KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Yeryüzünde 7'ler, 3'ler, 300'ler Gibi Evliyalar Var mıdır?

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6112
Rep Gücü : 14925
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Yeryüzünde 7'ler, 3'ler, 300'ler Gibi Evliyalar Var mıdır? Empty
MesajKonu: Yeryüzünde 7'ler, 3'ler, 300'ler Gibi Evliyalar Var mıdır?   Yeryüzünde 7'ler, 3'ler, 300'ler Gibi Evliyalar Var mıdır? Icon_minitimeÇarş. Mart 06, 2013 12:33 pm

Soru: Üçler, yediler, kırklar diye halk arasında sıkça duyduğumuz şeylerin manası nedir?
Cevap:


Tarikatlarda
ricâlu’l-gayb (gayb erenleri) olarak bilinen ve üçler, yediler, kırklar
olarak da adlandırılanlar, kimliklerini gizlediğine inanılan ve kutup,
gavs, evtâd, revâsî, nukebâ ve nucebâ adı verilen kimselerdir.

Kutup, en büyük velî bilinir. Tarikatçılara göre,
erenlerin başı ve Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir. Yani
evreni yönetmede yetki sahibidir.

Gavs, tarikatçıların darda kalınca sığındıkları ve
yardım istedikleri kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye
gavsa sığınır­lar. Gavs olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharı
sayılırlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarının onların şahsında ortaya
çıktığına inanırlar. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı azam = en büyük gavs”
lakabıyla ünlüdür.

Revâsî “dağlar”, evtâd “direkler” anlamına gelir. Onlara göre felaket za­manında kullar evtâda, evtâd da revâs­îye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder.

Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” derler. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr”
adı verilir. İmam-ı yemîn (sağdaki imam) kutbun hükümle­rine, imam-ı
yesâr (soldaki imam) da haki­katine maz­har sayılır. Yani biri kutbun
kararlarını, diğeri de gerçek yönünü bilir, derler. Kutup ölünce yerine
imam-ı yesâr geçer. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.

Bunlardan başka, sayıları se­kiz veya kırk olan “nücebâ” ile sayıları on veya üç yüz olan “nukebâ” bulunduğu ve onların in­san­ların iç dünyalarından haberdar olduğu kabul edilir.


****************


Hadis rivayetlerinde konuyla ilgili bilgiler vardır: “Bu ümmetin
Ebdalleri 30’dür. Hepsi de Halilu’r-Rahman gibidir(yani Allah’a olan
sevgi ve dostluğunda çok samimidirler). Her ne zaman onlardan biri ölse,
Allah onun yerine bir başkasını getirir”(Mecmau’z-zevaid, 10/62).

Diğer bir rivayet de şöyledir. Hz. Ali Irak’ta iken, bir gün yanında
Şam halkından bahsedildi. Bazıları, onları lanetlemesini istediler.
Bunun üzerine Hz. Ali Resulüllah(a.s.m)’tan şunları işittiğini söyledi:
“Ebdaller 40 kişi olup Şam’da ikamet ederler. Onlar sayesinde yağmur
yağar, onlar sayesinde düşmana karşı zafer kazanılır ve onlar sayesinde
Şam halkından azap uzaklaştırılır”(Ahmed b. Hanbel, 1/112).

Bu rivayetler, hadis otoriteleri tarafından sahih olarak
değerlendirilmiştir.(bk. Avnu’l-Mabud, Ebu Davud’un ilgili hadis şerhi).

Ebdal; onlardan biri öldüğünde yerine başka birisi -onun bedeline-
getirildiği için bu adı almıştır.(Avnu’l’ Mabud, 6/467-şamile). Istılah
olarak, bütün nefsanî arzularından tamamen sıyrılmış tertemiz veliler
manasına gelmektedir.

Bu konuda kütübü sitteden yalnız Ebu Davud’da “Şam’ın Ebdalleri” ifadesi yer almıştır(Ebu Davud, Mehdi, 1).

Bu cemaatlerin varlığı, daha çok keşfî tecrübeye dayalı olarak bilindiği görünüyor.

Manevî alemleri velilerin idare etmesi diye bir şey olmaz. Çünkü,
manevî alemlerde cereyan eden hadiselerin geneli, maddî alemlerde olduğu
gibi, yaratmaya ihtiyaç duyan olaylardır. Yaratmak ise, yalnız Allah
mahsustur.

Ebdallerin oluşturduğu 40 kişilik bir cemaat, küçük çapta manevî bir
organize olduğu için, -hiyararşik bir düzen içerisinde- birbirlerini
tanımaları mümkündür. Bu konuda –bu tarz bir düzende organize olmamış-
sahabeye benzemez.

Genel olarak bazı evliyalar için söz konusu edilen, tasarruf, hiçbir
zaman bir yaratma anlamında değildir. Yukarıdaki hadiste geçen, tam
doğru bir ifadeyle “onların sayesinde yağmur yağdırılır, zafer
kazandırılır” ifadesinden anladığımız şudur:

Allah, salih amelleri şefaatçi kabul ettiği gibi, salih amel
sahiplerini de şefaatçi kabul eder. “Üç mağara arkadaşlarının iyi
amellerini şefaatçi kılarak kurtuldukları”na dair sahih hadisler
vardır.(bk. Buhârî, Enbiya, 53, Büyû,98; Müslim, Zikr,100).

Yukarıda da ifade edildiği üzere, velilerin tasarrufu, yaratmaya ait
olmayan işlerle ilgilidir. Onların Allah’a yalvarmasıyla bazı şeyler
meydana geldiği gibi, Allah’ın izin ve inayetiyle, sevdiklerine yardım
eder, onları himaye edebilirler. Kur’an’la sabit olan koruyucu
meleklerin varlığı Allah’a şirk anlamına gelmediği gibi, insanlık
camiasının bir çeşit melekleri olan velilerin himaye ve korumaları da
şirk anlamına gelmez.

Cevap 2:

Bedel'in çoğulu olan "büdelâ", sofîler arasında ricâlullahtan yedi
önemli kimsenin müşterek unvan-ı mahsusu olarak bilinmektedir. Bunlar,
yerinde tayy-ı mekân eder ve yerinde de nûraniyet sırrıyla bir anda
farklı bölgelerde bulunabilirler. Bu intikal ve bulunuşlar dublelerin ve
misalî vücudların aksi mi, yoksa, bizzat vücudun "tayy-ı mekân" etmesi
mi?. konu net değildir.

Aslında, bazen büdelâ, kendileri bile böyle esrarlı bir intikalin
farkına varamayabilirler. Fütühât-ı Mekkiyye sahibi büdelâyı yediler
diye kaydeder ve yaklaşık olarak şu mütalâada bulunur: büdelâ, yedi ayrı
iklimde Cenâb-ı Hakk'ın icraatının nezâretçileridirler.

Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın şuunât-ı Sübhaniyesini temâşâ eder ve insan
ufku itibarıyla hem o icraata perdedâr görünürler hem de alkışlarlar.
Bunların hepsi üveysiyyü'l-meşrebdir; dolayısıyla da herhangi bir pîrin
daire-i irşadına girmeleri söz konusu değildir.

Sofîyeye göre ebdâl, velâyet mertebesini ihraz ettiği hâlde, çok defa
görünüp bilinmeden hayır işlerinde koşan hak erleri demektir.. ve
bunlar, birbirinden farklı iki grup teşkil etmektedirler:

Birinci grup itibarıyla ebdâl, bütün kötü hasletlerden sıyrılmış,
mesâvi-i ahlâkını mehâsin-i ahlâka çevirebilmiş ve her türlü şekavete
karşı duran süedâ zümresinin müdavimi olmuş hak erlerine,

İkinci grup itibarıyla da, üç yüzler ya da kırklar, yediler gibi
"evliyâullah"dan muayyen bir misyonu olan belli sayıdaki kimselere
denir. Bunların sayılarının, kırk, yedi ya da daha çok ve daha az olması
hiç de önemli değildir; önemli olan onların Hak nezdindeki yerleri,
pâyeleri, vazifeleri ve hususiyetleridir. Ebdâldan biri vefat edince
ondan boşalan yer, hemen alt tabakadan biri ile doldurulur. Bunlardan
herhangi biri, bir hizmet münasebetiyle yerinden ayrılmak istediğinde,
ya dublesiyle ayrılır ve kendi olduğu yerde kalır veya kendi gider
dublesini bedîl olarak orada bırakır.

Parapsikolojide, insanın perispirisi veya dublesiyle alâkalı benzer
şeyler nakledildiğini hatırlamakta yarar var... Konumuzun dışında olduğu
için biz şimdilik o hususa temas etmeyeceğiz.

Bazıları, evtâd, iki imam ve kutbu bunlardan tamamen ayrı ve bir üst
tabaka kabul ettiklerinden, ebdâla hâl ehli, ikincilere de makam sahibi
nazarıyla bakmaktadırlar. Birincileri "seyr ilallah" yolcuları olarak
görmekte, ikincileri de "seyr fillah", "seyr anillah" müntehîleri farz
etmektedirler.

Levh-i mahfuz ve rical-i gaybe iman konusu için tıklayınız.
Gaybı bilmek, levh-i mahfuzdan haberdar olmak ve rical-i gayb hakkında bilgi verir misiniz?


Cevap 1:

Gayb, bilinmeyen demektir. Allah’tan başka kimse bilmez mealindeki ayet bu hakikati ihtar etmektedir.

Cin
suresi 26. ayette Gaybı ancak Allah’ın bileceği ifade edilir. Ancak
devamındaki ayette ise, razı olduğu kullarına gelecek ve geçmişten
bilgiler vereceği haber verilir. Demek ki, Allah bildirirse Allahın
sevgili kulları da bilebilir.

Öyleyse "Gaybı ancak Allah bilir"
sözünü Allah bildirmezse kimse gaybı bilemez diye anlamak gerekir.
Nitekim peygamberimiz kendinden sonra olacak ve önceden olmuş bazı
olayları Allah’ın izniyle haber vermiştir.

Evet Allah kendi
iradesi gereği bir sevgili kuluna ( Peygamber veya evliyaya ) gaybı
bildirebilir. Bu zat-ı muhteremler de kablel- vuku bir hadiseyi haber
verebilir. Yani bir hadise daha vuku bulmadan önce Allah başkalarına da
bildire bilir. Bu durum Allah’ın hür iradesinin de delilidir. Şayet
Allah’tan başka kimse bilmez, deyip peygamber ve evliyalarında gaybı
bilemediğini iddia etsek o zaman hem ayetin sıhhatine de zarar vermiş
hem de Allah’ın iradesinin de kayıtlanması anlamında bir fikri peşinen
kabullenmiş olacağız. Bu ise, bizim itikatımıza terstir.

Vahiy sadece peygamberlere gelir. İlham ise Allah'ın veli ve sevgili kullarından herkese gelebilir.

Size alimlerimizin bu ayete verdiği tefsiri verelim:

GAYB,
duygu ve ilimde veya varlık âleminde hazır olmayan demektir. Birçok şey
hadd-i zatında, varlık âleminde, görünen âlemde hazır olduğu halde
birbirlerine göre gaip olur. Mesela bir kimsenin kalbindeki kendisine
göre hazır olduğu halde başkasına göre gayp olur ve o kalp onun,
başkasına göre gaybıdır. Nitekim "Gayba inanırlar"(Bakara, 2/3) bir
mânâca "kalbe inanırlar" diye tefsir edilmiştir. Fakat onun ğaybı,
mutlak bir gayb değil, bağıntılı gaybtır. Yani mutlak mânâda gayb değil,
başkasına göre gaybtır. Aslında mevcut ve hazır olduğu için doğrudan
doğruya veya işaret ve izlerinden bilinmek şanıdır. Allah, henüz varlık
âlemine gelmeyen, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayp
olan şeyleri bildiği gibi, henüz vücuda gelmemiş olanları da bilir. Ona
göre gayp yoktur. Fakat o kendi gaybını, -yani bütün varlıklara göre
mutlak gayp olan ve Bâtın (yani gizlilikleri bilen) isminin ortaya
çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye açmaz. Açık ve kesin şekilde
gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye açmaz. Onun için ne insan,
ne cin, ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez.
Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a dair bazı bilgiler
edinilebilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya
gizli bazı sebeplerle mutlak gayba dair bazı şeyler sezilebilmesine de
aykırı değildir. Bununla beraber bunların hiçbiri zan ve kuruntudan
arınmış tam bir keşf ve ortaya çıkarma mânâsına kesin bir ilim olamaz.
Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan eden bilimsel araştırma ve
buluşların, delile dayanarak mantıkî neticeler çıkarmanın bile yarın
için hükmü bir kıyastan öte geçemez. Matematiksel bir kesinlik ifade
etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka; meydanda, açık
olmak yine başkadır. Yüce Allah henüz vücuda çıkarmamış olduğu gaybını
kimseye açmaz, açığa çıkarmaz.

Ancak elçileri içinde seçip
dilediği bir elçi hariç. Dilerse ona gaybından bazı şeyleri açar. Henüz
varlık âlemine gelmeyen şeyleri açıkça bildirir. Bunlar onun ya
elçiliğinin ilkeleri ve delilleri olan mucizeleri veya yükümlülükleri,
hükümleri ve yaptırımları gibi elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili
bilgiler olur. Bu durumda da yine o elçi gaybı bilmiş olmaz. Kendisine
haber verilmiş, bildirilmiş olanı bilir. Onun için o kıyametin
kesinlikle olacağı bildirilmemiş, "De ki, onun ilmi ancak Allah
katındadır."(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur. Fakat o elçi kendisine gayptan
gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller olmayıp da
Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir? Bunu açıklamak için
buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı gösterirken O elçinin önünden ve
arkasından, her tarafından gözetecek bir takım gözetleyici melekler
dizer. Onlar, o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona gizli bir şey
karıştırılmaması; cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer
yaratıklar tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetir,
sokulmak isteyenleri yukarda açıklandığı üzere ateşi andırır
kıvılcımlarla yakarlar. Onun için Allah kelâmı, gizli bir noktası
kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir. Bu nedenle o
sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o
gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı
türünden bir şey çalmak ve bununla kahinlik yapmak için sokulmaya
çalışırlar. Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir
kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki,
bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine mahsus olan şihâb
(parlak alev) mucizesidir. (Hak Dini Kur’an, Cin Suresi 26 ve 27
ayetlerin tefsiri)

Cevap 2 :

İbadet,
hayatın gayesidir. İbadetten maksat Allah’ın rızasını ve sevgisini
kazanmaktır. Ancak ibadet bir kalıplar ve şekiller bütünü değildir. O
şekil ve kalıpların ardındaki mana, ibadetin özünü teşkil eder. “Kulun
Rabb’ine en yakın olduğu an secde anıdır.” hadisi bu hakikati anlatır.
İbadet sadece ödenmesi gereken bir borç da değildir. O, minnet, şükür,
sevgi ve vefanın sembollerle ifade edilişinin adıdır. Bu sebeple
ibadette kul ile Ma’bud arasında yoğun bir alışveriş söz konusudur.
“Bana dua edin, ben de duanıza karşılık vereyim.” (Gâfir, 40/60) ayet-i
celilesi bunu anlatmaktadır. Kul isteyecek, Allah verecek, kul O’na bir
karış yaklaşacak, O buna daha büyük bir adımla karşılık verecek, kul
O’na yürüyecek, O buna koşarak mukabele edecektir. Bu alışverişlerin
sonunda bir yaklaşma ve yakınlaşma meydana gelecektir. Yakınlaşma kulun,
kendi eksiğinin, kusurunun ve ihtiyacının farkına vararak Rabb’inin
büyüklüğünü, kudretini ve kusur ve noksandan münezzehiyetini idrak
ederek O’nu tanıma noktasına ulaşacaktır. Kul o zaman Rabb’inden başka
sığınacağı bir melce, derdini açacağı bir makam ve hemhal olacağı bir
dostun olmadığını anlar. Bu seviyeyi yakalayabilen kul, “Allah dostu”
veya “velî” olarak ifade edilir. Halk arasında “evliya” olarak bilinen
kelime “veli” kelimesinin çoğuludur. Allah’a dost olma makamına da
“velâyet” denir. Allah’a dost olana her şey dost olur.

Bu
seviyeyi elde edebilen insanlar hem Kur’an’da hem hadis-i şeriflerde
övülmüştür. “Allah’ın velî kulları için korku ve tasalanma söz konusu
değildir. Velîler o kimselerdir ki O’na iman edip, emirlerine aykırı
hareketlerden sakınırlar.” (Yunus, 10/62-63) ayet-i kerimesi ve “Her kim
benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harp ilan
ederim...” (Buhari, Rekaik, 38) kudsi hadisi bunun öne çıkan
örnekleridir. Elmalılı Hamdi Yazır, söz konusu ayetin tefsirinde
“Evliyaullah” kelimesini, “Allah’a dost olanlar, Allah için dost olanlar
ve Allah için birbirine destek olanlar” şeklinde tarif eder. Nebiler
Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine “Evliyaullah”ı soran
birisine şöyle cevap vermişlerdir: “Onlar öyle kimselerdir ki,
görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatırlar.” (İbn Mace, Zühd, 4)

Bediüzzaman’a göre velayet iki kısımdır

Bediüzzaman
Hazretleri velayeti “büyük” ve “küçük” olmak üzere iki kısımda ele
alır. Büyük velayet, sahabenin mazhar olduğu velayettir. Sahabe
efendilerimiz, gerek dinin hayat bulması adına eda ettikleri misyon,
gerekse Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in sohbetinde
bulunmaları sebebiyle başkalarının uzun yıllar süren bir gayretle
kazandıkları manevi seviyeden daha fazlasını çok kısa zamanda elde
etmişlerdir. Bu çeşit velayette çok az keşif ve keramet görülür.

Küçük
velayet ise bahsimize konu olan ve uzun yıllar süren manevi çalışmalar
ve gayretler neticesinde kullara İlahi bir ikram olarak verilen
velayettir. Velayet, kitaplardan okuduğumuz iman hakikatlerinin
vicdanımızda ve kalbimizde tam manasıyla ve gözle görülmüş gibi idrak
edilmesi maksadıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in miracının
gölgesinde ve O’nun sünneti çerçevesinde takip edilen yolda (tarikat)
elde edilen bir makamdır. Tamamen kalple sürdürülen bu yolun anahtarları
ve vesileleri Allah’ı çokça zikretmek ve kâinata tefekkür nazarıyla
bakmaktır.

Velayet, aynı zamanda Kur’an’ın beyan ettiği ve
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in getirdiği hakikatlere delil
teşkil etmektedir. Çünkü velayet yolunda yürüyen bir insan, aklıyla
kabul ettiği iman esaslarını aynen görmüş gibi bir kesinlik içinde
kalbiyle de tasdik eder. Kur’an’dan secde emrini alan bir Müslüman,
velayet sayesinde secdede kendisinin Rabb’ine ne kadar yakın olduğunu
hisseder ve secdenin gerçek anlamını öğrenir.

Onlar kimlerdir?

Hazreti
Ömer’in (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise Allah
Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah’ın
kullarından birtakım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehit de
değiller; ama kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı
nebiler ve şehitler kendilerine imrenerek bakacaklardır. Bunun üzerine
oradakiler, “Bunlar kimlerdir ve ne gibi ameller yapmışlardır, bize
bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim.” dediler.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bunlar öyle bir topluluktur ki
aralarında ne akrabalık, ne ticaret ne de başka bir dünya menfaati
olmaksızın birbirlerini sadece Allah için severler. Vallahi yüzlerinde
bir nur vardır, kendileri de nurdan minberler üzeredirler. İnsanlar
korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman
bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu ve ardından Yunus Suresi’ndeki 62-63.
ayeti okudu. (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)

Veli insan, velayeti ya lütuf ya da imtihan görür

Fethullah
Gülen Hocaefendi “veli”yi “Kendi uzaklığını aşarak bize şah damarından
daha yakın olan Cenab-ı Hakk’ın yakınlığına ulaşmış kişi” olarak tarif
eder. Bu manâda veli olabilmenin bazı şartları vardır. Bu şartların
başında hiç şüphesiz İslam’ın vazgeçilmez emirlerini yerine getirmek ve
yasak olan şeylerden kaçınmak gelir. Bunu “Allah’ın kulları için
belirlediği hudutlara saygılı olmak” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu
hudutlara saygıyı bazıları çile çekerek, bazıları zikir ve ibadette
derinleşmekle süslemiş, böylece bedene ait uzaklığı aşarak “Kalp ve
ruhun hayat derecesine yükselmişlerdir”. Bu insanlar, kulluk yolunda
sürekli farklı şeyler duymuş, farklı şeyler hissetmiş, farklı bir
mertebede yaşamış ama bunların hiçbirini bir fevkalâdelik
saymamışlardır. Onlar bu farklılıklara Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine birer
lütfu ya da imtihanı olabileceği nazarıyla bakmışlardır. Bu örnek
insanlar, Allah’a ulaşma ve O’na dost olma gayretlerinde hiçbir beklenti
içine girmemiş, ibadetlerindeki derinleşmelerini havada uçmaya, suda
yürümeye bina etmemişlerdir. “Dini yalnız O’na has kılarak Allah’a
kulluk et.” (Zümer, 39/2) emri gereği dini de, diyaneti de halisane
yalnız O’na tahsis ederek ömürlerini Allah’a kullukla geçirmişlerdir.

Bu
yol, sadece velilerin değil, Allah’a kul olma şerefini yaşamak
arzusundaki herkesin izlemesi gereken bir yoldur. Bize düşen, kulluk
adına vazifemizi eksiksiz yapmaktır. Bu esnada Cenab-ı Hak bize
ekstradan lütuflarını ihsan ederse o lütufları hamd ederek karşılar ve
şükürle iki büklüm oluruz. Ancak bu tür lütuflar kesinlikle kulluğumuzun
hedefleri arasında olmamalıdır. Zira Allah dostu olmanın yegâne yolu bu
değildir. Mesela sahabe-i kiramın hepsi velidir ama hiçbiri velilerin
geçtiği yoldan geçmemiştir. Sahabenin hepsinin veli olduğu meselesi
İslam âlimleri arasında genel kabule mazhar olmuş ve çokları tarafından
dile getirilmiş bir kanaattir. Çünkü sahabe, Nebi sohbetinin bereketine
mazhar, her gün oturdukları yerden semavi sofralar ile ödüllendirilip
din adına yeni, orijinal mesajlarla karşılaşan, böylece gökler ötesini
her gün bir kere daha kendine has rengi ve deseniyle duyan insanlardır.
Bu açıdan hiç kimse onların seviyesine ulaşamaz ve kulluk adına mutlak
fazilet onlara aittir. Dolayısıyla “Veli” ya da “Evliya” derken
derecesine göre akla ilk önce sahabe-i kiram gelmeli, sonra yine
derecesine göre tâbiîn ve tebe-i tâbiin gelmelidir.

Allah dostları gaybı bilmezler…

Bazı
veliler, kendilerinin veli olduklarını bilmezler. Bediüzzaman, bu
durumu “Evliyâullah Allah’ın bildirdiği şeyleri bilirler. Allah
bildirmezse bilmediklerine delil, Ashab-ı Kiram arasındaki kavgalardır.”
diyerek açıklıyor. Demek ki bir insan “veli” bile olsa Allah
bildirmeyince bilmez. Öyleyse, her devirde fertler içinde çok büyük
veliler olabilir. Allah bildirmezse o kişiler veliliklerini bilmezler.
Gaybı bilen sadece Allah’tır. Allah dostlarının gayb gibi görünen bazı
bilgileri vermeleri, kendilerinden değil tamamen Allah’ın onlara
bildirmesiyle olmaktadır. Bu hassas noktayı göz önüne almadan o
insanların gaybı bildiklerini zan ve iddia etmek, herhalde en çok Allah
dostlarını üzecek bir şirk ifadesidir. Bu durum onlar hakkında Allah’ın
ayrı bir lütfu ve ihsanıdır. Bazıları vardır ki konumlarını
bildiklerinde onu başkalarına karşı övünme sebebi görebilirler. “Şu
rüyayı gördüm, şunu şöyle müşahede ettim” diyerek Allah’ın kendilerine
olan özel ikramlarını herkese anlatırlar.

Tasavvuf Hakk’a ulaştırır

İslam
tarihi boyunca pek çok maneviyat büyüğü, kendi kulluk tecrübelerini
çevrelerinde bulunan insanlarla paylaşmışlardır. Bu, onların yaşadıkları
güzellikleri başkalarının da yaşamasını istemelerinden
kaynaklanmaktadır. Bu kutlu insanlar tarafından anlatılan tecrübeler
zamanla sistemli bir hal almıştır. Tasavvuf ilmi de bu tecrübelerin
belli bir sisteme dönüştürülmesi çabalarından ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla tasavvuf, teorik bir ilim değil, yaşanarak öğrenilen bir
kulluk tecrübesidir. Bu tecrübeleri başka insanlara duyuran ve öğreten
kollara “Tarîkat” denmiştir. Tasavvufun ve tarikatların tek amacı,
insanlara Allah’a daha güzel kulluk yapmanın yollarını öğretmektir. Çok
istisna olsa da tarihte bu amaçtan uzaklaşan bazı düşüncelerin bulunması
tasavvuf ve tarîkatın ehemmiyetini düşürmez.

On dört asırlık
İslam tarihi boyunca Allah dostları, herkes tarafından derin bir saygı
ve büyük bir sevgiye mazhar olmuşlardır. Gerçek hak dostları bu sevgi ve
saygıyı hiçbir zaman istismar etmemişler, çevrelerinde toplanan
insanlara hep iyiyi ve doğruyu öğretmişlerdir. Kendilerine gösterilen bu
teveccühü hak adına adeta bir kredi gibi kullanarak, insanların
nazarlarını Kur’an’a ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e
çevirmişlerdir. Onların istekleri dışında mazhar oldukları kerametler ve
bazı olağanüstü haller, insanların onlara olan bağlılık ve güvenlerini
artırmıştır. Onlardan günümüze intikal eden pek çok hadise ve menkıbe,
yaşanmıştır ve gerçektir. Arada bazı efsanevi hikâyelerin bulunması,
onlara olan güvenimizi sarsmamalıdır.

İslam’da sınıf ayrılığı yoktur

İslam
tarihinin hiçbir döneminde tarikatlar insanları sınıflara ayırmamıştır.
Müslümanların vefa ve kadirşinaslık duygularıyla maneviyat büyüklerine
saygı göstermelerini başka şekillerde yorumlamak hakkaniyetli bir
davranış değildir. Kulluk adına bir kısım eksiklerinin farkında olup
onları tedavi etmek isteyen bir Müslüman’a o yollardan geçmiş bir
maneviyat büyüğünün kendi tecrübelerini aktarması, ona nasihatlerde
bulunması kadar tabii ve Müslümanca bir davranış olamaz. Bunu bir sınıf
farklılığı olarak algılamak bu gayretlere karşı yapılmış bir
haksızlıktır.

Allah dostlarını sevmek, bir Müslüman için özgüven
kaybına yol açmaz. Aksine, onları gören ve tanıyan insan, kendisinin de
onlar gibi olması gerektiği düşüncesiyle kulluk yolunda daha çok gayret
eder. Eğer öyle bir özgüven kaybı söz konusu olsaydı, Cenab-ı Hak,
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ve diğer bütün peygamberlere
yüzlerce mucize ihsan etmezdi.

Burada biz Müslümanların dikkat
etmesi gereken en önemli husus, şirke düşme tehlikesidir. Çünkü Allah
dostları da bizim gibi fani insanlardır. Onlarda görülen bazı
özellikler, yukarıda da ifade edildiği gibi, tamamen Yüce Allah’ın bir
ihsanıdır. Kendilerinden değildir. Onlarda olanı kendilerinden bilmek ve
Allah’tan isteyeceğimiz şeyleri onlardan istemek ve beklemek bizi
farkında olmadan şirke götürebilir. Her şeyde olduğu gibi sevgi ve
alakada da dengeli olmak ve o insanlardaki güzelliğin asıl sahibine
(celle celâluhu) yönelmek, kulluk anlayışımızın temeli olmalıdır.

Tasavvuf kâmil insanı hedefler

Tasavvuf
her zaman bize “insan-ı kâmil” olma yollarını göstermiştir. İnsan-ı
kâmil, mükemmel insan demektir. En mükemmel insan da imanı en kâmil olan
insandır. Çünkü “İman insanı insan eder.” Efendimiz (sallallâhu aleyhi
ve sellem)’in “Sizden biriniz şunları yapmadıkça kâmil imanı elde
edemez…” diye başlayan pek çok hadisi vardır. Bu hadislerde O, ümmetine
kâmil insan olmanın formüllerini vermiştir. En kâmil insan da insanlığın
iftihar tablosu Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir. Bir
Müslüman’ın en büyük gayelerinden biri yaradılış maksadına uygun olarak
kâmil imanı elde edip mükemmel bir insan olmaktır.

Ricalü’l-gayb var mıdır ve ne demektir?

Allah
dostlarıyla alakalı olarak tartışılan konulardan biri de
“Ricalü’l-gayb” (görünmeyen adamlar) meselesidir. Ricalü’l-gayb,
hayatını Allah’ın istediği istikamette yaşamış ve en güzel biçimde
noktalamış Nebi, Sıddık, şehit, veli gibi Hak dostlarıdır. Bu yüce
ruhlar, vefatlarından sonra da Allah’ın izni ve sevkiyle dünyada ihtiyaç
olduğu takdirde bazı vazifeleri yerine getirirler. Şanlı tarihimiz bu
tür hadiselerin en büyük şahididir. Bedir Savaşı’ndan en yakın zamanda
yaşadığımız Kıbrıs harekatına kadar pek çok hadisede bazı insanların
gördüğü atlılar, yeşil sarıklılar, daha önceki savaşlarda şehit olmuş
askerler vardır. Bunlar Kur’an’ın beyanıyla öldüklerinin farkında
olmayan şehitlerdir. (Bakara, 2/154) Allah ruhlarını kendisi için feda
eden bu dostlarını isterse ve hikmeti gerektirirse bazı işlerde
kullanabilir. Allah’ın bu tasarrufuna hiçbir şey mani değildir. Ancak bu
gerçekler bizi asıl vazifelerimizden uzaklaştırmamalı ve tembelliğe
sevk etmemelidir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca
sayısız inayet ve lütfa mazhar olmuştur; ama O, bütün işlerinde sonuna
kadar sebeplere de riayet etmiştir. Uhud Savaşı’nda kendisinin iki tane
zırh giymesi, okçular tepesini kontrol altında tutmak istemesi ya da
Hendek Savaşı’nda Medine’nin etrafına hendek kazması bunun en açık
örnekleridir.

Kulluk, bir rıza pazarıdır. O pazardan herkes
kabiliyetine ve gayretine göre bir şeyler kazanır. Bu pazarın zenginleri
Allah dostlarıdır. Ama bütün zenginlikler gibi bunu da veren Allah’tır.
Dolayısıyla Allah dostlarının elindeki bütün güzellikler, gayretlerinin
ve samimiyetlerinin neticesinde kendilerine yüce Yaratıcı tarafından
ihsan edilmiştir. Bu güzellikleri Allah dostlarının kendilerinden bilmek
insanı şirke götürür. Müslüman’a düşen, tevhid akidesini sarsmadan
Allah dostlarına hak ettikleri saygı ve hürmeti göstermek, onları örnek
alıp kulluk tarzını onlara benzetmeye çalışmaktır. Tevhid ve şirk
arasındaki bu ince çizgiyi kavrayamayanlar ya şirk kokan yanlışların
içine düşer ya da şirke düşmeme adına pek çok maneviyat büyüğüne
saygısızlık edip sayısız feyiz ve bereketten mahrum olurlar.

Allah dostlarına ilham eder mi?

Allah
dostlarının önemli özelliklerinden bir tanesi de maddi manevi berekete
mazhar olmalarıdır. Bereket halk arasında daha çok maddi değerler için
kullanılır. Rızkını helal yoldan kazanan, boğazından haram bir lokmanın
geçmemesi için azami gayret sarf eden insanların kazançlarına Allah
bereket ihsan eder. Bu kazanılan paranın, değerinden çok daha fazla bir
fayda temin etmesi demektir. Kulun o samimi gayretine karşılık Allah’ın
bolca ikramda bulunmasıdır. Aynı husus manevi âlemde de geçerlidir.
Allah yolunda ilim tahsil eden insanlara gayretlerindeki samimiyetten
dolayı Yüce Allah bereketler ihsan eder. O insanın aklını, zihnini ve
gönlünü ilme açar. Zorlandığı ya da tıkandığı noktalarda Allah kalbine
yeni ilhamlar gönderir. Bir bal arısına bile nasıl hareket edip balı
nasıl üreteceğini ilham eden Allah (Nahl, 16/68-69) insanlığın hayrı ve
imanlarının kurtulması için hayatını feda eden alimlerin kalplerini de
elbette ilhamsız bırakmayacaktır.

Süleyman Sargın
**************


Yeryüzünde 7'ler, 3'ler, 300'ler Gibi Evliyalar Var mıdır?



Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî (295/888) tarafından nakledilen hadîs-i serîf :
Bu ümmetim içinde İbrâhim tabiatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Îsâ tabiatı üzere üç, Muhammed (a.s.) tabiatı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılırlar.”
(İsmâil
b. Muhammed el-Aclûnî, Kesfü’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs Ammâ İstehera
mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, II. baskı, Dâru
İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1351 H., c. I, s. 24; Ayrıca krs.: Ahmed
b. Hanbel, Musned, c. I, s. 112; c. V, s. 322; c. VI, s. 316)



Hatta abdal hadislerini Musned’inde nakleden Ahmed b. Hanbel, yeryüzünde muhaddislerden başka abdal tanımadığını söylemektedir.
Ehli
Tasavvufa göre Ricâlu’l-gayb olduğu söylenen bâzı kimselere, onları
Allâh’a ortak gösterir gibi olağanüstü güçler ve yetkiler atfetmenin
İslâm inancıyla bağdaştırılamayacağını söyleyen İbn Teymiyye, bu tür bir
anlayışın daha çok hristiyanların ve aşırı Şiî fırkalarının inanış
biçimlerini yansıttığını belirtmektedir.

(Takıyyüddîn
Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, Tahkîk: Muhammed
Resîd Rızâ-Muhammed el-Enver Ahmed el-Baltacı, (5 cilt, 2 mucelled
hâlinde) Nesreden: Mektebetu Vehbe, Kahire, 1992, c. I, ss. 88-92.

İbn
Teymiyye, sûfîlerin “ricâlu’l-gayb” dedikleri kisilerin cinlerden
ibâret oldugunu söylemektedir. Bk.: Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn
Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâili’l-Kubrâ, Beyrut, 1979, c. I, s. 72)



İbn Haldun ise, kutub ve ebdâl telakkîsinin (Tasavvufta
ebdâl telakkîsi, çesitli müelliflerce az çok farklı sekillerde
açıklanmış olsa da bütün tasavvuf zümreleri arasında benimsenmiş ve
zamanla aynı mânâda deger kazanan ricâlü’l-gayb anlayısıyla
bütünlesmistir)
ilk defa Irak sûfîlerinde görüldüğünü ve bu
sebeple ricâlu’l-gayb ile ilgili diğer kavramların ortaya çıkışında
Şia’nın ve Râfizîliğin etkili olmuş olabileceğini ileri sürmektedir. (İbn
Haldun’un bu konudaki görüsleri için bk.: İbn Haldun, Sifâu’s-Sâil
(Tasavvufun Mâhiyeti), Terc.: Süleyman Uludag, II. baskı, Dergâh Yay.,
İstanbul, 1984, ss. 263-265 (“Mukaddime’de Tasavvuf İlmi” bölümü))


Nitekim İranlı yazarlar, abdal terimini XII. yy.dan îtibâren daha ziyâde heterodoks (Heterodoks: Bir ilâhiyat ve sosyal târih terimi olarak; kabul edilmiş resmî din anlayısına, yâni ortodoksluga -sunnîlik- zıt ve aykırı olan bir tür din
anlayısını ifâde eden bu kavramın siyâsî, sosyal ve teolojik yönleriyle
ilgili bir degerlendirme için bk.: Ahmet Yasar Ocak, Babaîler İsyânı
Alevîligin Tarihsel Altyapısı [Babaîler İsyânı], II. baskı, Dergâh Yay.,
İstanbul, 1996, ss. 77-78)
dervişleri tanımlamak için kullanıyorlardı. (Ocak, Babaîler İsyânı, s. 67)


Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere
ayırmışlardır. Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en
büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba,
urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.


Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'ın sünnetinden az da olsa
nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin
Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi
bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular
batın dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi
isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz
güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır.


Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu
yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz
hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde
kalır. Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde
egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde
olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya
ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü
ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okumayazma bilmeyen koyu
cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar,
bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunaklar hatta ibadet
teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hı yat
boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan murdar
ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı
bildikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin
bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin
gelemediğini idida ederler.
(eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66)


"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı
vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah
olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği
gibi tasarruf eder.


Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a
mulazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve
hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûlâ tabir olunan zatı şerif de
bütün diğer kutubların evveli demektir.

Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.
Bunlardan
başka "yediler" ve "kırklar" tabir edilen zatlar da her biri birer
kutub olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi
düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere
memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere
mutasarrıf olurlar. Diğer kutublar da halince birer ve ikişer yere
mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar
da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Aktab'ın emriyledir.
Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz.
Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi
veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin
onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vucud bulur.

Kutubların
tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek
değildir. Kendisi İstanbul'dabulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama
bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın musavidir.

Bunlardan
başka yüzler , üçyüzler, yediyüzler ve binler de vardır. Allah
tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine
memurdurlar.

Ayrıca
üçbinler, tedibinler, onbinler de vardır. Bunların kamil ve mükemmeli
olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda
rivayet göre 124 bin veliyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da
bu mevcut hiç eksilmez.

(Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sııl'i fi Dav'il Kilab ve's-Sunne,
229, 24-î, 247. Kutup inanımın bizzati Rafizilerin inancı olduğunu
bildirir. İbn Haldun, Mukaddime, 473, Muesseselu'l-A'lemi, Hevrul. [size=16]İbn
Haldun, muteahhir mutasavvıfların bu inanç ve anlayışlarını tenkid
elmetle beraber selellerini savunmakla, gıayb alemini ve geleceği bilme,
şatahat ve makamları' gibi durumlarını onaylamakla, fakihlerin ve başka
alimlerin onları tenkid etmelerine de karşı çıkmaktadır. Hatta sibirbaz
ve cincilerin yaptıklarına benzer olaylar sergileyen tasavvufçuların
yaptıklarının keramet olduğunu söylemekte ve savunmaktadır, Mukaddime,
467-475. Muesseselu'l-A'lemi lîeyrul, Şubhe yok ki, iki konularda İbn
(İ. Haldun'un söylediklerine katılmamak mümkün değildir
)
[/size]



İbn Teymiyye konuyla ilgili olarak şöyle söyler: "Gavs, kutub,
evtâd, nucebâ ve diğerleri hususunda, Hz. Peygamber'den ve ashabından
onların bu konuda birşey dediklerine dair maruf senedle gelen birşey
yoktur. Ancak ebdal hususunda seleften bazıları konuşmuşlardır. Bu
hususta Hz. Peygamber'den bir zayıf rivayet te gelmektedir."
Sadece ebdal hususunda zayıf bir rivayetten bahseden İbn
Teymiyye, başka bir yerde de zayıf dediği bu rivayeti değerlendirerek
konuyu şu şekilde işler:
"Dörtler, yediler, onikiler, kırklar, yetmişler, üçyüzonüçler,
kutub gibi evliya, ebdâl, nukebâ, nucebâ, evtâd, ektâbla ilgili olarak
Hz. Peygamber'den gelen sahih bir rivayet yoktur. Selef bunlar içinde
sadece "ebdal"den bahsetmiştir. Bu konuda zikredilen rivayetlerden
birisi de şudur: 'Ebdal kırk kişidir ve Şam'da bulunurlar.'
Rivayet tam metniyle şöyledir:
Şurayh b. Ubeyd ef-Hıms'den, şöyle demiştir: Hz. Ali Irak'tayken
yanında Şam'lıların bahsi açıldı. Ona "muminlerin emiri! Onlara lanet
et!" denilince şu cevabı verdi:
"Hayır. Ben Rasûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Ebdal kırk kişidir
ve Şam'da bulunurlar. İçlerinden birisi vefat ettiğinde Allah yerine
bir başkasını koyar. Yağmura onlar vasıtasıyla kavuşulur, düşmanlara
onlar vasıtasıyla galip gelinir, onlar vesilesiyle Şamlılardan azab uzak
tutulur."
(Ahmed b. Hanbel, 1/112, rakam: 896)

Bu rivayet Musned'de Hz. Ali'den nakledilmektedir. Ancak munkatıdır, sabit değildir."
(Bu rivayet İbn Teymiyye'nin bahsettiği gibi munkatıdır. Çünkü Şurayh, Hz. Ali'ye yetişmemiştir.
Şâkir, Ahmed Muhammed, Musned, 11/171,896 numaralı dipnot.
Ayrıca Ahmed b. Hanbel bu rivayeti nakletmesine rağmen kendisi de şöyle demektedir:
"Eğer hadisçiler ebdal değilse, o zaman kimdir onlar?" el-Hatib, Şeref,
s. 50, rakam: 101; es-Sehâvî, Mekâsid, s. (0, rakam: 8; el-Heytemî,
el-Fetâva'l-Hadîsiyye, s. 324.
es-Suyûtî ise rivayeti hasen kabul ederken {Leâli, 11/332) İbn Arrâk ta
senedi sağlamdır der. (Tenzihu'ş-Şeria, lf/307). el-Elbânî ise
senedindeki iki illetten dolayı hadisin munker olduğunu söyler ve bu iki
alimin tesbitinin yerinde olmadığını ispat eder. Peşinden de konuyla
ilgili olarak, zayıftır dediği iki rivayet daha nakleder. Daile,
11/339-41
)



İbn Teymiyye böyle dedikten sonra rivayeti metin yönüyle tahlile
tabi tutar ve kabul etmemesini şuna bağlar: "Malum olduğu üzere Hz. Ali
ve onunla beraber bulunan sahabiler, hem Hz. Muâviye'den hem de onunla
beraber Şam'da bulunanlardan faziletlidir. Aynca insanların en
faziletlileri, Hz. Ali'nin askerleri tarafında değil de Hz. Muâviye'nin
askerleri tarafında bulunmaz." (İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, Xl/167)

Görüldüğü gibi İbn Teymiyye meseleye aklî olarak ta
yaklaşmakta, ebdaller Şam'da olacaklarına neden Hz. Ali'nin yanında
değiller sorusunu sormaktadır. İbn Teymiyye başka bir yerde de bu tür
hadisleri toptan bir değerlendirmeye tabi tutar ve yalan olduklarını
belirtir: "İçinde ebdâl, ektâb, eğvâs, velilerin sayısı ve benzeri
hususlar geçen rivayetler hadis alimlerince malum olduğu üzere,
yalandırlar." (İbn Teymiyye, Minhacu's-Sunne, IV/115)

İbn Teymiyye gibi İbnu'l-Kayyım da genellemeye giderek "ebdâl,
ektâb, eğvâs, nukebâ, nucebâ, evtâd hadislerinin hepsinin Rasûlullah
adına uydurulmuş batıl rivayetler olduğunu belirtir. Bir tek İbn
Teymiyye'nin zikrettiği rivayetin doğruluğa yakın olduğunu ancak onun da
munkatı olduğunu
belirtir. (İbnu'l-Kayyım, Menâr, s. 136, rakam: 307- 308)

İbnu's-Salâh da evtâd, nucebâ, nukebâ hakkında ehli tarikin
beyanlarının olduğunu, bu hususta sabit olan bir hadis bulunmadığını,
ebdal hakkındaki en sağlam rivayetin ise Hz. Ali'nin kendisindenden
nakledilen Şam'da ebdâlin bulunacağına dair rivayet
olduğunu söyler. (Abdullah
b. Sah'ân naklediyor: Sıffîn günü biri ayağa kakıp "Allahım! Şamlılara
lanet et deyince, Hz. Ali ona şöyle dedi: "Geniş bir topluluk olan
Şamlılara böyle sövme. Çünkü Şamlıların içinde ebdal var, Şamlıların
içinde ebdal var, Şamlıların içinde ebdal var." Abdurrazzâk, XI/249,
rakam: 20455
.
)
(İbnu's-Salâh, Fetâvâ, s. 53, rakam: 34; Mevdudi, Meseleler ve Çözümleri, V/244-6)

Bu
tür hadisleri reddeden alimler yanında ilgili rivayetlerin çokluğu
sebebiyle bunlara mevzu denemeyeceğini, içlerinde sahihler bulunduğunu
söyleyen İbn Hacer (852/1448) yanında, konuyla ilgili hadislerin zayıf
olduğunu söyleyen es-Sehâvî
(
es-Sehâvî,
Mekâsid, s. 8-11, rakam: 8. Muhammed Nâsirıddîn el-Eibânî ise tedkîk
ettiği bu hadislerden bir kısmına mevzu, bir kısmına da son derece
zayıftır, der. Daife, HI/666-670
) , rivayetlerin birbirini desteklediğini belirten el-Aclûnî ilgili rivayetleri genel hatlarıyla kabul etmektedirler. (el-Aclûnî,
Keşful-Hafâ, I/25-8, rakam: 35. Benzer yaklaşımlar için es-Suyûtî,
el-Hâvi li'l-Fetâvâ, H/455-72; el-Câmiu's-Sağir, 1/470-1, rakam: 3032-7;
Leâti, H/332; İbn Arrâk, Tenzthu'ş-Şeria, il/307; el-Kettânî,
Nazm'l-Munâsir. s. 231-2, rakam: 279
)

Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Yeryüzünde 7'ler, 3'ler, 300'ler Gibi Evliyalar Var mıdır?
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: YENİ VE EN SON :: Soru --Cevaplar-Tartışmalı Konular-
Buraya geçin: