| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| AHKAM-I ŞERİYDE SÜNNET DELİLİ | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
@bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: AHKAM-I ŞERİYDE SÜNNET DELİLİ Paz Ekim 04, 2009 1:58 am | |
| AHKAM-I ŞERİYDE SÜNNET DELİLİ
M. Ali KAYA I. Sünnetin Tarifi ve Aksamı: Sünnet, lügatte peygamberin (sav) siyreti, âdeti ve gittiği yol anlamına gelmektedir. Sünnetin cem’i “Sünen”dir. Usul-i Fıkıhta ise sünnet, vahyin ikinci membaı, mübelliği ve tatbikçisi olan peygamberden (sav) sadır olan kaviller, fiiller ve takrirlerin tümünü ifade eden bir terimdir. Sünnetin çoğu “kavil”dir ve beyân-ı nebevîdir. Kaviller aynı zamanda “Hadis” manasındadır. Zira hadislerin çoğu peygamberimizin (sav) kavillerinden müteşekkildir. Peygamberimizin (sav) “Ramazan hilalini görünce oruca başlayın, şevval hilalini görünce orucu yiyin, hava bozuk olursa hesab edin ve otuza tamamlayın.” (Buhari, Savm, 11; Müslim, Sıyam, 4, 18) “Uyuyarak ve unutarak namazı geçiren hatırlayınca hemen kılsın” (Ebu Davud, Salât, 11; Dârimi, Salât, 26) hadisleri kavlî sünnettir.
Peygamberimizin (sav) dini, uhrevi ve dünyevî talimatların tamamı vahiydir. Ancak bu vahy “ferman-ı ilâhî” olan ve ibadet amacı ile okunan “vahy-i metluv” değil, vahyin ikinci mertebesi olan “ilham-ı enbiya” denilen vahiylerdir. Ferman-ı İlâhî ve “Kanun” olan “Kur’ân-ı Kerimin” bir nevi açıklamasıdır. Bu nedenle peygamberimiz (sav) “Benim sözlerim Kur’âna aykırı olursa kabul etmeyin” buyurmuştur. Vahyin bu kısmına “Vahy-i Batın” da denir. Vahy-i Batın Hz. Peygamberin (sav) ahâm-ı mansusa üzerinde meydana getirdiği içtihatlarıdır. Bu içtihatlar da böyle bir vahy neticesi meydana gelmiştir.
İslam bilginleri sünneti üçe ayırır: Birincisi: Kavlî Sünnet: Peygamberimizden (sav) rivayet edilen emir, yasak, tavsiye ve nasihat kabilinden olan bütün sözlerine “Kavlî Sünnet” veya “Hadis” denir. Kütüb-ü Sitte-i Meşhure peygamberimizin (sav) bu nevi hadislerinden meydana gelmiş “Sahih” “Sünen” ve “Müsned”lerdir. Peygamberimizin (sav) “Ameller niyetlere göredir.” “Zarar vermek de, zarara zarar ile mukabele etmek de yoktur.” “Vârise vasiyet yoktur.” “Merada otlayan mallar zekâta tabidir” sözleri kavli sünnete örnektir ve her biri hukukta temel kurallardan birini teşkil eder. İkincisi: Fiilî Sünnet: Peygamberimizins (sav) bizatihi uygulayarak gösterdiği sünnetleridir. Bunlara “Namaz” ve “Hac” ibadetini örnek verebiliriz. Nitekim peygamberimiz (sav) “Beni nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız öyle kılınız” (Buhari, Ezan, 18) ve “Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden öğrenin” (Müsned-i Ahmed, 3:318, 366) buyurmuştur. Bu ibadetlerin yapılışı peygamberimizin (sav) fiilleri ile sabit olmuştur. Keza, peygamberimizin (sav) savaşlarda yaptığı işleri ve elçilere karşı tutumu da fiilî sünnete örnek teşkil eder. Hırsızlık yapan birinin elini keserek had uygulaması da fiilî sünnettir.
Peygamberimizin (sav) bir şeyi satın aldığı zaman parası olmadığında rehin bırakması bu hususun cevazına delildir; bu zaruretten kaynaklanan bir surum olduğu için vücubuna delalet etmez. Bununla beraber peygamberimizin (sav) her fiili ve her hareketi “sünnet” olarak değerlendirilimez. Beşerî halleri ve fiilleri bunlardandır. Bütün bunlar “Usul-i Fıkhın” konularına dâhildir. Peygamberimize has olan ve “Hasais-i Nübüvvet” sayılan hususlar vardır ki bunlar ümmeti için vücup ifade etmez. Gece namazı olan “Teheccüd” peygamberimiz (sav) için vacip, yani farz derecesinde iken ümmeti için mendup sayılır. Kılmayan mesul olmaz, kılan faziletinden istifade etmiş olur. Üçüncüsü: Takrîrî Sünnet: Peygamberimizin (sav) gördüğü ve işittiği halde sesini çıkarmayarak onayladığı hususlardır. Zira bir peygamber yanlış olan bir şeye müsaade buyurmaz. Müsaade buyurduğu ve yapılmasına göz yumduğu hususlar elbette meşru olan hususlardır. Sahabelerden iki kişi su bulamadığı için teyemmüm etmişti. Sonra su bulundu. Birisi su ile abdest alarak namazını iade etti. Diğeri etmedi. Durum peygamberimize (sav) arz edildi. Peygamberimiz (sav) iade etemeyene “sünnette isabet ettin” buyurdu. İade edene de “sana iki misli ecir var” buyurdular.” (Ebu Davud, Taharet, 128) Peygamberimiz (sav) bazı hallerde sukut eder ve ses çıkarmazdı. Bu da peygamberimizin (sav) ona cevaz verdiğine delil olmuştur. Zira susmakla da olsa takriri olarak kabul etmiş demektir.
Usul-i Fıkıhta takrir “tespit” anamındadır. Ancak “sükût” mutlak takrir olarak kabul edilmez. Zira puta tapan birinin yanında peygamberimizin (sav) susması “takrir” olarak anlaşılamaz. Bu hayret ve öfkeden ses çıkarmamakla beraber kabul etmemek olarak anlaşılır.
II. Hüccet Olması Bakımından Sünnet: Sünnet senet ve hüccet olma bakımından üçe ayrılır: Mütevatir Sünnet, Meşhur Sünnet ve Âhâd Sünnettir.
Mütevatir Sünnet: İlk üç asırda bir araya gelerek aynı şeyi söylemeleri mümkün olmayan ve yanlışta ittifakları imkânsız olan bir toğluluğun verdiği haber ve rivayet ettiği hadistir. Abdest, namaz, oruç, hac, ezan, zekât gibi şeâir-i islamiye olan ve Resulullah’tan nakledilen amelî sünnetler tevatüren naklolunarak gelmiştir. Yine peygamberimizin (sav) “kim benden bilerek bir yalan haber verirse cehennemdeki yerini hazırlasın” hadisi 70 sahabeden tevatüren nakledilmiştir. Muhammed b. Cafer el-Kettanî’nin “Nazmu’l Mütenâsir fi’l-Hadisi’l-Mütevatir” isimli eserde 309 adet mütevatir hadisi bir araya getirmiştir.
Mütevatir hadis Resulullah (sav) tarafından kesinlikle rivayet edilmiş kat’iyeti sabit olan hadistir. Kesin bilgi ve yakîn ifade eder. İslam bilginleri mütevatir hadisi inkâr edenin dalalete düşeceğini konusunda ittifak etmişlerdir. Mütevatir hadisin ravilerinin belli bir sayıda olması şart değil, hakkında kesin ve yakînî ilim hâsıl etmesi yeterlidir.
Mucizelerde tevatür şart değildir; zira mucizeler bir cemaat huzurunda vuku bulduğu için rivayet eden bir kişi de olsa diğerleri itiraz etmeyerek sukut etmeleri ile kabul etmiş oldukları için “manen mütevatir” sayılır. Bu nevi rivayetler ahadî de olsa “mütevatir-i bi’l-mânâ” denilir.
Meşhur Sünnet: Resulullah’dan (sav) rivayet edenlerin sayısı tevatüre ulşamayan; ama sahabeden sonra hicrî ikinci asırda muhaddislerin icma ve tevatürü ile rivayet edilen ve kitaplarına alarak ibadet, hukuk ve muamelatta istimal ettikleri hadislerdir. Yine ahlakçıların kitaplarına aldıkları ve üzerinde ittifak ettikleri hadisler de meşhur hadislerdir.
Meşhur hadisler çoktur ve bunlar daha sonra gerek hukukta gerekse muamelatta ve ibadette kaide ve kuralları meydana getirmişlerdir. Misal olarak “Ameller niyetlere göredir.” “İslam beş esas üzere bina edilmiştir.” “İman Allah'a, peygambere, kitaplara, meleklere, ahret gününe ve kadere inanmaktır.” “Zarar vermek ve mukabele-i bizzarar yoktur” hadisleri meşhur olduğu gibi uygulamaya yönelik olarak “Mestler üzerine meshetmek” “Recm olayı” ile ilgili haberler “Meşhur hadis” sınıfına dâhildir.
Hadisin hicri üçüncü asırda meşhur olması muteber değildir. Mütevatir hadisten farkı tevatürde şart koşulan topluluğun ilk üç asırda aynı tevatürü muhafaza etmesi ve rivayet zincirinin tevatüren Resulullah’a kadar gitmesi şarttır. Meşhur hadislerde bu şartlar aranmaz.
Haber-i meşhur haberi vâhide istinat edebilir. Ancak haber-i vahid daha sonra muhaddislerin çoğunluğu tarafından rivayet edilmesi gerekir. Meşhur sünnetin sahabeden nakli kat’îdir. Mütevatir gibi kat’iyet ifade etmemekle beraber kesindir. İnkâr edenker fasık durumuna düşer. Meşhur hadisler Kur’anın umumi olan kümünü tahsis, mutlak olan hükmünü de takyit eder.
Âhad Sünnet: Resulullah’tan (sav) sonraki ravilerin sayısı bir veya ikiyi geçmeyen hadisler ve sünnetlerdir. Fıkıh Usulünde tevatür seviyesine ulşamayan ve meşhur hadislerden sayılmayan rivayetlerin tamamı ahad sünnet olarak kabul edilir. İmam-ı Şafii (ra) ahad rivayete “Haber-i Hâssa” adını vermiştir. Ahad rivayetin delil olması için ravilerin adalet, zabt şartlarını taşıması ve bu haberi bizzat peygamberden bizzat işitmiş olması ve hadisin metninde Kur’ânın kesin emirlerine aykırılık bulunmaması şarttır. Bunlardan biri bulunmazsa bu rivayet ahkama merci olamaz.
Ahad rivayet itmi’nan ve yakîn ifade etmez; zan ifade eder. Yani bu hadisin Resulullah’tan (sav) suduru zannîdir. Ancak sübutunda şek olmakla beraber itikadı vacip olmasa dahi onunla amel etmek vaciptir. Ahad rivayet de olsa hadis varken – hadis olmadığına dair kesin delil yoksa – onunla amel etmek vaciptir. Cumhur-u Ulemanın görüşü budur. Zira usul-i hadis ıstılahı ve usulü gereği olarak ravilerin adalet, zabt ve itkan sıfatları kâmilen mevcut olması sebebi ile hadis sahih olduğu için bu durum hadisle amel etmenin vacip olmasını gerekli kılar.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri özetle “Kur’ânı tefsir edecek olanın, yine kur’ân ve hadis-i Sahih olduğunu” ifade eder. (Muhakemat, 2006, s.37) Hükümler Kur’ân ve hadise göre verilecektir. Zira “Hadis, mâden-i hayat ve mülhim-i hakikattir.” (Muhakemat, 40)
Ancak hadisleri değerlendirirken üç kaziye ve üç hükümle muhakeme etmek şarttır. Birincisi: “Bu kelam peygamberin (sav) kelamıdır.” Bu hüküm tevatürün veya yukarıda saydığımız meşhur olması ve ahad rivayet olmasının sonucudur. Bu konuda terddüte gerek yoktur.
İkincisi: “Kelamın manay-ı muradı hak ve sadıktır.” Bu kazıyeye de iman etmek gerekir. Zira peygamber mu’cizelerle müeyyed olduğu ve hadislerin de “O hevasından konuşmaz” (Necm, 53:3) ferman-ı ilâhisi gereği vahye istinat ettiği hakikattir. Öyle ise manay-ı muradı ne ise o mana haktır.
Bu ikisinde ittifak etmek gerekir. Birincisini inkâr eden mükâbir ve kâzib, yani yalancı olur. İkincisini inkâr eden ise dalalete gider ve zulme düşer.
Üçüncüsü: “Bu kelamdan murat budur ve ben bunu anlıyor ve bu sedefte bu inci vardır diye gösteriyorum. Benim anladığım husus budur.” Bu ise kişinin kendi arzusu ve hevasının hükmü değil, içtihadın neticesi olmalıdır. Müçtehit olan da bir başkasını taklit etmekle mükellef değildir. Şer’î delillerden olan Kitap ve Sünnette bu üç hüküm cereyan eder. Son üçüncü manayı, yani hadisin sıhhatine ve peygamberin muradının hak olduğuna iman eden kimse muhaddisin veya fakihin anladığı üçüncü şıktaki manayı inkâr etmekle ne küfre girer ve ne de mükabir, inkârcı olur. Her evin bir kapısı vardır ve her eve kendi kapısından girmek gerekir. Her evin bir kapısı ve her kilidin bir anahtarı vardır. (Muhakemat, 72-73)
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Ahadî hadislerin akideye dâhil olamayacağını da ifade eder. (Muhakemat, 87) Akaidî ve ahkâma dair hükümlerin çıkarılması için hadisin yakîn ifade etmesi şartı vardır. Bu nevi hadisler de ancak “Mütevatir ve Meşhur Hadisler” nevinden olması ve yukarıda ifade edilen şartları taşıması gerekir.
İmam-i Şafii hazretleri mürsel ve zayıf hadisleri ahkâm-ı şer’iyede hüküm çıkarmak için hüccet tutmaz. Ama ümmetçe kabul edilen hadisler mevzu, yani uydurma olduğuna dair delil yoksa ahkâmda değil, fezâil-i a’mâlde ve hâdisât-ı islamiyede hüccetlerini ve delaletlerini kabul etmiştir. (Şualar, 2005, s.659)
Mevzu olduğu iddia edilen hadislere gelince bu nevi hadislerin manası yanlıştır denemez. Manaları hak ve hakikat olabilir. Ancak an’aneli senet ile hadisiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa manası hak ve hakikat olabilir. Hadisin peygamebrimize (sav) senetle ulaşmadığı için muhaddisler bu nevi hadislere “mevuzu” diyerek senedinin sıhhatli olmadığını ifade etmişlerdir. Hatta ibn-i Kayyum el-Cevzî gibi muhaddis münekkidlerin bazı sahih ve meşhur hadislere “mevzu” dediğini ulemalar accüple nakletmişler. (Şualar, 658)
Sonuç olarak ahkâm-ı şerîyeye merci olması bakımından Mütevatir ve Meşhur Hadisler ahkâma delaleti kat’î ise ve başka manaya tevil ihtimali de yoksa Kur’an yani “Kitap” gibidir. Şayet manaya delaleti zanni olup, başka manalara da ihtimali varsa o zaman “delâleti zannî” olur. Kurânın vürüdu ve sübutu kat’îdir, hadis şayet mütevatir hadis ise o da vürudu ve sübutu kat’î sayılır. Delalet açısından ise aynen Kur’ân gibidir, kendisinden hüküm çıkarılır. Kur’ânın da manaya delaleti kat’î ve zanni olabilir. Bu bakımdan şer’î ve ameli hükümlerin membaı Kur’ân ve Hadistir, aralarına kaynak olarak fark yoktur.
Nitekim peygamberimiz (sav) Hz. Muaz’a (ra) “ne ile hükmedeceksin” diyince Hz. Muaz (ra) “Allah'ın kitabı ile… Orada bulamazsam Resulünün sünneti ile” buyurmuş ve peygamberimiz (sav) buna memnun olmuştur. Kur’ân ile verilen hüküm ile sünnet ile verilen hüküm şer’î birer hüküm olması açısından fark yoktur. Ancak Kur’ânın kesin hükmüne farz, resulün hükmüne ise Kur’ânın “manaya delaleti zanni” olan hükümlerinde “Vacip” hükmünü alır, yoksa “Sünnet” hükmünü alır. Sünnetin bir kısmı “vacip” derecesindedir ki yapılmadığı zaman kişiyi manen sorumluluğa sokar. Bu nevi hükümlere İmam-ı Azam (ra) “Vacip” demiş, İmam-i Şafi (ra) ise “Sünnet ile Kitabı” ahkâmda eşit gördüğü için “Sünnet” demiştir. Kurban kesmek ve Bayram Namazının hükmü gibi… | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: AHKAM-I ŞERİYDE SÜNNET DELİLİ Paz Ekim 04, 2009 1:58 am | |
| Sünnetin Dinde İstinbat-ı Ahkâmda Mevkii: Sünnet istinbat-ı ahkâm-ı şer’iyede Kur’ân-ı Kerimden sonra ikinci dereceye gelir. Ancak aralarında şu fark vardır ki Kur’ân-ı Kerimin sübutu kat’î ve hadisin sübutu zannidir. Kat’î olan zanni olandan önce gelir. Sünnet Kur’ânın beyanı ve açıklamasıdır; elbette beyan asıldan sonradır ve beyan olunana tabidir. Bunun için ahkâmda ikinci derecededir.
Sünnet içinde ahkâmın vürudu sebebi ile üç kısma ayrılır. Birincisi: Sünnet Kur’ânı beyan ve teyit eder. Namaz, Oruç, Hac, Kurban ve Zekâta ait uygulamaları ortaya koyar. Kur’ânın nehiylerini teyit eder ve hikmetleri ile beraber uygulama kolylığını ve şeklini tespit eder. “Hiçbir müslümanın malı gönül rızası olmadan yemek helal olmaz” hadisi “Ey İman edenler! Malları aranızda bâtıl bir yolla yemeyiniz” (Nisa, 4:29) ayetinin teyidi ve bir nevi açıklamasıdır. “Kadınlara hayrı tavsiye edin” hadisi de “Onlarla iyi geçinin” (Nisa, 4:193) ayetini teyit eder.
Beyanı ve teyit ise iki çeşittir. Birincisi, Kur’ânın mücmelini açıklayarak kavlî ve fiilî sünnetler ile namazın kılınışını, zekâtın verilişini, haccı ve kurbanı, cenaze namazını ve ölünün kefenlenerek defnini, nikâh ve alışveriş adabını açıklar, gösterir. İkincisi, Kur’ânın “âmm” ve mutlak olan lafızlarını tahsis eder. Umumi olan hususları kayıt altına alır. Mesela “kadın ne halası, ne teyzesi, ne erkek kardeşinin kızı, ne kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz” hadisi “Bunların gerisi size helal kılınmıştır” (Nisa, 4:24) ayetini tahsis etmiş ve kayıtlamıştır. İkincisi: Sünnet Kur’andaki bazı hükümleri neshedebilir. Mesela, “Vârise vasiyet yoktur” (Tirmizi, Vesaya, 5) hadisi, “Birinize ölüm geldiği zaman şayet geriye mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun şekilde vasiyet vardır” (Bakara, 2:180) ayetini neshetmiştir. Gerçekte ise bu vasiyet “Miras ayetlerinin nazil olmasından öncedir. Nisa Suresinde “Miras” konusundaki ayetler nazil olunca (Nisa, 4:7, 8, 11, 12) mirasın nasıl taksim edileceği kesinleşmiştir. Dolayısıyla vasiyete gerek kalmamıştır. Daha önce ise vasiyetle taksim edilirdi. Mezkûr ayetler nazil olunca peygamberimiz (sav) “Muhakkak ki Allah her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık bundan sonra varise vasiyet yoktur” (Tirmizi, Vesaya, 5) buyumuşlardır. Yine peygamberimiz (sav) “Diğer varisler verip razı olmadıkça hiçbir varis için vasiyet caiz olmaz” (İbn-i Mâce, Vesâya, 6) buyurmuşlardır. Yine “Vasiyette zarar vermek kebâirdendir” (Kenzu’l-Ummal, 46069) buyurmuşlardır. İmam-ı Şafinin görüşü budur. Şafi’nin dışındaki imamlar hadisin ayetin hükmünü neshedebileceği konusunda hemfikirdir.
Üçüncüsü: Sünnet, Kur’ânın sukut ettiği hususlarda yeni hükümler getirerek ümmete ahkâm konusunda önemli bir kaynak teşkil eder. Mesela, muhsan, yani evli olan zâninin recmedilmesi, bir şahit ve bir yeminle hüküm vermenin meşru olması, erkeklerin ipek ve altın giymelerinin haram olması, sadaka-i fıtırın vacip olması, kâtilin diyetinin akrabalarına yüklenmesi, esirlerin kurtarılması ile ilgili hükümler hep sünnetin ortaya koyduğu hükümlerdir.
İmam-ı Şafii (ra) “el-Muvafakat” isimli eserinde “Sünnet, manası itibarıyla kitaba râcidir. O kitabın mücmel ifadelerini açıklar, müşkilini izah eder ve muhtasar beyanlarını genişletir; çünkü o kitabın açıklamasıdır. Sünnetin bu özelliğine yüce Allah “Sana Kur’ânı inzal buyurduk, taki sana indirileni insanlara açıklayasın” (Nahl, 16:44) ayeti delalet eder. Yüce Allah ayrıca “Biz Kur’ânda hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En’am, 6:38) buyurur. Bu ayetin anlamı ancak sünnet ile tamam olur. (İmam-ı Şafii, Muvafakat, 4:12-13)
III. Sünnetin ve Peygambere İtaatin Önemi: Sünnetin şer’î ahkâm konusunda delil olması ve sünnete uyulmasının vacip olması konusunda Kur’ânda delillerin var olduğu ve Cumhur-u Ulemanın icması olduğu gibi, aklen de gereklidir. (Cem’ul-Cevâmî, Şerh-u Mualla, 2:114)
Kur’ân-ı Kerim pek çok ayetleri ile “Peygambere itaat edin” ferman eder. Dolayısıyla peygambere itaat Allah'ın ümmete emri ve farzıdır. Şayet bu emir peygamberin şahsına olsa vefatından sonra bu ayetlerin hükümsüz kalması gerekir ve sonraki asırlarda peygamberi görmeyenleri hiç ilgilendirmemesi gerekirdi. Bu durumda da yüce Allah - hâşâ - gereksiz pek çok ayeti inzal etmiş olurdu. Hâlbuki buradaki emir peygamberin şahsına değil, yoluna ve sünnetine, ahkâm-ı ilâhiyi uygulamasına olmak hem nassen hem aklen gereklidir. Bu hususta yüce Allah “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin” (Nisa, 4:59) buyurur. Allah'a itaat elbette kitabda geçen emir ve nehiylerine uymaktır. Resule itaat ne anlama gelmektedir? Elbette sünnetine itaattir. Sonra yüce Allah “Kim resule itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur” (Nisa, 4:80) buyurarak bu konuda çok açık konuşmuştur.
“Peygamber size ne vermişse alın ve size neyi yasaklamışsa ondan sakının” (Haşr, 59:7) ayeti peygambere emretme ve yasaklama yetkisi vermiş ve ümmetinin de buna uymasını ve itaat etmesini emretmiştir. “Peygamberin verdiği hükme gönül rızası ile kabullenmedikçe iman etmiş olmazsınız” (Nisa, 4:65) ve “Allah ve rasülü bir şeye hükmettikleri zaman inanan erkek ve kadınlara kendi arzularına uyma hakkı yoktur, Allah ve resulüne itaat mecburiyeti vardır” (Ahzap, 33:36) ayetleri de peygamberin verdiği hükme inananların itaat mecburiyetini anlatmaktadır.
Allah’ı sevdiklerini iddia edenlere de yüce Allah'ın koyduğu bir ölçü vardır. Herkes Allah’ı sevdiğini ve Allah'ın da kendisini sevdiğini, bunun için azap etmeyeceğini iddia etmektedir. Bu iddia daha çok Allah’ı bilmeyen ve imanda eksiği olan Yahudi ve Hıristiyanlarda ve mü’minlerin de “Fırak-ı Dalle” olarak nitelenen yoldan çıkmışlarında vardır. Yüce Allah bunlara şöyle hitap eder: “Allah’ı sevdiğinizi iddia ediyorsanız Allah'ın elçisi olan peygambere itaat edin ki Allah da sizi sevsin. Peygambere itaat etmiyorsanız biliniz ki Allah’ı sevme iddianız yalandan ibarettir.” (Âl-i İmran, 3:31) “Öyle ise peygamberin emrine aykırı davrananlar ve itaatte kusur edenler başlarına bela gelmesinden ve kendilerine ahirette elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar” (Nur, 24:63) buyurarak ikaz eder.
Bu konuda yüzlerce ayet vardır. Bu ve benzeri ayetler sünnete uymanın farz olduğunu ispata kâfidir. Gerçek mü’minler peygambere itaat etmede birbirleri ile yarışırlar ve peygamberin önüne asla geçmezler. Hatta peygamberin huzurunda bulunuyor gibi “seslerini yükselterek itiraz etmezler.” (Hucurat, 49:2) Peygamberin bir konuda hadisi ve hükmü varsa ona itaat eder ve onun önüne asla kendi fikirlerini geçirmezler. Daima Allah’tan korkarlar, Allah katında değerlerinin ve derecelerinin ancak peygamberin sünnetine uydukları ölçüde olduklarını bilirler. Çünkü onların Allah'a itaat ve Allah sevgisi konusunda ölçüsü peygambere itaatleri kadardır. Zira Allah’ı ne görüyorlar ve ne de kelamını işitiyorlar. Allah'a olan imanları ancak peygamberin ağzından çıkan Kur’ân-ı Kerim ve onun açıklaması olan Hadislerin haber verdiği kadar olduğunu bilirler.
Kur’ân-ı Kerimden sonra Sünnetle amelin farz olduğu konusunda “Sahabe-i Kiramın” “İcması” vardır. Sahabe Muaz b. Cebel’in (ra) “Kur’anda olmayan hususlarda peygamberim sünneti ile hükmederim” sözü bütün sahabenin ve ümmetin ölçüsü ve rehberi olmuştur. Sahabenin herhangi bir meselenin hallinde takip ettiği metot “Sünnete” yönelme şeklindedir. Hulefa-i Raşidinin ise Sünnetin tatbikatı için “Şura” kararlarına önem verdikleri bir gerçektir. Şuralar yeni hüküm ortaya koymak için değil, Kur’an hükümlerinin ve Hadislerin uygulamalarını kolaylaştırmak için yapılmaktaydı. Şuralarda peygambrin bu konuda tatbikatı sorulur ve bu konuda Medine halkına ve peygamberden bir şey işiten sahabelerin var olup olmadığını araştırır, bir sahabe “peygamberden ben şöyle bir şey duydum” derse hemen ona uyulurdu. Ancak sünnette olmayan bir mesele karşılarına çıkar da bu konuda sahabelerden de bir şey bulamazlarsa o zaman “İçtihada” gidilir ve bu husus da “meşveretin bir kararı” olarak uygulamaya konulurdu. “Aşere-i Mübeşşere” ve “Fakih Sahabeler” bu şuraların devamlı üyeleri idiler. Bunun için Hz. Ömer (ra) “Ali olmasaydı Ömer helak olurdu” buyurarak Hz. Ali’nin (ra) istinbat-ı ahkâm konusunda akıl ve zekâsını her zaman takdir ettiği mervidir. Daha sonra “Tabiîn” ve “Tebe-i Tabiîn” “Sahabenin” ve “Hulefa-i Raşidinin” bu yolunu takip etmişlerdir. Sünnete uymanın akıl bakımından da gerekli olduğu bir gerçektir. Sünnetin beyanı olmadan mücerred Kur’ân-ı Kerim ile varid ve sabit olan bir hükümle amel etmek mümkün olmaz. Peygamberin “Belağ ve Beyan” olmak üzere iki önemli görevi vardır. Belağ, vahyi tebliğ etmesi; beyan ise vahyi açıklamasıdır. Beyan da iki şekilde olur. Birincisi, sözle açıklamak; ikincisi ise bizzat uygulayarak örnek olmaktır. (Maide, 5:19, 32; Mü’min, 40;22, 50) Yüce Allah peygamberleri ile insanlara “kitap ve mizan” gönderdiğini de ifade etmektedir. (Hadid, 57:25) Kitap elbette peygamberin Allah’tan getirdiği kitaptır. “Mizan” ise o kitabı anlmak için gerekli olan ölçülerdir ki bunlar da “Sünnet” olarak peygamberin ortaya koyduğu temel ölçülerdir.
Bilhassa Kur’ân-ı Kerim, “Sünnet” ile anlaşılır ve uygulanabilir bir kitaba dönüşmüştür. Kur’ânda sadece “Namaz kılın” “Oruç tutun” “Haccedin” “Zekât verin” gibi emirler vardır. Bunların nasıl yapılacağı ve Allah'ın rızasın uygun nasıl olacağı ve iradesinin nasıl olduğu peygamberin sünneti ile sabit olur. Emirler ve nehiyler uygulanaması ve uygulamada birliğin sağlanması ancak “tebliğ” yanında “beyan” ile mümkün olur. Beyan ise peygamberin görevidir. Bir başkası elbette peygamber kadar Allah'a yakın olmadığı için iradesini ve rızasını onun kadar bilemez. Bu husus da Allah'ın peygambere vahiyle verdiği bir görevdir. Nitakim yüce Allah “Biz bu Kur’ânı bizatihi sana inzal buyurduk ki, sen bu sana inzal edilen kitabı açıklayarak insanlara beyan edesin” (Nahl, 16:44) buyurarak açıkça ifade etmiştir. Peygamberin de kendisine verilen bu görevi yapması ve vahyi açıklayarak, uygulayarak göstermesi ve öğretmesi vaciptir. Yoksa kendisine emredilen peygamberlik görevini yapmamış olur.
Kur’ânın beyanı ve açıklaması, uygulaması ve talimi olan “Sünnet” de vahyin ikinci mertebesi olan “Vahy-i Zımnî” ve “Peygamber ilhamı” şeklindedir. Nitekim bunun delili yüce Allah'ın “O peygamber kendi hevasından konuşmaz; onun konuşması da vahiydir” (Necm, 53:3-4) ayetidir. Bunun içindir ki peygamberimiz (sav) “Bana vahiy ve onun bir misli olan hikmet verildi” buyurarak “hikmet” olarak ifade edilen “Sünnetin” de vahiy eseri olduğunu ifade buyurmuşlardır. Peygamberin görevi insanlara “Kitabı” ve “Hikmeti” öğretmektir. (Âl-i İmran, 3:164) İslam bilginleri ayet-i kerimede geçen kitaptan maksadın Kur’ân-ı Kerim, hikmetten maksadın ise “Sünnet” olduğunda hemfikirdirler. Hikmet ise ilim olarak kitabın sırları, incelikleri ve açıklamasıdır. İbadette ise ibadetin uygulaması ve amellerin fazilet ve sevabının bilinmesidir ki bütün bunlar peygamberimizin (sav) Kur’ân dışındaki öğretisi olan “hadis” ile ortaya çıkmıştır.
IV. Peygamberin (sav) Fiilleri: Sünnet’in şer’î bir hüküm olması ancak fakihlerin “Bu Sünnettir” şeklinde ifade ettiği hususlardır. Çünkü sünnetin envaı vardır. Bir kısmı “İslam alameti” olan “Şeâir” kısmıdır. Herkesin uymakla mükellef olduğu ve terkinde bütün ümmetin sorumlu olduğu hususlardır ki bunlar “Selam vermek” “Ezan” ve “Besmele çekmek” gibi hususlardır. İkincisi, ibadet olan hususlardır. Bunlar bellidir. Üçüncüsü ise adet olmakla beraber peygambere uymakla fazilet ve ahlâki mükemmelliği sağlayan hususlardır. Yemeğe başlamadan ve sonunda elleri yıkamak, yatarken sağ yana yatmak ve dua etmek gibi hususlardır.
Peygamberimizin (sav) fiilleri genel olarak üçe ayrılır. Birincisi, fıtrî ve insanî davranışlarıdır. İkincisi, Hasais-i Nübüvvet olan ve kendisine has olan fiilleri ve ibadetleridir. Üçüncüsü ise, şer’i ve dini hüküm içeren fiilleridir. Bu üçünü birbirinden ayırmak gerekmektedir. islan bilginleri bu hususları çok ince ayrıntıları ile araştırarak sonuçta hükümlerini vermişlerdir.
Fıtrî ve İnsanî Fiiller: Bunlar insanlık gereği yapılması zorunlu olan, oturmak, kalkmak, yemek ve içmek gibi mübah fiillerdir. Bu hususlan peygamberin kendisi için de ümmeti için de mübahtır. Bu sebeple bu hususlarda peygambere uymak “vacip” değildir. Ancak yüce Allah peygamberi bizzat terbiye ederek edebin her nevi ile edeplendirdiği için (Münavi, Feyzü’l-Kadir, 1:224) bu hususlarda peygambere uymak “adab” ile tabir edilen sünnetlere riayet etmek olur.
Muaşerete taalluk eden pek çok sünnet-i seniyye vardır ki bu nevi sünnetlere “Adab” tabir edilir. Edebin envaını, Cenab-ı Hak Habibinde cemetmiştir. Edebe riayet eden Allah'ın rahmetine ve lütfuna mazhar olur. Âdetini ibadete çevirir. (Lem’alar, 2005, s.181) Bu ise fazilettir. Kişinin ahlak ve faziletini artırır. Bununla beraber peygamberin ahlakı sağ elle yemek yemek gibi hususlar mendup bir emir ve şer’î bir hüküm olur.
Dünyevi işlere ve ticari, siyasi meselelere ait hususların pek çoğu vahy eseri olmayıp peygamberimizin (sav) ahlakının ve kendi içtihadının gereği olduğu için sahabeler “Ya Resulallah! Bu vahyin gereği midir, yoksa kendi görüşünüz müdür?” şeklinde sorarlardı. “Benim görüşüm” buyururlarsa o zaman “şöyle yapılsa daha münasip olur” diye fikir beyan ederlerdi. Nitekim Bedir Gazasında Resulullah (sav) ordunun bir yere yerleşmesi konusunda görüş bayan edince Habbab b. Münzir (ra) “Ya Resulallah! Bu Allah’ın gösterdiği yer midir, yoksa kendi reyiniz ve harb taktiği gereği midir?” diye sordu. Resulullah (sav) “Harb taktiği gereğidir” buyurunca “Ya Resulallah! Burası konaklamaya müsait değildir. Su kaynağına yakın olan ve suyun düşman tarafından kullanılmasını engelleyecek şekilde şuraya konaklamak daha münasiptir” dedi. Peygamberimiz (sav) orduyu oraya indirdi.
Yine Peygamberimiz (sav) Medine’de hurmaların aşılanmasına gerek olmadığı konusunda fikir beyan etti. Sahabeler o sene aşı yapmadıkları için verim azaldı. Sebebini de peygamberimizin (sav) tavsiyesi olduğunu söylediklerinde peygamberimiz (sav) “Siz dünya işini daha iyi bilirsiniz. Bana dine ve ahirte ait hususları sorunuz” buyurdular.
Yalnız peygambere has olan fiiller: Bu nevi fiillere ve ibadetlere “Hasâisi’n-Nübüvve” adı verilir. Teheccüt namazının kendisine farz olmasıi dörtten fazla kadını nikâhlaması, bir davanın ispatında yalnız Huzeyme’yi şahit göstermesi ve Rabbi ile olan hususi halleri ve ibadeti gibi hususlardır. Hasâis konusunda kimse Resulullah’a uyamaz. Bu gibi haller sadece O’na hastır.
Şeriata olan ve dini bir hüküm kastedilen fiiller: Kur’ân-ı Kerimin “peygambere uyun” hitabının gereği olan hususlar bu nevi fiilleri ve buna müeallik sözleridir. Bunların bir kısmı “Vücub” ifade eder, bir kısmı “sünnettir” bir kısmı da nedb veya ibâha ifade eder. Bu fiillere “şeriatı açıklamak için yaptığı fiiller” adı verilir.
Bu fiillerin bir kısmı mücmeli beyan, mutlakı takyit ve umumi bir hükmü tahsis eder. İbadetlerin uygulanmasına ait hükümler bunlara girer. Namazı peygamberin kıldığı gibi kılmak ve haccı yaptığı gibi yapmak gerekir. Peygambereden sadır olan bu fiili ve kavlî sünnetlere uymak dinen vaciptir. Bu hususlar peygamberin Allah'ın kendisine vermiş olduğu Kur’ânı ve şeriatın beyanıdır. Beyan vücup, nedb ve ibaha konusunda beyan edilene, yani Kur’âna ve Kitaba tabidir.
Beyan dışında olan fiilleri ise vücup, nedb ve ibaha gibi hükümleri içeriyorsa bu hususlara uymak da vaciptir. Bu hususlar yüce Allah “Peygamber size ne verdiyse alın, sizi neden nehyetmişse ondan da sakının” (Haşr, 59:7) ayetini gereğidir. Hz. Ömer’in (ra) “Haceru’l-Esvedi öpme” konusunda “Ey taş, biliyorum ki sen taşsın. Ne kimseye faydan ve ne de zararın olmaz. Resulullah (sav) seni öpmemiş olsaydı, ben seni öpmezdim” demesi bunu açıklar. Haceru’l-Esvesi selamlamak hac ibadetinin gereğidir. Çünkü Resulullah (sav) böyle yapmış ve ümmetine böyle öğretmiştir.
Şayet şer’î bir hüküm ifade etmiyorsa bu durumda mendup bir fiil ve ibadet olarak kabul edilir. Peygamberimiz (sav) farzlara tabi olmayan bazı vakitlerde iki veya dört rekât namaz kılmıştır. Sefere çıkarken ve seferden döndüğü zaman mescide giderek iki rekât namaz kılmıştır. Bu hususlar kulu Allah'a yaklaştıracak olan ameller cümlesindendir. Bu fiil de nedb ifade eder ve bu hususta peygambere uymak mendupdur. Sevabı ve fazileti vardır; ama vacip ve sabit sünnet değildir.
Muamelata ait alışveriş ve ortaklık gibi hususlarda ise ibadet sıfatı bulunmayan hususlarda peygamberin (sav) fiillerine uymak ibaha, yani yapılmasının mübah olduğunu ifade eder. Çünkü bütün ulemanın ittifakı ile peygamberin (sav) muamelata ait bütün fiilleri mübahtır. Ancak ümmeti için Resulullah’ın yaptığı şekilde yapmak menduptur. Mendup ise ibadet sayılır. Bu hususlar vacip ve matlup sünnet olmamakla beraber Resulullah’a ittiba olduğu için ibadet sayılır. | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: AHKAM-I ŞERİYDE SÜNNET DELİLİ Paz Ekim 04, 2009 1:59 am | |
| SAHABE KAVLİ
M. Ali KAYA
Sahabe kavli ve mezhebinden maksat Resulullah’ın ashabından birisinden nakledilen içtihadi görüş ve fıkhî fetvalardır. Usulcülere göre sahabe mü’min olarak Resulullah’ı gören ve bir süre peygamberimizin yanında bulunan ve sohbetine iştirak eden ve arkasında ibadet eden kimsedir. Sahabenin kavli bu bakımdan Resulullah’tan (sav) nakledilen tavkıfî haber gibidir. Yine sahabenin ittifak ettiği hususlar şeriatte “sahabenin icması” olarak önemli bir delildir. Zira sahabeler peygamberimizi (sav) gözleri ile görmüşler ve şeriatın kaynağından bizzat peygamberden ders almışlardır. Doğruluk yolunda mallarını, canlarını ve yakınlarını terk ederek hicret etmişlerdir. Savaşlara katılmışlardır. Peygamberimizin (sav) “Benden yalan bir söz nakleden cehennemde yerini hazırlasın” hadisinin tehdidini işitmişler ve bunun için yanlış söz söylememeye gayret içinde olan ve fetvadan korkan kimselerdir. Elbette onların sözleri muteber ve muhteremdir. Şeriat onların sözleri ve fiilleri üzerine bina edilmiştir. Bu bakımdan “hepsi adildirler ve asla yalan söylemezler” diye İslam bilginleri ittifak etmişlerdir.
Bununla beraber sahabe kavilleri ve fetvaları bazen farklı olabilmektedir. Bunun için İslam bilginleri içtihatla söylenmiş sahabe kavlinin bir başka sahabe kavline karşı hüccet olmayacağını ifade etmişlerdir. “İçtihat içtihatla nakzolmaz” kuralı burada da geçerlidir. Bunların tümü şeriatte hüccet sayılır.
Mutezile ve Şia’nın cumhuru sahabe kavlini kesin hüccet görmezler. Ancak Şafi, Hanefi, Mâliki ve Hanbelîler “sahabe kavli kesin hüccettir” demişlerdir. (Mir’âtu’l-Usul, 2:250; Gazali, El-Mustasfa, 1:135)
Kabul etmeyenler “sahabe kavlinin masumiyeti olmayan kişiden sadır olan mücerret ferdi ve içtihadî bir görüş olduğunu bu nedenle hata ihtimali bulunduğunu ifade ederler. Hz. Ali’nin (ra) bir Yahudi ile mürafasında oğlu Hz. Hasan’ı şahit göstermiştir. Kadı Şüreyh bunu kabul etmedi. Hz. Ali’nin (ra) oğlunun babası lehindeki şahitliğini makbul olması görüşüne karşı çıkmış oldu. Hem sahabelerin tümü fakih değillerdi. Bu nedenle sahabenin içinde en muteber olanlar elbette fetva vazifesi ile tavzif olunan fakih sahabelerdir. Bu nedenle de her sahabenin sözü bu konuda muteber değildir” derler. Onlara göre “sahabe kavli tercih sebebi olabilir ama doğrudan hüccet olmaz. Müçtehitler ona göre tercih yaparlar. Hüccet olması için Kur’ândan ve Sünnetten bir delile istinat etmesi şarttır.”
Hakkında ittifak hasıl olan sahabi kavli şer’î hüccet sayılır. Çünkü bu bir icmâdır. Aynı şekilde muhalefetin olmadığı sahabe kavli de “Sukûti İcma” sayılır. Zira insan fıtratında yalana yalan deme meyli vardır. Sahabe gibi canını ve malını doğruluk yolunda feda edenlerin yalan konusunda susmaları mümkün değildir.
Sahabe Kavlinin Hüccet Sayılması: Cumhur-u fukahaya göre sahabe kavli hüccettir. Bunun aklî ve naklî delilleri vardır. Yüce Allah “Sabikunun birincileri olan Muhacir ve Ensar ile onlara güzelce uyanlardan Allah razı olmuştur; onlar da Allah’tan razı olmuşlardır” (Tövbe, 9:100) ayetinde sahabeler övülmüştür. Onlara uymak ise görüşlerine itibar etmek demektir. Bu konuda peygamberimiz (sav) de “Ben ashabım için emânım. Sahabelerim de ümmetim için emândır” (Müslim, Fedailu’s-Sahabe, 307) buyurmuşlardır. Ayrıca “Sahabelerim gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtuluşa erersiniz” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 1:132) buyurarak onlara uyanların kurtulacakları açıkça ifade edilmiştir.
Aklen de sahabeler vahyin kaynağında bulunan kimselerdir. Vahyin nasıl, ne sebepler ve hangi amaca binaen inzal edildiğini bildikleri gibi, peygamberimizin (sav) de teşri amacın en iyi bilenlerdir. Elbette onların sözleri muteberdir. Makasıd-ı şeriatı ve nassların hükümlerini en iyi bilenler onlardır.
Ayrıca sahabe sözünün sünnet olma ihtimali daha kavidir. Onlar açıkladıkları hükümleri yanlış olabilir ve peygamberin (sav) “benden yalan haber veren cehennemde yerini hazırlasın” tehdidini işittikleri için peygambere nispet etmeden kendi görüşleri şeklinde ifade etmiş olabilirler. Bu bakımdan sahabe kavilleri kıyas ve içtihada da dayansa onunla amel etmek daha evladır. Çünkü peygamberimiz (sav) “Ümmetimin en hayırlısı, benim zamanında bulunanlardır; sonra onlara yakın olanlar, sonra onlara yakın olanlardır” (Müslim, Fezailu’s-Sahabe, 213, 215; Ebu Davud, Sünnet, 9) buyurarak onların en hayırlı insanlar olduklarını ifade etmiştir. Sahabenin verdiği fetvalar şu altı şıkkın dışında olmaz: 1. Sahabi, onu peygamberden (sav) işitmiş olabilir. 2. Peygamberden (sav) işitenden işitmiş olabilir. 3. Kur’ândan böyle anlamış olabilir. 4. Sahabenin ittifakı vardır; ama sadece nakleden sahabenin sözü olabilir. 5. Sahabe Arap diline ve kurallarına bizden daha çok vakıftır ve makasıd-ı şeriatı daha iyi bildiği için görüşü hakka daha yakın olabilir. Bu beş noktada sahabenin görüşü daha isabetlidir ve dinde hüccet sayılır. 6. Sahabenin kendi içtihadı olabilir ve bu konuda yanılmış olabilir. Bu konuda ise hüccet sayılmaz. Bu ihtimal bulunduğu içindir ki sahabenin kavli “Zann-ı Galip” ifade eder ve şeriatın aslî delilini değil, fer’î delillerinden birisini teşkil eder. (İ’lâmu’l-Muavvikîn, 4:12)
İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) “Eğer bir hükmü Kitapta bulamazsam, Resulün sünnetine bakarım. Peygamberin sünnetinde de bulamazsam o zaman sahabe kavline bakarım. Aralarında ihtilaf varsa sahabeden dilediğimin sözünü alırım. Onlardan başkasının sözüne de itibar etmem. Sonra reyimle içtihat ederim” demiştir.
İmam-i Şafii (ra) önceleri her ne kadar sahabe kavlini kesin delil olarak kabul etmese de sonra Mısırda yazdığı, “Risale” isimli eserinde şöyle der: “İlim sahipleri bir sahabeye ait sözü alıyor ve bazılarını ise terk ediyorlar. Bu bakımdan ben de ‘kitap ve sünnette bir hüküm bulamazsam Sahabelerden birinin sözüne uymak gerekir’ derim” (Şafi, Risale, 597-598) demiştir. Yine El-Ümm isimli kitabında "Kitap ve Sünnetten sonra Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin (ra) sözlerine Kitap ve Sünnete daha yakın olduğu için uymak gerekir” der. (Şafi, El-Ümm, 7:246)
İmam-ı Malik ve Ahmed b. Hambel (ra) de aynı görüşü paylaşmaktadırlar. Hatta İmam-ı Mâlik’in (ra) “Muvatta” nam kitabı sahabe fetvalarına dayanan hükümlerle doludur.
Sonuç olarak “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” sahabe kavlinin “Kitap ve Sünnete” dayananlarını kesin hüccet olarak görürken, bunun dışındakini ise “Zann-ı Galip” ile kabul etmişlerdir. Yine de sahabe kavli “Kitap, Sünnet ve İcma” dan sonra kabul etmişlerdir. Sahebnin icması ise zaten kitap ve sünnete dayanan kesin hüccettir. Bu konuda ihtilaf yoktur. Ancak akla değer veren Mutezile ve sahabeleri “âdil” olarak görmeyen ve delil olarak kabul etmeyen Şia buna muhalefet etmişlerdir. Bu durumda da onlar “Güzelce onlara uyanlardan Allah razı olmuştur” (Tövbe, 9:100) ayetindeki müjdeden mahrum kalmışlardır. | |
| | | | AHKAM-I ŞERİYDE SÜNNET DELİLİ | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|