42/39-40
[29] Kutup, Seyyîd. Fî Zilâl IV,24
[30] Nisa: 4/148-149 Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 22-24.
[31] Dia, Mustafa Çağrıcı, Af. mad. 1,394
[32] Şura: 42/40 Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 24-25.
[33] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 25-26.
[34] Ebulbeka, Külliyat"sfh"mad.;Ayrıcabkz. İbn Esir, Nihaye III 34
[35] Bakara: 2/109 Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 26.
[36] Nisa: 4/31
[37] Maide: 5/65
[38] Bakara: 2/271 bkz. Âli İmrân: 3/195, Maide: 5/12,Ankebût: 29/7, Enfâl: 8/29, Zümer: 39/35 Muhammed: 47/2,
[39] Yıldırım, Suat, Kur'an'da Ulûhiyet, İst, 1987 s.261. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 27-28.
[40] Yıldırım, Suat, age. s.250. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 28.
[41] İsfahani, Rağıb, Müfredat, "b rr" mad.Yıldırım, Suad, age..251
[42] Tûr: 52/28
[43] Mümtehine, 60/8. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 28-29.
[44] Araf: 7/156
[45] Buhârî, Edep 19; Müslim, Tevbe 17
[46] Tirmizi, birr, I6; Ebû Dâvûd, Edeb, 58
[47] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 29-30.
[48] Yıldırım, Suat, Kur'an'da Uluhiyyet, 97 vd. Zemahşeri, Keşşâf, lV, 270; Ebulbekâ, Külliyât, 308. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 30-31.
[49] Hûd: 11/90; Burûc: 85/14.
[50] A'raf: 7/151; Yusuf: 12/64, 92; Mü'nıinun: 23/109, 118; En'am: 6/133
[51] Enam: 6/54
[52] A'raf: 7/I56
[53] Âdiyat: 100/8; Âl-i İmran: 3/14.
[54] Nisa: 4/86, ayrıca bkz. Nûr: 24/27; Zariyat: 51/24-25
[55] 'Tevbe: 9/71.
[56] Hucurât: 49/10; Âl-i İmrân: 3/103
[57] Müslim, İman, 93
[58] Buhârî, İman, 7; Müslim, İman,71.
[59] Buhârî, Edeb, 27.
[60] Buharı, Buyu', 16
[61] Tirmizî, Sünen, Birr ve's-Sıla, 60.
[62] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 31-36.
[63] Araf: 7/198-199
[64] Nisa: 4/63.
[65] Bkz. Hucurât: 49/4, 14-17 ve diğer ayetleri
[66] Tevbe: 9/95 vd.
[67] Hicr: 15/3, ayrıca bkz. A'râf: 7/180; Yûnus:10/11; Enam: 6/91. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 36-38.
[68] Nisa: 4/36.
[69] Buharı, Edeb, 29.
[70] Şura: 42/40
[71] RA'd: 13/32
[72] Nisa: 4/140
[73] Maide: 5/105
[74] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 38-43.
[75] Bu konuda daha geniş bilgi almak için bkz: Kur'an-i Kerim'de Ma'rûf ve Münker, Ömer Dumlu, İst. 1994.
[76] Ali İmran: 3/104,110; Tevbe: 9/71,112; Maide: 5/2; Müslim, İman, 20
[77] Al-i İmrân: 3/104, 110, Tevbe: 9/71
[78] Müslim, İman 78; Tirmizi, Fiten 11; Nesai, İman 17; İbn Mace, Fiten 20; A.b.Hanbel. Müsned III. 20,49
[79] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71,72; Tirmizi, Kıyame 59; A.b.Hanbel, 1,89,111,176,206
[80] Tevbe: 9/67
[81] Bakara: 2/44, 146, 159; Âli İmrân: 3/71, 187
[82] Mevdudî, Teftıîm, I,505
[83] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 43-46.
[84] Kamus, I. 318
[85] DIA, Asabe ve Asabiyet md, III, 452 vd
[86] Sos. BiI. Ans.I.1.DIA, Asabe ve Asabiyet md, III, 452 vd
[87] Sos. Bil. Ans. il .15
[88] Maide: 5/2.
[89] Fetih: 48/26
[90] Bakara: 2/170-171
[91] Maide: 5/104
[92] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 47-50.
[93] İbnu Hacer, Ahmed b. AH el-Askalanî, el-Metâlibu'1-Âliye bi Zevâidi'l-Mesanidi's-Semaniye, K. Birr ve Sıla, III/8.
[94] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1389 h. 11/400
[95] Buhari, Sahih, K. Rikâk, 34.
[96] Enfal: 8/25.
[97] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 50-51.
[98] Maide: 5/79
[99] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 51-54.
[100] Bakara: 2/231; Maide: 5/57-58
[101] Nisa: 4/91
[102] Bakara: 4/191
[103] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 54-55.
[104] Bakara: 2/285; Şûra: 42/13,15
[105] İsra: 17/70
[106] Hucurat: 49/13
[107] Âli İmrân: 3/64
[108] Enbiy: 21/107
[109] Mümtehine: 60/8.
[110] Bakara: 2/208
[111] Enfal: 8/61
[112] Nisa: 4/90
[113] Mümtehine: 60/8
[114] İbnu Kesir Tefsir, IV, 349; Elmalılı, Hak Dini, VII.4904 vd.
[115] Nisa: 4/36; "uzak komşu" için bkz. Elmalılı, Hak dini, 11,1355
[116] Maide: 5/5.
[117] En'am: 6/108.
[118] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 56-61.
[119] Feyyûmî, Misbâhu'l-Münîr, 1,157; Mu'cemu elfâzi’l-Kur'âni'l-Kerîm,Mecme'u'l-luga'l-Arabiyye, I, 80 vd.
109
[120] İsfahanî, "s I h " mad; Ebulbekâ, Külliyât, 226
[121] Bakara: 2/224. Ayrıca bkz: Nisa: 4/114,128,129;
[122] Hucurât: 49/9
[123] Enfal: 8/1
[124] Nisa: 4/59. Ayrıca bkz. Enfal: 8/46
[125] Örnek olarak bkz. Yaylalı, Davut, İslam Hukukunda Sulh, İst. 1993. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 61-62.
[126] İsfahanı, Müfredat, "s I m" mad. Ebulbekâ, Külliyât,45, 207; Mu'cemu eimzi'l-Kur'ân, 1,607 vd
[127] Bakara: 2/208
[128] Enfal: 8/61,62..
[129] Nisa: 4/91. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 62-63.
[130] Sebe': 34/24
[131] Zuhruf: 43/81. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 63-64.
[132] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 64-65.
[133] Nahl: 16/125
[134] En'âm: 6/104
[135] Yunus: 10/99
[136] Hacc: 22/45-46
[137] Kehf:18,29
[138] Maide: 5/105
[139] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 65-69.
[140] Bakara: 2/256
[141] Ğaşiye: 88/21-22
[142] Kutup, Seyyid, Fî Zılâl, III;384 vd. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 69-70.
[143] Nisa: 4/75. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 70-71.
[144] Hacc: 22/40
[145] Kurtubî, XII, 70
[146] Nedvî, age.IV,211
[147] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 71-73.
[148] Firuz Âbadî, Kâmûs, Tere. Âsim Efendi, İst. 1305,1, 1177; Şemseddin Sami, Kâmûs-i Türkî, (Temel Türkçe sözlük,) sadeleştirenler, Tercüman Gazetesi Yayın Kurulu, İst. 1985.11.1269. Meydan Larus, şiddet mad.
[149] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 77.
[150] Balcıoğlu , İbrahim, Şiddet ve Toplum, Bilge Yayınevi, İst. 2001. S. 19, 20.; Ayrıca bkz: Şiddet (Cogito) Yapı Kredi Yayınları, sayı 6-7, 1996, s. 29,36,140,143,397. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 77-78.
[151] Lisanu'1-Arap, "şdd" mad
[152] Sâd: 38/20, Ta Ha: 20/31; Kasas: 28/35;
[153] İbrahim: 14/18
[154] Hadîd: 57/25
[155] Mâide: 5/32-34
[156] Bkz. Abdulbâki, M. Fuad. Age. "Ş d d" maddesi
[157] Bkz. Abduibâkî, M. Fuad. Age. "Ş d d" maddesi
[158] Şûra: 42/40; Yûnus: 10/27; Haşr: 59/17; Maide: 5/95.
[159] Yıldırım, Suad, Kur'an'da Uluhiyyet, İst, 1987, s.246
[160] Yıldırım, Suat, Kur'an'da Uluhiyet, s.241 vd. Ayrıca bkz. Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur'ân, Çev.AIpaslan Açıkgenç, s.63.
[161] En'âm: 6/160; Bakara: 2/261.
[162] Hicazî, Muhammed Mahmûd, et'Tefsîm'l-Vâdih, Kahire, 1980, Cüz,26.27. s.53
[163] Ebussuûd,
[164] Ebulbeka, Külliyât, Bulak, 1253, s.219.
[165] Ebulbeka, Külliyât, Bulak, 1253, s.219. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 78-84.
[166] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 84-85.
[167] Bakara: 2/61,91; Âli İmrân: 3/23, 112,181; Nisa: 4/155; En'âm: 6/34; Mü'min: 40/
[168] Enbiya: 21/68-72
[169] Bakara: 2/49; A'râf: 7/141; İbrahim: 14/6
[170] Burûc: 85/4-10.
[171] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 85-86.
[172] Enfal: 8/25
[173] Karaman Hayrettin, Adalet, Zulüm ve Terör, Yeni Şafak Gazetesi 30 Eylül 2001. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 86-90.
[174] Mâide: 5/32-33
[175] Buhârî, Fiten, 8..
[176] Buhârî, Mezâlim, 24.
[177] Hucurât: 49/13.
[178] Enbiya: 21/107
[179] Bakara: 2/208.
[180] Bakara: 2/279. 16!.
[181] Âl-i İmrân: 3/64
[182] Tevbe: 9/11,33; Fetih: 48/28; Saff: 61/9
[183] Elmalılı, Hak dini, IV, 2505 vd.; VL4439
[184] Bkz. Maide: 5/1-2, 8; Enfal: 8/61
[185] Nisa: 4/58,59
[186] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 90-94.
[187] Âl-İmrân: 3/104
[188] Dia, Emir bi'1-Ma'rûf Nehiy Ani'l-Münker" mad. Mustafa Çağrıcı, XI,138; Hisbe mad. Cengfız Kallek, XVIII, 134
[189] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 95-97. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 95-97.
[190] Bakara: 2/37.
[191] Bakara: 2/134,141.
[192] Enam: 6/164
[193] Îsra:17/7
[194] İsra: 17/15.
[195] Tirmizî, hudut, 2.
[196] Nisa: 4/85. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 97-102.
[197] Tevbe: 9/107-109
[198] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 102-103.
[199] Hucurat: 49/13
[200] Enbiya: 21/107
[201] Bakara: 2/208
[202] Enfal: 8/61
[203] Nisa: 4/90.
[204] Mümtehine: 60/8.
[205] İbıuı Kesir Tefsir, IV, 349; Elmalılı, Hak Dini, VII.4904 vd.
[206] Nisa: 4/36; "uzak komşu" için bkz. Elmalılı, Hak dînî, 11,1355.
[207] Maide: 5/5
[208] Mâide: 5/8.
[209] En'am: 6/108.
[210] Şûra: 42/14; Beyine: 98/1-5.
[211] Şûra: 42/13, 15.
[212] Mümtehine: 60/8-9.
[213] İsra: 17/70
[214] Hucurat: 49/13
[215] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 103-109.
[216] Mâide: 5/51,57.
[217] Feyyûmî, Misbâhu'l-Münîr, 11,150; Mu'cemu'l-vasît, İbrahim Mustafa "v I y" mad. Diğer manaları için bkz. Remzi Kaya, Kur'an'da Dostluk İlişkileri. İst. 2000. s. 28 vd.
[218] Nisa: 4/138-139. Ayrıca bkz. 4/344; Âli İmrân: 3/28,118; Tevbe: 9/23; Mücadele: 58/14,22.
[219] Bkz. İbnu Kesîr, Tefsir, II, 68; R. Rıza, Tefsir, VI, 423 vd.; Elmlılı, Hak Dinilir, 1713.
[220] İbnu Kesir, age. Aynı yer.
[221] Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, II, 100 vd.
[222] R. Rıza, Tefsir, VI, 423 vd. Ayrıca bkz.Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş tefsiri, 11,33 vd.
[223] Âli İmrân: 3/75. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 109-113.
[224] Nahl: 16/125.
[225] Nisa: 4/75.
[226] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 114-115.
[227] Tâ Hâ: 20/44. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 115-116.
[228] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 116-118.
[229] Enfâl: 8/60; Nisa: 4/71. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: Zeki Duman; Kur'ânı Kerim'de Muharebe ve Zafere Götüren etkenler, E.Ü İlahiyat Fak. Derg. I, 181-183..
[230] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 118-119.
[231] İsfahani, Müfredâd, "c h d" mad.
[232] Örnek gösterilen âyetler: Ankebût: 29/6, 69; Hacc: 22/78.
[233] Furkân: 25/52; Tevbe: 9/73
[234] Nisa: 4/95;Tahrîm, 66/9. Mukatil, el-Vucûh ve'n-Nazâir, (Hazırlayan Ali Özek) İst. 1993, S. 152.
[235] Tirmizî, Fezailü'l-Cihad, 2.
[236] Tevbe: 9/73.
[237] İbn Kayyim, Zâdu'l-Meâd,II,38. Özel Ahmet, "Cihad" mad. DİA İslam Ansiklopedisi, VII, 528'den naklen
[238] Tevbe: 9/73.
[239] Bkz. Fetih: 48/1-29
[240] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 119-122.
[241] Maide: 5/64; ayrıca bkz. Enfal: 8/58, Muhammed: 47/4.
[242] Reşid Rıza, Tefsîru'l-Menâr, VI, 352-368.
[243] İsfahani, Müfredât,"h r b" mad. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 122-123.
[244] Bakara: 2/190.
[245] Hac: 22/39. Diğer Örnekler için bkz. Mu'cemu'l-Müfehres li Elfâzi'l- Kur'ân, "k 11" mad.
[246] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 123-124.
[247] İsfahani, Müfredat, "g z v" mad. Ayrıca bkz. Algiil, Hüseyin, "Gazve" ve Kafadar, Cemal, "Gaza" mad. Dia.XIII,488,427.
[248] Âli İmrân: 3/156. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 124-125.
[249] Nisa: 4/71; ayrıca bkz.Tevbe: 9/38, 39, 4, 81, 122.
[250] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 125.
[251] Maide: 5/2.
[252] Bakara: 2/84.
[253] Mücadele: 58/8-9; Ayrıca bkz. Nisa: 4/81, 108;
[254] Hicr: 15/94
[255] Müzemmil, 73/19; el-Müddessir, 74/49; Abese: 80/11-12; et-Tekvir: 81/27,28.
[256] En'âm: 6/106; Taberî, a.g.e., XVII, 172 vd.
[257] A'râf: 7/88
[258] Tâ Ha: 20/1-3
[259] Taberî, a.g.e., V. 170 vd., Râzi, a.g.e., XXIII, 38 vd., İbnü Kesir, Tefsîr, I, 525
[260] Mukâtil, Tefsîru'l-Kur'ân, (Yazma) Bursa, Eski Eserler Ktb. Hüseyin Çelebi Kısmı No: 27, vrk. 45a vd.
[261] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 126-129.
[262] Hacc: 22/39
[263] Bakara: 2/190-191
[264] Hacc: 22/40.
[265] Muhammed Heykel, Hazreti Muhammed Mustafa (Tercüme. Ö.R.Doğrul), İst. 1972. s.249; Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi 1/135.
[266] Râzi, Mefâtîhu'I-Gayb, XXIII, 38 vd.
[267] Hacc: 22/40.
[268] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 129-130.
[269] Tirmizi, Diyât, 22
[270] Ayrıca bkz. İbrahim Çelik, Kıır'an'da Ana Konular II: Ahlak ve Temel Hak ve Hürriyetler, s.
[271] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 130-132.
[272] Taberî a.g.e. II, 189 vd.; İbnu Kesîr, Tefsîr,I, 226; Elmalılı, Hak Dini, 11,694. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 132-133.
[273] Bakara: 2/190
[274] Taberî, age. 11,194; Râzi, age.V,130,132; İbnu Kesîri, 227 vd.
[275] Ahzâb: 33/14
[276] İsfahani, Müfredat, 371 vd.; Râzi, age.V, 13,132; R.Rıza,age.II,209. Elmalılı, Hak Dini, 11,695.
[277] Bakara: 2/217.
[278] Reşid Rıza, age.II,211,IX,29
[279] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 133-136.
[280] Enfâl: 8/56-58.
[281] Tevbe: 9/36
[282] Tevbe: 9/5.
[283] Tevbe: 9/6
[284] Tevbe: 9/7
[285] Tevbe: 9/8.
[286] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 136-139.
[287] Elmalılı, M.Hamdi Yazır, Hak Dini, II, 688 vdd
[288] Enfal: 8/60.
[289] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 139-142.
[290] Nedvî, age. IV,220; Mevdûdî, Tefhim, 1,507. Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 111,48 vd.
[291] Şatıbi, Muvafakat, 11.121,123,132,135.
[292] Nisa: 4/28.
[293] Hacc: 22/78, ayrıca bkz. A'raf: 7/157; Maide: 5/6; Hacc: 22/78; Nisa: 4/28;
[294] A.b. Hanbel, Müsned, VI, 116,233.
[295] Buhârî, Menâkıb, 23; Müslim, Fedâil, 77,78
[296] Buhârî, İman, 29; Şatıbi, Muvafakat, 11,144.
[297] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 142-143.
[298] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 144.
[299] Maide: 5/87.
[300] İbnu Kesîr, Tefsîr, 11,87-88; Elmalılı, Hak Dini, III, 1799 vd.
[301] Buharî, Eyman, 31.
[302] Şâtıbî, Muvafakat, 1,346 vd. Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 144-145.
[303] A. B. Hanbel, Müsned, V226.
[304] Buhari, Sahih, K. Rikâk, 34
[305] Seyyid Süleyman Nedvi, Asr-ı Saadet, V,263
[306] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 146-147.
[307] Tesniye, B. 14/2 Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 147.
[308] İşaya B. 19/2-4
[309] Huggay B. 2/22-23 Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 147.
[310] Yeremya. Bab. 51/19-23. s.777.
[311] Tesniye Bab.20/10-17
[312] Yeremya B.12/3 s.736
[313] İşaya B 13/5 s.683
[314] Yeremya B 26/32-35
[315] Samoel B.15/3 s:286
[316] Tesniye B.7/1-3 s.184
[317] İşaya B.13/15-18 s.683
[318] Hezekiel B.23/25 s.810
[319] II. Krallar B.3/19
[320] İşaya B.54/17
[321] Matta İncili, B. 10/34.
[322] Doç. Dr. İbrahim Çelik, Kur’an Işığında Hoşgörü ve Şiddet: 147-150.

_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
KUR’AN IŞIĞINDA HOŞGÖRÜ VE ŞİDDET
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Boks Döğüş Sporları Günahmı ?
» Hadisler ışığında diyet
» CİNSEL ŞİDDET Dindar kadınIN TAVRI
» Hadislerin Işığında Ahirzamanda Gelecek Olan Dört Büyük Şahıs selefi yazar-yorumlar çok saçma

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: İslami ilimler ve dini kültür :: Kuran-Tefsir-
Buraya geçin: