MİRAC, Peygamberimizden bize miras kaldı.
O miraca yükseldi, kulluğun en uç noktasına vardı, yakınlığın en nihayetine ulaştı, kâinat ötesi bir yüceliğe erişti,
Rabbiyle buluştu, binbir kelâm etti, bir anda gitti, gördü ve döndü.
Çünkü zaman ötesine geçti.
Zamansız, mekânsız, maddesiz bir derinliği yaşadı.
Rabbinin huzuruyla şereflendiğinde bütün varlıkların ve insanların selâmını, tesbih ve ibadetlerini, tebrik, bereket ve güzelliklerini ve her türlü tayyibatı O’na arz etti.
Bu esnada salih kullarını, mü’minleri, miraca ilgi ve alâka duyanları, kendini miraç mucizesiyle bütünleştiren, miracın mânâ ve mahiyetini kavrayıp, ruhuna sindiren takva ehlini de orada andı.
Rabbinin O’nun şahsına verdiği selâmı, O hem kendi üzerine aldı, hem de “ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn” diyerek ümmetini de miracın içine kattı, o âleme taşıdı, orada andı ve hatırladı. Böylece miracını bütün bir ümmetiyle birlikte idrak etti.
Çünkü O yaratılış ağacının en son ve en mükemmel meyvesi ve aynı zamanda en seçkin çekirdeği ve özüdür. Bu çekirdek O’nun kadar mükemmel ve şerefli bir meyve libasını daha giymemiştir.
Ve Cenab-ı Hak, kocaman bir çam ağacını buğday tanesi gibi bir çam çekirdeğinden çıkardığı gibi, şu kâinatı da onun nurundan yaratmış, O’nun duası ve ibadetiyle de, öbür âlemin kapısını açmıştır.
O zamandan bugüne ise ümmetin veli kulları ruh ve kalb ayağıyla, kendi istidat ve birikimlerine göre o nurlu caddede, nebevî miracın gölgesinde yürümüş, o yüce makamlara tırmanmışlardır.
Miraç öyle bir mucize, öyle kapsamlı bir hakikat, öyle geniş, derin ve nurlu bir olaydır ki, imanın mayası, kulluğun esası ve temeli, ilâhî yakınlığın ve rahmetin yolu orada anlaşılmış ve bilinmiştir.
O bir rahmet peygamberi olduğu, her anda, her yerde ve her vesileyle ümmetini hep yanında ve yakınında gördüğü ve bizi Rabbimize tanıtıp anlatmak için bütün âlemleri gözümüzün önüne serdiği içindir ki, miracın da en uç noktasında yanında taşımış ve manen beraberinde götürmüştür.
Şehadet âleminden gayb âlemine, dünya âleminden âhiret âlemine geçmiş, bizim birer iman esası olarak bildiğimiz, inandığımız, kabûl ve tasdik ettiğimiz hakikatleri o bizzat görmüş, tatmış, yakından müşahede etmiş, yaşamış ve bütün varlığıyla ruhuna sindirmiştir.
Öyle ki meleklerle görüşmüş, Cebrail aleyhisselâm ile birlikte bu yolculuğu gerçekleştirmiş, Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere imamlık yapmış, sema katlarında peygamberleri ziyaret etmiş, bütün âhiret âlemlerini gezmiş, dolaşmış ve tanımıştır. Cennetin nimetlerini ve hurilerini, Cehennemin azabını ve zebanilerini görmüş, Cennetteki ümmetinin saadetini, Cehennemdeki günahkârların dehşetli hâlini müşahede etmiş, “Sizin inandıklarınızı ve iman ettiğiniz gayb âlemini ben gittim, gördüm, geldim. Bunda şüphe ve tereddüt yok” demiş, “âhirete gidip gören var mı?” diyenlere fiilen cevap vermiştir.
Asıl miraç, en büyük miraç, “en büyük kul” ile Rabbi arasında vuku bulan miraç, kendi vakti içinde gerçekleşti ve tamamlandı; ama oraya velâyetiyle gidip risaletiyle dönen Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) o nurlu kapıyı açık bırakmış, o ilâhî davete herkesi ve hepimizi çağırmıştır.
Böylece miraç, bizi bize tanıtıyor, kendi konumumuzu ve durumumuzu ortaya çıkarıyor. Allah katındaki yerimizi ve mevkiimizi belirliyor. Ve bize henüz dünyada iken imanın hazzını, âhiretin saadetini ve huzurunu tattırıyor
Bizim günlük namazlarımız, böyle muhteşem bir yücelmeye eğitim mahiyetindedir. Yani bütün inananlar hangi şekilde olursa olsun, namaz kılarak ahlaklarını arıtır ve insanlığın haysiyetli yapısına ulaşır. Bugün yeryüzünde yüz milyonlarca insan, eksiği ile, yanlışı ile namaz kılmaktadır, riyakârca kılınan namazlar dışında bütün namazlarımız Cenab-ı Hakk'ın makbulüdür. Şu halde, biz namaz kılarken hep ahlâki bir yücelmenin özlemi içinde ve gayretinde olmalıyız. Elbette Allah'a lâyık hamd namazına erişmek, zorlu bir arınma konusudur.
Gerçek ve hakiki namazda kul, Miracın hikmetlerine yaklaşır.
Mümin’in Miracı NAMAZ.
Buyurun Miraca Çıkalım...
Mehmet Paksu