KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6111
Rep Gücü : 14922
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi Empty
MesajKonu: Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi   Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi Icon_minitimeSalı Kas. 24, 2015 8:58 am

eş-Şeceretü'n Nu'mâniyye gibi hemen çok eserlerinde Hazreti Muhyiddin, o gaybbîn gözüyle bazı hakikatleri keşfedebilmesi, bazı gaybî haberler verebilmesi Allah'ın ihsanı olan ilham esintileriyle, hâlihazırdaki durumu apaydınlık gördüğü gibi, Allah'ın lütfuyla, geçmişi-geleceği de önündeki kitabın sayfaları gibi görüp okuyan, açık-kapalı tevillerde bulunan bir meşrebin kutbu ve harika bir zattır

Bu arada, onun geleceğe ait hâdiselerden bahsetmesi, meselâ, falan tarihte şöyle bir şey, filan tarihte şöyle bir şey ve filan tarihte de şöyle bir şey... olacak demesi, onda, oldukça açık ve herkesten farklıdır. Vâkıa, birçok Hak dostu, Allah'ın emri ve izniyle, benzeri şeyler yapmışlardır ama, onun kadar açık ve ileri değillerdir.
Hazreti Muhyiddin bu mevzuda ilk olmadığı gibi, son da değildir. Ondan sonra da birçokları aynı şekilde ve aynı istikamette bazı şeylerden haber vermişlerdir. Daha ötede Üstad-ı Küll, Rehber-i Ekmel Efendimiz, geçmiş ve gelecekle alâkalı bu türlü şeylerden haber vermektedir. Evet o Sultanlar Sultanı, kıyamete kadar zuhur edecek hâdiseleri, âdeta bir televizyon ekranında seyrediyor gibi ümmetinin enzarına arz ve takdim buyurmuşlardır ki, bunların bir kısmı açıktır, sarihtir, tevile lüzum hâsıl olmayacak kadar vâzıhtır. Bir kısmı ise, Kur'ân'ın müteşabihatı nev'inden ancak, tevile, tefsire tâbi tutulunca hakikatlerine vâkıf olunabilmektedir. Hele bir kısmı var ki onlar sadece ehl-i tahkikin anlayabileceği mahiyettedir...
Daha sonra, ehlullahın, bu mevzudaki istihraçları ise, yani bir kısım hükümler çıkararak, bize ait aydınlatıcı bir kısım şeylerden haber vermeleri ya Kur'ân'a dayandırılır, ya Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sünnet'ine ya da doğrudan doğruya mişkât-ı nübüvvetin vesâyâsı altında, kendi gönüllerine esip gelen ilhamlara... İşte bu sayede Hak erleri, bir kısım hakikatlere nigehbân olur. Sonra da hususî bir dil kullanarak onları başkalarına anlatırlar. Ancak bu türlü hakikatleri ortaya atan hakikat erleri, Hak'la fevkalâde bir münasebet içinde bulundukları gibi, iddia ve tefahürden de fevkalâde uzaktırlar. Bin bir harika şeyler ortaya döker, bin bir gizli mesaj sunarlar ama kat'iyen iddiaya sapmazlar. Hepsinin de dilinden düşürmediği tek şey, "İşin doğrusunu Allah bilir." kelimesidir. Temelde bu anlayış olunca, yani her şeyi bildiren ve işin temelini, nüvesini lütfeden Allah olunca, bu türlü ihbarlara karşı itiraz, sırf itiraz etmek için itiraz olur ki, her biri nefsin ayrı bir hırıltısı olan bu kabîl mırıldanmaların hiçbir ilmî kıymeti yoktur.
"Vahy-i metluv" olan Kur'ân'dan başka, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), dellâlı bulunduğu diğer iki mübarek kaynak daha vardı: Kudsî hadisler ve onların dışındaki söz ve beyanları. Bunlar vahiy ve ilhamın hangi derecesinden gelirse gelsin, ilâhî kaynaklıdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Arab'ın efsahı olarak, maksatlarını en güzel anlatanlar arasında, harika bir üslûpla anlatan bir insan olarak, kalbine vahyolunan şeyleri, ruhundaki esintileri, en güzel kelime ve kalıplar içinde dile getirmiş, o esintileri en iyi şekilde değerlendirmiş ve bize intikal ettirmiştir. Şimdi bir veli, her şeyi, üstadı sayılan Hâce-i Kâinat'a dayandırıyor ve O'nun ilm-i ledünnî deryasından bir şeyler çıkarıyorsa, bunu yadırgayıp istiğrap edecek ne var?..
Bazen bir velinin nazarına, uzaktan bir kısım hakikatler gösterilir. Bunlar dün olduğu gibi bugün de olabilir. Veli bazen mesafeyi ayarlayamaz ve hakikati olduğu gibi tespit edemez. Bazen herhangi bir hâdiseyi sembol hâlinde görür ve teviline muttali olamaz; olamaz da kendine göre tevil yapar. Yaparken de hatasız bir tevil yaptığını zanneder. Hâlbuki maksad-ı ilâhî başkadır, onların yaptıkları teviller başka... Tıpkı, insanın gördüğü rüyaları gibi... Meselâ, siz rüyada altın-gümüş görür ve zannedersiniz ki, Cenâb-ı Hak bugün size tatlı bir lütufta bulunacak veya maddî ve mânevî istifade edecek ve bir şeye mazhar olacaksınız... Hâlbuki, altın ve gümüşün mânâsı hevâ-yı nefis ve nefs-i emmare bakımından kuvvet kazanma demektir... Keza görseniz ki, Hazreti Cebrâil, hanenizin penceresinden içeriye giriyor, siz zannedersiniz ki, ruh-u emîn ve ruh-u metîn hanemize girdiğine göre, evimizde ilâhî esintilerden bir şey olacak. Hâlbuki âlem-i misalde böyle bir vak'a ile sembolize edilen hakikatin mânâsı o evden yüce ruhlu birisinin vefat edip gitmesi demektir. Keza birisi rüyasında, uygun olmayacak şekilde, herhangi bir insanla buluştuğunu görür. Günaha girdiğini ve gireceğini zanneder. Oysaki, bunun mânâ ve tevili, öteki insana yardımı dokunması şeklindedir. Böyle bir vak'a aynen Harun Reşid'in hanımı Hazreti Zübeyde için bahis mevzuudur. Bu mübarek kadın, rüyasında görür ki, Bağdat halkı gelip bununla temas ediyorlar. İffetine, namusuna fevkalâde düşkün olan Zübeyde Hatun titrer ve ürperir. Sonra da bir tabirciye sorar. Tabirci ona "Sultanım, öyle bir hayır yapacaksın ki, bütün insanlık âlemi ondan istifade edecek." der. Neden sonra Zübeyde Hatun, Harem-i Şerif'e su getirme lütfuna mazhar olur.
Şimdi veli, misal âleminden hakâik adına aldığı sembollerin gerçek mânâlarını bilmiyorsa, onları tevil edecek ve belki bazılarında da yanılacaktır. Nüve ve çekirdek itibarıyla velinin bahsettiğiyle, nefsü'l-emirdeki hakikat arasında fark yoktur. Fark, icmal ve tafsilde, bizim dilimizle sembollerin dilinin farklılığındadır. Bu farklılığı ortadan kaldırıp, insanlara yanıltmayan mesajlar sunmak sadece peygamberler ve onların has vârislerine müyesser olmuştur. Peygamberler yanılmazlar, yanılırlarsa Allah hemen düzeltir. Zira, kitlelere imam olduklarından, onların yanılmaları kendilerine münhasır kalmaz; arkalarındakileri de yanıltır. Onların her şeyi objektif ve bütün insanlığı kucaklayıcı, içine alıcı mahiyettedir.
İşte Hazreti Muhyiddin'in, eğer Kur'ân, eğer Sünnet, eğerse kendi ilhamlarına dayanıp söylediği şeyler haktır. Ancak kendisine sembollerle anlatılan, mesleği, meşrebi, vazifesi ve devri itibarıyla, teviline kapalı olduğu bir kısım meselelerde, Sünnet'e muhalif beyanlarda bulunmuştur ki, İmam Şârânî, Molla Câmi gibi ehl-i tahkik, mâkul tevillerle, Hazretin anlatmak istediklerini anlatmaya çalışmışlardır.
Eş-Şeceretü'n-Nu'mâniyye'deki meselelere gelince, bunların bir kısmı zuhur etmiş bir kısmı da Allah dilerse zuhur edecektir. Meselâ, Hazreti Muhyiddin, Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan evvel yaşadığı, hatta Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretleri'nden daha yaşlı yani Selçukî döneminde yaşadığı hâlde, Osmanlı dönemine ve daha sonralara ait bir kısım vukuatı açık-kapalı haber vermiştir. Hazreti Muhyiddin'in mezarı, Yavuz Sultan Selim Hazretleri zamanında bulunur ve ortaya çıkartılır. Ona ait olduğu söylenen şu söz, çok şâyân-ı dikkattir. "Sin şın'a girince Muhyiddin'in kabri ortaya çıkar." Yani "Sin" Selim, "Şın" Şam'a girince, Muhyiddin'in kabri belli olur ve saygıdeğer yerini alır. Şimdi o, Cenâb-ı Hak'tan gelen esintiler ve ilâhî tayflara dayanarak bunları söylüyor. Kendinden değil, zira et ve kemikten ibaret bir varlık bunları söyleyemez. O bütün benliğiyle Allah'a yönelmiş, mahiyetiyle melekleşmiş, Rabbimiz de onun melekleşen mahiyetine bir lütuf olarak, ona ruhlar ve ruhanîler seviyesinde bir letâfet vermiş. Bu letâfet sayesinde, eşyanın hakikatine, hatta geçmiş ve gelecek zamanlara nüfuz ile geçmişteki müphem vak'alardan, gelecekteki meçhul hâdiselerden, meselâ Devlet-i Âliye'nin kuruluş ve gelişmesinden, bir kısım tarih çapındaki önemli vak'alardan; meselâ 4. Murad'ın altı ayda Revan'a gidip Revan'ı fethedeceğinden ve benzeri daha bir sürü şeyden bahsetmektedir. Bu arada Edison'u hayret ve takdirlere sevk eden "Fütûhât"taki elektrik bahsi de zikredilmeye değer kerametlerdendir.
Aslında, Muhyiddin bu mevzuda yalnız değildir. Meselâ, Bitlisli Müştak Dede, Cumhuriyet'ten takriben yüz sene evvel, İstanbul'a bedel pâyitahtın Ankara'ya intikal edeceğini söylemiştir[1] ki, gazeteler yazdı. Ancak Muhyiddin bu mevzuda kutup gibidir.
Bütün bunlarla beraber, bu büyük zevâtın muttali oldukları hakikatler değişmez değildir. Allah, her şeyi değiştirdiği gibi onların da görüp, duyup bilebildikleri şeyleri değiştirebilir. Zira O, eli kolu bağlı -hâşâ- âtıl bir varlık değildir. "Her an O ayrı bir şe'ndedir." (Rahmân sûresi, 55/29.) Her an insanın başını döndürücü ayrı bir icraatta bulunur. Binaenaleyh, Allah (celle celâluhu) "Levh-i Mahv ve İsbat"ta, yani, bizim göremeyeceğimiz buuddaki tabloları da tıpkı gördüğümüz her şeyi değiştirdiği gibi değiştirir; başka türlü yazar. Dilediğini mahveder, dilediğini tesbit buyurur. Ana Kitab'a gelince, o ilm-i ilâhîdir; kader de zaten ilm-i ilâhînin bir unvanıdır. Hazreti Muhyiddin de buraya ıttılâı nispetinde ne söylemişse hak söylemiştir. Hakka uymayan bazı şeyler varsa, ya o tevilini anlamamış veya o hakikatin henüz vakti gelmemiş; yahut biz, Hazreti Muhyiddin'in beyanını anlamıyoruz demektir.
Hâce-i Kâinat: Varlığın mürşidi, rehberi Hz. Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm).
İlm-i ledün: Allah tarafından insanın gönlüne atılan ilâhî bilgi ve içe doğan hakikatler ilmi.
İstiğrap etmek: Yadırgamak.
Müteşabihat: Birden fazla anlamı mümkün olan, gerçek mânâsının anlaşılması için başka izah veya delillere ihtiyaç duyulan çeşitli meseleleri insan aklına yaklaştırmak için kullanılan benzetme veya mecazî ifadeler.
Vahy-i metluv: Kelimeleri de, mânâları da Allah tarafından bildirilen vahiy.
[1] Me'vâ-yı Nâzenîn"e kim "elf" olursa efser,
    Lâbüd, olur o "me'vâ", İslâmbol ile hemser.

   "Nûn ve'l-kalem" başından alınsa "Nûn-u Yûnus",
   Aldıkta harf-i dîger, olur bu remz azhar.

   Miftâh-ı sûre-i "Kâf", serhadd-i Kâf ta Kâf,
   Munzam olunmak ister "Râ-yi Resûl" Peygamber.

   "Hâ-yi Hû" ile âhir, maksûd oldu zâhir;
   Beyt-i Veliyy-i Ekrem; Elhâc İyd-ı Ekber.

   Ey Pâdişâh-ı Fahhâm: Sultan Hacı Bayram!
   Rûhanî ister ikram "Müştak" abd-i çâker.

Birinci beytin mânâsı şudur: (Bir zaman gelecektir ki, isminin başında "elif" harfi bulunan bir şehir, İstanbul ile arkadaş, yani onun gibi hükümet merkezi olacaktır.) Bu beyitte, aynı zamanda, o şehrin ne zaman hükümet merkezi olacağı da "Ebced" hesabıyla bildirilmiştir: "Elf" kelimesi, Arapça'da "1000" rakamını ifade etmektedir. Buna birinci mısranın sonundaki "efser" kelimesinin eski harflerle yazılışının Ebced hesabıyla tutarı olan 341 de ilâve edilirse 1341 eder. Hicrî 1341 yılı, milâdî 1923 yılına rastladığına göre bu tarih, Cumhuriyet'in ilânını ve dolayısıyla de Ankara'nın başşehir oluş yılını gösterir.

Eski harflerle Ankara kelimesinin harflerinin mecmuu beştir; "Müştak Baba"nın gazeli de beş beyittir. Gazelde, o şehrin ilk harfinin "elif = a"; ikinci harfinin "Nûn ve'l-kalem" âyetinin başından alınan "nûn = n"; üçüncü harfinin (Kâf) sûresinin anahtarı, yani ilk harfi olan "kâf = k"; dördüncü harfinin , "Resûl" kelimesinin ilk harfı olan "ra = r"; beşinci harfinin ise, "Hû" kelimesindeki "hâ = a" harfi olduğu bildirilmektedir ki, bu harfler sırasıyla toplanırsa (Ankara) kelimesi meydana çıkmış olur. Sondan bir evvelki beyitte, bu şehirde Hacı Bayram Velî'nin türbesi bulunduğuna dair işaret de vardır.


http://tr.fgulen.com/content/view/530/146/


*****

Bediüzzaman'ın gayb konusundaki tespitlerine dönük ortaya atılan bir takım iddalar ve cevapları...

Yazar: Niyazi BEKİ (Doç. Dr.), 06-4-2009
İddia:
Nur Risaleleri’nden yaptığımız bu alıntılardan, evliyanın gaybı bildiği sonucu çıkmaktadır. Nitekim, bu kanaat Nur Risaleleri’nde açık olarak belirtilmiştir:

Madem Hz. Ali (R.A.) "ene medînetu’l-‘ilmi ve ‘aliyyun bâbuhâ" hadisine mazhardır. Hem madem Şah-ı Velayet ünvanını alarak harika kerametlerini göstermiştir. Hem ahir zamanda gelen hadiselere karşı Kur'an ve Al-i Beyt cihetinde herkesten ziyade alâkadardır. Hem madem esrarlı Kaside-i Ercüziyede ve meşhur Kaside-i Celcelûtiyesinde vâkıat-ı istikbaliyeden haber veriyor. Ve "esrar-ı gaybiyeyi benden sorunuz" diye iddia ederek kısmen davasını ihbarat-i sadıka-i gaybiye ile isbat etmiştir. (...)

(...) (Hz. Ali) diyor ki:

"Evvel-i dünyadan kıyamete kadar, ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur."

"İmam-ı Ali’nin bir kısım sırları ve gaybî haberleri dahi bildirmek istediği anlaşılıyor. Ben sıkıntılı bir zamanda İmam-ı Ali’nin (R.A.) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği "Yedinci Şuâ"yı bitirdiğim aynı vakitte -îtikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak- geceleyin Celcelûtiyeyi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali (R.A.), Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verildiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret derecesinde remzedip îmâ ediyor. Eğer sarih bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münafi olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti." 

"Ne isterseniz benden sorunuz, haber vereyim size. Sorun bana mazîden, halden ve istikbalden!" diye ashâb-ı izâm arasında, kendini âleme ilân eden ve her müşkülü izah ve beyan ve "ene medînetu’l-‘ilmi ve ‘aliyyun bâbuhâ" hadîs-i şerifini isbat ve ayan eden nâşir-i ilim ve vâkıf-ı esrar-ı Kur'ân Cenab-ı Hazret-i Haydar (...) "

Sual:

Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bâzı evkatta, mâzi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden mâziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?
Elcevap:
"Lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu" âyetiyle, "‘âlimu’l-gaybi felâ yuzhiru ‘alâ gaybihî ehaden illâ meni’rtezâ min rasûlin..." âyetini ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için, tasrihden işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlâhî ile olmuştur. Çünkü istikbâlî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi; niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itâati işmam ediyor.

Ehl-i Hak geçmişte olanı, gönüllerinde bir kitap gibi okurlar, hâl ve gelecek hepsi aynı şekilde, onların derûnundadır.

Gördüklerini ve söylediklerini (onlara) Allah öğretiyor, (onlar), Hakk’ın mükemmel ve ölçülü kudreti ve âletidirler. (...)

Bu sırrı, Ehl-i velâyetten her zaman görürsün, gelecekten ve hâlden haber vermişlerdir.

"lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu" düstüruna karşı hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-ı îmaniyeden başka olan umur-u gaybiyeden izn-i Rabbanî ile haber verenler dahi, yalnız işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbar etmişler.

Gayb ile ilgili teknik açıklamalara girmeden, ayet-i kerimelerden bazılarının meallerini vermekle yetineceğiz:

• GAYBI TÜMÜYLE BİLEN YALNIZ ALLAH’TIR
Alıntı :
"Gaybın anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilmez. (...)"

"(...) De ki: 'Gayb yalnızca Allah’ındır (gaybı bilen odur).' (...)"

"Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. (...)"

"De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez. (...)"
• GEÇMİŞ (İN BİRÇOĞU) VE GELECEK GAYBTIR
Alıntı :
"Bunlar sana vahyettiğimiz, gayba ait haberlerdendir. Onlardan hangisi Meryem’i sorumluluğuna alacak diye kalemleriyle kur'a atarlarken sen yanlarında değildin; çekişirlerken de yanlarında değildin." 
"Bunlar (Nuh ve kavminin kıssası) sana vahyettiğimiz gayba ait haberlerdendir. Ne sen ne de kavmin daha önce bunları biliyordunuz. (...)"

"İşte sana vahyettiğimiz bu (Yusuf kıssası), gayba ait haberlerdendir. Onlar (Yusuf’un kardeşleri) yapacakları işe topluca karar verip, o hileli düzeni kurarlarken sen yanlarında değildin."

"Musa’ya o işi yaptığımız (kendisine bildirmek istediğimiz işi ona vahyettiğimiz) vakit sen (Mukaddes Vadinin) batı tarafında değildin, (o hadiseyi) görenlerden de değildin. Fakat biz (Musa’dan sonra) birçok nesiller yarattık da onların üzerinden uzun zaman geçti. Sen Medyen halkı arasında oturmuş da değildin ki (orada olanları görüp öğrenesin de) ayetlerimizi bunlara okuyasın. (Bu, bir yerden görme, öğrenme ile değildir, fakat) biz seni elçi olarak gönderdik (ve bu olayları sana vahyettik). (Musa’ya) seslendiğimiz zaman Tur’un yanında değildin. Fakat, Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik) ki, senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan toplumu uyarasın; belki düşünüp öğüt alırlar."

"(...) Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilmez. Allah (her şeyi) bilen, (her şeyden) haberi olandır."
• HZ. PEYGAMBER DAHİ GAYBI BİLMEZ
Alıntı :
"De ki: 'Ben size, Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum. Gaybı da bilmem, size ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum.' (...)"

"De ki: 'Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda ve ne de bir zarar vermeye sahibim. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç bir kötülük de dokunmazdı. Oysa ben, inanan kimseler için ancak bir uyarıcı ve bir müjdeciyim."

"Ben size 'Allah’ın hazineleri yanımdadır' demiyorum. Gaybı da bilmem, size 'ben meleğim' de demiyorum. (...)"
Bildiği hâlde, böyle bir başlığı atıp ve açıklamadan konuyu saptırmaya çalışmak, dürüstlükle bağdaşmaz. Evet, Hz. Peygamber dahi -Allah’ın bildirmediği- bir gaybî bilgiyi bilemez. Ancak Allah’ın bildirmesiyle Hz. Peygamber pek çok gaybî bilyi bilmiştir. Ayet ve sahih hadis kaynaklarında bunun misalleri vardır.
• ALLAH, GAYBTAN DİLEDİĞİ KADARINI, SADECE DİLEDİĞİ PEYGAMBERİNE BİLDİRİR

Bu başlık, daha sonra verilen “Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir.” şeklindeki bilgiyle taban tabana zıttır. Şimdi hangisi yalan, hangisi doğru; Allah peygamberlerden başkasına gayb bilgisini öğretmiş mi, öğretmemiş mi? Bize göre başlıkta verilen bilgi yanlıştır.
"(...) Allah sizi gayba muttali kılacak da değildir; ancak Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer. O hâlde Allah’a ve Peygamberine iman edin.(...)"

"O, gaybı bilendir. Dilediği peygamberden başka hiç kimseye gaybını bildirmez. O, (peygamberinin) önüne ve arkasına gözetleyiciler (koruyucular) koyar."

İddiaya Cevap:
GAYB BİLGİSİ VE CİN (72/27) SURESİNDEKİ “RESUL” KAVRAMI

- Aşağıdaki ayetlerde Allah’tan başka kimsenin gaybı bilmediği ifade edilmiştir:
Alıntı :
"Gaybın anahtarları onun yanındadır, onları ondan başkası bilmez."(En'âm, 6/59.)

"De ki: 'Gayb yalnızca Allah’ındır."(Yûnus, 10/20)

"Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir." (Hûd, 11/123)

"De ki: Gerek göklerde, gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilemez, gaybı yalnız Allah bilir." (Neml, 27/65).
- Ancak şu ayette ise, Allah’ın bilmesini istediği elçiler de gaybı bildikleri vurgulanmıştır: 
Alıntı :
“O bütün gaybı bilir. Fakat Gayblarına kimseyi vâkıf kılmaz. Ancak bildirmeyi dilediği bir “resul” / elçi bunun dışındadır.” (Cin, 72/26-27).
- Bir de elçilerin dışında da bazı velilerin gaybı bildikleri şüphe götürmez bir realite olarak ortadadır. Buna göre, “gaybı Allah’tan başka kimse bilmez” diyen ayetlerle, “Allah’ın dilediği elçilerin de gaybı bildiklerini” bildiren ayet arasında bir çelişki görüntüsü vardır. Keza, “Elçi olmadıkları halde, bazı velilerin de gaybı bildiklerini” gösteren realiteler / kesin bilgiler ile “Gaybı Allah ve onun bilmesini istediği elçilerden başka kimse bilemez” bilgisini veren ayetler arasında da bir çelişki görüntüsü söz konusudur.

- Bu iç içe bir çelişki yumağı görüntüsünü veren “gayb” konusunu aşağıda birkaç madde halinde açıklamaya çalışacak ve gerçekte bir çelişkinin olmadığını ortaya koymaya çalışacağız.

a. Önce, Kur’an’ın -meal olarak-: “gaybı Allah’tan başka kimse bilmez” ifadesi ile “peygamberlerin de gaybı bilebileceklerini” bildiren ifadesi arasında gözüken çelişkiyi şöyle açıklayabiliriz:

Kur’an’da yer alan bu iki vurgunun arasında herhangi bir çelişkinin olmadığını gösteren anahtar kelime ise, istisna cümlesinde yer alan ve “Allah’ın iznini, hoşnutluğunu, dilemesini” gösteren “İRTED” fiilidir. Bu istisna, şunu gösteriyor: mutlak gaybın bilgisi yalnız Allah’a aittir. Ancak, Allah’ın gaybı bildirmek istediği kulları da bu bilgiye sahip olabilirler. Buna göre, “gayb bilgisini Allah’a tahsis eden” ayetlerde, dolaylı olarak, Allah’ın izni olmadan hiç kimsenin gayb bilgisine sahip olamayacağı gerçeği vurgulanmıştır. “Allah’ın dilediği elçiler bunun dışındadır” anlamına gelen Cin suresinin ilgili ayetinde ise, Allah’ın dilemesiyle ve gaybı bildirmesiyle onun elçilerinin de buna sahip olabileceğine işaret edilmiştir.

Bu açıklamanın özeti şudur: Allah bütün gaybı bilir. Onun dışında hiçbir varlık kendi başına böyle bir bilgiyi elde edemez. Ancak, Allah’ın gaybı bildirdiği elçileri de - Allah’ın bildirmesiyle bilirler. Böylece çelişki gibi görünen iki ifade arasında, gerçekte herhangi bir çelişkinin olmadığı ortaya çıkmıştır.

b. “Elçi olmadıkları halde, bazı velilerin de gaybı bildiklerini” gösteren realiteler / kesin bilgiler ile, “Gaybı Allah ve onun bilmesini istediği elçilerden başka kimse bilemez” bilgisini veren ayetler arasında gözüken çelişki görüntüsünü de şöyle açıklamak mümkündür:

- Bu farklı iki gerçeğin arasında bir çelişkinin olması mümkün değildir. Çünkü, Allah’ın kelamı olan Kur’an ile, Allah’ın yarattığı olayların realiteleri arasında bir zıtlık olamaz. Biri Allah’ın sözü, diğeri Allah fiili.

- Allah’ın kelamı zaten ortadadır. Cin suresindeki ayetin mealine yeniden bakalım:
Alıntı :
“O / Allah bütün gaybı bilir. Fakat Gayblarına kimseyi vâkıf kılmaz. Ancak bildirmeyi dilediği bir “resul” / elçi bunun dışındadır.” ( Cin, 72 / 26-27).
- Elçilerden başka kimselerin de gaybı bildiklerini gösteren çok güvenilir bilgiler vardır. Bunlardan bazı misalleri hatırlatmakta fayda vardır:

1. “Hz. Aişe anlatıyor:
Babası Ebu Bekir’s-Sıddîk, bir araziyi kendisine vermeyi düşünmüş, vefat edeceği zaman ona şunları söylemiştir: 
Alıntı :
“Kızım! Allah yemin ederek söylüyorum ki, benden sonra senin zengin bir durumda bırakmaktan daha sevimli, benden sonra seni fakir bir hâlde bırakmaktan daha zor/daha acı bir şey benim için söz konusu değildir. Daha önce sana vereceğimi düşündüğüm “yirmi vesk” civarındaki araziyi verseydim, o şimdi senin olurdu. Fakat, o şimdi artık varislerin ortak malıdır. İki erkek iki de kız kardeşin var, artık malınızı Allah’ın kitabına göre taksim edersiniz.” dedi. Ben,
“Esma’dan başka kız kardeşim yoktur, öbürü kimdir?” dedim. Bunun üzerine Ebu Bekir;
“Hamile olan eşimin karnında/rahminde olanın kız olduğunu düşünüyorum.” dedi ve gerçekten kız olarak doğdu.
İmam Sübkî’nin de ifade ettiği gibi, burada iki cihetten bir keramet, gaybdan haber vermek vardır. Birincisi, “artık malının varislerine kaldığını” söylemek suretiyle, içinde bulunduğu hastalıktan kesin olarak öleceğini söylemesi, ikincisi, hamile olan eşinin kız doğuracağını bildirmesi. (bk. Gazalî, İhyau’l-ulûm, 3/23; Yusuf Nebhanî, Huccetullahi alal’-âlemîn, s.860).
2. Hz. Ömer, Sariye adında bir kişiyi Fars bölgesine gönderdiği ordunun başında komutan tayin etti. Ordu, Nihavend’i kuşatma esnasında,  her taraftan hücum eden düşman askerleri karşısında az kalsın hezimete uğrayacaktı. Hz. Ömer Medine’de minbere çıkmış hutbe okuyordu. Birden sesini yükselterek,
Alıntı :
“Sariye! Sırtını dağa ver, şunu bil ki, sürüsünü kurda kaptıran büyük bir zulüm etmiş olur.”

diye seslendi. Allah, onun bu sesini Sariye’ye duyurdu ve
“Bu Emiru’l-müminin Ömer’in sesidir.”
dedi ve emri doğrultusunda askerlerini dağ tarafına çekti ve zafere ulaştı.(Gazalî, İhyau’l-Ulûm, 3/23; Nebhanî, a.g.y).
3.  Hz. Enes anlatıyor:
“Ben Hz. Osman’ın yanına giderken, yolda gözüm bir kadına ilişti ve içimden güzelliğini düşündüm. Yanına vardığımda, Hz. Osman:
Alıntı :
‘Bakıyorum biriniz yanıma geliyor, zinanın izleri gözlerinden okunuyor.’ dedi ve ekledi; ‘Göz zinasının -harama- nazar etmek/bakmak olduğunu bilmez misin? Yemin ederek söylüyorum ki, ya tevbe edeceksin, yahut sana ta’zir cezasını uygularım.’ Bunun üzerine ben:
“Resulullah’tan sonra da vahiy gelir mi?” dedim. O,
“Hayır! Fakat basiret, burhan/bazı deliller-alametler ve sadık/doğru firaset vardır.” diye cevap verdi(Gazalî, İhyau’l-ulûm, 3/23-24; Nebhanî, 861-62).
4.  Hz. Ali tarafından meşhur Ercuze kasidesinde,
Alıntı :
“Dokuz karn sonra (o günün ıstılahında, karn 60 yıldır), şark kavimleri, Arab üzerine hücum edecek, galeb edip hayvan gibi Arab’ı kesecek. Bunlar, öyle müthiş fitneler, musibetler ki, en karanlık geceden daha ziyade karanlık olacak.” 
- Bu kasidede Abbasî devletinin başına gelen yıkım felaketine “tarih vererek” işaret ettiği gibi, yine ebced hesabıyla “1348/1928” tarihinde İslam harflerinin kaldırılıp yerine Latin harflerinin konulacağına –sarahate yakın bir tarzda- işaret etmiştir(bk. Şeyh Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Mecmuatü’l-ahazab/şazelî cildi, s. 590).  İşte Hz. Ali kendisinden sonra yaklaşık 500 sene sonra meydana gelen Cengiz-Hülagu fitnesinden bahsettiği gibi, 13 asır sonra meydana gelen Kur’an harflerinin kaldırılacağına dair gaybî haber vermiştir(Bu konu için bk. Sikke-i Tasdik-i gaybî, On Sekizinci Lem'a).

- Gayb bilgisi iki çeşittir: Mutlak gayb bilgisi, izafî gayb bilgisi. Mutlak gayb, Allah’ın ilmindeki gaybtir. İzafî gayb ise, mutlak gaybden çıkmış şahadet alemine girmiş göreceliği olan rölatif gaybtir. Yani bazılarımız için gayb olan bir kısım şeyler, bazılarımız için gayb olmaktan çıkmıştır. Bu şuna benzer; uzaktan bir şeyi gözlemeye çalışan iki kişi vardır; bunlardan birisi onu çıplak gözle seyretmeye çalışıyor ve -gözün kapsam alanının dışında olduğundan-  onu göremez. Bu şey onun için bir gaiptir. Diğeri ise, dürbünle baktığı için rahatlıkla onu görebiliyor. Ve bu şey bu adam için gaip değil, gaiplikten çıkmış bir olgudur. Bu durum, kalp gözü açık olanlarla kalp gözü kapalı olanlar için de geçerlidir.

- Kur’an’da “gaybı ancak Allah bilir” mealindeki ifadenin anlamı şudur: Hiçbir varlık Allah’ın izni olmadan gayb olan bir şeyi bilemez. Hiç kimse mutlak gaybı bilemez. Bunu –Peygamberler dahil- kimse bilemez. Fakat Allah dilediği elçisini vahiy yoluyla - ve elçinin izinden giden samimi kullarını ilhamla -bundan haberdar edebilir.

- Gelecekten haber vermek ise, bağımsız olarak kendi başına gaibi bilmeye yönelik bir iddia olduğu için kabul edilemez. Böyle bir iddia,
Alıntı :
“Gaibi Allah’tan başka kimse bilemezse. Bir de Allah’ın kendisine öğrettiği elçisi bilebilir.”(Cin, 72 / 26-27)
mealindeki ayetin ifadesine ters düşer. Fakat Peygamberlerin, özellikle Hz. Muahammed (a.s.m)’in gaibe dair haberleri yüzlercedir. Aklı başında hiç kimse, her an Allah ile irtibat halinde olan peygamberimizin (a.s.m) gaibi bilmesini yadırgasın. Doğrusu bu çok ciddi bir cehalet ürünüdür.

Gerek peygamberimizin (a.s.m), gerek samimi bir şekilde onun yoluna tabi olmak suretiyle keşif - keramet sahibi olan velilerin bu tür gaybî haberlerinin doğruluğuna ehl-i sünnet alimlerinin ittifakı vardır.

- Peygamberimiz (a..s.m), hanımlarından birine gizli bir şey söylemiş, fakat o bu sırrı kumalarından birine aktarmış ve peygamberimiz, onun söylediklerini kendisine aktarınca da, şaşırmış ve bunları nerden öğrendiğini sormuştu. Efendimiz de ‘Bunları bana her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah bildirdi’ demiştir” Bu olay Kur’an’ın Tahrim Suresinde geçmektedir.

- Sahih hadis kaynaklarında, Hz. Peygamber (a.s.m)’in İran, Bizans, Kudüs, Şam, İstanbul fethi gibi daha bir çok yerin fethedileceğini haber verdiği ifade edilmektedir. Zaman ise, o haberlerin aynen çıktığına onlarca kez şahitlik yapmıştır.

İşte birer örnek olsun diye verdiğimiz bu misaller, tereddüde yer vermeyecek derecede, Peygamberimizin nübüvvetini çok güçlü bir şekilde tasdik etmektedir.

- Hz. İsa (a.s.)’ın,
Alıntı :
“Evlerinizde ne yediğinizi ve biriktirip sakladığınızı da bilirim.” (Âl-i İmran, 3 / 49)
mealindeki ifadesi de, onun gaybı bildiğini göstermektedir.
İddia:
• GAYBI BİLDİĞİNİ İDDİA EDENLER

"Ayetlerimizi inkâr eden ve 'Bana mal da çocuk da verilecek' diyen kimseyi gördün mü? O, gayba mı muttali oldu, yoksa Rahman katından bir söz mü aldı? Hayır, asla! Söylediğini yazacak ve azabını artırdıkça artıracağız."

"Yoksa onların, göğe tırmanacak bir merdivenleri vardır da, göğün sırlarını oradan mı dinliyorlar? O hâlde dinleyicileri apaçık bir delil getirsin. (...) Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi (oradan istediklerini) yazıyorlar?"

"Gaybın bilgisi kendi yanında da o mu (âlemin esrarını) görüyor?"

"Yoksa gayb, kendi yanlarında da onlar mı (istedikleri gibi) yazıyorlar?"


Said Nursî, Hz. Ali’nin şöyle dediğini iddia etmektedir: "evvel-i dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur" Yani: "Ben, dünyanın başlangıcından kıyamete kadarki mühim sırları biliyorum ve benim bu bilgim gözle görülemeyenin, duyularla idrak edilemeyenin, bilinemeyenin ve gizli olanın, yani size 'gayb' olanın aksine; gözle görülen, duyularla idrak edilen ve hâlihazırdaki 'şehadet' bilgisi derecesindedir. Şüphe eden varsa istediğini sorsun! O, zelil (hor, hakir; alçak, aşağılanan) olacaktır." 

Hz. Peygamber ise, yukarıda da aktardığımız üzere, şöyle demekle emrolunmuştur: 

"Ben gaybı bilmem. Eğer gaybı bilseydim, elbette daha çok hayır elde ederdim ve bana hiç bir kötülük dokunmazdı."

Merhum Yazır, gaybı bilir olmayı rububiyetle irtibatlandırmıştır. O, A’râf suresinin 188. ayetinin tefsirinde şunları söyler:

(...) Eğer ben kendi kendime gaybı bilir olsa idim, daha çok hayır yapardım ve bana o su', o dokunabilen elem ü zarar dokunmazdı. Yani hâlim şimdiki gibi bir beşer, bir abid hâli olmazdı rabb olmam lâzım gelirdi. Bu ise muhâldir.

İlyas Çelebi ise, meseleyi ulûhiyetle ilgili görmüştür:

Kur'an; peygamberi sihirbazlarla ve kâhinlerle karıştıran, onun şahsiyetini ilâh, cin ve melek şeklinde düşünen, peygamberin sadakatini ancak gaybtan haber vererek ispat edebileceğine inanan Yahudilere, Hristiyanlara ve müşriklere karşı Resulü Ekrem’e, melek olduğunu söylemediğini, gaybı bildiğini iddia etmediğini ve Allah’ın hazinelerinin kendi yanında olduğunu ileri sürmediğini söylemesini emretmekte (En'âm, 6/50) ve gerçekçi bir akideyi dile getirmektedir. Bu ve benzeri ayetlerde gaybı bilmek ile ulûhiyet arasında ilgi kurulmuştur.

Said Nursî, yürüdüğü zeminin kayganlığına rağmen adımlarını ihtiyatsızca atmaktadır. Hz. Ali’ye aşırı muhabbet, nicelerinin ayağını kaydırmıştır. Nitekim, Şianın Galiye taifesinden Hz. Ali’nin ulûhiyetini iddia edenler olmuştur.

Peygamberlik makamının bile söyleyemediği bu sözleri Hz. Ali’ye nisbet etmek, açıkça ona iftira atmaktır.

Said Nursî’nin zikrettiği ayet ("lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu"), Neml suresinin 65. ayeti olsa gerektir. Aslında böyle bir ayet yoktur. İçinde bu kelimelerin geçtiği yerini belirttiğimiz ayet şöyledir: "Kul lâ ya’lemu men fi’s-Semâvâti ve’l-Arzi’l-gaybe illallâhu (...)" "De ki: 'Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilmez.' (...)"

İddiaya Cevap:
“lâ ya’lemu’l - gaybe illallâhu" ifadesi, bu şekliyle bir ayet olmadığı doğrudur. Asıl ayetin metni “"Kul lâ ya’lemu men fi’s-Semâvâti ve’l-Arzi’l-gaybe illallâh”(Neml, 27/65) şeklindedir. Bu ayette vurgulanan husus “lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu" ifadesinde yer alan ve “Allah’tan başka kimse gaybı bilemez” mealine gelen ifadedir. Bu ifadenin hepsi ayette vardır. Yalnız, “göklerde ve yerde olanlar” mealindeki “men fi’s-Semâvâti ve’l-Arzi” ifadesi “lâ ya’lemu” ile “’l-gaybe illallâhu") arasında yer almıştır. Fakat alimler arasında eskiden beri, bu ayetten iktibas edilerek “lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu" düsturu yaygın bir kullanım alanına sahiptir.
İddia:

Said Nursî’nin, "Allah’ın izniyle, bildirmesiyle" gibi getirdiği istisnalar, ayetlerin hükmünü değiştiremez. Şüphesiz ki, Allah Tealâ sadıktır ve Kitabında belirttiği üzere tasarruf eder. Kitabında "vermem, bildirmem..." demişse; bu, insanların hayatında da aynen tezahür edecektir. Yüce Rabbimiz Kitabında verdiği haber, vaat ve ahitlerini asla neshetmez.

"(...) Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?"

Nitekim, "Eğer Rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa, ihtilâf edip durmaktadırlar. Ancak Rabbinin merhamet ettikleri (bu ihtilâftan) istisna teşkil ederler. Zaten, Allah, insanları bunun için yaratmıştır. (...)" buyurulmuştur. Şüphesiz ki, Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmaz. Rabbimiz dileseydi insanları tek bir ümmet de yapardı, ama yapmamıştır. Diğer bir ayette "(...) Sizin her biriniz için bir şeriat ve bir yol vazettik. Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat, size verdiği şeylerde denemek için (böyle yapmadı). (...)" buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerim’de böyle birçok ayet vardır:

"(...) Eğer Allah dileseydi size güçlük çıkarırdı. (...)" Ama güçlük çıkarmayı dilememiş, bilâkis kolaylık göstermiştir. "(...) Size kolaylığı ister, güçlüğü istemez."

"(...) Eğer Allah dileseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah, dilediğini yapar." Demek ki, birbirlerini öldürmüşlerdir."

"Eğer Allah dileseydi, onlar şirk koşmazlardı. Seni onlara bekçi kılmadık. Sen, onlara vekil de değilsin." Onlar şirk koşmuşlardır."

"Eğer Allah dileseydi, peygamberlerden başkasına da gaybı bildirirdi. Ama o, dilediği peygamberden başkasına gaybını bildirmez."


Ve yine iddia ediliyor ki:

Allah’tan başkasının gaybı bilemeyeceği ve Allah’ın onu peygamberlerden başkasına bildirmeyeceği hükmü, Said Nursî tarafından bir "kudsî yasak" diye ifade edilmiştir. Sanki Allah Tealâ, "gaybı kimse bilemez" dememiş de "kimse, gelecekle ilgili açıklama yapmasın." diye bir yasak koymuştur. Bu, kişiyi büyük bir sorumluluk altına sokar.

(Bu iddia sahiplerinin “Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir.”

Hz. Ali (r.a.)’ye ve Allah velisi diğer kullara isnat edilen, ayetlere muhalif olmasın diye çaktırmadan, sezdirmeden gaybtan haber verme iddiası da, alenen onlara atılmış bir iftiradır. "Ayetlerde 'gaybı yalnız Allah bilir; Allah peygamberlerinden başkasına gaybı açmaz' denmiştir, ama aslında gayb bize bildirilmiştir. Ayetlerin zahirine ters düşmemek için bunları sizlere remz, işaret, ima yolu ile bildiriyoruz." türünden sözler, Allah velisi kullardan sâdır olacak sözler değildir.

Said Nursî, kehanetle velâyeti de birbirine karıştırmıştır.

Said Nursî’nin "ilm-i kelâmın en büyük allâmesi" , "Ehl-i sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur" diye tavsif ettiği Taftazanî, Şerhu’l-Akaid’de kâhini şöyle tanımlamaktadır:

Kâhin, gelecek zamanda vuku bulacak hadiseleri haber veren, sırları bildiğini ve gayb âlemine ait bilgilere vâkıf olduğunu iddia eden kişidir.

İmam Nesefî de şöyle der:

Gaybtan verdiği haber konusunda kâhini tasdik etmek küfürdür.

Aliyyü’l-Karî ise Fıkh-ı Ekber Şerhi’nde demektedir ki:

İnanç hususlarından biri de, kâhinlerin gaybtan verdikleri haberlere inanmanın küfür olduğudur. (...) Kâhin gelecek zamanda olacak hadiselerden haber veren kişidir. Kâhin sırları bildiğini iddia eder. (...) Kendine ilham geldiği yolunda haber veren kişilerin ilhamlarına uymak da caiz değildir. Hece (ebced) harflerinden manalar çıkaracak bilgiye sahip olduğunu iddia eden kimsenin iddialarına da uyulamaz. Çünkü, bu da kâhinlik manası içine girmektedir.

İddiaya Cevap:
Müslümanlar tarafından çok iyi bilinen kâhinleri, velilerle birlikte anmak, sanki kehaneti savunan varmış gibi bir imaj oluşturmaya çalışmak tam bir cerbezeliktir. Ebced hesabı, Müfessirlerin imamı olarak şöhret bulmuş İbn Cerir Taberî’den beri tefsir kaynaklarında yer almış, böyle hesap sisteminin olmadığını kimse söylememiştir. Bu hesapla, 29 Surenin başında bulunan mukattaat harflerinin bazı tarihî vak'alara işaret ettiğini kabul edenlerin yanında kabul etmeyenler de vardır. Fakat, -bu tarihî olaylarla ilgili çıkarsamaları kabul etsin etmesin- ebced hesabıyla ilgili hadis rivayetine itiraz eden tefsircilere hemen hemen hiç rastlanmamaktadır.
Daha birkaç satır yukarıda, şu sözlere de yer verilmişti:
“Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir.”
İddia:

“Hz. Ali (r.a.)’ye ve Allah velisi diğer kullara isnat edilen, ayetlere muhalif olmasın diye çaktırmadan, sezdirmeden gaybtan haber verme iddiası da, alenen onlara atılmış bir iftiradır. "Ayetlerde 'gaybı yalnız Allah bilir; Allah peygamberlerinden başkasına gaybı açmaz' denmiştir, ama aslında gayb bize bildirilmiştir. Ayetlerin zahirine ters düşmemek için bunları sizlere remz, işaret, ima yolu ile bildiriyoruz." türünden sözler, Allah velisi kullardan sâdır olacak sözler değildir.”
İddiaya Cevap:
Şimdi bakın, bir yandan hiç kimsenin istikbalde olacak gaybî işleri asla bilmediklerini iddia ederken, diğer yandan söylediklerinin tam tersini seslendiren bu gibi insanların aklî muhakeme sahibi olduklarını söyleyebilir misiniz? Demezler mi; “Eğer bu zatların istikbale ait bilgilerini kabul ediyorsan, -yukarıdan beri- şimdiye kadar yaptığınız çarpıtmalı izahların anlamı ne?” 
Bu çelişkili ifadelerin tek bir açıklaması vardır: Bu da iki kategoride mütalaa edilebilir.

Birincisi; Bu adamlar, gerçekten hiçbir velinin keramet sahibi olmadığını düşünüyorlar ve “kerametleri inkâr” konusunda gösterdikleri çabalarda samimidirler. Ancak, Müslümanların tepkilerini nazara aldıkları için samimiyetsizce; “Elbette biz, sahabenin Hz. Peygamber’den duydukları gaybî haberler ve kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir” demek zorunda kalıyorlar ve kendi bildiklerinin tam tersine beyanda bulunarak yalan söylemekten çekinmiyorlar.

İkincisi: “sahabelerin kalplerine doğan keşiflerle istikbalde olacak bazı hadiseleri bildiklerini teslim ve kabul ediyoruz. Buna sonraki Allah velisi kullar da dâhildir” şeklindeki beyanlarında samimidirler. Ancak bu takdirde “kerametleri inkâr” konusunda gösterdikleri çabalarında samimi olmaları mümkün değildir.

Peki, bunları bu samimiyetten uzak, sahip oldukları kanaat-ı vicdaniyelerine aykırı beyanlarda bulunmalarının, bu konuda yalan ve iftiradan çekinememelerinin sebebi ne olabilir?

- Doğrusu, bunu tamamen çözmek oldukça zor görünüyor. Bununla beraber, kuvvetle muhtemel bir iki nokta üzerinde durmakta fayda vardır:

Birinci nokta: Makam-ı içtimaîde kendilerine haddinden fazla bir pay ayırmaya çalışan bazı adamlar, -bütün çabalarına rağmen-istedikleri teveccühü bulamadılar. Bunun en önemli bir sebebi ise, -dünyaca kabul gören- Risale-i Nur eserleri olduğunu düşündüler. Risale-i Nurların cazibesi onların mevhum ve muhayyel cazibelerine engel olduğunu düşündüler. Bu engeli ortadan kaldırmak için “meşru-gayrimeşru - her vesileyi kullanmayı mubah saydılar. Bilindiği gibi, yalancı insanlar tekrar ede ede zamanla kendileri de kendi yalanlarının doğruluğuna inanabilirler. İşte –önceleri hasetten doğan- garazkâr tavırları sergileyen bu adamlarda zamanla yalanlarını doğruymuş gibi algılamaya başladılar. Bu konuda gösterdikleri fazla çabanın hikmeti de budur. Artık –kendi hasta akıllarınca- bir doğruyu savunuyorlar!!!

İkinci nokta: Bunlar, haricî zihniyetine hizmet karşılığında, böyle bir açık hatayı işlemiş olabilirler. Daha önce sahabeleri öldürmekten çekinmeyen, özellikle de Hz. Ali ve Al-i beyte karşı adavet besleyen bu haricî  damarını taşıyanlar, Hz. Ali ve Al-i beytin muhabbetini esas alan ve onların manevî bir dairesi olan Risale-i Nur’u hazmedemedikleri için –dinlerinin zararına da olsa- ona karşı böyle bir mücadele içerisine girmeyi kutsal bir görev addederler. Anlaşılan, bu damarın hatırı, bütün hatırlardan daha galip gelmiştir. Dinini dünyaya satanların kulakları çınlasın.

- Bediüzzman gibi “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez.” diyen ve seksen küsur senelik ömrünün önemli bir kısmını –zindanlarda, sürgünlerde geçirerek- bunu ispat eden mübarek bir zatın samimiyeti herkesten beklenemez. Hele gönül körlüğü çeken bu gibi muteriz adamlardan hiç beklenmez.
İddia:
Biz, bu mübarek zatların "Ne isterseniz sorun bize! Geçmişten, gelecekten..." türünden âdeta meydan okuyup mutlak gaybı bilircesine sözler ettiklerini kabul etmiyor, bu sözlerin onlara izafe edilmesini reddediyoruz. Said Nursî, onların da kendisi gibi olduğu hayaline kapılmıştır. Onlar öyle "Burada her soruya cevap verilir, kimseden soru sorulmaz" demedikleri gibi, bu sözleri de asla demezler.

Şüphesiz, müminlerin yapmadıkları bir şeyi yaptıklarını iddia etmek nasıl bir iftira ve açık bir günahsa, demedikleri sözleri dediklerini ileri sürmek de bir iftira ve açık bir günahtır.
İddiaya Cevap:
Bediüzzaman’ın "Burada her soruya cevap verilir, kimseden soru sorulmaz." şeklinde kapısına bir levha astığını cümle alem bilir. Burada, firavunlaşmış inkârcılara karşı olduğu kadar, haddini bilmeyen, kaş yapayım derken göz çıkaran, cehaletleriyle dine zarar veren ve orta çağın yadigârları sayılan bazı cahil softalara karşı da bir meydan okuma vardır. Ve hiç kimsenin bu meydan okuyuşu kıramadığına göre, bu bilginin arkasında, bir ilahî inayetin var olduğunda şüphe etmemek gerekir. Bu meydan okuyuş, asrın müceddidi ve mürşidi olan zatın üstelendiği bu kutsal görevi hakkıyla yerine getirebilecek donanımlara sahip olduğunu insanlara ilan etmekten ibarettir. 
Bu, aynı zamanda, ileride Kur’an’a karşı su-i kastların yapılacağını, bunlara karşı mücadele edecek, bunlara karşı koyacak ve insanları dinsizlik cereyanlarına karşı koruyacak asrın en büyük mehdisi konumunda olan Risale-i Nurun zuhur edeceğini -bir hiss-i kable’l-vuku ile sezen- Bediüzzaman Hazretlerinin, bu eserin önemine dikkat çekmek gibi son derece meşru, zorunlu bir ilanatı hükmündedir.

-Farz edelim ki daha önceki sahabe ve alimlerden hiç kimse; "Burada her soruya cevap verilir, kimseden soru sorulmaz." dememiştir. Peki onların demedikleri bir sözün daha sonra gelen hiç kimsenin söyleyemeyeceğini, böyle bir şeyin caiz olmayacağını bildiren bir ayet veya bir hadis veya alimlerin bir sözü var mıdır? “Vardır” diyenleri, İslamî literatürde yer alan ve –daha önce söylenmemiş binlerce değişik / yeni bilgi ve yorumları ihtiva eden- kaynaklar tarafından anında tekzip edilir.

Bediüzzaman’ın kendilerine atıfta bulunduğu sözkonusu –sahabe ve evliyalardan - bir kısım zatların bu sözleri söylediklerini gösteren kaynaklar vardır. İlmen bunlara inanmakta hiçbir sakınca yoktur, hatta zorunluluk vardır, denilebilir. Zaten bütün ilimlerin, bilgilerin en önemli referans mercii bu kaynaklardır. Bu kaynakları gösteren davasını ispat edebilir. Bediüzzaman bu kaynakları göstermiştir.
İddia:

"Mümin erkekleri ve mümin kadınları yapmadıkları bir şeyle incitenler, bir iftira ve açık bir günah yüklenirler."

Aslında, Said Nursî’ye bunları söyleten; bu zatların, kendisi, şakirtleri ve yazdıkları risalelerle alâkadar oldukları gibi bir hayale ve zehaba kapılmış olmasıdır. Onun saklandığı tevazu perdesi açıldığında ortaya çıkacak olan sadece büyük bir kibir, gurur, enaniyet ve ucubtur. Alçakgönüllü gibi görünmesine karşın, mensubu olduğu ümmetten önceki ümmetlere bile Nur Risaleleri’nden haber verildiğini ilân edecek kadar işi ileri götüren birisinin ruh hâli artık sağlıklı kabul edilemez. Kütüb-ü sabıkada bile Nur Risaleleri’nden remzen haber verildiği iddiası; Said Nursî’nin tenebbisinde onu ele veren hey'atın feletâtından biridir. Bu konu, kitabımızın sonunda ele alınacaktır.
İddiaya Cevap:

Hayatı ortada olan ve ilim çevresinde Bediüzzaman unvanına layık görülen Said Nursi için, -Kur’an’da emredilen hüsnüzan prensibine aykırı olarak- böyle bir mütalaada bulunmak, eğer cahillikten kaynaklanmıyorsa, Arşı titretecek, meleklerin lanetini celp edecek bir cinayet-i azimedir. Çünkü, milyonlarca insanların şahadetiyle hayatını Kur’an’ın hizmetine vakfeden, değil dünya menfaatlerini, nefsanî duyguların arzularını; cenneti dahi bu hizmetin ücreti olarak kabul etmeyecek kadar bir takva ve ihlasa sahip olan bir zata karşı, böyle iftiralar düzmek, doğrudan Kur’an’a dokunan düşmanca bir davranıştır.
Değişik meslek ve ilim erbabından milyonlarca insanların kanaatine göre, Bediüzzaman Said Nursi, tekvanın, ihlasın, tevazuun, ilim ve irfanın zirvesinde olan bir şahsiyettir. Bu kanaatlerin bir kısmı, yakından hayatını takip edenlerin gördüğü eşsiz feragat ve takvaya paralel olarak oluşmuştur. Yıllarca yanında, yakınında, hizmetinde bulunan talebelerinin, arkadaşlarının ve kendisini yakından tanıyan dostlarının kanaati bu kısma giren bir şahitliktir. Bu kanaatlerin diğer bir kısmı ise, Yazdığı Risale-i Nur eserlerini okuyanların vardığı bir sonuçtur.

Şimdi Bediüzzaman Hazretleri hakkında, yukarıdaki iddiaları yapanların kanaati ile bu milyonların kanaati farklıdır. Acaba, görerek, okuyarak ilmî, vicdanî bir kanaate varan milyonların görüşleri mi, yoksa-haricilik taassubuyla- kalp gözlerini kaybetmiş olan dört-beş kişinin iddiaları mı insana daha güven veriyor? Milyonlarca ehil insanların kanaatine muhalif yapılan bu beyanlar sadece masum bir cehaletin ürünü değil, bilakis garazkâr, kibirli, gururlu, meziyet sahiplerini kıskanan, hasetçi ve maneviyat sahibi bütün evliyalara hücum etmeyi marifet sayan –milletimizce malum olan- zalim bir ideolojinin ürünüdür.
İlave bilgi için tıklayınız:
- Ebced hesabı nedir; yapılması doğru mudur?
- EBCED VE CİFİR

http://www.sorularlarisale.com/makale/10018/bediuzzamanin_gayb_konusundaki_tespitlerine_donuk_ortaya_atilan_bir_takim_iddalar_ve_cevaplari.html
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6111
Rep Gücü : 14922
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi Empty
MesajKonu: Geri: Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi   Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi Icon_minitimeSalı Kas. 24, 2015 9:00 am

Bazı ayetlerde "Gaybı Allah'dan başkasının bilemeyeceği" ifade edilmektedir. Bazı peygamberlerin ve bazı veli zatların gelecekle alakalı haberler vermelerini bu ayetler ışığında nasıl değerlendirebiliriz?

Gelecek bilinebilir mi?


Şu ayet-i kerîme, haşmetli bir üslubla Allah’ın ilminin herşeyi kuşattığını ilân eder:
Alıntı :
Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. Düşen hiçbir yaprak ve yerin karanlıklarında hiçbir dane yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübîn’dedir.” (En’am, 59).
Ayetin genel üslubundan anlaşılıyor ki, gayb, kapıları kilitli bir hazine gibidir. Bu hazinenin anahtarları da Allah’ın elindedir. Nitekim şu ayet, genel bir hüküm olarak gaybı ve geleceği sadece Allahın bildiğini haber verir:
Alıntı :
De ki: Göklerde ve yerde Allah’dan başkası gaybı bilmez.” (Neml, 65)
Fakat her genel hükmün istisnaları olabilir. “Kuğular beyazdır” dediğimizde “genelde beyazdır” manası anlaşılabilir. Zira az da olsa siyah kuğular vardır.

“Geleceği hiç kimse bilemez mi? Allah, kendi katındaki gayb hazinelerinin anahtarını başkasına veremez mi?” şeklindeki sorularımıza, şu ayet bir açıklık getirmektedir:

Gaybı bilen O’dur. Gaybını, razı olduğu rasulden başkasına bildirmez” (Cin, 26-27). Demek ki, “Gaybı Allah’dan başkası bilemez” hükmünün de bir istisnası söz konusudur. Allah’ın bildirmesi şartıyla gaybı Allah’dan başkası da bir derece bilebilir.

Ayetteki “razı olunmuş rasul” ifadesi değişik şekillerde tefsir edilmiştir.

Bazılarına göre, buradaki “Rasul”den murat peygamberdir. Yani, Allah gaybını ancak bir peygambere bildirir. Bu yönüyle ayet, velilerle, sihirbaz ve kâhinlerin gaybî bilgisini reddetmektedir. Çünkü sihirbaz ve kâhinler, Allah’ın rızasından en uzak ve gadabına en lâyık kimselerdir. Veliler ise, her ne kadar Allah’ın razı olduğu kişilerse de, peygamber değillerdir.

Bu meselede, şu hususlara dikkat çekmek istiyoruz:

1. “Rasul” ifadesi sadece peygamberler için kullanılan bir kelime değildir. Nitekim, “Allah meleklerden ve insanlardan “Rasuller” seçer” (Hacc, 75) ayeti, açık manasıyla bunu belirtmektedir.

2. Ayetteki “Rasul” kelimesi, meleği de içine aldığına göre, meleğin bazı veli kişilere ilham getirmesi hiç de reddedilecek bir durum değildir. Nitekim hadiste “Âdemoğluna şeytanın da bir dokunuşu, meleğin de bir dokunuşu vardır” buyrulmuştur. (Tirmizi, Tefsir 2/ 35) Ayrıca görüleceği üzere, bazı veliler birtakım gaybî sırlara mazhar olmuşlardır.

3. İlâhî kelâma mazhariyet, sadece nebilere has bir özellik değildir. Bazı insanların rüya veya ilham gibi bir yolla, gaybdan bazı sırlara muttali’ olmaları mümkündür ve vakidir. Nitekim şu ayet, Allah’ın insanlarla konuşma prensibini dile getirmektedir:
Alıntı :
Hiçbir beşer için, Allah’ın, bir vahiyle veya perde arkasından konuşması veyahut bir elçi gönderip de izni ile ona dilediğini bildirmesi dışında konuşması yoktur.” (Şûra, 51)
Ayette, “Allah peygamberlerine bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmeyip “Allah insanlarla bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmesi peygamber dışındaki diğer insanların da, ilâhî kelâm’dan nasibi olabileceğini göstermektedir. Buna göre:

a. Allah’ın vahiyle konuşması, vahyin şiddet ve zaaf yönüyle çeşitli mertebelerini içine alabilir. Hem peygamberlere hem de, Hz. Musa’nın annesinde olduğu gibi, diğer insanlara, gerek yakazada, gerekse rüyada olan ilâhî mesajı ifade eder. Dolayısıyla, buradaki vahiy, “ilham” manasını da tazammun etmektedir.

b. Allah’ın perde arkasından konuşması, Hz. Musa’nın ilk vahye mazhar olduğunda, doğrudan ilâhî hitabı duyması gibi durumları içine alır.

c. Allah’ın bir elçi vasıtasıyla konuşması, Hz. Cebrail’i peygamberine gönderip vahyini bildirmesi tarzındaki durumları bildirmektedir.

Görüldüğü gibi, “Gaybın hazineleri” Allah katında olmakla beraber, Allah gerek peygamberine, gerekse bazı has kullarına birtakım sırlarını bildirmektedir.
 

Hz. İsanın gelecekten haber vermesi


Peygamberler, vahiy yoluyla gaybî bilgiye mazhar kılınmış kişilerdir. Cenab-ı Hak, mesajını insanlar arasında seçtiği bu kimseler vasıtasıyla bildirmiştir.

Bu peygamberler, gaybı bilen kişiler olmayıp gaybdan haber alan kişilerdir. Yani, bu seçkin zâtlar kendiliklerinden gaybı bilmezler. Ancak kendilerine bildirileni bilirler.

Kur’an’da, peygamberlerin geleceğe dair bazı gaybî haberler verdikleri görülür. Meselâ Hz. İsa, kendisinden sonra gelecek peygamberi ismiyle haber vermiştir:
Alıntı :
Hani, Meryem oğlu İsa şöyle demişti: “Ey İsrailoğulları! Ben, Allah’dan size bir elçiyim. Benden önceki Tevrât’ın bir tasdikçisi ve benden sonra gelecek, ismi Ahmed olan bir peygamberin müjdecisiyim.” (Saff, 6).
Hz. Peygamberin gönderileceği müjdesi, Hz. İsa tarafından bu şekilde açık bir şekilde bildirildiği gibi:
Alıntı :
Evvelkilere verilen kitaplarda onun bahsi vardır. Beni İsrail âlimlerinin bunu bilmesi, onlar için bir delil değil midir?” ayetinin de belirttiği gibi, diğer semavî kitaplar Hz. Peygamber’den, O’na gelen Kur’an’dan bahsetmişlerdir. (Şuara, 196-197)
Nitekim Hz. Peygamber geldiği sıralar, İsrailoğulları uleması bir peygamberin geleceğini söylemekteydiler.

Yine Hz. İsa’ya dönecek olursak, bu büyük peygamber Allah’ın kendisine verdiği mucizeleri anlatırken, şunu da söylemektedir:
Alıntı :
Ben, evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm.” (Al-i İmran, 49).
Benzeri bir durum Hz. Yusuf için de geçerlidir. Zindanda iken oradaki arkadaşlarına hangi yemeğin geleceğini önceden haber vermektedir. Hz. Yusuf: “Size rızık olarak hangi yemek geleceğini daha gelmeden, ben size haber veririm” sözünü, kendisine rüya tabiri için gelen iki arkadaşına söylemiştir. (Yusuf, 37) Onun bu şekilde gaybî sırlara mazhar olduğunu belirtmesi gurur için olmayıp, arkadaşlarını imana davete bir hazırlıktır. Sözüne devamla: “Bu, Rabbimin bana öğrettikleri şeylerdendir” demesi ise, bunun bir fal veya kehanet olmadığını bildirmek içindir. (Yusuf, 37)
 

Hz. Yakup ve Hz. Yusuf


Hz. Yakup, Kur’anın bize bildirdiği peygamberlerden bir tanesidir. İlerde bir peygamber olacak oğlu Yusuf’a özel bir muhabbeti vardır. Bunu hazmedemeyen Yusuf’un kardeşleri O’nu bir kuyuya atarlar. Yusuf’un kanlı gömleğini babalarına getirip “Yusuf’u kurt yedi” derler. Gelişen olaylar zincirinde, Hz. Yusuf bir kervan tarafından Mısır’a götürülüp köle olarak satılır. Bir iftira yüzünden zindana atılır. Burada yıllarca kalır. Hükümdarın rüyasını tabiri vesilesiyle zindandan çıkarılır. Mısır’ın en üst düzey makamlarından birisine getirilir.

Bu arada, oğlunun hasretiyle yanıp tutuşan Hz.Yakub’un gözleri âmâ olur. Fakat Allah’dan gelen bir bilgiyle, oğlunun hayatta olduğuna inanmaktadır. Yakub’un oğulları, kıtlık dolayısıyla Mısır’a gıda almaya giderler. Hz. Yusuf, kardeşlerini tanır. Babasının durumunu öğrenince: “Şu gömleğimi götürüp babamın yüzüne sürün. Gözleri onunla i­yice görür hale gelir” der. Kafile Mısır’dan ayrıldığı sırada, Ken’an diyarındaki Hz. Yakub’ta bir hareketlilik gözlenir. Sevinçle etrafındakilere: “Eğer bana bunak demezseniz, (diyeceğim o ki) ben, Yusuf’un kokusunu alıyorum” der. Etrafındakiler ise, böyle bir koku almadıklarından cevapları şu olur: “Vallahi, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın.” Müjdeci gelip gömleği Hz. Yakub’un yüzüne bıraktığında Hz. Yakub’un gözleri açılır. “Ben size, Allah’ın lütfuyla sizin bilmediğinizi bilirim demedim mi?” der. (Yusuf, 93-96)

Kur’an’da anlatılan bu olayda, Hz. Yusuf’un, gönderdiği gömlekle babasının gözlerinin açılacağını bilmesi harika bir durum olduğu gibi, babası Yakub’un da çok uzak mesafeden gömleğin kokusunu duyması bir başka harika durumdur. Bazıları, “Oğlu Yusuf’a olan hasret ve iştiyakı onun hassasiyetini arttırmış olduğu için hissetmiştir” tarzında düşünebilirler. Büyük müfessir Hamdi Yazır buna şöyle cevap verir:
Alıntı :
Yakub’un hassasiyeti ne kadar incelmiş ve hüznü ile gözler ağardıktan sonra koku hissi ne kadar artmış olursa olsun, kafilenin ayrılması zamanına kadar Mısır’dan bir Yusuf kokusu duymayıp da, şimdi duymuş olması gösterir ki, bunun sırr-ı hikmeti O’nun hassasiyetinde değildir.” (Yazır, IV, 1651, 1652)

Ayette “Ben size, Allah’ın lütfuyla sizin bilmediğinizi bilirim demedim mi?” denilmesi, Hz. Yakub’un bu bilgiyi kendi maddî hassasiyetinden değil, özel bir yolla Allah’dan aldığını göstermektedir.

Şeyh Sadi, bununla ilgili olarak şu ince noktayı dile getirir:
Alıntı :
Biri, oğlunu kaybetmiş Yakub’a sorar: Yusuf’un gömleğinin kokusunu Mısır’dan duydun da, O’nu Ken’an kuyusunda iken niçin görmedin? Hz. Yakup, şu cevabı verir: “Bizim halimiz çakan şimşek gibidir. Bazan açık, bazan kapalı olur. Bazan göklerin üstüne çıkar, otururuz, bazan da ayağımızın üstünü göremeyiz.” (Sadi, s. 50)
Hz. Yusuf, daha küçüklüğünde ilâhî bilgilendirmeye nail olmuştur. Kardeşleri tarafından kıskanılıp kuyuya atıldığında Cenab-ı Hakk, kalbine şunu ilham eder:
Alıntı :
Farkında olamadıkları bir sırada, bu yaptıklarını onlara haber vereceksin”(Yusuf, 15).

Zorluk anında kolaylık inzal etmek Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve rahmetinin bir tecellisidir. Kardeşleri tarafından böyle bir hıyanete maruz kalan, kuyunun karanlığındaki küçük Yusuf’un hassas kalbini hoşnut etmek, İlâhi hikmetin ve rahmetin bir gereğidir. İnsanların kudsi bir teselliye muhtaç oldukları ızdırab ve sıkıntı anlarında, ilâhî rahmetin imdada gelişi, pek çok kişinin şahsî tecrübeleriyle sabit olan bir hakikattir.

Yine, Hz. Yusuf’un, kardeşlerine gömleğini verip, “Şu gömleğimi götürüp babamın yüzüne sürün. Gözleri onunla iyice görür hale gelir” demesi gaybî bir haber niteliğindedir. (Yusuf, 93)

Ayrıca, Hz. Yakub’a “Yusuf’u kurt yedi” diye kanlı bir gömlekle beraber acı bir haber geldiği halde, Yusuf’un hayatta olduğunu bilmesi ve:

Allah tarafından sizin bilmediğinizi biliyorum” demesi, O’ndaki gaybî bilgi boyutunu göstermektedir. (Yusuf, 86)

Demek ki peygamberler, Allah’ın izniyle birtakım gaybî sırlara aşina olmuşlardır. Kur’an’da yer alan örnekler, bu gerçeği açık bir şekilde isbat etmektedir. Şüphesiz bu örnekler, emsallerine de kapı açmaktadırlar. Yani peygamberlere verilen bu gibi gaybî bilgiler sadece Kur’an’da zikredildiği kadar olmayıp, benzeri olaylar çokça vuku bulmuştur.
 
Hz. Hızır
 
Kehf suresi 60 - 82. âyetlerde Hz. Musa’nın “Allah kullarından bir kul” ile seyahati anlatılır. Bu seyahat, “gayb bilgisi” konusunda son derece dikkat çekici, ilginç durumları ihtiva eder. Bu meçhul zâtla, Hz. Musa’nın seyahatleri şöyle cereyan eder:
Hz. Musa, yanındaki delikanlıyla beraber uzun bir yolculuktan sonra Hz. Hızır’la buluşacağı yere gelir.
Alıntı :
“Orada kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Musa ona “sana öğretilenden bir irşad olarak, bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” diye sordu.

O dedi: “Sen benim yanımda bulunmaya dayanamazsın. İçyüzünden haberdar olmadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?”

Musa, “inşallah sen beni sabreder bulacaksın, dedi. Hiçbir işte sana karşı gelmeyeceğim.”

O dedi ki: “Eğer bana uyacaksan, ben sana ondan bahsedip de bir söz söyleyinceye kadar hiçbir şey hakkında bana sual sorma.”

Böylece yola koyuldular. Gemiye bindiklerinde O, gemiyi deldi. Musa, “İçindekileri batırmak için mi gemiyi deldin?” dedi. “Andolsun ki, büyük bir şey yaptın.” O, “Sen benim yanımda bulunmaya sabredemezsin demedim mi?” dedi. Musa, “Unuttuğum için beni kınama; seninle olan arka­daşlığımı da zorlaştırma” dedi.

Yine yola koyuldular. Bir erkek çocuğa rast geldiklerinde onu öldürdü. Musa dedi ki: “Bir can karşılığında kısas olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün! Doğrusu, pek kötü birşey yaptın.”

O, “Ben sana benimle beraberliğe sabredemezsin demedim mi?” dedi.

Musa dedi: “Eğer bundan sonra sana bir şey daha soracak olursam, benimle arkadaşlık etme. O zaman, benden ayrılmakta mazur sayılırsın.”

Yine yola koyuldular. Nihayet, bir belde halkına vardılar. Onlardan yiyecek istediler. Onlar ise, o ikisini misafir etmekten kaçındılar. Orada, yıkılmak üzere bulunan bir duvara rast geldiler. O, duvarı doğrultuverdi. Musa dedi: “İsteseydin, bu yaptığın işe karşı bir ücret alırdın.” O, “İşte bu, seninle benim ayrılışımızdır” dedi. “Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin içyüzünü bildireceğim:

“O gemi, denizden geçimlerini sağlayan birtakım fakirlere aitti. Ben, onu kusurlu hale getirmek istedim. Çünkü arkalarında, bulduğu her sağlam gemiyi gasbeden bir hükümdar vardı.

Çocuğa gelince; onun anne- babası mü’min kimselerdi. Bu çocuğun, ileride anne ve babasına isyan etmesi ve onları inkâra sevk etmesinden korktuk. İstedik ki, onların Rabbi, kendilerine huy temizliği bakımından daha hayırlı ve daha merhametli bir çocuk versin.

Duvar ise, o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Ve altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları ise, salih bir kimse idi. Rabbin istedi ki, onlar yetişkin çağa gelince hazinelerini oradan çıkarsınlar. Bütün bunlar, Rabbinden bir rahmet eseridir. Yoksa ben kendi reyimle yapmış değilim. İşte, sabredemediğin şeylerin açıklaması budur.”
(Kehf, 65-82)

Bu ibretli kıssayla ilgili bazı noktalara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:

1.
Kıssanın baş kahramanı olan bu “Allah kullarından bir kul”un ismi âyetlerde zikredilmemiştir. Gaybtaki bilinmezlik atmosferi, kıssanın tamamında görüldüğü gibi, kıssa kahramanının ismen zikredilmemesinde de görülmektedir. Bundan dolayıdır ki, “Kur’an’ın göl­gesinde yaşamak” noktasından hareketle tefsirinde, bu zatın isminden bahsetmeyenler de bulunmuştur. Biz ise, hadislerde “Hızır” olarak bahsedilmesinden dolayı, pratikte sağladığı kolaylıktan istifade için, bundan sonra bu zattan “Hızır” olarak söz edeceğiz.

2.
Hz. Hızır’ın nebî veya veli olması hususunda âyetlerde açık bir ifade yoktur. Ancak, “Hz. Musa gibi büyük bir peygamberin bilmediği gaybî sırlara vakıf olması ve: “Ben bunları kendi reyimle yapmış değilim”(Kehf, 82) diyerek, bu tasarrufları Allah’ın emriyle yaptığını söylemesi” gibi noktalardan hareketle, nebî olduğunu söyleyenler çoğunluktadır.

3. Hz. Hızır’ın ilmi, “ilm-i ledünnî” diye şöhret bulmuştur. Bu ifade, “Biz O’na tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” âyetindeki “ledün” kelimesinden gelmektedir.

Bütün ilimler Allah tarafından olduğu halde, burada özel olarak bunun ayrıca belirtilmesi, bu ilmin, dıştan her hangi bir sebep olmaksızın, doğrudan İlâhî talime dayandığını gösterir. Çünkü; tarih, fıkıh gibi ilimleri kitaplardan okumak veya birisinden dinlemek yoluyla öğrenmek mümkündür. Ledün ilmi ise, bu yolla öğrenilecek ilimler cinsinden bir ilim değildir. Hatta öyle ki Hz. Musa gibi bir peygambere bile, bu ilim doğrudan verilmemiştir. Bu ilim hakkında “hakikatın ilmi, batın ilmi” “gayb ilmi” gibi açıklamalar yapılmaktadır. Hz. Hızır’ın, Hz. Musa’ya söylediği şu sözler, her ikisinin ilmindeki farklılığı belirtmektedir:

“Ya Musa! Allah tarafından, ben senin bilmediğin bir ilmi biliyorum. Sen de benim bilmediğim bir ilmi biliyorsun.”

4. Vazife noktasından baktığımızda, ikisi arasında farklılık olduğunu görürüz. Hz. Hızır, Hz. Musa gibi halkı Hakk’a götürmeye memur değil, Hakk’dan halka olan mukadderatın infazına memurdur. Bundan dolayı, oğlanı öldürmesi de Allah’ın emriyle vefat eden çocukların ruhlarını kabza müvekkel olan ölüm meleğinin vazife ve mesuliyeti gibi olur. (Yazır, V, 3273)

Veya, başka bir benzetmeyle Hz. Hızır, İlâhî senaryonun oynanmasında rol alan bir aktördür. Aktörler, senaryoda onlara biçilen rolleri oynarlar. Onların bunun ötesinde bir sorumlulukları ve yükümlülükleri yoktur. (Albayrak, s. 245)

5. Bize bakan yönüyle kıssa, pek çok ibretleri ihtiva etmektedir. “Gelecek Bilgisi” noktasından alacağımız en mühim ders, “olayların dış görünüşündeki çirkinliğe aldanmamaktır” Evet, çirkin görülen pek çok olayın neticesi güzel olabilir. Nitekim, Kur’an’ın: “Sevmediğiniz bir şey hakkınızda hayırlı olabilir” âyeti, bunu açık bir şekilde ifade etmektedir. (Bakara 216) Bu kıssa, üstteki âyetin açıklaması gibidir. Görünüşte kötü bir fiil gibi görülen geminin yara alması ve çocuğun ölümü, ileride güzel neticelere vesile olmuştur.

http://www.sorularlaislamiyet.com/article/9663/bazi-ayetlerde-gaybi-allah-dan-baskasinin-bilemeyecegi-ifade-edilmektedir-bazi-peygamberlerin-ve-bazi-veli-zatlarin-gelecekle-alakali-haberler-vermelerini-bu-ayetler-isiginda-nasil-degerlendirebiliriz.html
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6111
Rep Gücü : 14922
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi Empty
MesajKonu: Geri: Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi   Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi Icon_minitimeSalı Kas. 24, 2015 9:01 am

Bediüzzaman gelecekten haber vermiş mi?


Bediüzzaman ve Gaybî Sırlar Gaybî sırlara mazhariyette herkes aynı derecede değildir. Bazı insanlar, bir gayb âleminin varlığından bile haberdar değilken, bazıları da, gayb âlemine bir derece aşina olurlar.


İnsan kalbi çok hassas bir alıcıdır. Hem telsiz, hem faks, hem televizyon, hem radar görevlerini yapabilen bir alet düşünelim. Kullanmasını bilen biri, böyle bir aletten ne kadar çok istifade eder. Bilmeyen ise, onu bir metal yığını olarak görür.


İşte, insanın kalbi böyle bir aletten çok daha hassas bir alıcıdır. Kalbini zikirle, tefekkürle şeffaflaştıran zatlar, pek çok gaybî sırlara mazhar olabilirler. Bediüzzaman'ın, böyle sırlara mazhar bir kişi olduğu, eserlerinden anlaşılmaktadır.


Hassas cihazlar iyi bir bakım ve itina istediği gibi, böyle zâtların da kalbî hayatlarına çok itina göstermeleri gerekir.
Kur'an'ın sırlarına mazhariyette hassas bir alıcı olan Bediüzzaman, talebeleriyle ve İslâm âlemiyle ilgili olayları hissetme hususunda da, son derece duyarlıdır. Mesela, mektuplarından birinde "Hulusî'nin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur'un şakirtlerine inayet ve rahmet nezâret ve himayet ederler." der. (1)


Hulusi Bey, Bediüzzaman'ın talebelerindendir. Orduda subay olarak görev yapmaktadır. 1938'de Dersim İsyanı sebebiyle, isyan bölgesine gideceği sırada, tedirgin bir vaziyette iken, Bediüzzaman'ın bu mektubu eline geçer, rahatlar. (2)


Bir gün Barla'da, birkaç talebesiyle evine dönerken, birden sebepsiz; "Benden ne istiyorsunuz?" diye ehl-i dünyaya bağırmaya başlar. Eve geldiklerinde durum anlaşılır. Yedi-sekiz polis, evde kendisini beklemektedir. (3)


Kastamonu'da sürgünde iken, İsparta'daki talebelerine yapılan taarruzu hisseder. Haberleşme imkânı olmadığı halde, yanındaki Emin ve Feyzî isimli talebelerine der: "Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat ediniz, bir halt edemezler." (4)
“Alem-i İslam'a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum” sözü, O'nun bu yönünü açıkça göstermektedir. (5) Yanında kalan talebelerinin de belirttiği gibi, Bediüzzaman'ın bedenî bir rahatsızlığı olmamakla beraber, Müslümanlar aleyhinde durumlar olduğunda rahatsız olup yatağa düşmektedir. Diğer gün, olay gazetelerde yer aldığında, işin iç yüzü anlaşılmaktadır.


Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in'ikasât vardır." (6) Yani, kişinin şuuru ve iradesi dışında çok yansımalar olur. Mesela, sizinle ruhî münasebeti kuvvetli birisinin hastalığı, daha siz onun hastalığını bilmeden az- çok size de yansır. Sizi ilgilendiren sevindirici bir gelişme, daha haber size gelmeden sizi neşelendirir.


İşte, "Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir." diyen Bediüzzaman, bütün İslâm milleti için çalıştığından, onların dertleri ile dertlenmiş, neş'esiyle sevinmiştir. (7) Özellikle, başında bulunduğu iman hizmetindeki yakın mesaî arkadaşları ve sadık talebelerinin hizmete taalluk eden hallerini, pek çok kereler kalbinde yansımış olarak bulmuştur.


Bediüzzaman'ın, gaybın geleceğe yönelik kısmıyla ilgili dikkat çekici ifadeleri vardır. Bunlardan bir kısmının geleceğe yönelik haber olduğu açıkça bellidir. Birazdan örnekleri gelecektir. Bir kısmı ise, ilk bakışta gaybî haber niteliği taşımaz. Fakat zamanın akış seyri içinde, ondaki gaybî mana ortaya çıkar. Mesela, Bediüzzaman güneş sisteminden bahsederken "küremizle beraber on iki seyyare" (gezegen) ifadesini kullanır. (Cool O yıllarda yedi gezegen bilinmektedir. Daha sonra bu sayı dokuza çıkmıştır. 1970'li yıllarda onuncu gezegen bulundu. Daha sonra on birinci gezegenin yörüngesi keşfedildi. Sistemin tamam olabilmesi için, on ikinci gezegenin de olması gerektiği sahanın uzmanlarınca belirtilmektedir.


Bediüzzaman, Urfa ilimizden bahsederken, "Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir." der. (9) Bu ifadede ilk bakışta gaybî bir haber yoktur. Fakat GAP projesi neticesinde, bu ilimizin toprakları muazzam bir berekete kavuşmuştur.


Bediüzzaman'ın, 1939'da meydana gelen Erzincan depremiyle alakalı olarak değerlendirmeler yaparken, "Ramazan-ı Şerîfin teravih vaktinde..." ifadesi, 1992 depreminde anlaşılmıştır. (10) Çünkü, 1939'daki deprem Ramazan'da ve teravih vaktinde değildir. 1992 depremi ise, Ramazan'ın teravih vaktine tevafuk etmiştir.


Sözler isimli eserinde, Bediüzzaman'ın bir temsil içinde yer alan şu ifadeleri, aya çıkılacağından ve ayın durumundan haber vermektedir: "Şimdi sen dahi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle ta Kamer'e (aya) kadar terakki ettin. Kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa'yin beyhude, ilmin faidesiz gitti..." (11)


Bir de, Bediüzzaman'ın eserlerinde yer almayıp da, şifahen söylediği şeylerin zamanla çıkması olayı vardır. Meselâ, 1943 Eylül'ünde Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, makam odasında Bediüzzaman'ın sarığına ilişmek ister. Bediüzzaman "Başından bul Nevzat!" diye beddua eder. 9 Temmuz 1946'da, Vali Tandoğan başına kurşun sıkarak intihar eder. (12)


Bu türden olaylar çoktur. Biz bu çalışmada, kitâbî olanları tesbitle iktifa edeceğiz. Şimdi konunun örneklerine geçebiliriz:

http://www.risaleforum.net/bediuzzaman-said-nursi-ve-risale-253/bediuzzaman-said-nursi-267/sorularla-bediuzzaman-367/41460-bediuzzaman-gelecekten-haber-vermis-mi.html

Alıntı :
Rusyanın Çöküşü
Bediüzzaman, 1910'da İstanbul'dan Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Şeyh San'an tepesinde dikkatlice etrafı temaşa ederken, bir Rus polisi yanına gelir. Aralarında şu muhavere cereyan eder:
"-Niye böyle dikkat ediyorsun?
-Medresemin planını yapıyorum.
-Nerelisin?
-Bitlisliyim.
-Bu Tiflis'dir,
-Bitlis-Tiflis birbirinin kardeşidir.
-Ne demek?
-Asya'da, âlem-i İslâm'da üç nur birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişaf başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallus edecek (toparlanacak), ben de gelip burada medresemi yapacağım.
-Heyhat, şaşarım senin ümidine..!
-Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı (gündüzü) vardır.
-İslâm parça parça olmuş.
-Tahsîle gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid (yetenekli) bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde (lisesinde) çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talîm alıyor. İla ahir... Yahu, şu asilzâde evlad şehâdetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını afâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev'i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını i'lan edecektir." (13)

Bediüzzaman'ın ifadelerinde yer alan "üç nur ve üç zulmet" yoruma açık ifadelerdir. Fakat netice şudur ki: İslâm âleminde ardarda müsbet gelişmeler olacak, Rusya'da da kötüye gidiş yaşanacaktır. Bunun neticesinde, Bediüzzaman medresesini Tiflis'de açacaktır.
Bu gaybî haber gerçekleşmiştir. Bugün Tiflis'de Risale-i Nur medresesi açılmıştır ve hizmet etmektedir. "Bitlis ve Tiflis birbirinin kardeşidir." ifadesi, 1980'li yıllarda bu iki şehrin "kardeş şehir" ilan edilmesi şeklinde tecelli etmiştir.

Ayrıca, Bediüzzaman'ın haber verdiği İslâm ülkelerinin istiklallerine kavuşması da aynen zuhur etmiştir. Rusya'daki müstebid perde yırtılmış, çekilmiş, buradaki Müslüman halk, müstakil devletlerini kurmuşlardır. "Kafkas ve Türkistan'ın" Rus harb okulunda talim görmeleri, buralarda hürriyet ilanını takiben çıkan çatışmalara işaret olabilir. İngiliz Siyasal Mektebinde okuyan Mısır ise, siyasi yoldan bağımsızlığına kavuşmuştur. İslam devletlerinin İslâm bayrağını cihanın her tarafında dalgalandırmasını da, inşallah önümüzdeki yıllarda göreceğiz.

Rusya'daki İslamî Gelişmeler

Daha1910'larda Rusya’nın çökeceğini söyleyen Bediüzzaman, 1950'li yıllardaki bir mektubunda ise, Rusya hakkında şunları söyler:
"İki dehşetli harb-i umuminin (dünya savaşının) neticesinde beşerde hâsıl olan, bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, katiyyen dinsiz bir millet yaşayamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp hristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakîkata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'an ile bir musalaha veya tâbi olabilir. O vakit, dört yüz milyon ehl-i Kur'an'a kılıç çekemez." (14)
Hiçbir dine hayat hakkı vermeyen komünist sistemin çöküşünden sonra, Rusya yeniden bir din arayışına girmiştir. Bugün Rusya'da hem Hıristiyanlar, hem de Müslümanlar yoğun bir hizmet yarışı içindedirler. Burada yüzlerce

Türk Koleji, Rusların da bulunduğu geniş bir yerleşim alanı içinde hizmet vermektedir. Ayrıca, gayr-ı resmî bir şekilde, oralarda İslâm'a hizmet eden hayli gönüllü kuruluşlar ve şahıslar bulunmaktadır. Bütün bunların çalışmaları neticesinde, İslâmiyet Ruslar içinde hızla yayılmaktadır. Rus bürokratlarının Türk Kolejlerine çocuklarını vermek için adeta yarışması, Bediüzzaman'ın üstte zikredilen görüşlerini teyid etmektedir.






Alıntı :
İnkılablar ve Kur'an'ın Galebesi
Bediüzzaman, I. Dünya savaşı öncesi talebelerine, ısrarla ve tekrarla şunu söyler: "Hem maddî, hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak (sosyal ve beşeri büyük bir sarsıntı olacak). Benim dünya terki ile inzivama ve mücerred kalmama gıbta edecekler." (15)
Kendisinin şu ifadeleri de, üstteki manayı te'yid etmektedir: "Eski harb-i umumîden evvel ve evailinde (I. Dünya Savaşı öncelerinde) bir vakıa-ı sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden, o dağ müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakk'ın emridir. O Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirane diyor: "İ'caz-ı Kur'an'ı beyan et!" Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabtan sonra, Kur'an'ın etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an, kendi kendini müdafa edecek. Ve Kur'an'a hücum edilecek; icazı, onun çelik bir zırhı olacak..." (16)
Zaman, üstteki ifadelerin doğruluğunu göstermiştir. I. Dünya savaşı maddî bir deprem olarak Osmanlı Devletini çökertmiş, ardından Kur'an'a saldırılmıştır. Hilafet, medreseler, tekyeler gibi, Kur'an etrafındaki surlar ortadan kaldırılmış, fakat neticede Kur'an'a bir zarar verememişlerdir.
1950'lerden sonra bu millet, "yeniden bir diriliş" hamlesi gerçekleştirmiştir. Din dersinin okutulmadığı, Kur'an okutmanın yasaklandığı bir dönemden; din dersinin anayasaya girdiği, yüz binlerce İmam-Hatip lisesi öğrencisi, Kur'an Kursu öğrencisi bulunan günlere gelinmiştir. Üniversitelerde dine yeniden dönüşün yaşanması da, Kur'an'ın galebesine güzel bir örnektir.



Alıntı :


Yazar :

Alıntı :
İstikbal İslam’ındır
1910'lu yıllar, İslâm âlemi'nin en zor ve en sıkıntılı yıllarıdır. Hemen hemen bütün İslâm devletleri ecnebi sömürgesi altındadır. İslâm âlemi'nin lideri ve hilafetin merkezi olan Osmanlı Devleti, 1. Dünya savaşı depremiyle çökmüştür. "Âlem-i İslam'a indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum" diyen Bediüzzaman, dehrin olaylarından şiddetle muzdarib iken, mana âleminden bir teselli alır. Şöyle ki: "Bir Cum'a gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi: Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor. Gittim, gördüm ki; münevver, emsalini dünyada görmediğim selef-i salihinden ve asarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclisi gördüm." Bu meclis, Osmanlı'nın mağlubiyetini ve İslâm'ın mukadderatını ele alır. Karşılıklı soru-cevaplardan sonra, meclisten çıkan karar şudur: "Evet, ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslam'ın sadası olacaktır." (17)
Herkesin ümitsizlik içinde olduğu o dehşetli günlerde, Bediüzzaman geleceğe hep ümitle bakmıştır. 1910' da, Doğu'da aşiretler içinde gezerken, gelecekle ilgili müjdeler verir. O'nun bu tarz konuşmalarına, mühim bir zât itiraz eder ve der: "İfrat ediyorsun, hayali hakîkat gösteriyorsun. Bizi de techîl ile tahkîr ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe fenalaşacak." Bediüzzaman şu cevabı verir: "Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım. Ey 300 seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saîdler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve saireler..! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım (çağdaşlarım) varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet- asa (cennet gibi) bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. (...) Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakikatını hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesaili (meseleleri), hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir." (18)
Bediüzzaman'ın bu heyecan dolu ifadeleri, kuru bir temenniden ibaret değildir. Hicri 1300'den sonraki dönemin parlak bir dönem olacağına işaret edilmiştir. Hicri 1400'e tekabül eden, 1980'li yıllar, ülkemizde ve İslâm âleminde, hatta insanlık âleminde İslâmî hizmetlerin hızla yayıldığı bir dönemin başlangıcı gibidir.
Fakat bedbîn, ümitsiz insanların böyle bir İslâmî gelişmede katkıları olmayacaktır. Ümitsizlik telkiniyle, hiç olmazsa başkalarına engel olmamaları için, Bediüzzaman onlara şöyle seslenir: “İşte, ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız! Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, hakîkat-ı İslâmîyeyi hakkıyla kainat üzerinde temevvüc-saz edecek olan nesl-i cedîd gelsin.” (19)
Yani, ey ayakta gezen cenazeler. Gelen neslin önünde durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, İslâm gerçeğini hakkıyla kâinat üzerinde dalgalandıracak olan "yeni nesil" gelsin.
1911' de, Şam'da Emeviye Camii'nden verdiği hutbede, İslâm âleminin temel meselelerine temas eden Bediüzzaman, orada da gelecekle ilgili kesin kanaatini şöyle belirtir: "İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'an'iye ve imaniye olacak" (20)
Yani, istikbale Kur'an ve iman hakîkatleri hükmedecek. Öyle ki Müslüman olmayan ülkeler bile, Kur'an'ın hakîkatlerine yönelme lüzumu hissedecekler. Mesela, fuhuş bütün milletlerin başının belasıdır. Bundan kurtuluş, meşru nikâhla mümkündür. Hem mesela, faiz bütün devletlerin problemidir. Günümüzde Amerika'da "sıfır faizli sisteme nasıl ulaşılır" araştırmaları yapılmaktadır. Bunun anlamı, Kur'an'ın bir hakîkatına yönelim demektir.
"Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek." (21)
“Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki, Osmanlılar Avrupa ile hamile olup, bir Avrupa devleti doğurdu." (22)
1970'li yılların başında Almanya'da Alman asıllı üç-beş Müslüman varken, günümüzde bunların sayısının yüz binleri aşması; Avrupa'nın pek çok yerinde kiliselerin camiye çevrilmesi gibi olaylar, Bediüzzaman'ın üstteki ifadelerini doğrulamaktadır.
Kur'an-ı Kerimin şu ayeti, bu tarz gaybî müjdelerin esasını teşkin eder: "Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hoşlanmasalar da nurunu tamamlayacaktır." (23).
Ri





Alıntı :
Batı medeniyetinin çöküşü
Rusya'nın çöküşünü haber veren Bediüzzaman, Batı medeniyetinin de çökeceğini belirtir. Batı medeniyetini tahlîl ederken, esaslarının çürüklüğüne dikkat eder. Şöyle ki:
Bu medeniyetin,
- Dayanak noktası kuvvet
- Hedefi menfaat
- Düsturu, mücadele
- Kitleler arasındaki bağ, başkasını yutmakla beslenen ırkçılık
- Hizmeti, heva ve hevesi teşci (cesaretlendirme) ve arzularını ve metalibini teshîldir (isteklerini kolaylaştırmaktır). (24)


Bu gibi çürük temellere dayanan bir medeniyette, ister istemez medeniyetin kötü yönleri, iyi yönlerine galip gelecektir.
Bugünkü görünümüyle Batı medeniyeti, nefse hizmet eden bir medeniyettir. Her türlü gayr-i meşru eğlenceler, adeta bir örf haline gelmiştir. Aile bağlarının zayıfladığı, içki ve uyuşturucunun her kesimde kullanıldığı bir medeniyetin uzun ömürlü olması mümkün değildir. Bediüzzaman'ın tesbitiyle, Batı medeniyeti "kurtlaşmış bir ağaç" hükmündedir. (25)


Batan Batı medeniyetinin yerini, İslâm medeniyeti alacaktır. "Nasıl olur? Batı medeniyeti nasıl batar? Pek iç açıcı görünüme sahip olmayan İslâm ülkeleri, yeni ve parlak bir medeniyeti nasıl gerçekleştirirler..?" şeklinde zihinlerde meydana gelebilecek sorulara, şu ifadeler bir cevap niteliğindedir: “Bakınız, zaman hatt- müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki, küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi; nev'i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah.” (26)
Yani, zaman düz bir hat üzerine hareket etmiyor ki, başlangıçla son nokta birbirinden uzaklaşsın. Belki dünyanın hareketi gibi, bir daire içinde dönüyor. Bazan ilerleme içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan gerileme içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, insanlığın dahi bir sabahı, bir baharı olacaktır.


Bediüzzaman'ın zamanın dairevî hareketiyle ilgili tesbiti, "O günler (galibiyet-mağlubiyet günleri), Biz onları insanlar arasında evirir, çeviririz" ayetinin bir tefsîridir. (27) Evet, milletlerin de hayatında gece ve gündüz, kış ve yaz vardır. Batı'nın karanlıklar içinde kaldığı ortaçağda, İslâm âlemi medeniyetin zirvelerindeydi. Mesela, Osmanlı en kuvvetli bir devletti. Endülüs Emevi Devleti, Avrupanın ilim merkeziydi. Fakat üç asırdır, maddî planda onlar ilerledi, müslümanlar geri kaldı. Şimdi ise İslâm âlemi yeni bir diriliş heyecanı yaşıyor. Bir yandan Rusya'dan bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri, bir yandan ülkemizde yetişen genç ve dinamik imanlı kadrolar, ülkemizi İslâm âlemine lider ülke yapabilecek bir görünüm arz etmektedirler.


"Mekke'de olsam da buraya gelmek lazımdı." Diyen Bediüzzaman, Türkiye'yi en mühim bir cephe olarak görür. (28) Buranın kurtulması, İslâm âleminin kurtulması demektir. Kendisi, bu ümidini şöyle dile getirir: "Rahmet-i İlâhiye'den ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur'an'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat (geçici) arızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir." (29)


Alıntı :
II. Dünya Savaşı
20. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olur. Bunlardan birincisi, Osmanlının çökmesini netice verir. İkincisi ise, Osmanlıya darbe vuranların başlarına inen bir musibet görünümündedir.
Bediüzzaman, I. Dünya savaşı sonrası yazdığı, yarı manzum Lemaat isimli eserinde, iki yerde, II. Dünya savaşına işaret eder. Şöyle ki:
1-"Beşer, hayatını isterse, enva-yı ribayı öldürmeli" (insanlık, hayatını isterse, her türlü faizi öldürmeli) başlıklı yazısının devamında der: "Beşer bunu isterse, sarılmalı zekâta, ribayı tardetmeli.


Kur'an'ın adaleti bâb-ı âlemde durup, ribaya der: "Yasaktır, hakkın yoktur dönmeli."
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müthişini yemeden, bu emri dinlemeli." (30)
Yani Kur'an âlem kapısında durup, faize "yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der. Fakat bu emir dinlenmeyince, insanlık I. Dünya savaşıyla bir tokat yer. Daha müthişini yemeden bu emri dinlemeli.


II. Dünya savaşından sonra Bediüzzaman, üstteki yazısına şu dipnotu düşer: "Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, bu II. Harb-i Umumî ile dehşetli silleyi de yedi."
2- “Kurun-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet
Hem gadr ve hem hıyanet
Şu medeniyet-i habise, tek bir defada kustu
Midesi daha bulanır.” (31)


Yani, ilk çağlardaki bütün vahşet ve cinayeti, zulüm ve hıyaneti, şu habis medeniyet tek bir defada kustu. Midesi daha bulanır).
Bediüzzaman, bu ifadelerine de şu dipnotu düşer: "Demek daha dehşetli kusacak, Evet, iki Harb-i Umumî ile öyle kustu ki, hava- deniz- kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi."
Bediüzzaman Saîd Nursî, Fil Suresi'nde zikredilen Ebabil kuşlarının, Ka'beyi tahribe gelen orduyu siccilden taşlarla bombalaması olayına dikkat çekerek şöyle der: “(Termîhim bihıcaretin) cümle-i kudsiyesi 1359 edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşlar yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.” (32)


Evet, II. Dünya Savaşı, Osmanlı'yı çökertenlerin başlarına inen semavî bir bela gibi tecelli etmiştir. Önce Almanya ve İtalya birleşip İngiltere ve Fransa'ya büyük kayıplar verdirmiş, şehirlerini ve medeniyetlerini bombardıman etmişlerdir. Sonra ise, savaş aleyhlerine dönmüş, kendileri de perişan olmuşlardır. Böylece zalimler, zalimlerin cezasını vermekte aracılık etmişlerdir.


Bediüzzaman, üstte zikredilen değerlendirmesinden sonra, geleceğe yönelik şu ifadeleri kullanır: "Evet, bu tokattan pür-şer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur'an'a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcâr-ı semâviye (göktaşları) başlarına yağacağını, bu sure bir mana-yı işarî (işârî bir mana) ile tehdîd ediyor." (33)
1940'lı yılların sonbaharında gazetelerde çıkan bir haber, üstteki ifadeleri doğrular tarzdadır. Şöyle ki: "Bu baharda, Rusya'nın Viladivostok ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsali görünmeyen büyüklükte semadan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü 25 metre uzunluğunda ve 10 metre boyundadır. Düştüğünde, etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule getirmiş."
"İşte bu fıkra, doğrudan doğruya bu taşlara işaret olmasına iki emare var:
1- Şimdiye kadar gelen semavî taşlar, bir-iki karış oldukları halde, böyle 25 metre uzunluğunda ve 10 metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavâtın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir.
2- Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdîd eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir.” (34)
Anarşi
Anarşi, 1969 üniversite öğrenci hareketleri sonunda Türkiye'nin kullanmaya başladığı kelimelerden biridir.


Bediüzzamanın Mektubat isimli eserinde kullandığı şu ifadeler, Türk Milletinde devam edecek bir fitneyi gösterir: "Türk unsurunda ebedi kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet o iki kuvvet ile oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir." (35)
"Sağ-sol olayları", "Türk-Kürt meselesi", "Alevî-Sünnî ayırımı" ve şimdilerde alevlendirilmek istenen "laik-anti laik" taksimi, üstteki cümlenin görünümlerindendir. Güçlü bir Türkiye istemeyen dış güçler, bu gibi ayrımlarla fitneyi körüklemekte, anarşiyi desteklemektedirler.


Bazı idarecilerin bilerek veya bilmeyerek yaptıkları yanlış icraatlar, böyle fitnelerin uyanmasına vasat hazırlamıştır. Bediüzzaman, 1947'lerde idarecilere şu hatırlatmaları yapar:
"Efendiler! Siz ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat'iyen size haber veriyorum ki, ben ve Risale-i Nur, sizinle değil, mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakîki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i atiye (gelecek nesle) gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar.


(...) Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi rüya-yı İlâhî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim, dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilemez.


Evet, eski terbiye-i İslâmiye'yi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'anât-ı milliye ve İslâmiyye'ye (milli ve İslâmi an'anelere) karşı yüzde elli lakaydlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup, millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyyen menettiği gibi; Risale-i Nur'u, hem şakirdlerini bu zamana karşı alakalarını kesmiş. Hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.” (36)


Bu ikazlara kulak verilmiş midir? Tam anlamıyla kulak verildiği söylenemez. Zira bu anarşi ve terörü ülkemiz yaşamıştır ve yaşamaya devam etmektedir.
Bediüzzaman, Felak Suresi'yle ilgili bir yorumunda şunları söyler: (Ğasikın iza vekab) Mîlâdî 1971 olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. 20 sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak." (37)


1971, anarşinin tırmandığı yıllara tekâbül eder. Ülkemizi hayli sarsan ve içimizde yaralar açan sağ-sol çatışması ve bölücü terör örgütünün eylemlerinden sonra, şimdi de Alevî-Sünnî ayırımıyla, bu millet birbirine düşürülmek istenmektedir. Aynı dinin mensublarının, tefarruattaki farklılıklardan dolayı birbirine düşmanca bakması, cidden üzücü ve düşündürücüdür. Bediüzzaman'ın 1930'larda söylediği şu sözleri düşünmeye ve gereğince harekete ne kadar da muhtacız: "Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat ve ey Al-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakîkatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız! Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhîd olduğunuzdan, uhuveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz'î meseleleri bırakmak elzemdir." (38)


Bediüzzaman, Demokrat Parti idarecilerine yazdığı bir mektubta bir endişesini şöyle belirtir: “Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlup etmeye ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve İslâmîyet namına telaş ediyorum." (39) Bu cümle, bir ihtilalin habercisidir. 23 Mart 1960'da Bediüzzaman vefat eder. İki ay sonra 27 Mayıs İhtilali gerçekleşir.
Yazar : Risale Forum

Alıntı :
Mezarının Yıkılması
Bediüzzaman, ömrünün sonlarında neşrettiği mektuplarda kabrinin gizli olmasını vasiyet eder:



"Benim kabrimi gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Ben de Risale-i Nur'daki azamî ihlâsı kırmamak için, o ihlâsın sırrıyla kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum... Dünyada beni sohbetten men eden bir hakîkat, elbette vefatımdan sonra da o hakîkat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek." (40)
1960 da (hicri 1379 da) Urfa'da vefat eder. Halilurrahman dergâhına defnedilir. Talebeleri hayret içindedirler. Çünkü, o güne kadar Bediüzzaman'ın her dediğinin çıktığını görürlerken, kabrinin bilinmemesi meselesi çıkmamıştır. Her gün, binlerce insan, kabrini ziyaret etmektedir. İşin sırrı 27 Mayıs İhtilali'yle ortaya çıkar. İhtilal hükümetinin emriyle, 12 Temmuz 1960'da gece yarısı Bediüzzaman'ın kabri parçalanır. Na'şı bir uçakla Isparta istikametine götürülür. (41) Talebeleri o zaman Bediüzzaman'ın vasiyetini ve şu sözlerini daha iyi anlarlar:


"Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Saîd'den yetmiş dokuz emvat, baâsam alâma
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma." (42)


Alıntı :
Risale-i Nur Hizmetleri
Bediüzzaman, yazmış olduğu tefsirle bir ekol meydana getirmiş, büyük İslâmî hizmetlere vesile olmuştur.
1930'larda Barla'da sürgünde bulunduğu sırada, bir talebesinin rüyasını tabir ederken şöyle der:



“(...) O cemaat telsiz aletlerin ahizeleri hükmünde bütün dünyaya ders işittirmek istemek hikmeti ise; inşaallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ilerde tevfikî-i İlahî ile birer şecere-i âliye (yüksek birer ağaç) hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar.” (43) Bir rüya dolayısıyla yapılan bu tabir, günümüzde gerçek olarak tecelli etmiştir. Ekilen nur tohumları, Türkiye'nin hemen her yerinde çiçek açtığı gibi; âlem- İslâm'ın, hatta insanlık âleminin pek çok yerlerinde meyvesini vermiştir.


1944 Deniz'li hapsinde, pekçok talebesiyle birlikte bulunan Bediüzzaman, talebelerine şu müjdeli mesajı gönderir: " Merak etmeyiniz! O nurlar parlayacaklar!" (44)
1947'lerde Afyon Emniyet Müdürü'ne yazdığı mektubunda ise şunları der: "Size kat'iyyen ve çok emarelerle ve kat'î kanaatımla beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-î İslâm'a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak. Mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir." (45)

Bediüzzaman ve Cifir
Bediüzzaman'ın dikkat çeken yönlerinden birisi, eserlerinde cifir ilmine yer vermesidir. Eskide ve günümüzde cifir ilmi hayli tartışılmıştır ve tartışılmaktadır. Bediüzzaman'ın, ayetleri tefsirini ve büyük bir vukufiyetle yaptığı orijinal açıklamaları takdir eden ve en azından tenkid edemeyen bazı kişiler, O'nu cifir konusunda tenkide çalışmaktadırlar. "Cifir" kelimesinin aslı "cefr"dir. Başlangıcı Cafer-i Sadık'a nisbet edilir Harflerin âlemdeki olaylara delaletini araştırır.
Bu konuda, şu hususlara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:


1-Her şey bizim malumatımıza münhasır değildir. Bir ilmi bizim bilmeyişimiz, olmadığına delâlet etmez. "Onlar, ilmen ihata etmedikleri ve te'vili daha kendilerine gelmemiş şeyi yalanladılar" ayetini unutmamak gerekiyor. (46) Yoksa bütün rüyaları ya yaşanmış olaylar, ya da ulaşılamamış isteklerle açıklayan Freud'un, rüya-yı sadıkayı inkâr etmesi gibi hareket etmiş oluruz. Freud, sadık rüya görmemiş olabilir. Fakat buradan hareketle, "Rüya-yı sadıka yoktur." genellemesine varılması mümkün değildir. Onun gibi, Kur'an'ın kelimelerinin istikbaldeki bir kısım olaylara işaretini, çok az müfessirin hissetmiş ve yazmış olması, reddini gerektirmez.


2- Böyle bir hesab tarzı Kur'an'ın nüzulûnden önce de bilinmekteydi. Mesela, Yahudilerden bir topluluk, Hz. Peygamberden (Elif-lâm-mîm) şeklinde huruf-u mukattaayı duyunca, ebced hesabıyla (harflerin rakam değeriyle), O'nun ümmetinin az olacağına istidlalde bulunur. Hz. Peygamber, diğer huruf-u mukattalardan okur. Adamlar, her yeni huruf-u mukattaayı duyunca şaşkına dönüp, "biz senin durumundan bir şey anlayamadık" deyip ayrılırlar. (47)


3-Sayıları az da olsa bir kısım âlimler, cifir ilmiyle ayetlerden gaybî istihraçlarda bulunmuşlardır. Molla Cami'nin "Beldetün tayyibetün" (temiz bir belde) (48) ifadesinin ebced değeriyle, İstanbul'un hicri 857'de fethine tarih düşmesi meşhurdur. (49)
Meşhur müfessirlerden Alusî'nin tefsirinde kaydettiği şu olay da, konumuz açısından güzel bir örnektir:


"İbn-i Hallikan tarihinde zikrediyor ki, Sultan Selahaddin-i Eyyubî Haleb'i fethettiğinde Kâdı Muhyiddin güzel bir şiirini okudu. Cümleleri arasında;
"Şehba kal'ayı Safer ayında fethettin,
Recebte de Kudüs'ü fetihle mübeşşersin."
ifadesi vardı. Dediği gibi çıkınca kendisine; "Bunu nerden bildin?" diye soruldu. "İbnu



Berrecan'ın Rum Suresi'nin baş kısmını tefsirinden aldım." diye cevap verdi.
Alusî, sözüne devamla İbnu Kemâl'in Enbiya suresi 105. ayetten, Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesini istinbat ettiğini anlatır. (50)
Hamdi Yazır, İbnu Berrecan'ın Kudüs'ün fethini önceden haber vermesini şöyle değerlendirir:
"Demek oluyor ki, ayette ancak Ricalullah'a münkeşif olan daha diğer imâlar da vardır." (51)


4- "Allah her şeyi adedçe belirleyip saymıştır." Ayeti, adedlerdeki sırlara işaret eder. (52) Mesela, insanın el ve ayak parmakları, sayıca bütün insanlarda aynı olması, aynı tür bitkilerde çiçek sayısının aynı olması, her elmanın içinde beş çekirdek bulunması asla tesadüfe verilemeyecek şekilde, sayılarda sırlar olduğunu gösterir. Aynı sırrın, Kur'an ayetlerinde de bulunmasına hiçbir engel yoktur.


5- Cifir ve ebceddeki tevafuk,
- İlmî bir kanun,
- Riyazî bir düstur,
- Fıtrî bir esas,
- Edebî bir usul,
- Gaybî bir anahtardır.


Elbette, ilimlerin menbaı, sırların ma'deni, fıtratın tekvînî ayetlerinin tercümanı, edebiyatın en büyük mu'cizesi ve gaybın dili olan Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan, o tevafuk kanununu, ayetlerin işaretlerinde kullanması, mu'cizeliğinin muktezasıdır. (53)
6- Bediüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiç bir zaman; "Ayetin açık manası budur." dememiştir. Demiş olduğu şudur: Ayetin sarîh manasının altında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da, işarî ve remzî manadır. İşârî mana da bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları bulunur. (54)
7- Bediüzzamana göre “Cifir ilmi meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, gerçek vazifeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır Kur'an'ın sırlarına karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Tam bir iştiyak ve zevk ile yöneldiğim vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum.
1- "Gaybı ancak Allah bilir." Yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmak ihtimali var.
2- Kur'an ve iman hakikatlerinin esaslarını kat'î deliller ile ümmete ders vermek hizmetinin, cifir ilmi gibi gizli ilimlerin yüz derece daha fevkinde bir meziyyet ve kıymeti vardır. O kudsî vazifede kat'i hüccetler ve sağlam deliller su-i istimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, sağlam kurallara bağlı olmayan gizli ilimlerde su-i istimal girip, şarlatanların istifade etmeleri ihtimal dâhilindedir. (55)
Görüldüğü gibi, cifir ilmi gizli ilimlerdendir. Az kişiye hitab etmektedir. İman ve Kur'an hakîkatleri ise, herkese seslenmektedir. Hem herkesin onlara ihtiyacı vardır. Bu gibi noktalardan dolayı ve; "Gaybı ancak Allah bilir." yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmamak için Bediüzzaman, bu ilmin ayrıntılarını eserlerine yansıtmamıştır. Yansıttığı miktar, altı bin küsûr sayfalık tefsirinin içinde az bir bölüm teşkil etmektedir.


Bazıları, "Acaba Bediüzzaman, bu sırlara nasıl ulaşmıştır?" gibi bir soru sorabilir. Evet, O da bir insandır. Fakat akıl ve kalbini, gayba yönelik hislerini geliştirmiş bir insandır. Aslında, O'nda ve emsalinde olanlar, bizde de birer ukde ve çekirdek olarak mevcuttur. Günde üç saat futbolla meşgul birinin, gece rüyasında topla meşgul olması ne kadar makul ise; günde ortalama dört saat uyuyup, çok az gıdayla idare eden ve geriye kalan bütün vaktinde Kur'an ve Kur'an'la ilgili eserlerle meşgul olan birinin, böyle sırlara mazhariyeti o derece makuldür. Benzeri bir meşguliyete girdiğimizde, izafî gayb perdeleri tedricen bizden de kalkacaktır. Aklımız kevnî sırlara, kalbimiz gaybî manalara hassas bir alıcı haline gelecektir.


Tamamen maddiyata dalan, bütünüyle bedeni için çalışan kimselerin, "Neden bu sırlar bize açılmıyor?" demeye hakları yoktur. Onlar, arzın çekim kuvvetinden kurtulamamışlardır ki, kendilerine semanın kapıları açılsın. Evet, samimiyetle her kim ne isterse, Allah verir. Dünyayı isteyen dünyadan bir nasib alır. Ahireti isteyen de onu elde eder. Kevnî sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açılır. İlâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılır, gaybın kilitli kapıları açılır.

Alıntı :
Kaynaklar:
1- Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, s. 14
2- Şahiner, Necmettin, Son Şahitler I, s. 40-41
3- Nursi, Bediüzzaman Said, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 27
4- A.g.e., s. 180
5- Nursi, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 123
6- Nursi, Bediüzzaman Said, Barla Lahikası, s. 249
7- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s. 59
8- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 627
9- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 433
10- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 157
11- A.g.e., s. 315
12- Şahiner, Necmettin, Bilinmeyen Taraflarıyla Saîd Nursî, s. 323
13- Nursi, Bediüzzaman Said, Sünühat, s. 51-53
14- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 331
15- A.g.e., s. 368
16- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 368
17- Nursi, Bediüzzaman Said, Sünuhat, s. 30-36
18- Nursi, Bediüzzaman Said, Münazarat, s. 87-89
19- A.g.e., s. 89
20- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şâmiye, s. 21
21- A.g.e., s. 27
22- A.g.e., s. 54
23- Saff, 8
24- Nursi, Bediüzzaman Said, Sünuhat, s. 33
25- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s. 36
26- A.g.e., s. 37-38
27- Al-i İmran, 140
28- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 180
29- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 327
30- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 661
31- A.g.e., s. 665
32- Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, s. 225
33- A.g.e., s. 227
34- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 213
35- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 439
36- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 21-22
37- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 269
38- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem'alar, s. 26
39- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 449
40- A.g.e., s. 447-448
41- Şahiner, Necmettin, Bilinmeyen Taraflarıyla Saîd Nursi, s. 431
42- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 647
43- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 350
44- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 308
45- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 73
46- Yunus, 39
47- Taberî, I, 93
48- Sebe, 15
49- Yazır, Hamdi, VI, 3956
50- Alusî, , I, 7-8
51- Yazır, Hamdi, VI, 3803
52- Cin, 28
53- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 712-713
54- A.g.e., s. 682
55- Nursi, Bediüzzaman Said, Latîf Nükteler, s. 85-86

Doç. Dr. Şadi Eren



En son Limoni tarafından Salı Kas. 24, 2015 9:09 am tarihinde değiştirildi, toplamda 4 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6111
Rep Gücü : 14922
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi Empty
MesajKonu: Geri: Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi   Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi Icon_minitimeSalı Kas. 24, 2015 9:02 am

Kur'an-ı Kerim "Gaybı ancak Allah bilir." derken, Bediüzzaman'ın gelecekle ilgili bazı haberler vermesini nasıl değerlendirmek gerekir?
Şu âyet-i kerîme, haşmetli bir üslubla Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ilân eder:
Alıntı :
“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. Düşen hiçbir yaprak ve yerin karanlıklarında hiçbir dane yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yaş ve kuru ne varsa hepsi Kitab-ı Mübîn’dedir.” (En’am, 6/59.)
Alıntı :
“Gaybı bilen O’dur. Gaybını, razı olduğu Rasul'den başkasına bildirmez...” (Cin, 72/26 ve 27)
Demek ki, “Gaybı Allah’dan başkası bilemez” hükmünün de bir istisnâsı söz konusudur. Allah’ın bildirmesi şartıyla gaybı Allah’dan başkası da bir derece bilebilir. Âyetteki, “Razı olunmuş Rasul” ifâdesi değişik şekillerde tefsir edilmiştir.

Bazılarına göre, buradaki “rasul”den murat peygamberdir. Yani, Allah, gaybını ancak bir peygambere bildirir. Bu yönüyle âyet velilerle, sihirbaz ve kâhinlerin gaybî bilgisini reddetmektedir. Çünkü sihirbaz ve kâhinler, Allah’ın rızasından en uzak ve gâdabına en lâyık kimselerdir. Veliler ise, her ne kadar Allah’ın razı olduğu kişilerse de, peygamber değillerdir.

Bu mes'elede, şu hususlara dikkat çekmek istiyoruz:
1. “Rasul” ifâdesi sadece peygamberler için kullanılan bir kelime değildir. Nitekim,
Alıntı :
“Allah meleklerden ve insanlardan 'rasuller' seçer.” (Hac, 22/75)
âyeti, açık manasıyla bunu belirtmektedir.
2. Âyetteki “Rasul” kelimesi, meleği de içine aldığına göre, meleğin bazı veli kişilere ilhâm getirmesi hiç de reddedilecek bir durum değildir. Nitekim hâdiste,
Alıntı :
“Âdemoğluna şeytanın da bir dokunuşu, meleğin de bir dokunuşu vardır.” (Tirmizi, Tefsir 2/35)
buyrulmuştur. Ayrıca görüleceği üzere, bazı veliler bir takım gaybî sırlara mazhâr olmuşlardır.
3. İlâhî kelâma mazhâriyet, sadece nebilere has bir özellik değildir. Bazı insanların rüya veya ilhâm gibi bir yolla, gâybdan bazı sırlara muttâli’ olmaları mümkündür ve vâkidir. Nitekim şu âyet, Allah’ın insanlarla konuşma prensibini dile getirmektedir:
Alıntı :
“Hiçbir beşer için, Allah’ın, bir vahiyle veya perde arkasından konuşması veyahut bir elçi gönderip de izni ile ona dilediğini bildirmesi dışında konuşması yoktur.” (Şûra, 42/51)
     a. Allah’ın vahiyle konuşması, vahyin şiddet ve zâaf yönüyle çeşitli mertebelerini içine alabilir. Hem Peygamberlere, hem de Hz. Musa’nın annesinde olduğu gibi, diğer insanlara, gerek yakazada, gerekse rüyada olan ilâhî mesajı ifâde eder. Dolayısıyla, buradaki vahiy, “ilhâm” mânasını da tazammun etmektedir.
     b. Allah’ın perde arkasından konuşması, Hz. Musa’nın ilk vahye mazhâr olduğunda doğrudan ilâhî hitabı duyması gibi durumları içine alır.
     c. Allah’ın bir elçi vasıtasıyla konuşması, Hz. Cebrail’i Peygamber'ine gönderip, vahyini bildirmesi tarzındaki durumları bildirmektedir.

Görüldüğü gibi, “Gaybın hazineleri” Allah katında olmakla beraber, Allah gerek Peygamber'ine, gerekse bazı hâs kullarına bir takım sırlarını bildirmektedir. Gaybî sırlara mazhâriyette herkes aynı derecede değildir. Bazı insanlar, bir gayb âleminin varlığından bile haberdar değilken, bazıları da gayb âlemine bir derece âşina olurlar. İnsan kalbi çok hassas bir alıcıdır. Hem telsiz, hem faks, hem televizyon, hem radar görevlerini yapabilen bir alet düşünelim. Kullanmasını bilen biri, böyle bir aletten ne kadar çok istifâde eder. Bilmeyen ise, onu bir metal yığını olarak görür. İşte, insanın kalbi böyle bir aletten çok daha hassas bir alıcıdır. Kalbini zikirle, tefekkürle şeffaflaştıran Zâtlar, pek çok gaybî sırlara mazhar olabilirler. Bediüzzaman'ın böyle sırlara mazhâr bir kişi olduğu, eserlerinden anlaşılmaktadır. Hassas cihazlar iyi bir bakım ve itinâ istediği gibi, böyle zâtların da kalbî hayatlarına çok itinâ göstermeleri gerekir.
Kur'ân'ın sırlarına mazhâriyette hassas bir alıcı olan Bediüzzaman, talebeleriyle ve İslâm âlemiyle ilgili olayları hissetme hususunda da, son derece duyarlıdır. Mesela, mektuplarından birinde der:
Alıntı :
"Hulusî'nin bir gâilesi var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur'un şakirtlerine inâyet ve rahmet nezâret ve himâyet ederler." (1)
Hulusi Bey, Bediüzzaman'ın talebelerindendir. Orduda subay olarak görev yapmaktadır. 1938'de Dersim İsyânı sebebiyle, isyan bölgesine gideceği sırada tedirgin bir vaziyette iken, Bediüzzaman'ın bu mektubu eline geçer, rahatlar. (Şahiner, Son Şahitler, I/40-41)
Bir gün Barla'da bir kaç talebesiyle evine dönerken, birden sebepsiz "Benden ne istiyorsunuz" diye ehl-i dünyaya bağırmaya başlar. Eve geldiklerinde durum anlaşılır. Yedi-sekiz polis, evde kendisini beklemektedir. (2)
Kastamonu'da sürgünde iken, İsparta'daki talebelerine yapılan taarruzu hisseder. Haberleşme imkanı olmadığı halde, yanındaki Emin ve Feyzî isimli talebelerine der:
Alıntı :
"Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat ediniz, bir halt edemezler."(3)
“Alem-i İslam'a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum.” sözü, O'nun bu yönünü açıkça göstermektedir.(Tarihçe-i Hayat, s.123) Yanında kalan talebelerinin de belirttiği gibi, Bediüzzaman'ın bedenî bir rahatsızlığı olmamakla beraber, Müslümanlar aleyhinde durumlar olduğunda rahatsız olup yatağa düşmektedir. Diğer gün, olay gazetelerde yer aldığında, işin iç yüzü anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman'ın ifâdesiyle, "Şuurî ve ihtiyârî olmayan çok in'ikasât vardır." (Barla Lâhikası, s. 249) Yani, kişinin şuuru ve irâdesi dışında çok yansımalar olur. Mesela, sizinle ruhî münâsebeti kuvvetli birisinin hastalığı, daha siz onun hastalığını bilmeden az- çok size de yansır. Sizi ilgilendiren sevindirici bir gelişme, daha haber size gelmeden sizi neşelendirir. İşte, "Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir" diyen Bediüzzaman, bütün İslâm milleti için çalıştığından, onların dertleri ile dertlenmiş, neş'esiyle sevinmiştir.(Hutbe-i Şâmiye, s. 59) Özellikle, başında bulunduğu iman hizmetindeki yakın mesaî arkadaşları ve sadık talebelerinin hizmete taalluk eden hallerini, pek çok kereler kalbinde yansımış olarak bulmuştur.

Bediüzzaman'ın, gaybın geleceğe yönelik kısmıyla ilgili dikkat çekici ifâdeleri vardır. Bunlardan bir kısmının geleceğe yönelik haber olduğu açıkça bellidir. Birazdan örnekleri gelecektir. Bir kısmı ise, ilk bakışta gaybî haber niteliği taşımaz. Fakat zamanın akış seyri içinde, ondaki gaybî mana ortaya çıkar. Mesela, Bediüzzaman güneş sisteminden bahsederken "Küremizle beraber on iki seyyâre" (gezegen) ifâdesini kullanır. (Sözler, s. 627.) O yıllarda yedi gezegen bilinmektedir. Daha sonra bu sayı dokuza çıkmıştır. 1970'li yıllarda onuncu gezegen bulundu. Daha sonra onbirinci gezegenin yörüngesi keşfedildi. Sistemin tamam olabilmesi için, onikinci gezegenin de olması gerektiği sahanın uzmanlarınca belirtilmektedir.
Bediüzzaman, Urfa ilimizden bahsederken, "Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir" der. (Emirdağ Lâhikası, s. 433.) Bu ifâdede ilk bakışta gaybî bir haber yoktur. Fakat GAP projesi neticesinde, bu ilimizin toprakları muazzam bir berekete kavuşmuştur. Bediüzzaman'ın, 1939'da meydana gelen Erzincan depremiyle alakalı olarak değerlendirmeler yaparken, "Ramazan-ı Şerîfin teravih vaktinde..." ifâdesi, 1992 depreminde anlaşılmıştır. (Sözler, s. 157.) Çünkü, 1939'daki deprem Ramazan'da ve terâvih vaktinde değildir. 1992 depremi ise, Ramazan'ın terâvih vaktine tevâfuk etmiştir.
"Sözler" isimli eserinde, Bediüzzaman'ın bir temsil içinde yer alan şu ifâdeleri, aya çıkılacağından ve ayın durumundan haber vermektedir:
Alıntı :
"Şimdi sen dâhi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle ta Kamer'e (aya) kadar terakki ettin. Kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesâfetli, zulümatlıdır. Ne ziyâsı var, ne hayatı. Senin sa'yin beyhude, ilmin fâidesiz gitti..." (Sözler, s. 315.)
Bir de, Bediüzzaman'ın eserlerinde yer almayıp da, şifâhen söylediği şeylerin zamanla çıkması olayı vardır. Meselâ, 1943 Eylül'ünde Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, mâkam odasında Bediüzzaman'ın sarığına ilişmek ister. Bediüzzaman, "Başından bul Nevzat" diye bedduâ eder. 9 Temmuz 1946'da, Vali Tandoğan başına kurşun sıkarak intihar eder. (Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Saîd Nursî, s. 323.)
Bu türden olaylar çoktur. Biz bu çalışmada, kitâbî olanları tesbitle iktifâ edeceğiz. Şimdi konunun örneklerine geçebiliriz:
RUSYA'NIN ÇÖKÜŞÜ:
Alıntı :
Bediüzzaman, 1910'da İstanbul'dan Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Şeyh Sân'an tepesinde, dikkatlice etrafı temâşa ederken, bir Rus polisi yanına gelir. Aralarında şu muhâvere cereyan eder:
-Niye böyle dikkat ediyorsun?
-Medresemin planını yapıyorum.
-Nerelisin?
-Bitlis'liyim.
-Bu Tiflis'dir.
-Bitlis - Tiflis birbirinin kardeşidir.
-Ne demek?
-Asya'da, âlem-i İslâm'da üç nur birbiri arkası sıra inkişâfa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişâf başlayacaktır. Şu perde-i müstebidâne yırtılacak, takallus edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.
-Heyhat, şaşarım senin ümidine!..
-Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır.
-İslâm parça parça olmuş.
-Tahsîle gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstâid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idâdisinde çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talîm alıyor. İlâ âhir...
Yahu, şu asilzâde evlad şehâdetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını afâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev'i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını i'lan edecektir." (Sünühat, s. 51-53)
Bediüzzaman'ın ifâdelerinde yer alan "üç nur ve üç zulmet" yoruma açık ifâdelerdir. Fakat netice şudur ki: İslâm âleminde ardarda müsbet gelişmeler olacak, Rusya'da da kötüye gidiş yaşanacaktır. Bunun neticesinde, Bediüzzaman medresesini Tiflis'de açacaktır. Bu gaybî haber gerçekleşmiştir. Bugün Tiflis'de Risale-i Nur medresesi açılmıştır ve hizmet etmektedir. "Bitlis ve Tiflis birbirinin kardeşidir" ifâdesi, 1980'li yıllarda bu iki şehrin "kardeş şehir" ilân edilmesi şeklinde tecelli etmiştir.
Ayrıca, Bediüzzaman'ın haber verdiği İslâm ülkelerinin istiklâllerine kavuşması da aynen zuhur etmiştir. Rusya'da ki müstebid perde yırtılmış, çekilmiş, buradaki müslüman halk, müstâkil devletlerini kurmuşlardır. "Kafkas ve Türkistan'ın" Rus harb okulunda talim görmeleri, buralarda hürriyet ilânını takiben çıkan çatışmalara işaret olabilir. İngiliz Siyâsal Mektebinde okuyan Mısır ise, siyâsi yoldan bağımsızlığına kavuşmuştur. İslam devletlerinin İslâm bayrağını cihanın her tarafında dalgalandırmasını da, inşâallah önümüzdeki yıllarda göreceğiz.
RUSYA'DAKİ İSLAMİ GELİŞMELER:
Daha 1910'lar da Rusya'nın çökeceğini söyleyen Bediüzzaman, 1950'li yıllardaki bir mektubunda ise, Rusya hakkında şunları söyler:
Alıntı :
"İki dehşetli harb-i umuminin (dünya savaşının) neticesinde beşerde hâsıl olan, bir intibâh-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat'iyyen dinsiz bir millet yaşayamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlâkı kıran ve hak ve hakîkata dayanan ve hüccet ve delile istinâd eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'ân ile bir musalaha veya tâbi olabilir. O vakit, dörtyüz milyon ehl-i Kur'ân'a kılıç çekemez." (Emirdağ Lâhikası, s. 331.)
Hiç bir dine hayat hakkı vermeyen komünist sistemin çöküşünden sonra, Rusya yeniden bir din arayışına girmiştir. Bugün Rusya'da hem hristiyanlar, hem de müslümanlar yoğun bir hizmet yarışı içindedirler. Burada yüzlerce Türk Koleji, Rusların da bulunduğu geniş bir yerleşim alanı içinde hizmet vermektedir. Ayrıca, gayrıresmî bir şekilde, oralarda İslâm'a hizmet eden hayli gönüllü kuruluşlar ve şahıslar bulunmaktadır. Bütün bunların çalışmaları neticesinde, İslâmiyet Ruslar içinde hızla yayılmaktadır.
İNKILÂBLAR VE KUR'ÂN'IN GALEBESİ:
Bediüzzaman, I. Dünya savaşı öncesi talebelerine, ısrarla ve tekrarla şunu söyler:
Alıntı :
"Hem maddî, hem manevî büyük bir zelzele-i içtimâî ve beşerî olacak. (Sosyal ve beşeri büyük bir sarsıntı olacak) Benim dünya terki ile inzivâma ve mücerred kalmama gıbta edecekler."(Emirdağ Lâhikası, s. 368.)
Kendisinin şu ifâdeleri de, üstteki mânayı te'yîd etmektedir:
Alıntı :
"Eski harb-i umumîden evvel ve evâilinde (I. Dünya Savaşı öncelerinde) bir vâkıa-ı sâdıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden, o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: 'Ana korkma! Cenâb-ı Hakk'ın emridir. O Rahîm'dir ve Hakîm'dir.' Birden o hâlette iken baktım ki, mühim bir Zât bana âmirane diyor: 'İ'câz-ı Kur'an'ı beyan et!' Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabtan sonra, Kur'ân'ın etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân, kendi kendini müdâafa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; Îcâzı, onun çelik bir zırhı olacak..."(Mektubat, s. 368.)
Zaman, üstteki ifadelerin doğruluğunu göstermiştir. I. Dünya savaşı maddî bir deprem olarak Osmanlı Devletini çökertmiş, ardından Kur'an'a saldırılmıştır. Hilâfet, medreseler, tekyeler gibi, Kur'ân etrafındaki surlar ortadan kaldırılmış, fakat neticede Kur'an'a bir zarar verememişlerdir. 1950'lerden sonra bu millet, "Yeniden bir diriliş" hamlesi gerçekleştirmiştir. Din dersinin okutulmadığı, Kur'ân okutmanın yasaklandığı bir dönemden, din dersinin anayasaya girdiği, yüz binlerce İmam-Hatip lisesi öğrencisi, Kur'an Kursu öğrencisi bulunan günlere gelinmiştir. Üniversitelerde dine yeniden dönüşün yaşanması da, Kur'an'ın galebesine güzel bir örnektir.
İSTİKBÂL İSLAM'INDIR:
1910'lu yıllar, İslâm âlemi'nin en zor ve en sıkıntılı yıllarıdır. Hemen hemen bütün İslâm devletleri ecnebi sömürgesi altındadır. İslâm âlemi'nin lideri ve hilafetin merkezi olan Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı depremiyle çökmüştür. "Âlem-i İslam'a indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum." diyen Bediüzzaman, dehrin olaylarından şiddetle muzdârib iken, mana âleminden bir teselli alır. Şöyle ki:
Alıntı :
"Bir Cum'a gecesinde nevm ile âlem-i misal girdim. Biri geldi, dedi: Mukadderât-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor. Gittim, gördüm ki, münevver, emsâlini dünyada görmediğim selef-i sâlihinden ve âsârın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclisi gördüm."
Bu meclis, Osmanlı'nın mağlubiyetini ve İslâm'ın mukadderâtını ele alır. Karşılıklı soru - cevaplardan sonra, meclisten çıkan karar şudur:
"Evet, ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslam'ın sâdası olacaktır." (Sünuhat, s. 30-36)
Herkesin ümitsizlik içinde olduğu o dehşetli günlerde, Bediüzzaman geleceğe hep ümitle bakmıştır. 1910' da, Doğu'da aşiretler içinde gezerken, gelecekle ilgili müjdeler verir. O'nun bu tarz konuşmalarına, mühim bir zât itirâz eder ve der:
"İfrât ediyorsun, hayali hakîkat gösteriyorsun. Bizi de techîl ile tahkîr ediyorsun. Zaman, âhir zamandır, gittikçe fenâlaşacak."
Bediüzzaman şu cevabı verir:
Alıntı :
"Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstâkbeldeki insanlarla konuşacağım. Ey 300 seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saîdler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve sâireler.. Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız 'Sadâkte' deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, (çağdaşlarım) varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla, sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler, Cennet - âsa (cennet gibi) bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır."
(...) Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada mâziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakikatını hayal tevehhüm etsinler. Zirâ ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili, (mes'eleleri) hakikat olarak sizde tahâkkuk edecektir." (Münâzarat, s. 87-89.)
Bediüzzaman'ın bu heyecan dolu ifâdeleri, kuru bir temenniden ibâret değildir. Hicri 1300'den sonraki dönemin parlak bir dönem olacağına işâret edilmiştir. Hicri 1400'e tekâbül eden, 1980'li yıllar, ülkemizde ve İslâm âleminde, hatta insanlık âleminde İslâmî hizmetlerin hızla yayıldığı bir dönemin başlangıcı gibidir. Fakat bedbîn, ümitsiz insanların böyle bir İslâmî gelişmede katkıları olmayacaktır. Ümitsizlik telkiniyle, hiç olmazsa başkalarına engel olmamaları için, Bediüzzaman onlara şöyle seslenir.
Alıntı :
“İşte, ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız! Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, hakîkat-ı İslâmîyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd gelsin.” (Münazarat, s. 89.)
Yani, ey ayakta gezen cenazeler. Gelen neslin önünde durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, İslâm gerçeğini hakkıyla kâinat üzerinde dalgalandıracak olan "Yeni nesil" gelsin. 1911' de, Şam'da Emeviye Camii'nden verdiği hutbede, İslâm âleminin temel meselelerine temas eden Bediüzzaman, orada da gelecekle ilgili kesin kanâatini şöyle belirtir:
Alıntı :
"İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'an'iye ve imaniye olacak."(Hutbe-i Şâmiye, s. 21.)
Yani, istikbâle Kur'ân ve iman hakîkatleri hükmedecek. Öyle ki Müslüman olmayan ülkeler bile, Kur'ân'ın hakîkatlerine yönelme lüzumu hissedecekler. Mesela, fuhuş bütün milletlerin başının belasıdır. Bundan kurtuluş, meşru nikâhla mümkündür. Hem mesela, fâiz bütün devletlerin problemidir. Günümüzde Amerika'da "Sıfır faizli sisteme nasıl ulaşılır?" araştırmaları yapılmaktadır. Bunun anlamı, Kur'ân'ın bir hakîkatına yönelim demektir.
"Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbâlde, elbette bürhân-ı akliye istinâd eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek." (Hutbe-i Şâmiye, s. 27)
Alıntı :
“Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki, Osmanlılar Avrupa ile hamile olup, bir Avrupa devleti doğurdu." (Hutbe-i Şâmiye, s. 54)
1970'li yılların başında Almanya'da Alman asıllı üç - beş Müslüman varken, günümüzde bunların sayısının yüzbinleri aşması; Avrupa'nın pek çok yerinde kiliselerin câmiye çevrilmesi gibi olaylar, Bediüzzaman'ın üstteki ifâdelerini doğrulamaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyeti, bu tarz gaybî müjdelerin esasını teşkin eder:
Alıntı :
"Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hoşlanmasalar da nurunu tamamlayacaktır." (Saf, 61/Cool
BATI MEDENİYETİNİN ÇÖKÜŞÜ:
Rusya'nın çöküşünü haber veren Bediüzzaman, Batı medeniyetinin de çökeceğini belirtir. Batı medeniyetini tahlîl ederken, esaslarının çürüklüğüne dikkat eder. Şöyle ki (mana olarak):
Alıntı :
Bu medeniyetin;
- Dayanak noktası kuvvet,
- Hedefi menfâat,
- Düsturu mücâdele,
- Kitleler arasındaki bağ, başkasını yutmakla beslenen ırkçılık.
- Hizmeti, hevâ ve hevesi teşci ve arzularını ve metâlibini teshîldir. (Sünuhat, s. 33.)
Bu gibi çürük temellere dayanan bir medeniyette, ister istemez medeniyetin kötü yönleri, iyi yönlerine galip gelecektir.
Bugünkü görünümüyle Batı medeniyeti, nefse hizmet eden bir medeniyettir. Her türlü gayr-ı meşru eğlenceler, âdeta bir örf haline gelmiştir. Aile bağlarının zayıfladığı, içki ve uyuşturucunun her kesimde kullanıldığı bir medeniyetin uzun ömürlü olması mümkün değildir. Bediüzzaman'ın tesbitiyle, Batı medeniyeti, "Kurtlanmış bir ağaç" hükmündedir. (Hutbe-i Şamiye, s. 36)
Batan Batı medeniyetinin yerini, İslâm medeniyeti alacaktır. "Nasıl olur? Batı medeniyeti nasıl batar? Pek iç açıcı görünüme ahip olmayn İslâm ülkeleri, yeni ve parlak bir medeniyeti nasıl gerçekleştirirler?" şeklinde zihinlerde meydana gelebilecek sorulara, şu ifâdeler bir cevap niteliğindedir:
Alıntı :
“Bakınız, zaman hatt-ı müstâkim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki, küre-i arzın hareketi gibi bir dâire içinde dönüyor. Bazan terâkki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev'i beşerin dâhi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah.” (Hutbe-i Şamiye, s. 37-38)
Yani, zaman düz bir hat üzerine hareket etmiyor ki, başlangıçla son nokta birbirinden uzaklaşsın. Belki dünyanın hareketi gibi, bir dâire içinde dönüyor. Bazan ilerleme içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan gerileme içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, insanlığın dâhi bir sabahı, bir baharı olacaktır inşâallah. Bediüzzaman'ın zamanın dâirevî hareketiyle ilgili tesbiti,
Alıntı :
"... O günler, (galibiyet - mağlubiyet günleri) biz onları insanlar arasında evirir, çeviririz..."(Âl-i İmran, 3/140)
âyetinin bir tefsîridir. Evet, milletlerin de hayatında gece ve gündüz, kış ve yaz vardır. Batı'nın karanlıklar içinde kaldığı ortaçağda, İslâm âlemi medeniyetin zirvelerindeydi. Mesela, Şanlı Osmanlı Devleti, en kuvvetli bir devletti. Endülüs Emevi Devleti, Avrupanın ilim merkeziyi. Fakat üç asırdır, maddî planda onlar ilerledi, müslümanlar geri kaldı. Şimdi ise İslâm âlemi yeni bir diriliş heyecanı yaşıyor. Bir yandan Rusya'dan bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri, bir yandan ülkemizde yetişen genç ve dinamik imanlı kadrolar, ülkemizi İslâm âlemine lider ülke yapabilecek bir görünüm arz etmektedirler.
"Mekke'de olsam da buraya gelmek lazımdı" diyen Bediüzzaman, Türkiye'yi en mühim bir cephe olarak görür. (Emirdağ Lahikası, s.180.) Buranın kurtulması, İslâm âleminin kurtulması demektir. Kendisi, bu ümidini şöyle dile getirir:
Alıntı :
"Rahmet-i İlâhiye'den ümit kesilmez. Çünkü Cenâb-ı Hak, bin seneden beri Kur'ân'ın hizmetinde istihdâm ettiği ve ona bayraktar tâyin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat (geçici) arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir." (Mektubat, s. 327)
II. DÜNYA SAVAŞI:
20. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olur. Bunlardan birincisi, Osmanlı Devleti'nin çökmesini netice verir. İkincisi ise, Osmanlı Devlet'ine darbe vuranların başlarına inen bir musibet görünümündedir.
Bediüzzaman, I. Dünya savaşı sonrası yazdığı, yarı manzum Lemeât isimli eserinde, iki yerde, II. Dünya savaşına işâret eder. Şöyle ki:
Alıntı :
"Beşer, hayatını isterse, envâ-yı ribâyı öldürmeli." (İinsanlık, hayatını isterse, her türlü fÂizi öldürmeli) başlıklı yazısının devamında şöyle der:
"Beşer bunu isterse, sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli.
Kur'ân'ın adâleti bâb-ı âlemde durup, ribâya der:
"Yasaktır, hakkın yoktur dönmeli."
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille,
Müthişini yemeden, bu emri dinlemeli." (Sözler, s. 661.)
Yani Kur''ân, âlem kapısında durup, fâize "Yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der. Fakat bu emir dinlenmeyince, insanlık I. Dünya savaşıyla bir tokat yer. Daha müthişini yemeden bu emri dinlemeli.
II. Dünya savaşından sonra Bediüzzaman, üstteki yazısına şu dipnotu düşer:
Alıntı :
"Kuvvetli bir işâret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, bu II. Harb-i Umumî ile dehşetli silleyi de yedi."
“Kurun-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinâyet,
Hem gadr ve hem hıyânet,
Şu medeniyet-i hâbise, tek bir defa da kustu,
Midesi daha bulanır.”
(Sözler, s. 665)
Yani, ilk çağlardaki bütün vahşet ve cinâyeti, zulüm ve hıyaneti, şu habis medeniyet tek bir defada kustu. Midesi daha bulanır).
Bediüzzaman, bu ifâdelerine de şu dipnotu düşer:
"Demek daha dehşetli kusacak, evet, iki Harb-i Umumî ile öyle kustu ki, hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi."
Bediüzzaman Saîd Nursî, Fil Suresi'nde zikredilen Ebâbil kuşlarının, Kâbeyi tahribe gelen orduyu siccilden taşlarla bombalaması olayına dikkat çekerek şöyle der:
Alıntı :
“(Termîhim bihıcaretin) cümle-i kudsiyesi 1359 edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşlar yağdırmasına tevâfukla işâret ediyor.” (Kastamonu Lahikası, s. 225)
Evet, II. Dünya Savaşı, Osmanlı'yı çökertenlerin başlarına inen semavî bir bela gibi tecelli etmiştir. Önce Almanya ve İtalya birleşip İngiltere ve Fransa'ya büyük kayıplar verdirmiş, şehirlerini ve medeniyetlerini bombardıman etmişlerdir. Sonra ise, savaş aleyhlerine dönmüş, kendileri de perişan olmuşlardır. Böylece zalimler, zalimlerin cezasını vermekte aracılık etmişlerdir.
Bediüzzaman, üstte zikredilen değerlendirmesinden sonra, geleceğe yönelik şu ifadeleri kullanır:
Alıntı :
"Evet, bu tokattan pür-şer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur'ân'a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcâr-ı semâviye (göktaşları) başlarına yağacağını, bu sûre bir mâna-yı işarî (işârî bir mana) ile tehdîd ediyor." (Kastamonu Lahikası, s. 227)
1940'lı yılların sonbaharında gazetelerde çıkan bir haber, üstteki ifâdeleri doğrular tarzdadır. Şöyle ki:
Alıntı :
"Bu baharda, Rusya'nın Vilâdivostok ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsâli görünmeyen büyüklükte semadan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü 25 metre uzunluğunda ve 10 metre boyundadır. Düştüğünde, etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule getirmiş."
"İşte bu fıkra, doğrudan doğruya bu taşlara işaret olmasına iki emâre var:
1. Şimdiye kadar gelen semavî taşlar, bir - iki karış oldukları halde, böyle 25 metre uzunluğunda ve 10 metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavâtın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir."
2. Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdîd eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir.” (Emirdağ Lahikası, s. 213)
ANARŞİ:
Anarşi, 1969 üniversite öğrenci hareketleri sonunda Türkiye'nin kullanmaya başladığı kelimelerden biridir. Bediüzzamanın Mektubat isimli eserinde kullandığı şu ifâdeler, Türk Milletine de devam edecek bir fitneyi gösterir:
Alıntı :
"Türk unsurunda ebedi kabil-i iltiyâm olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet o iki kuvvet ile oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir." (Mektubat, s. 439)
"Sağ - sol olayları" "Türk - Kürt mes'elesi", "Alevî - Sünnî ayırımı" ve şimdilerde alevlendirilmek istenen, "Lâik - Anti Lâik" taksimi, üstteki cümlenin görünümlerindendir. Güçlü bir Türkiye istemeyen dış güçler, bu gibi ayrımlarla fitneyi körüklemekte, anarşiyi desteklemektedirler. Bazı idârecilerin bilerek veya bilmeyerek yaptıkları yanlış icraatlar, böyle fitnelerin uyanmasına vasat hazırlamıştır. Bediüzzaman, 1947'lerde idârecilere şu hatırlatmaları yapar:
Alıntı :
"Efendiler! Siz ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat'iyen size haber veriyorum ki, ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübâreze, belki sizi düşünmek dâhi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakîki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye (gelecek nesle) gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar."
(...) "Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi rıza-yı İlâhî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idâm-ı ebediden ve ebedi haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya âit ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin bîçâreler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim, dalâlet-i mutlâkaya düşer, anarşist olur, daha idâre edilemez."
"Evet, eski terbiye-i İslâmiye'yi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'ânât-ı milliye ve İslâmiye'ye (milli ve İslâmi an'ânelere) karşı yüzde elli lakaydlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmâreye tabi olup, millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyâsetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyyen menettiği gibi; Risale-i Nur'u, hem şakirdlerini bu zamana karşı alâkalarını kesmiş. Hiç onlarla ne mübâreze, ne meşguliyet yok.” (Emirdağ Lahikası, s. 21-22)
Bu ikâzlara kulak verilmiş midir? Tam anlamıyla kulak verildiği söylenemez. Zira bu anarşi ve terörü ülkemiz yaşamıştır ve yaşamaya devam etmektedir.
Bediüzzaman, Felâk Suresi ile ilgili bir yorumunda şunları söyler:
Alıntı :
"(Ğasikın iza vekab) Mîlâdî 1971 olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak." (Şualar, s. 269)
1971 anarşinin tırmandığı yıllara tekâbül eder.
Ülkemizi hayli sarsan ve içimizde yaralar açan sağ-sol çatışması ve bölücü terör örgütünün eylemlerinden sonra, şimdi de Alevî-Sünnî ayırımıyla, bu millet birbirine düşürülmek istenmektedir. Aynı dinin mensublarının, teferruattaki farklılıklardan dolayı birbirine düşmanca bakması, cidden üzücü ve düşündürücüdür. Bediüzzaman'ın 1930'larda söylediği şu sözleri düşünmeye ve gereğince harekete ne kadar da muhtacız:
Alıntı :
"Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânasız ve hakîkatsız, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız! Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip, ezmesinde istimâl edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhîd olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihâdı emreden yüzer esaslı râbıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirâkı iktizâ eden cüz'î mes'eleleri bırakmak elzemdir." (Lem'alar, s. 26)
Anarşi konusunda son bir gaybî haberle bahsi noktalamak istiyoruz. Şöyle ki:
Bediüzzaman, siyâset üstü bir tavırla, milletin iman ve Kur'ân'ına hizmet etmiştir. "Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var..."(Mektubat, s. 71) sözleriyle tavrını ortaya koyar. Parti ayırımı yapmaksızın bütün müslümanları şefkatle kucaklar. Fakat her nedense Halk Partisi, hem tek partili dönemde, hem de 1950'lerdeki çok partili dönemde Bediüzzaman'la çok uğraşır. Bediüzzaman, yine engin bir şefkatle, kendisiyle uğraşan zihniyetin Halk Partisinin yüzde beşi olduğunu söyler, suçu onlara verir. Diğerlerini masum olarak görür.
Kendisinin bu partiyle ilgili şu cümleleri, gaybî haber olma noktasında hayli dikkat çekicidir:
Alıntı :
"Bu asîl Türk Milleti, ihtiyârıyla o partiyi kat'iyyen iktidara getirmeyecek. Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır.” (Emirdağ Lahikası, s. 485)
1950'lerden bu yana, bu hüküm geçerliliğini korumuştur. Çünkü adı geçen parti, asla seçimle iktidar olmamıştır. Ya ihtilalle gelmiş veya koalisyonla hükümette yer almıştır.
Bediüzzaman, Demokrat Parti idarecilerine yazdığı bir mektubta bir endişesini şöyle belirtir:
Alıntı :
“Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlup etmeye ihtimâl-i kavî ile hissettim. Ve İslâmîyet namına telaş ediyorum." (Emirdağ Lahikası, s. 449)
Bu cümle, bir ihtilâlin habercisidir. 23 Mart 1960'da Bediüzzaman vefat eder. İki ay sonra 27 Mayıs İhtilâli gerçekleşir.
MEZARININ YIKILMASI:
Bediüzzaman, ömrünün sonlarında neşrettiği mektuplarda kabrinin gizli olmasını vasiyet eder.
Alıntı :
"Benim kabrimi gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum."
"Ben de Risale-i Nur'daki azamî ihlası kırmamak için, o ihlasın sırrıyla kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum... Dünyada beni sohbetten men eden bir hakîkat, elbette vefatımdan sonra da o hakîkat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek." (Emirdağ Lâhikası, s. 447-448)
23 Mart 1960 da (Hicri 1379 da) Urfa'da vefat eder. Halilurrahman dergâhına defnedilir. Talebeleri hayret içindedirler. Çünkü, o güne kadar Bediüzzaman'ın her dediğinin çıktığını görürlerken, kabrinin bilinmemesi mes'elesi çıkmamıştır. Her gün, binlerce insan, kabrini ziyaret etmektedir. İşin sırrı 27 Mayıs İhtilali'yle ortaya çıkar. İhtilal hükümetinin emriyle, 12 Temmuz 1960'da gece yarısı Bediüzzaman'ın kabri parçalanır. Na'şı bir uçakla Isparta istikâmetine götürülür. (Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Saîd Nursi, s. 431) Talebeleri o zaman Bediüzzaman'ın vasiyetini ve şu sözlerini daha iyi anlarlar:
Alıntı :
"Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,
Saîd'den yetmiş dokuz emvat, baâsam alâma,
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş.
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma."
(Sözler, s. 647)
RİSALE-İ NUR HİZMETLERİ:
Bediüzzaman, yazmış olduğu tefsirle bir ekol meydana getirmiş, büyük İslâmî hizmetlere vesile olmuştur. 1930'larda Barla'da sürgünde bulunduğu sırada, bir talebesinin rüyasını tabir ederken şöyle der:
Alıntı :
“(...) O cemaat telsiz aletlerin ahizeleri hükmünde bütün dünyaya ders işittirmek istemek hikmeti ise; inşâallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ilerde tevfikî-i İlâhî ile birer şecere-i âliye (yüksek birer ağaç) hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar.” (Mektubat, s. 350)
Bir rüya dolayısıyla yapılan bu tabir, günümüzde gerçek olarak tecelli etmiştir. Ekilen nur tohumları, Türkiye'nin hemen her yerinde çiçek açtığı gibi, âlem- İslâm'ın, hatta insanlık âleminin pek çok yerlerinde meyvesini vermiştir.
1944 Deniz'li hapsinde, pekçok talebesiyle birlikte bulunan Bediüzzaman, talebelerine şu müjdeli mesajı gönderir: "Merak etmeyiniz! O nurlar parlayacaklar!" (Şualar, s. 308)
1947'lerde Afyon Emniyet Müdürü'ne yazdığı mektubunda ise şunları der:
Alıntı :
"Size kat'iyyen ve çok emârelerle ve kat'î kanaatımla beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-î İslâm'a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtac olacak. Mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini mefâhir-i tarihiyesini onun ibrâzıyla gösterecektir." (Emirdağ Lâhikası, s. 73)
Nitekim 1980'li yılların ortalarında, bu eserlerin serbestiyeti resmen ilân edilmiş, hatta devletin kütüphanelerine takımlar halinde alınmıştır. Devlet, bu eserleri okuyanlarla uğraşmak yerine, istifâde etmek ferâsetini göstermeye başlamıştır. Millet Meclisi'nin aldığı "Bediüzzaman'a iâde-i itibâr" kararı da müsbet gelişmelerden biridir denilmesi, Peygamber (asm) dışındaki diğer insanların da, ilâhî kelâm’dan nasibi olabileceğini göstermektedir.
Buna göre âyette, “Allah Peygamber'lerine bu üç yoldan başka konuşmaz” denilmeyip, “Allah insanlarla bu üç yoldan başka konuşmaz” Âyetin genel üslubundan anlaşılıyor ki, gayb, kapıları kilitli bir hazine gibidir. Bu hazinenin anahtarları da Allah’ın elindedir. Nitekim şu âyet, genel bir hüküm olarak gâybı ve geleceği sadece Allah'ın bildiğini haber verir:
Alıntı :
“De ki: Göklerde ve yerde Allah’dan başkası gaybı bilmez...” (Neml, 27/65)
Fakat her genel hükmün istisnaları olabilir. “Kuğular beyazdır” dediğimizde “genelde beyazdır” manası anlaşılabilir. Zira az da olsa siyah kuğular vardır. “Geleceği hiç kimse bilemez mi? Allah, kendi katındaki gayb hazinelerinin anahtarını başkasına veremez mi?” şeklindeki sorularımıza, bu âyet bir açıklık getirmektedir.
Dipnotlar:
(1) bk. Kastamonu Lahikası, (7. Mektup)
(2) bk. Sikke-i Tasdik-i Gaybi.
(3) bk. Kastamonu Lahikası, (86. Mektup)
Makale Yazarı: 
Sorularlarisale.com

http://www.bediuzzamansaidnursi.org/merakedilenler/kuran-i-kerim-gaybi-ancak-allah-bilir-derken-bediuezzamanin-gelecekle-ilgili-bazi-hab
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Gelecekten Haber verme-isitkbalden -Muhyiddin arabi
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Muhyiddin İbn Arabî'nin "eş-Şeceretü'n-Nu'mâniyye" İsimli Eseri
» mecmuatül ahzab ın şazeli- muhyiddin ibn arabi-nakşibendi kısmı-ERcüze-CELCELÜTİYYE
» Nesimi-Dünya duracak yer değil, ey can sefer eyle-Alim Ferqane Qasimova
» Hizli Düşünme Ve Cevap Verme Yöntemleri
» Ferqane Qasimova - Dunya -Gönül verme cihana bivefadır

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: YENİ VE EN SON :: Soru --Cevaplar-Tartışmalı Konular-
Buraya geçin: