KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Zamane --Engin Geçtan

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7721
Rep Gücü : 18110
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

Zamane --Engin Geçtan Empty
MesajKonu: Zamane --Engin Geçtan   Zamane --Engin Geçtan Icon_minitimeSalı Ekim 11, 2011 8:14 am

Zamane

Engin Geçtan

http://www.dipnotkitap.net/DENEME/Zamane.htm
Editörün Notu:
Değerli psikiatrist ve
romancı Engin Geçtan editörü ile konuşmaya giderken önünde yürüyen on
yaşlarındaki çocuğun annesine "Bu ülke adaletli bir yer değil," dediğini
duyar. Anababalarının yüklerini çeken bir ülkede büyüyen çocukların
ileride "Yaşlı gençler" olmaya aday olduğunu görür ve Zamane adlı
kitabının yazımına bu açılım ile başlar. Hayatı daha iyi anlamak için
ipuçları ile dolu olan kitapta bireyin özerkliği, kimlik sorunları,
otorite ve öfke, aidiyet duygusu, çözülen değerler ve umursamazlık,
persona ve gölge, sıkışmış kızgınlıklar, korku, ensest gibi konular
irdelenmektedir. Hem kendimizi daha iyi tanımak, hem de pek çok
sorunları içinde barındıran ülkemizi anlamlandırabilmek için bir başucu
kitabı "Zamane".



***************
Engin Geçtan

Biyografi
Uzmanlık
alanı psikiyatri olan Engin Geçtan 1975-1987 yılları arasında meslek
dışı okuyucular tarafından da ilgiyle karşılanan dört kitap yazdı. Çok
sayıda basım yapmış ve yapmakta olan, kendi bilimsel disipliniyle ilgili
bu dörtlünün ardından (İnsan Olmak, Varoluşçu Psikiyatri, Normaldışı
Davranışlar ve Psikanaliz ve Sonrası, Metis), psikiyatri alanının
çerçevesinden çıkma isteği doğrultusunda roman-senaryo çalışmalarına
başladı. Ankara ve İstanbul'daki dört üniversitede öğretim üyeliği
yapmış olan Engin Geçtan, halihazırda üniversitedeki yarı zamanlı görevi
dışında klinik çalışmalarını psikoterapist olarak sürdürmektedir.

Metis Yayınları'ndaki kitapları

Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, 1975
İnsan Olmak, 1983
Psikanaliz ve Sonrası, 1988
Varoluş ve Psikiyatri, 1990
Kırmızı Kitap, 1993
Dersaadet'te Dans, 1996
Bir Günlük Yerim Kaldı İster misiniz?, 1997
Kimbilir?, 1998
Kızarmış Palamutun Kokusu, 2001
Hayat, 2002
Tren, 2004
Seyyar, 2005
Kuru Su, 2008
Zamane, 2010


*******************
Engin Geçtan “Zamane” Üstüne Düşünceler


Yücel NuralYıllar
önce bir psikolog dostumuzun ziyaretine gittiğimizde bürosunun
duvarlarını süsleyen Don Quichote figürleri beni epeyce düşündürmüştü.
Bu karmakarışık dünya içinde, her biri daha da karışık ruh halleri
yaşayan insanlara içlerindeki düğümleri çözecek ipuçlarını buldurup,
açtırmak, bir bilim adamına kuşkusuz Don Quihote’un çılgın azmini ve
soylu sabrını gerektirir. İnsanların ve toplumların sorunlarını teşhis
etmek, onlara uygun ve anlamlı isimler vermek tabii bilim adamlarının
işidir, ne var ki sorunları gidermek, hele bahis konusu rahatsızlık
toplumsal ise, (çünkü toplumlar da insanlar gibi hastalanabilir) hiç o
kadar basit değil. Bu gerçeği hepimiz görebiliyoruz.

Psikiyatr
Dr. Engin Geçtan’ın “Bize neler oluyor?” sorusunu irdelemeye çalışan bu
eseri okumak bende, ”Dünyaya neler oluyor?” sorusunu çağrıştırdı. Çünkü
her gün biraz daha çevremizi kuşatan küresellik bu gün kuşkusuz bu
eserin yazıldığı günden bile daha çok sıkıyor kavrayışını. Şiva’nın
,yaratan ve yok eden kozmik dansı, günümüzde yalnız Hindistan’ı değil
bütün yer küreyi sarsıyor, hem de nasıl! Son günlerde dünya
diplomasisini allak bullak eden,bana göre bir post modern ‘siber soğuk
savaş’ başlangıcı olabilecek ,”Wikileaks” patlaması devlet ilişkilerinin
ne kadar kırılganlaştığını, artık hiçbir şeyin gizli kalamayacağı
için,"Zamane"’nin, belki daha kolay anlaşılabilir amma, dünyanın daha
zor yönetilebilir olduğunu göstermiyor mu? Bir anda bütün dünyayı saran
toplumsal ekonomik, kültürel, teknolojik dönüşümler, zaten giderek
artmakta olan zaman ve mekan sıkışmasına maruz bireyleri bunaltıyor. Bu
yarışa ayak uydurabilmek kaygısı ile robotlaştırılan “proje çocuklar “
yetiştiriliyor. Çocuklularından mahrum büyüyen bu gençlerin ileride
bizlerden de “arıza” bireyler olmaları kaçınılmaz gibi.

Giambattista
Vico (1668-1744) gençlerin yetiştirilmesi üzerine 1699-1708 yılları
arsında yedi akademik konferans verir.Vico’nun her akademik yılın
başında tekrarladığı, çok ilginç bir metindir bu ve “De Ratio” (ölçü)
başlıklı konuşmanın amacı Cartesien felsefenin aklın hükümdarlığını ilan
ettiğinden beri, öğrenimin ve genel anlamda düşüncenin hangi yöne
yöneldiğini sorgulamaktı.

Vico’ya göre geometrik analizi
bilginin bütün alanlarına yaymak savıyla, Cartesienizm, gençleri söz
bilim (belagat) geleneğinden koparmış ve içlerindeki hassasiyet, bellek
ve hayal gücüne ait ne varsa, yani gençliğin üstün yeteneklerini boğmaya
çalışmıştır. Vico’ya göre,”Düşüncenin Barbarlığı” dediği bu
olguyla,”(bilimin) geometrik çerçevesinden gerçeğin bir bölümü kaçıyor.
Eleştirel analiz bize aynı zamanda sentez anlamını da kaybettiriyor.
Bunu tekrar bulabilmek için sağduyu,olabilirlik en çok ta hayal gücü
gibi ,zor beğenen akılcı bir mantığın dışladığı olguları yakalayan esnek
bir dil ve kıvrak bir anlatı sanatını geliştirmek gerekir. Çok teknik
bir akılcılık ahlakla ilintisini de kaybeder. Bu çerçevede sözel şıklık
da gerçekliğin bir aracıdır.”( zamane devlet adamları ve diplomatlar
Vico’yu hiç okumadılar mı, acaba?)
Toplumda özerk bir birey
olamama biraz da özerk ve öznel bir dil geliştirememekle ilintili değil
midir? Kuşkusuz Rousso’nun düşündüğü gibi doğa içinde tam bir özgürlüğe
bırakılarak yetiştirilmiş çocuklar hayal etmek 21. Yy.da olası değil.
Artık bir oranda her kişinin bir proje insan olmasına karşın bireyin
kendi doğal yeteneklerinin, sezgilerinin, sağduyusunun farkındalığını
geliştirmek için, eğitim sisteminde bir alan oluşturmak gerekmez mi?
Ne yazık ki bu alanları dolduramayan eğitim sistemi kompülsif
davranışlar sergileyen bireyler yaratıyor…

Freud’un, ”uygarlığın
bedeli nevrozla ödenir” sözü burada da geçerli, sanırım. Göreceli ahlâk
ve radikal bireysellikle yetişen gençlerin oluşturduğu ve sadece
“aydınlanma yasalarının harfi üzerine bina edilmiş ve asla daha yükseğe
uzanmayan bir toplum, insanın yüksek niteliklerinden nasibini almayan
bir toplumdur. Adına ilerleme denen, gayri meşru haksız samimiyetsiz
seçkinci dayatmaya tepki,bir yer altı kültürünün ürettiği kriminal derin
devlet midir?” diye soruyor Alev Alatlı.
‘Özerk kimlik’ zayıflığı
ile kimlik geçişmesi (identity diffusion) yaşayan kişiler
varlıklarındaki boşluğu bir dogmayabir ideolojiyebir etnik kimliğe
adayabilirler. Bu tutku ölümseverliğe “thanatos”a kadar varabilir. Oya
Baydar’ın ”Sıcak Külleri Kaldı” adlı romanında ‘ölmeye yatmak’
deneyimlerini hatırlıyorum. Gerçek şu ki bizlerin sosyo politik, sosyo
patolojik,sosyo nervrotik hallerimiz zaman zaman toplumsal patlamalara
yol açıyor ve herkesten daha zeki ve daha akıllı olduğunu sanan bazı
kişiler,yetişkin omnipotansı kompleksleri ile ellerine otoriteyi
geçirdiklerinde toplumu tehlikeli süreçler içine sürükleyebiliyorlar.
Erich
Maria Remarque,”Batı Cephesinde Yeni bir şey Yok” adlı romanında savaş
içindeki orduda onbaşı çavuş gibi en alt sıralardaki askerlerin ellerine
geçen bu otoriteyi nasıl acımasızca kullandıklarını betimlerken,
”Yaşamlarında ilk kez otoriteyi ellerine geçiren bu insanlar kan kokusu
almış en yırtıcı vahşi hayvandan daha vahşi olurlar” der. Buna benzer
kriz zamanlarında işkenceciye dönüşen bazı kişilerin beyinlerinin en
derin , R-Komplex kısmı ile yönetildiğini düşünüyorum. .

1980’lerden
sonra sayıları giderek artan bazı yönlerden içerik yoksunu ama
girişimci fırsatçı ve dinamik “Yeni Türkler” düşünce ve fikir zengini
ama eylem yoksunu aydın kesimi yavaşça toplumun periferisine doğru
iteklemeye başladılar. ”Magandayım ama para bende” anlamındaki bir
meydan okumayla yeni bir kimlik edindiklerini sandılar. Tarikat
liderleriyle ahlak dışı ilişkilere girmekle kendilerine bir statü
edindiğine inanan bir takım kişiler de özerk olmayı bilememenin bazı
örnekleri. Bir bakıma, toplumun önemli bir bölümünün hala muhtaç olduğu
değerlerin altını oyarak zamanla daha büyük bir kesimin yapay ve
fanatik inanç sistemlerine yönlendirilmesinin sağlandığı var
sayılabilir. ****** aydınlanması gibi görkemli bir devrimden bir
uyanıştan sonra ülke toplumunun nasıl olup ta böyle bir toplumsal
ezikliğin içine düştüğünü kendi kendime çok sormuşumdur. Bilincinin
bilincinde, özgüvenli ve onurlu ulus neden bu günlere geldi?

İktidar
ve para tutkusu üzerine kurulu üst-sistemlerin tutsağı olduğumuz
gerçeğini herkes gibi ben de görüyorum. Ne var ki bilgisine ve
deneyimine saygı duyduğum yazarın ,”…geçmiş yeniyi anlamamızı engeller
şimdi bağımsız bir andır aslında insanın tek rehberidir” söylemine
katılmıyorum.Ben ,‘şimdi’yi anlamak için geçmişe bakmayı
yeğleyenlerdenim.

Yazar da ,aslında,bu günleri hazırlayan
geçmişi sıklıkla irdeliyor örneğin1980 sonrası yılların fanatik bu
günlere nasıl yol açtığını (s.46-47) çok güzel betimliyor Ben ise biraz
daha gerilere giderek olaya küresel pencereden bakmak istiyorum: (*)”
Yıl 1910 –yer Edinborough, Dünya Misyonerleri topantısında, Çağdaş
Ekümenizm kisvesi altında BATI’nın buluşu olan Küreselleşmenin temelleri
atılıyor… Yıl – 1925, Stockholm’de, Evrensel Hristiyan Konferansı adı
altında tekrar toplandıklarında Kutsal Metinlerin endüstriyel sosyal
siyasi ve uluslar arası ilişkilere nasıl uyarlanılabilecekleri
tartışılıyor.Bir de sloganları var, ”Hizmet birleştirir, Öğreti ayırır”.

Ekümenizm’in,
Yeni Dünya Düzeni ile ilişkisini ilk telaffuz eden, Sir F. Younghusband
diye bir adam.1930’da topladığı Dünya İnançlar Kongresine ilişkin
olarak,”Yeni Dünya Düzeni için DİNİ bir temel şarttır”diye yazıyor…

Sonradan
UNESCO”nun ilk genel müdürü olan Sir Julian Huxley de “ALLAH’a itikadi
kavramlar insanlığın ilerleyişine paralel olarak kaybolmaya
mahkumdurlar. ”buyuruyor,” Yeni bir din gelişecek …Bu dinin en önemli
unsuru evrenselliği olacak…BATI’nın ve DOĞU’nun büyük dinlerinin
insancıl öğretilerini kucaklayacak.”(s.119)

İşte yeni Dünya
düzeni adına saf insanların inancını kullanan, Küresel Libralizm’in
Amentü’sü… Çevreyi kirleterek emeği sömürerek libido güdümlü bireyler
ve sabıkasız hırsızlar üreten Vahşi Kapitalizmin, Minarenin kılıfını
nasıl ve nerelerde hazırladığını görmemek mümkün mü? Örtülere bürünerek
inanç adına ,modernleştiğini savunan bacılarımız bunları biliyorlar mı
acaba? Noel kutlamalarına karşılık “KUTLU DOĞUM HAFTASI”gibi,
sosyetenin,”CADILAR BAYRAMINI” kutlaması gibi ; veya İçkili lokantalara
izin verilmeyen bazı doğu illerinde alkol tüketiminin Türkiye’de en üst
seviyede olması gibi, en Müslüman Anadolu kentlerinde dünya çapında
uyuşturucu kaçakçılığı yapıldığı gibi daha bir çok iki yüzlülük
örnekleri, çoklu bir referansı olan melez bir dindarlığa mı işaret
ediyor?

Freud Libido’nun insan davranışlarındaki önemini o kadar
abartmamış olsaydı, yirminci yüz yılda batı kültürü bu denli yozlaşır
mıydı, acaba? Diye düşünmekten kendimi alamıyorum!

(**) Freud klinik deneyimlerinden yola çıkarak psikoloji bilgisini psikanaliz ile yeniden yapılandırdı. (s.85-88)
Freud’un
HOMO’SU , İd Ego ve Süper- ego’dan oluşur.İd, bilinç altında en geniş
yeri kaplar derin organik ve duygusaldır. Kişinin içgüdüsel enerjisinin
kaynağıdır. Bilinç dışıdır ve libido’nun büyük rezervuarını oluşturur.
Alışkanlık eğilimlerinin tutkuların ve içgüdü’nün bölgesidir. Ahlaki
kavramdan ve mantıktan maksattan yoksun, haz prensibinin
hakimiyetindedir. Bastırılmış öge’ler İd ile karışıp birleşerek, onun
bir parçası olurlar.
Ego, İd’den çok kesin bir sınırla ayrılmaz; alt
kısmından onunla karışır. Kısmen bilinçli, kısmen bilinç dışıdır.
İd’in üstün gücünü frenleyen baskılar buradan çıkar. ”Sublimation” Yani
yüceltme , ego’nun arcılığıyla oluşur böylece ‘çıplak
libido’‘ego-libido’ya dönüşür. Ego’da idrak büyük rol oynar, Ahlak ve
sansür algısına rağmen İd ile çok çatışmaz onun taleplerini uygunluk
çerçevesinde yerine getirir.(s89-90)

Süper-ego, Ego’ya göre özel
bir durumdadır, ondan gelişir onun farklılaşmış halidir. Bilinç
dışıdır,ama hakim olma kapasitesi vardır. Bilinçli Ego’dan bağımsızdır
ve ona pek bulaşmaz İd ile yakın temastadır ve Ego’ya karşı onun
temsilcisidir. Başlıca işlevi eleştiri ile Ego’da bilinç dışı suçluluk
duygusu uyandırmaktır. Aslında vicdan ile aynıdır,ve Ego’ya karşı
aşırı ahlakçı ve zalim olabilir.Olgunlaşmış Ego Süper-ego’nun
hakimiyetine tabi kalır.

(***)Jung’un “ Ruhsal Enerji” adlı
çalışmasında ,Freud’dan ayrı düşündüğü konular işlenir. Jung
“Arzum,psikolojiye defen bilimindeki enerji kuramının sağladığı mantıklı
ve geniş kapsamlı bir görüş açısı kazandırmaktı.(s.172)… Günümüzde bir
fizikçi nasıl tüm güçlerin örneğin yalnızca ısıdan geldiğini
düşünmezse,bir psikiyatrist de tüm içgüdüleri cinsellik kavramıyla
özetlemekten sakınmalıdır. Freud’un başlangıçta yaptığı hata buydu!”,
diyor.

Jung Analitik Psikolojide simya ile,psikolojinin
örtüştüğünü görmüştü.”Ruhun içeriğinin tarihsel bağlamda ne anlama
geldiğini, eski yazıları mitleri masalları, imgeleri ve arketipleri
inceledikten sonra anladım…” diyor. Arketiplerden oluşan bir kolektif
bilinç dışının varlığına inanıyor. Jung’un rüya yorumları bu hipotezin
etkilerini taşır. Jung insan ruhunda kendimizi dış dünyaya takdim
ederken gösterdiğimiz PERSONA dediği bir maskeden söz eder.ANİMAİSE
DERİN KİŞİLİĞİMİZİN kolektif bilinç dışıdır. Bir erkek bireyin
kişiliğindeki dişi bölüm burada bulunur. Anima sık sık rüyalarımızda
ortaya çıkar

Engin Geçtan eserinde Jung’un arketip kavramının
toplum psikolojisindeki yerini betimlerken ” Din ve inançlar ,
gelenekler, adetler, töreler ahlak kavramları vs. gibi toplumların
tarihlerinden gelen değerler toplumun geleneksel yapısını
oluştururlar.(E.Geçtans.62)Bu yapının çözülmesive referans çerçevesinin
bulanıklaşması toplumda narsistik eğilimlerin, şiddet ve suç oranlarının
çoğalmasına yol açar. Buna “grup regresyonu” denir. Regresyon insanın
duygusal gelişiminde bulunduğu yerden gerilemesi demektir.” diyor.

Bir
televizyon konuşmasında Işıl Özgentürk ”Bilginin kullanımını
bilmediğimiz gibi dinin kullanımını da bilmiyoruz “ dedi.”Siyasi alan
,İslami bir dayatmayla sistematik bir cahilleştirme yapıyor gibi.(Darwin
olayını anımsayalım!)”

İslami kimlik artık toplumda asıl
“PERSONA” olmaya başladı ve kişiliğinin diğer bölümü , yani gölge
arketipi bir yana itilerek benlik şişmesi,(ego enflasyonuna) doğru
sürükleniyor Türk insanı gibi geliyor bana. Çok dikkatli olup olayları
biraz büyük ölçekli değerlendirmek taraftarıyım. Sezgi ve duygusal
zekayla zengin ,ve adalet terazisi hileli olmayan bir dünya dileği ile!

Kaynakça:
1.”GİAMBATTİSTA Vico,l’İmagination au pouvoir”,le Magazine Littéraire,N.497,Mai 2010
2.(*),Alev Alatlı,Aydınlanma değil,Merhamet,Everest yayınları
3.(**)Freud,His Dream and ilişki Theories,Joseph JastrowPerma Books
4.(***)CARL GUSTAV JUNGAnılar ,Düşler,Düşünceler,Can yayınları

*************************
Çocuk yalnızlığında toplum, iç savaş tutsağı birey


Yazan: Fikri Sabit
Yazı Kaynağı: Sabit Fikir
http://www.kitaphaber.net

İşçiler
ayakta, küçük esnaf geleceğini yitirdi yitirecek, emekli dullar
televizyonlarda başka emekli dulları aramakta, gençler tuhaf
yetenekleriyle kısa yoldan para kazanma yolunu seçmişken; televizyon
yıldızları mafyayla tuhaf bir iktidar birlikteliği içinde,
bürokratlarımız mahalle kavgası tarzında üstümüzde yavaş yavaş
tepinmekte ve çocuklar şarkı yarışmalarında gün be gün hayattan ve
geleceğimizden elenip dururken, bir çılgınlıklar imparatorluğu değilse
içinde yaşadığımız o zaman nedir peki, diye düşünüp duranlara kısacık
bir kitap tavsiye ediyorum hararetle: “Zamane”…

Daha önceki pek
çok çalışmasından tanıdığımız psikiyatrist Engin Geçtan son çalışması
“Zamane” ile toplumumuzun yaklaşık son elli yılını psikoterapiye alıyor.
Geleceği şekillendirebilmek ancak bugünü anlamlandırabilmekten geçiyor
kuşkusuz. Günümüzde ekseninden kaymış bireyler topluluğu içinde
yaşadığımızı düşünenlerdenseniz eğer, Geçtan’ın psikanalitik
teşhislerine kulak vermekte fayda var.

Türkiye’nin son yıllarını
bir terapist olarak deneyimlerinden, hasta profillerinden yararlanarak
bireyden topluma, toplumdan bireye bir ağ gibi dokunan yapı ekseninde
ele alıyor Engin Geçtan. Eskiden pek dikkate alınmayan ama artık ülkenin
ve dünyanın, politik, ekonomik, sınıfsal ve teknolojik dönüşümlerinin
birey üzerindeki sabit etkisinin psikiyatrinin alanına fena halde
girdiğini belirtiyor.

Çocuklukta yaşanan özerklik denemeleri,
ebeveyne çarpıp kendimize geri dönünce, yetişkin bireyler olarak ilk
önce kendimiz olmaktan vazgeçer oluyoruz. Kendinden vazgeçmişlerin bir
araya gelince ise tam da içinde yaşadığımız topluluğa benziyor…

Hayata
öncelikle ebeveyninin mülkü olarak başlayan bebeklerin dünyasında, bir
yandan evrenin tekliğiyle bütünleşmek isteyen diğer yanda ise evrenden
tamamen kopmuş mülkiyetçi ruhların yönetimi hakim oluyor zamanla. Ve
birilerinin işçisi, köylüsü, öğrencisi, esnafı, halkı oluyoruz hızla…

Etnik
kimliğinden başka tutunacak dalı kalmayanların, “kimlik geçişmesi”
derdinden mustarip olanların kaygı ve öfkeleri bambaşka iktidar odakları
yaratırken otorite dediğimiz şeyin anlamı da değişti, ondandır ki
birileri televizyonlardan, meydanlardan bizlere doğru gün aşırı büyük
bir kızgınlıkla bağırmakta…

Bazıları toplumsal değerleri giderek
çözerken, diğerleri de yapay ve fanatik inanç sistemleri kuruyor, ta ki
bunlar da zamanla bazılarımızın başına yıkılana dek…

Önce teşhis sonra tedavi

Engin
Geçtan bir nevi teşhis koyuyor bu toplumsal hallerimize, tedavi ise
teşhisi doğru yapabilmekten geçiyor elbette. ‘Zamane’den etkileyici bir
alıntıyla bitirelim:

“Yetmişli yıllarda bir arayış vardı, artık
sıkmaya başlayan bir kabuğu çatlatmak istercesine. Askeri yönetim bunu
engellemekle yetinmedi, gençliği politikadan uzak tutmak için özel bir
çaba gösterdi ve izleri bugüne kadar taşınan bir ölçüde başarılı da
oldu. Çağdaş bir insan için politik tavır kimliğinin doğal bir
boyutudur. Bu boyutun oluşumu ketlendiğinde politik inançların yerini,
yarattığı regresyondan ötürü, körü körüen bir kitlesel fanatizm
alabilir(…) Kimlik boşluğunun bir ideoloji ya da inanç sistemiyle
giderilmeye çalışmasının içeriği, 1980 sonrasında farklı alanlara
yönelerek varlığını sürdürmekte. Toplumun bir kesimi İslami inançlarını
ideolojik boyuta taşırken, bir diğer kesimi aynı boşluğu milliyetçi
görüşlerle dengelemeye çalıştı. Bir diğer kesim ise cumhuriyetin
başlangıcındaki ilkelere eskisinden daha katı ve kararlı bir biçimde
tutundu(…) Dolayısıyla gelinen aşamada, demokrasi yolunda ilerleyişi
ketleyici etkisi olan kolektif bir kitlenme söz konusu. Askeri darbe
olmasaydı neler yaşardık sorusunun cevabını hiçbir zaman bilemeyeceğiz.”

Zamane – Engin Geçtan – Metis Yayınları

**************************

“YAKINAN İNSAN HİÇBİR İŞE YARAMAZ”


http://www.remzi.com.tr Engin Geçtan'la Söyleşi: Aslı Uluşahin

Bir
kez okumanın yetersiz kaldığı kitaplar vardır. Psikiyatrist-yazar Engin
Geçtan’ın son kitabı “Zamane”, bunlardan. Önünüzde hepitopu yüz
sayfalık bir eser var. Ancak bu eserde Geçtan, geniş bir zaman
aralığından Türkiye’ye bakıyor ve yarım yüzyılı aşan mesleki
birikimiyle, “ahvalimizin nice olduğunu” anlatıyor. Mülkiyet konusundan
kimlik sorununa, toplumsal değişimden kolektif regresyona, ensestten
çocuk yalnızlığına kadar, pek çok konuya değiniyor. Osmanlı
İmparatorluğu’nun yıkışınının toplumuzda yarattığı yas ve Doğulu-Batılı
zaman üzerine görüşleri ise, kitabın dikkat çekici yönlerinden…

Aslı Uluşahin: “Zamane”yi yazmaya nasıl karar verdiniz?

Engin Geçtan:
Diğer kitaplarım içimden geliverdiğince yazıldılar. Bu kitabın ise,
diğerlerinden farklı olarak, bir misyonu da vardı denilebilir. Ülkemizde
olup bitenlerin psikiyatrik boyutunu kendi anladığım kadarıyla yazsam,
okuyanlara yararı olabilir mi düşüncesi bir bakıma ağır bastı da
diyebilirim. Çünkü günümüz dünyasında olanları kavramak gerçekten
zorlaşmaya başladı. Toplumumuzun bugüne kadar alışık olmadığı ya da var
olmuş olan ama farkında olmadığımız olguların kitle iletişim araçlarıyla
hepimize ulaşabilir hale gelmesi kafaları karıştırır hale geldi. Şahsen
benim de ne olup bittiğini anlayamadığım durumlar var. Ancak, bu
olguların anladığımı düşündüğüm boyutlarını, yani mesleki açıdan
yapabildiğim değerlendirmeleri birileriyle paylaşma isteği “Zamane”nin
yazılmasında başlıca etmen oldu. Ayrıca bu kitabı yazarken ilk kez bir
denetim mekanizması kullandım.

Aslı Uluşahin: Öz-kontrol uygulamaya neden ihtiyaç duydunuz? Çekinceniz neydi?

Engin Geçtan:
Bu kitabın insanların değerlerine, inançlarına dokunan yanları var. Bu
nedenle hiçbir şekilde yargı ögesi barındırmamalıydı. Kimseyi rahatsız
etmemeye çalıştım.

Aslı Uluşahin: Sizin yaşama bakışınızda da böyle bir yan var: Bugünü yargılamadan, olduğu gibi kabul etmek… Yargılara varmanın nesi kötü?

Engin Geçtan:
Evet, bugünü de bugün olarak kabul etmişliğim var. Çaresiz bir
kabulleniş değil bu. Bugün de sıranın bunlara geldiğini düşünüyorum ve
olmakta olana, “olmaması gerekir” demenin bir anlamı yok. Çünkü
“olmaması gerekir”de de yargı var. Yargılama devreye girdiğinde olup
biteni anlayamayız.

Aslı Uluşahin: Bireyden topluma,
toplumdan bireye bakıyor ve “ahvalimizin nice olduğunu” anlatıyorsunuz.
Üstelik bunu yaşamını psikiyatriye adamış biri olarak yapıyorsunuz. Bu
noktada, okurlardan beklentiniz ne?

Engin Geçtan: Bugüne
dünün normları ve değerleriyle bakarsak dünya içinde sürüklenme ve
savrulma ihtimalimiz de artar. Bazı diğer kitaplarımda da anlatmaya
çalıştığım gibi, kestirilemezlik yaşamın özünde ya da aslında evrenin
doğasında mevcut.

Dolayısıyla, olayları denetleme ve yönlendirme
gücümüzün de bazı sınırları olduğunu kabullenme durumundayız. Bunu,
kadercilikten farklı bir anlamda söylüyorum. Okuyucularımdan nasıl bir
beklentim olabilir ki? Bir kitabı yayıncıma teslim ettikten sonra o,
kitap ile okuyucu arasında bir ilişki; benim söyleyecek sözüm olamaz. Bu
tür kitapları okuyanlar sunulan farklı bilgiler arasından genellikle
kendilerine değen birkaç öğeyi seçip onlarla ilgilenmeyi yeğliyorlar.
Yapılan seçimler de doğal olarak bir kişiden diğerine değişebiliyor.

Aslı Uluşahin:
Kitabınızda, Türkiye’nin yakın geçmişindeki olayları ve bunların
toplumumuzu nasıl etkilediğini anlatıyorsunuz. İmparatorluğun yıkılışı,
60 ve 80 olayları, sonra 90’lı yıllar… Sizce en büyük travmayı hangisi
yarattı?

Engin Geçtan: “En” sözcüğünü kullanmayı tercih
etmiyorum. Çünkü orada da bir ölçü ve yargı var. “En”ler bir insanın
yaşamı boyunca zaten değişime uğrarlar. Bir dönemi yaşayanlar için en
önemli olan kendi yaşadıklarıdır, ama bu onu toplumun yaşadığı en büyük
travma yapmaz. Diğer yandan, saydıklarınız içinde, 60 ve 80’li
yıllardaki olaylar kendi kendimizle kavgalarımızdı. Ama imparatorluğun
dağılmasında farklı bir durum var. Bir ülke çökmüş, parçalanmış, işgal
edilmiş ve bunun içinden çıkmak için bir savaş verilmiş, başarılı
olunmuş. Benim kuşağımda Osmanlı İmparatorluğu diye bir şey neredeyse
yoktu. Ülkenin tarihi 1919’da başlıyordu. Dolayısıyla orada bir kopukluk
oluştu. Şimdi o kopukluk telafi edilmek isteniyor, edilmeli de. Ama
tabii bunu yaparken imparatorluğun görkemli günlerini yeniden
canladırmayı düşlemek abes olabilir. Çünkü bu, ısmarlanabilecek bir şey
değil. Ülkemizin parlak bir geleceği olacağına ilişkin veriler mevcut,
ama bu gerçekleşirse formatını şimdiden kestirebilmenin mümkün olduğunu
düşünmüyorum.

Aslı Uluşahin: İstanbul’un lalelerle
donatılmasını, imparatorluk günlerine özlemin bir yansıması olarak
yorumluyorum ben. Sonra, bir mitingde başbakan için “Osmanlı’nın son
padişahı” pankartı açıldı. Bunlar da o kopukluğun ve yas tutamamanın
sonucu mu dersiniz? Ya da o günlere özlemin? Ve sizce bu kopukluk nasıl
aşılabilir?

Engin Geçtan: Bu ülkenin tarihi çok zengin ve
tarihimiz Osmanlı İmparatorluğu’yla da başlamıyor. İçinde bir Asya ögesi
var, daha önce Anadolu’da Balkanlar’da yaşamış olan medeniyetler var.
Tümü bizim tarihimiz. Ama bizim tarihimiz hangisidir konusunda bir
uzlaşma yok. Herkesin kabul edebileceği ortak bir tarihimiz olduğu zaman
herhalde yas tutulacak bir şey de kalmaz.

Aslı Uluşahin:
Bireyler hastalandıklarında tedavi edilebilir, peki toplumlar
hastalandığında ne yapmalı? Hasta bir toplumda yaşıyorsak eğer, birey
kendini bu hastalıktan nasıl uzak tutabilir?

Engin Geçtan:
Hastalık sözcüğünü bir yana bırakırsak, dünya genelinde başımıza bela
olan üst-sistemler yaratıp, kendimizi bunların tutsağı haline getirmiş
olduğumuzu kabul ediyorum.


***************************************
“Başbakan’a ve ******’a da tavsiye edilir”

Kürşad Oğuz, Radikal Kitap Eki, 26 Mart 2010

Başbakan’ın
yerinde olsam Engin Geçtan’ı danışman tayin ederdim. Kabul eder mi,
nasıl ikna edilir, bilemem. Veya seçim öncesi kömür, beyaz eşya vs.
yardımı yapılabiliyorsa hiç olmazsa ‘Her eve bir Zamane’ kampanyası da
düzenlenebilir. Ülkenin yaşadığı bu kaotik ortamın Ergenekon davası,
darbe planları, yasama-yürütme-yargı çatışması, açılımlar vb. türlü
muammayı içine alacak şekilde aklı başında ve tarihsel temellere
dayandırılarak açıklanması, her gün ‘batıyoruz’ diye feryad edenlerin
yüreklerine su serpilmesi en kolay böyle sağlanabilir. Bu konuda
hükümetin çok ihtiyaç duyduğu doğallaştırma ve normalleştirmenin
propagandası en güzel Geçtan’ın yaklaşımıyla yapılır. O, özetle, nasıl
insan hayatında inişler, çıkışlar, patlamalar yaşanıyorsa toplum için de
aynı süreçlerin geçerli olduğunu, bunun olmamasının endişe vermesi
gerektiğini söylüyor ve şu an ülkenin durumunu anlatan en güzel cümleyi
sarfediyor: ‘Yönetilen ülkeden neredeyse bağımsız, kendi kendini ileriye
taşıyan bir başka ülke de var gibi.’
Geçtan, ülkenin en ünlü
psikiyatrlarından, rivayete göre terapi için başvuranların kapısında
birkaç sene beklediği, bugüne kadar ‘divan’ından binlerce kişinin –çoğu
kalburüstü– geçtiği, üstelik bu işi 50 küsur yıldır yaptığı için yakın
tarihin çok önemli gelişmelerini de dikkate alarak terapilerini yürüten,
yazdığı altı romanda ve ona yakın bilimsel çalışmada edebi bir
yetkinliğe de kavuşan, buna karşın bilgece sessizliğini korumayı başaran
bir isim.

Zamane, onun yeni kitabı, bir anı-deneme çalışması
denebilir. Kitapta, mesleki deneyimlerinden ve hayatından yola çıkarak
bugünü ve bugün yaşananların sebeplerini anlamlandırmaya çalışıyor
Geçtan. Kişisel ve mesleki tecrübeleri hem ülkenin son 60 yılını bizzat
içerdiği hem olgulara ve insanlara bir psikiyatr profesyonelliğiyle
bakabildiği için anlattıkları hiç de göz ardı edilemeyecek tespitlere
dönüşüyor.

Onu bu kitabı tamamlamaya iten, 10 yaşındaki bir
çocuktan sokakta annesine söylerken duyduğu ‘Türkiye adaletli bir yer
değil’ cümlesi olmuş. Bugün, pek çok çocuğun farkında olmadan
ebeveyninin duygusal yükünü çektiğini ve geleceğin ‘yaşlı gençleri’
olmaya aday olduklarını düşünüyor. Oysa II. Dünya Savaşı yıllarına denk
düşen kendi çocukluğunda ‘dünyanın yükü’ onlardan uzakmış ve o çocuğun
yaşında biri böyle bir görüşü dile getiremezmiş. Kendisi itiraz edebilir
ama zaten bu kitabın altmetninde bence bu yükü çocukların üzerinden
alma ve onlara itibarlarını iade etme duygusu var. Geçtan, kendi
danışanlarından da yola çıkarak ‘yanlış çocuklukların’ ilerde nelere yol
açtığını, bugün cinnet, cinayet, tecavüz, çete vs. haberlerinin
kahramanlarının en temeldeki sıkıntılarını bilimden uzaklaşmadan
anlaşılır bir dille aktarıyor. Zaten bu kitabı öncelikle anne babalara
şiddetle tavsiye ederim. Sadece çocuklarına daha düzgün davranmalarının
önemini değil, kendi hayatlarındaki tuzakları da görmeleri için.

Aynı kalmanın güvenilirliği

Konumuza
dönelim. Şu günlerde kimin kafasında yok ki o soru: Bize neler oluyor?
Geçtan’a göre bu soruya kimse tam bir cevap bulamaz çünkü ‘yaşanan
karmaşık olguların bazı yönlerini bilenlerin, diğer yönlerini bilmeleri
ya da anlamaları mümkün değil.’ Ergenekon davası sürecinden daha güzel
karmaşık bir olgu olamaz. Geçtan böyle isimler vermiyor belki ama bu son
derece politik süreci hiç kaçamak yapmadan, yanlış anlaşılmaktan
korkmadan, insan ve toplumun zaaflarını da dikkate alarak
değerlendirmeyi beceriyor. Geçtan, insanın yaşamöyküsü gibi insanlık
tarihinin de durağanlıkları ve sıçramalarıyla kesintisiz bir süreç
olduğunu düşünüyor. Aydınların yüzünü Batı’ya çevirmesinin ve
ulus-devlet kavramının kıpırtılarının 19. yüzyıl sonlarında zaten
belirmeye başlamasının sonucunda Cumhuriyet ve İnkılâpların doğuşu gibi.
Tanık olduğumuz olaylara bakarsak şu günlerde de bir sıçrama
yaşanmakta. Bazen, görünürde yapıcı ya da yıkıcı olan sıçramaların,
sonradan görünürün tam karşıtı bazı etkileri ortaya çıkabiliyor.

Peki
bizim derdimiz ne? Geçtan’a göre ‘neler oluyor bize’ feryatlarının
kaynağında üst-sistemler gibi bireylerin de kestirilemezliğe tahammül
edememeleri ve hayatlarını belirli formatlara sokarak, kendilerine
yabancılaşma pahasına da olsa aynılığın güvenliğini aramaya çabalamaları
yatıyor. Bir röportajında da belirttiği gibi, kendisi böyle korunaklı
düşünmüyor, geçmişi özlemle anmıyor, olmakta olanlara sürecin şimdiki
aşaması olarak bakıyor: ‘Benim kuşağımla o yüzden anlaşamıyoruz zaten.
Onlar uyuklayan Türkiye’yi tercih ediyor, bugün kötüye gittiğini
düşünüyor. Çılgın Türkiye’yi ben kabulleniyorum.’ Geçmişin, yeniyi
anlamamızı engellediğini düşünüyor Geçtan. Bugüne baktığımızda
söyledikleri çok anlamlı geliyor ve bu kitabı şimdi de yaşamlarını
anlamlandırmaya çalışırken yanlış yollara sapanlara tavsiye ediyorum.
Çok faydalanacaklar.

Zamane, doğal olarak aynı zamanda bir
psikoloji ve psikoloji tarihi kitabı. Bir köylünün köyünde çay
yudumlarken aldığı keyifle sizin şehirde bir arkadaşınızla ‘performans
ağırlıklı’ buluşmalarınızda içtiğiniz kahve arasındaki farkı;
coğrafyasız yaşamanın defolarını; başkalarının olmadan önce kendimizin
olmanın önemini; ‘infantil omnipotens’ın yol açtığı ‘yetişkin
omnipotens’ı ve zararlarını; çocuk yalnızlığını; insanın kendi içindeki
kargaşanın dış dünyadaki kargaşadan daha ürkütücü olduğu gerçeğini;
kastrasyon korkusunu; Özallı yılların yarattığı sorunları; Angela
Merkel’in internette de yayımlanan göğüs dekolteli fotoğrafının neden
dünyada en çok tıklanan fotoğraf olduğunu; varoluş suçluluğunu, şu an
burada sıralanınca merak edenlere de tavsiye ediyorum bu kitabı. Bugüne
kadar psikolojiyle o ya da bu şekilde ilgilenmiş olanlara, terapi görmüş
veya görmeyi düşünenlere de.

Geçtan ‘Bizim çocukluğumuzda
psikolojik sorun diye bir şey yoktu’ demeyi de bilen biri olduğu için,
işini yüceltmeden anlatıyor anlatacaklarını. Üstelik bu kitabın, Irvin
Yalom’un Divan’ıyla Oliver Sacks’ın Karısını Şapka Sanan Adam’ı arasında
durmaktan kaynaklanan bir ferahlığı da var. Geçtan, ara sıra
danışanlarından verdiği örneklerle ne demek istediğini daha iyi
anlatıyor. 80’lerde ‘İşkence gördüğümden bu yana diğer insanlara karşı
duyarlılığım köreldi’ 90’larda ‘Benim için iki seçenek var: Sinema
yapmak ya da gerilla olmak... Ama arkadaşlarım dağlarda ölüyorlar’ diye
gelen ya da 2000’lerde terapi odasındaki koltukların yeri değiştiği için
‘güvenliğinin sarsıldığını hisseden’ yüksek bürokrat örneklerinde
olduğu gibi. Ne de olsa, ‘Yaşamla bütünleşmemiş bilgi bilgi değildir.’

Kitabı
başta ana olmak üzere muhalefet liderlerine de tavsiye ediyorum.
Psikolojinin tarihsel evrimini anlatırken bir dönüşümden söz ediyor
yazar. II. Dünya Savaşı öncesinde psikoloji insanı temel alan bir
bilimken savaştan sonra sadece insanların değil, toplumların da hasta
olabileceği ortaya çıktı ve sosyal değişimlerin insan üzerindeki
etkileri bu bilimin ilgi alanına girmeye başladı. Geçtan, 60’larda Prof.
Dr. Nermin Abadan-Unat’ın daveti üzerine Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne
gittiğini, küçük bir odada genç bir doçentin kendilerine ‘sosyal
değişme’ olgusunu anlattığını söylüyor. Konu o kadar açık ve aydınlatıcı
bir şekilde anlatılmış ki, ‘makaleler okusam bu kadar iyi öğrenemezdim’
diyor Geçtan. O gün sosyal değişmeyi mükemmel bir şekilde anlatan
doçent Deniz ******’mış ama bugün, o gün anlattıklarını unutmuş
görünüyor ana muhalefet lideri. Diğer liderlerse ‘Kendini yönetebilmek,
başka bir şeyi yönetmek kadar kolay olmuyor’, ‘Bu dünyaya verilen
zararların yarısı kendini önemli hissetmek isteyen insanların eseridir’
gibi aforizmaları başka yerde bulamazlar, en azından bunun için
okusunlar bu kitabı.
Olsun. Zamane, insanı, sizi, toplumu, Türkiye’yi
anlatan çok önemli bir kitap. Amin Maalouf’un Çivisi Çıkmış Dünya’sı
gibi altı çizilerek okunacak kitaplardan. Zaten aralarında bir
tarz-yaklaşım benzerliği var. İki kitap da okunduktan sonra etrafa
şüpheyle bakmanıza yol açıyor.

Sizi tavsiye etmediğimiz kim kaldı
Engin bey? Ama lütfen bundan sonraki kitabınızın sonuna ‘hoşçakalın’
gibi manidar kelimeler koymayın. Güle güle demek hiç içimden gelmiyor.



***********************
“Zamanımızın eskimeyen dertleri”


Müge İplikçi, , Vatan Kitap, 17 Nisan 2010

Elimde
iki kitap, “Geçtiğimiz yüzyılın son çeyreği allak bullak bir bellekle
son buldu” diye düşünüp duruyorum. Tarihin izleği, bu izlekle birlikte
meydana gelen değişimler, bu değişimlerin insanlara yansıyan halleri
nihayetlenmiş değil. Bu açıdan bakıldığında yakın tarihi “bir geçmiş”
olarak irdelememiz pek de mümkün gözükmüyor. Zira tarih dendiğinde dün,
bugün ve geleceği hep birlikte düşünebiliriz kanaati hakim bu
yaşadıklarımızda.

Türkiye’nin yakın tarihi der demez şu meşum
ilkbaharlar ve sonbaharlar geliyor insanın aklına. Elimdeki kitaplardan
ilki böyle bir yakın tarihi anlatıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri ve
ordudan atılanlar. Yakın tarih deyince geceyle gündüzün eş olduğu
zamanlar gibi yaşamla ölümün denk sayıldığı zamanlar düşüyor içime.
Türkiyeli insanın kaderiymişçesine geçmişini böyle bir paydada algılama
zorunluluğu. Meşum Martlar, Mayıslar, Eylül. Sınırları çizilmiş olan
özgürlüğün kolayca tutsaklığa, pür inancın ekonomik menfaate, insani
umutların siyasi ihanetlere, yurtseverliğin ucu bilenmiş bir
milliyetçiliğe kaydığı zamanların kimi kez sonu kimi kez başlangıcı;
kimi kez ikisi de, bazen ikisi de değil; bir devam ya da bir final...
Otoritenin demokrasiye, demokrasinin otoriteye yenildiği durumlar. Bazen
her ikisi de. Bazen ikisi de değil. Kısaca ülkenin yazgısının yazıldığı
kavşak noktaları. Kısaca bir ülkenin kimlik krizine uğraması için
gerekli olabilecek hemen her şey. Böylece bir ülkenin referans
noktalarının yitirilişi. Bir ülkenin hem kendine hem de insanlarına
inanışını yitirişi, yönünü bilemeyişi, bilinmez olan neyse ona yakınlık.
Adı Türkiye olan o güzel diyar. O diyarın ülkelerine benzeyen
insanları.

Haluk İnanıcı’nın özyaşam tanıklığından yola çıkarak
ve “içerden” anlattığı kitabı, bir Türkiye panoroması sayılabilecek olan
Rugan Ayakkabılı Teğmen. Ordudan atılan subayların dramını ve
birbirleriye örtüşen bu dramların bir ülkenin yazgısında nerelere
düşebileceğini anlatıyor. O zaman 12 Eylül’ü hazırlayan tüm dinamikleri
ve siyasi “dinamitleri” yeniden görebilmek bugünü anlamak açısından da
daha etkili oluyor. Kitabın kahramanlarında da ülkenin bu haline denk
düşen bir çaresizlik mevcut. Kendisine ordudan rugan ayakkabılar verilen
kahramanın, ayakkabılarına bakıp ayaklarının onlar içersinde nefes
alamadığını düşünüyor olması kişisel olarak varlığı ile boşlukta asılı
olmak gibi bir duygu aslında. “O her zaman giyilmezdi, hayatın parlak
sayfalarına eşlik ederdi... Bir insanın tarihi ayakkabılarının tarihi
değil miydi?”

Ayakkabılar ve ötesi

Bu ilginç sorudan ve
ayakkabı metaforundan yola çıkarak başka yerlere atlamak mümkün. Öyle
bir ülke düşünelim ki bir insanın tarihi rugan ayakkabılarının tarihi
olsun; yaşadığı siyasi darbelerin sayısı ve bu sayılarla gelen
kuşatmalar olsun. İnsan ya da insanlık tarihi böylesi dur-kalklarla mı
ilerler? İnsanın tarihi, başka bir deyişle ayakkabılarına bakmakla mı
geçer, yoksa asıl olan kat edilecek olan yol mudur? Kendisine yol kat
etmesi izin verilmeyen insan ne yapar? Kısaca özgür ve özerk olunmasına
izin verilmeyen insanın tercihi nedir?

Tuhaf bir tesadüf, hemen
her kitabıyla zihnimde uzun yolculuklara çıkmamamı sağlayan Engin
Geçtan’ın Metis’ten çıkan Zamane’si hızır gibi yetişiyor imdadıma.
Tarihin insan ve insanlık tarihi bağlamında benzer hususlar içerdiğini
düşündürtüyor insana. Kişilerin tarihinden insanlık tarihine uzanan bir
saptama bu. Geçtan’a göre her ikisi de birbirini izleyen bağımsız
olaylar dizisi ve dönemlerden oluşmuyor. Ona göre “Münferit bir olayın,
tarihin yönünü belirleyici bir unsur olarak değerlendirilmesi” pek
mümkün değil. Neden derseniz her olay sürecin kendi akışı sırasında
doğuyor. Kısaca insanın yaşam öyküsü ve insanlık tarihi arasında
kesintisiz birer süreç ihtiva etmeleri ve bu süreç içersinde yer yer
durağanlık, yer yer sıçramalarla yol kat edilmesi yönünde yakın bir bağ
var. Bazen bu sıçramalar dorukları oluşturuyor. Tıpkı bir edebiyat
metninde olduğu gibi olaylar bir biçimde akıyor, durağan anlara durağan
olmayanları eklemleniyor, sıçramalarla yükselişler gerçekleşiyor ve
karşımızda onu buluyoruz: Doruk noktası… Bunu olumlu-olumsuz birçok
örnekle desteklemek mümkün. Örneğin yazının bulunması, matbaanın insan
hayatına getirdiği değişim, atomun parçalanması, genetik alanındaki
devrimler, bilgisayarın hız ile kurduğu ilişki… Hepsi bir sürecin
sonucunda insanlık tarihinde yer almış olaylar. Öte yandan dünyadaki
birçok soykırım benzer bir akışın içinde gerçekleşebiliyor. 11 Eylül’ün
bir günlük bir olay olmadığını hepimiz biliyoruz. İnsan ilişkilerine
baktığımızda da farklı değil aslında. Günümüzde bir insanın öfkesi,
vurdumduymazlığı, kibri, otoriterliği, hırsı, aşırı hassasiyeti,
melankolisi, hüznü, melekliği, demonik tepkilerine “bunun başlangıcı
neydi ve nasıl gelişim kaydetti?” sorusunu sorabilirsek, o insanın
kişisel haritasını çıkarmamız mümkündür. Peki bu neye yarar –özellikle
de geçmişi düşünerek, tam da o geçmişin 2010 yılındaki Türkiye’deki
yansımalarını akılda tutarak?

Bir ihtimal şu gerçeği görürüz:
Türkiye’de yaşayan insanlar olarak birçok hususta hemen hepimizin
yaraları ortak! Hepimizin üzerinde aile, din, ideoloji, vatandaşlık
duyguları o kadar travmatik bir biçimde etkisini sürdürüyor ki! Bunların
yarattığı depremlerin başında “özerk insan” olamama hali ne yazık ki
hâlâ çok önemli bir yer tutuyor. Yine Geçtan’a referans verecek olursak,
“Özerklik, bir insanın seçimlerini dış etkenlerden ve şartlanmalardan
bağımsız şekilde ve iç sesi doğrultusunda yapabiliyor olma özgürlüğüdür.
Politik özerklik, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi üst-sistemle
ilgili kavramlardan sık söz edildiği halde, bireysel özerklikten
neredeyse hiç söz edilmez!”

İster karar veremeyen, verdiği
kararla ilgili şüpheler içersinde kalan, kendini ortaya koymaktan ürken
biri olalım; ister “ist”lerle, “izm”lerle konuşmayı amaç eylemiş bir
geçmişin içinden gelip o üsluba inanalım; ister başkalarını ya da
üst-sistemleri damardan eleştirmek halleriyle günü kurtarmaya aday
olalım –hemen hepsinin vardığı yer muhtemelen aynı; kendimizi,
karşımızdakileri ve dünyayı seçememek!
Oysa özerk bir birey olabilmek
başkalarının olmadan önce kendimizin olabilmeyi göze almaktan geçiyor.
Elbette bu yaşananlara nasıl bakabiliriz sorusu da önemli. Bugün yaşanan
birçok çelişkinin temelinde ne yaşandığından çok neye nasıl bakıldığı
sorusunun etkili olduğunu görüyoruz. Kısaca şu: Dünya nereye giderse
gitsin, “batsın bu dünya” diye bakmak ve her şeyi önyargıyla toza dumana
bulamak yerine olup bitenleri serinkanlı bir perspektiften görmeye,
anlamaya, algılamaya çalışmak...

Uzmanlık alanı psikiyatri olan
Engin Geçtan’ın kimlik sorunlarından korkulara, otoriteden depresyona
bizi bize anlattığı kitabı Zamane’yi okumanız size değişik bir kapı
açmaya aday. Yaşanılan anı ve yaşamın değerini gerçekten istiyorsak.
Öte
yandan Halil İnanıcı’nın Rugan Ayakkabılı Teğmen’i de mâkus kaderli bir
ülkeyi seçebilmemiz için ilginç ipuçları taşıyor. Dünü daha iyi
hatırlayabilmek için.



****************************
Engin Geçtan’dan bir ‘Zamane’ sorgusu”

Feridun Andaç, Dünya, 22 Şubat 2010

"Benim
yazarım" sözünü severim. Öğrencilerime de, dilime pelesenk ettiğim şu
sözü sık sık yinelerim: "Kitap değil yazar okumalısınız..."
Ama
oraya varmak için ilkten kendi yazarlarınızı seçmelisiniz. Neyi/ niçin/
neden anlattıklarını bilenlerdir bunlar da çoğunlukla. Ben öyle
algılarım "benim yazarım" dediklerimi. Bir kanıksama hali, her dediğini
benimseme durumu da değildir bu.
Bazen siz ona eşlik edersiniz düşüncelerinde, kimi zaman da o sizin duygularınıza dokunur, içinizin sesini kanatlandırır...

Ne
yanıyla bakarsak bakalım, sizin yazarınız olan size yeni şeyler taşır
sürekli; baktırır, gördürür, ayaklandırır, söz çadırları kurdurur,
düşünce iklimlerinden geçirerek sizi bir dünya insanı olmaya çağırır.

İşte
Engin Geçtan da, "benim yazarım" dediklerimdendir sevgili okurum. Onun
her bir sözüne ulaşmak yedi iklim dört bucağa gitmek gibidir benim için.
Biriktirdiği sözlerinden kurduğu bir kitabını elime geçirmeye göreyim,
zamanı durdurur, kitabının sayfalarını ağır çekimdeki bir kameranın
dönüşüne verir, gözlerimi duygu dili/ göz iklimi kılarak okurum her bir
sözcüğünü.

Daha dün, yeni yayımlanan Zamane kitabına kavuşunca
durdurdum zamanı bir an . Okşadım kitabının kapağını. Hatırladım
yazarımın hiç görmediğim yüzünü, dinlediğim sesinin tınısına uzandım o
duran zamanın içinden.

"Yaratıcı yazarlık" dersine girdiğimde,
Nabokov'un; biraz da, "aileleri uyarmak için yazdığım" dediği, ama bir
bakıma da çağının ahlâki sorununu irdelediği, Lolita romanını
çözümlerken, dönüp Geçtan'ın denemelerinden Çocuk Yalnızlığı’nı okudum
bir ara. Bir yazarın yaşadığı çağı okuması/ anlaması gerektiğini
dillendirirken, başka yazarların bilincine neden gereksinme duyduğunun
da altını çizdim.

Bir psikiyatr, iyi bir yazar olan Engin Geçtan
bu kitabında günümüz Türkiyesi'nin dönüşüm süreçlerinin ruhunu okuyor.
İnsana bakarak yol alıyor her bir yazısında. Kuşkusuz karşısında
duranları bir "denek" olarak algılayarak yapmıyor bunu da. Sezgili
bakışını insanlarının yüzlerinde gezindirirken, algısını onların
sorunlarının nedenlerine döndürüyor.

Kuşkusuz, bu, onun yazı
yolunun bir aralığı. Öte yanlarına bakınca gözlemleri, tanıklıkları,
çağını/ dünyayı/ ülkesini okuma bilinci en belirgin yanları olarak öne
çıkar.
Okurken Zamane’sini, 1998'de yayımlanan Kimbilir?’ine döndüm sık sık.

Benim
"damıtılmış bilinç" dediğimi bize taşıyan bir yazarın yaşam görüsü,
yeryüzü algısı size benzersiz bir dünya sunuyor. Öyle ki, zaman zaman,
çözümsüz kaldığınız anların nedenlerini oradan tutulan aynada
görüyorsunuz. İçinizde saklı duran öfkenizin karşılığını bulduran, ama
inceden inceye anlatan bir sezgili bakışın açtığı yola çıkarıyorsunuz
düşüncelerinizi.

Şimdi, araya girerek, Geçtan'ın yazılarının
başlıklarını vermek istiyorum burada: "Türkiye Adaletli Bir Yer Değil",
"Süreçler", "Dinlemek, İşitmek", "Toplumsal Değişme", "Özerk İnsan",
"Şeyler Dünyası", "Kimlik Sorunları", "Otorite ve Öfke", "Üç Beyinli
İnsan", "Çözülen Değerler ve Umursamazlık", "Aidiyet Duygusu",
"Depresyon ve Sıkışmış Kızgınlıklar", "Çocuk Yalnızlığı", "Korku",
"Kolektif Regresyon", "Persona ve Gölge", "Gölgenin Başkaldırısı",
"Sıradışı Davranış Salgınları", "Ensest", "Havalimiz".

Başlıklardan
da anlaşılacağı üzre, her bir denemede bize dokunan, zamanımızı anlama
bakışını yansıtan bir gözün yolculuğuna çıkarız.
Geçtan, insana/
topluma dair birçok gerçeklikten sorundan söz ederken, birbirine
açımlanan ana sorunsalların neden/ niçinlerini de gösterir. Kavrayıcı
olan bakışını gezindirdiği her sorun önce anmayı içerir; onun "zamane"
dediğinin anlamı da burada yatmaktadır. Evet, bu zamanı nasıl okumak/
anlamak gerekir? gibisinden de birçok soruyu getirip önümüze koyar.

Kendi
payıma bir sosyologun, bir siyasetbilimcinin, yakın çağ tarihçisinin
dile getirdiklerinden daha çok şeyi gören/ gösteren bir bilinçle
karşımda duran bir yazar Geçtan. Ondaki toplumu/ çağı okuma görüsü,
günümüz Türkiyesi'ne bakma bilinci aydınlık bir bilinçtir. Getirdiği
çözümlemeler, yaptığı sorgulamalar herkesin okuması, üzerinde düşünmesi
gerekenlerdir. Bir eğitimciden işadamına, bir yöneticiden ev kadınına,
bir politikacıdan hukukçuya, bir askerden esnafa...özcesi toplumun her
kesiminden insana sözü olan bir birikimi taşıyor bize Zamane’deki
düşünceleriyle Engin Geçtan.

Eğer Türkiye'yi birilerine, bir
yerlere anlatmak gereğini hissediyorsak; sanki, buna Geçtan'ın bu
kitabını okutarak başlatmak en iyisi diye düşünürüm.

Önümüzdeki
denemeleri yalnızca bir psikiyatrın Türkiye algısı gibi de düşünemeyiz.
Bir aydının çağı okuma bilincinin yansısı gibi görmek, dünya değişirken
Türkiye'nin dönüşümünün neleri içerdiğine bakmak bilincinin bize
taşıdığı sezgili yolculuğun izleri olarak algılamak gerekir Geçtan'ın bu
denemelerini.

Evet, Zamane’yi bir de bu gözle okuyun sevgili
okurum; hayatımızda ne çok yazılmamış konu, dillendirilmemiş sorun, dile
getirilememiş sanrının olduğunu bir kez daha gözlersiniz...Ve dilerim,
siz de benim gibi, Engin Geçtan'ın bakışını hep yanınızda hissedersiniz.


*****************
"Uyuklayan Türkiye yerine çılgın Türkiye’yi tercih ederim"


http://www.metiskitap.com/

Söyleşi: Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar, 21 Şubat 2010

Zamane
adlı kitabında Türkiye’yi analiz eden psikiyatr Engin Geçtan: “Benim
lise yıllarımda uyuklayan bir Türkiye vardı. Sesi çıkmayan, fark
edilmeyen bir ülke. Benim kuşağım o uyuklayan Türkiye’yi tercih ediyor,
bugün kötüye gittiğini düşünüyor. Ben bugünkü çılgın Türkiye’yi
kabulleniyorum. O yüzden benim kuşağımdakilerle anlaşamıyoruz”

Kafayı
yemiş”ten “obesif kompulsif”e uzanan teşhisler peşindeyiz bir süredir.
Herkesin içinde bir psikiyatr var ve bazen eşine dostuna bazen de ülkeye
teşhis koyuyor: “Yok yok, Türkiye’ye toplumsal terapi gerekli”.

“Yarım
doktor candan eder” sözünü şiar edinirsek, bu işi uzmanına bırakmakta
fayda var. Durumu bir süre uzaktan izleyen psikiyatr Engin Geçtan, kendi
mütevazı anlatımıyla “yararım dokunabilir” düşüncesiyle profesyonel
gözle gördüklerini yazıya dökmüş.

Zamane, Türkiye’de yaşananlara
psikiyatri perspektifinden bakan bir kitap. Hani bazen olayların
nedenlerini arıyoruz, anlamlandırmakta güçlük çekiyoruz, artık
klişeleşmiş tabirle kavram kargaşasından şikâyet ediyoruz; işte bu
durumları daha anlaşılır kılıyor Geçtan’ın kitabı. Hali pür melalimizi
anlatıyor kısaca.

“Ortaklaşa mutabık olamadığımız bir tarihi
paylaşmadıkça kargaşadan kurtulamayacağımızı” da söylüyor; “Avrupa
Avrupa duy sesimizi” sloganlarının imparatorluk kaybetmiş olmanın bir
türlü sona ermeyen yası olabileceğini de...

Ama umutlu bir ses
Geçtan’ınki, yazdıklarında sitem ya da şikayet yok. “Hayatın tadı
kestirilemezlikte” diyor, “Türkiye de bize bunu sağlıyor”.

Kitapta diyorsunuz ki “Benim çocukluğumda psikolojik sorun diye bir şey yoktu”.

Evet, yoktu.

Nasıl olmaz?
Böyle
bir kavram yoktu o zamanlar. Psikolojik sorun var idiyse de, kabul
edilebilirliği vardı. Bugün obsesif denilen insanlara, o zaman “O
titizdir” denip geçilirdi. O da bunu çözmeye çalışmazdı.

Bugün hepimiz depresyondayız. O zamanlar kimse depresyonda da değil miydi?
Pek
örnek bulamıyorum. O zamanlar da insanlar kızgınlıklarını, öfkelerini
bastırıyorlardı. Ama zihinlerinde hem yeterince yer hem de zaman vardı
bunu kaldıracak. O kızgınlıkları taşımak mümkündü.

Şimdi bu
sorunlar hem hayatımızda hem de dilimizde: Depresyon, paranoya,
narsisizm... Teşhis koyuyoruz, teşhis koyduklarımızı da anlıyoruz.

Hayır,
teşhis koyunca bir insanı anlamanız mümkün olamaz. Anlamak diye bir şey
yok, sürekli anlamaya çalışmak var. Ben falancayı anladım dediğimizde,
“Sus artık, seni dinleyemem” demek o.
Aynı teşhisler Türkiye için de geçerli: Türkiye çıldırdı, toplumsal paranoya, toplumsal terapi...
Bana
bir şey ifade etmiyor. Bunu böyle dile getirmekle neyi anlayacağız ki?
Ülkede çok fazla şey oluyor ve belleğimiz bunları taşıyamaz hale
geliyor. Bu toplumun belleği yok deniyor, nasıl olsun? Günlük gailesiyle
uğraşırken insanlar bir de ülkenin yükünü ne kadar çekebilirler?

Çocukluğunuzla ilgili “Büyükler kaygılı değildi” diye de yazıyorsunuz.
Evet,
kaygı üretilmiyordu. Şunu da söyleyeyim. Kaygı üretmek, insanın kendine
karşı sorumluluklarından kaçınma anlamına da gelir. Kaygı üreten bir
insanın çevresine, toplumuna ne katkısı olabilir ki? Bir başka kitabımda
da bundan söz ettiğimi hatırlıyorum; üretilmiş trajedi ve gerçek
trajedi birbirinden farklıdır. Üretilmiş trajedi, insanın kendisiyle
yüzleşmekten kaçınma yollarından biri. Üretilmiş trajedi bende hiçbir
duygu uyandırmaz. Ama birçok insan kaptırabiliyor buna. Özellikle ben
mağdurum mesajıyla ortaya çıkıldığı zaman... Buna karşılık gerçek bir
trajedi olduğunda, mesleğimin getirdiği avantajlarla fark edebiliyorum.

Ben ayırt edemem. Siz nasıl bir filtre kullanıyorsunuz?
Bu
odada, yani klinik çalışmalarım sırasında çok kolay ayırt edebilirim.
Dışarıda atlayabilirim. Buradaki dinlemeyle dışarıdaki performansları
dinleme aynı şey değil.

Kitapta da görülüyor ki, zamanın göreceliliğiyle epeyce meşgulsünüz.
Asyalı
bir dil konuşuyoruz. Avrupalıların dilleri zaman ağırlıklı, bizimki
değil. Öyle bir dili konuşup onlar gibi yaşamak bize neye mal oluyor,
araştırılmaya değer bence.

Ölçülebilir zaman, insan icadı. Ve şimdi de bize hükmediyor o zaman.
İzin
veriyoruz çünkü. Yetişerek gideceğim yerlere gitmiyorum, çünkü
yetişmeyi yaşıyorum o zaman. Yıllar önce bir top modelin röportajını
okumuştum, beni çok etkileyen bir laf vardı. “Mesleğinizi seviyor
musunuz?” diye soruyorlar, “Evet seviyorum, çünkü zaman satın alıyorum”
diyor. Halbuki sizin dünyanız “Vakit nakittir” üzerine kurulu.

Üstelik henüz olmamış zamanın, yeni geleceğin peşindeyiz.
Geleceği denetim altına almak adına şimdiki zamanı yok etmek diyorum ben buna.

Sık sık duyuyoruz bunu, “günün farkına varmak”... Bizi bundan alıkoyan ne?
Şartlanmalarımız.
Bir de evrenden kopmuş tek mahlukuz gezegende. Doğada her şey
birbiriyle iletişim halinde. Biz o iletişim ağının içinde değiliz,
kibirden ötürü. Bunun cevabı da depremlerle, tsunamilerle geliyor.

Türkiye’ye bakarken ne görüyorsunuz?
Kaygılanmıyorum. Kaygılanmadığım için bana kızanlar da oluyor.

Niye kaygılanmıyorsunuz?
Bir kere felaketsever değilim. “Şimdi de bu oluyor” diyorum sadece, “Demek sıra buna geldi”.

Kaygılanmıyorum demenizin nedeni bu mu?
Ben
1932’de doğdum. Çocukluğumda ülke nispeten yeni kurulmuştu. O tazelik, o
itici güç devam ediyordu. Ama daha sonraki yıllara, lise yıllarıma
bakarsam, uyuklayan bir Türkiye vardı. Bir kenarda kendi kendine duran,
sesi çıkmayan, fark edilmeyen bir ülke.

Uyuklayan Türkiye mi,
bugünkü Türkiye mi? Benim kuşağımla o yüzden anlaşamıyoruz zaten, onlar
uyuklayan Türkiye’yi tercih ediyor, bugün kötüye gittiğini düşünüyor.

Çılgın Türkiye’yi ben kabulleniyorum. Hayatın tadı kestirilemezlikte, Türkiye de bunu sağlıyor.

Uyuklayan Türkiye ile bugünkü Türkiye arasıni kırılma noktası nerede?
Karayolları
yapıldı, Marshall Planı filan derken, işgücüne ihtiyaç azaldığı zaman
göç başladı. O göçün getirdiği bir dinamizm oldu. Bugün de devam ediyor.
Bizim ülkemizde sürekli olarak hareketlilik var. Ama o kadar çok ki,
kendine ve çevreye dönük yıkıcılığa kadar gidebiliyor böyle bir
dinamizm.

Dinamizmin doğasında mı var bu yıkıcılık, buradaki versiyonu mu böyle?
Bu
sorunun cevabını kesin olarak veremem ama, bu oranda bir dinamizm
olduğu zaman yıkıcılık kaçınılmaz. Ama bu yıkıcılıkta, özerkliği
öğrenememiş bireyler olmamızın payı çok büyük.

Ne demek özerkliği öğrenememiş birey olmak?
Özerkliği
öğrenememiş insan, ki genel olarak toplumumuz bir miktar böyle,
sınırının nerede bittiğini, başkasının sınırının nerede başladığını
göremez. Bir de özerk olmak, özgür seçim yapmayı öğrenmiş olmak
demektir. Bunu öğrenememiş olan insan neyi seçeceğini bilememenin
öfkesini yaşar.

Nasıl öğrenilir özerklik?
Bir önceki kuşağın özerk olmasıyla öğrenilir. Kuşaktan kuşağa nakledilir.

Bu ülke özerk birey yetiştiremedi mi?
Kurumların özerkliğinden bahsediliyor her ne demekse o. Ama asla bireylerin özerkliğinden söz edilmiyor.

Bilinmezlikler de korkutuyor bizi.
İnsanların genel eğilimi... Bilinmeyen korkutur. Onun için kısır döngülere tutunmayı tercih ediyoruz.

Kim kıracak bu döngüyü? Biri çıkıp “Kırıyorum sizin döngünüzü” diyebilir mi?
Bu soru, özerkliği bilmeyen birisinin sorusu.

Eyvah!
Doğduğumuz
andan itibaren sistemin müdahalesiyle karşı karşıyayız. Seçeneklerimiz,
seçim hakkımız zaten sınırlı. Mesela çocuğun özerk olması... Git
çocuğum dene, ben arkandayım. Beceremezsen de, becerirsen de gel paylaş.
Bu, pek yaşanamıyor bizim toplumda. Geleneksel yapıda zaten özerklik
önemli ölçüde engelleniyor. Kent merkezinde ise sınırını öğretemiyorlar
insanlara. Çocuk merkezli ailelerin sayısı giderek çoğalıyor. Paçayı
çocuklara kaptırıyorlar.

Kitabın kapağını siz mi seçtiniz?
Hayır,
editör ve grafiker Emine Bora seçti. Bana bir tek bu fotoğrafı yolladı,
“Nasıl buluyorsunuz?” diye sordu, ben de üstüne atladım.

Aradığınız fotoğraf neydi?
Halimiz.
Bu fotoğraf onu yansıtıyor. Kitabı buradaki arkadaşlara verdim,
fotoğrafla uğraşmaktan bir süre kitabın içine bakamadılar.

Kitabın adı neden “Zamane”? Yeni kuşak için çok tanıdık bir sözcük değil.
Kitabın
ilk adı “Biz”di, sonra zamane geldi aklıma... Bir başka isim seçeneği
daha vardı, onu içeride kullandım: “Diyarı hengame”. Ama onu gençler
yadırgar diye düşündüler.

Kullanmak istediğiniz bir sözcüğün genç kuşak için anlamı olmamasının, geçmişle bu kopukluğun nasıl bir karşılığı var toplumda?
Daralan
bir dil sığlaştırıyor bizi. Ben alıştım gerçi. Belli kelimeler içinde
dolanıp durarak yazıyorum. Halbuki bende var karşılıkları. Aslında dilim
zengin ama onu kullanamıyorum.

Buna üzülmüyor musunuz?
“Şimdi
de böyle” diyorum. Zamanında kullandım, şimdi artık yok. Bu genç bir
toplum. Artık bu ülke onlara ait. Onlar şekillendirecekler.

*********************
http://www.dipnotkitap.net/DENEME/Zamane.htm

_________________
Mevla Görelim Neyler
Neylerse Güzel Eyler
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Zamane --Engin Geçtan
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: KÜLTÜR DÜNYASI :: Kaynaklar-Kütüphanemiz-Sözlük-E-Kitap-
Buraya geçin: