| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Edebiyat Yazar şairlerin hayatı zorlu geçenler | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
huzeyfe Süper Moderatör
Mesaj Sayısı : 7719 Rep Gücü : 18108 Rep Puanı : 23 Kayıt tarihi : 27/03/09
| Konu: Edebiyat Yazar şairlerin hayatı zorlu geçenler C.tesi Ara. 09, 2017 9:58 am | |
| Orhan Veli; belediyenin açtığı çukura düşmüş, beyin kanaması geçirdiğinin farkına varmamış. İki gün sonra hastaneye kaldırılmış ve hayata gözlerini yummuştur.Ökdükten sonra şiirlerinden biri 'aşk resmi geçidi' diş fırçasına sarılı bulunmuştur.
Charles Bukowski; yıllarca babasından ustura kayışıyla dayak yemiş, lise yıllarında aylarca vücudunun her yanını kaplayan yaralar yüzünden tedavi görmüş ve sargılarla yaşamıştır. Alkolü ve kadınları çok seven yazar kanserden ölmüştür. Son sözlerinden biri “yaşamayı denedim,pişman değilim ama siz denemeyin” olmuştur.
Romain Gary; annesi eşyalarını satarak ya da el falı bakarak büyüttüğü oğlunun ileride büyük bir yazar olacağına inanıyordu.İkinci Dünya Savaşı’nda pilottu, sonra diplomat oldu.İkinci eşi bir oyuncuydu kendisini aldattı ve terketti, kısa bir süre sonra da intihar etti. Gary onun intiharından bir yıl sonra silahla yaşamına son verdi.
Maksim Gorki; çocukken büyükbabasından acımasızca dayaklar yemiş, yoksulluk çekmiş, annesinin yeni eşine bıçakla saldırmış, çok işte çalışmış, 19 yaşında kalbine tabanca dayayıp ölmek istemiş ama kurşun ciğerini delince ömür boyu sürecek bir vereme yol açmıştır. Lenin ile dostluk kurmuş, tabutu Stalin tarafından taşınmış bu yazar 68 yaşında ölmüştür.
Rimbaut; Şizofrendi.Şiirde sembolizmin atası kabul edilir. Çocukken saçlarını uzatan annesi onu bir kız gibi yetiştirmiştir. Defalarca evden kaçmıştır. 16 yaşında kaçtığı Paris’te bir grup askerin tecavüzüne uğramıştır.Daha sonra Paul Verlaine ile eşcinsel, kavga gürültü dolu bir ilişki yaşayacak ve onun genç karısından ayrılmasına neden olacaktır. Sonra ailesinin yanına döner, ahırda karanlıkta yaşar ve yazar…Dizinde çıkan bir tümör nedeniyle bir bacağı kesilir, birkaç ay sonra ölür.
Franz Kafka; anlayışsız, süreklı bağıran bir baba ve sessiz bir annenin çocuğuydu.Babasının zoruyla hukuk okudu. 41 yaşında yıllarca çektiği ciğer hastalığından öldü. Mektupları ve kitaplığına gestapo el koydu..Eserlerini en yakın arkadaşı Max Brod o öldükten sonra, vasiyetine uymayarak yayınladı.
Balzac; günde 50 fincan kahve içer, içmediğindeyse kahve çekirdeği çiğnermiş. Yazı yazarken kafasına kalınca bir atkı bağlar ayaklarını bir leğen suyun içinde tutarmış.
Wirginia Wolf; Manik-depresif teşhisi konulmuş,bir keresinde manik anında 48 saat konuşmuştu,yazılarını ayakta yazan yazar kibirliydi. Yahudiler konusunda ırkçı tutum sergilemiş, aşkı bir kadında bulmuş ama yalnızca kocası ile mutlu olabilmişti.
Ceplerine koyduğu çakıl taşları ile evinin yakınındaki ırmağa girmiş ve intihar etmiştir.
Sergey Yesenin; Rus şair, mürekkep bulamayınca kolunu kesmiş burdan akan kanla şiirini yazmıştır. O gece kendini asıp ölmüştür.
En son huzeyfe tarafından C.tesi Ara. 09, 2017 10:02 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | huzeyfe Süper Moderatör
Mesaj Sayısı : 7719 Rep Gücü : 18108 Rep Puanı : 23 Kayıt tarihi : 27/03/09
| Konu: Hayatları Ruhsal Rahatsızlıklar ile Geçen 28 Meşhur Yazar C.tesi Ara. 09, 2017 10:01 am | |
| https://onedio.com/haber/edebiyat-ve-psikopatoloji-hayatlari-ruhsal-rahatsizliklar-ile-gecen-28-meshur-yazar-573473 Edebiyat ve Psikopatoloji: Hayatları Ruhsal Rahatsızlıklar ile Geçen 28 Meşhur Yazar Ana Sayfa > Haberler > Gündem-26 Ağustos 2015, 15:53'te eklendi, 27 Ağustos 2015, 20:42'de güncellendi Taner BayramOnedio Editörü Edebiyat ve yazarların ruhsal durumu sıklıkla tartışılan konulardandır. Kimi görüşlere göre, yazarların sahip oldukları ruhsal sorunlar onların yaratıcılığını tetiklemektedir. Bazı görüşler ise yaratıcılık ve deha ile deliliğin doğrudan açıklanamaz birtakım yakınlıklarının olduğunu öne sürmektedir. Bu durum henüz bilim tarafından aydınlatılamamış olsa dahi, yazarların ve düşünürlerin karmaşık ruhsal durumlar içinde bulunduğu, toplum ile uyuşmazlıklar yaşadığı ve birçoğunun ciddi mental rahatsızlıklar ile boğuştuğu ise bir olgudur. Dosyamızda biz de kimi zaman intihar ile sonuçlanacak denli, ciddi ruhsal hastalıklara sahip yazar, düşünür ve şâirleri bir araya getirdik. İyi okumalar diliyorum... 1. Fyodor Mihailoviç DostoyevskiDünyaca ünlü varoluşçu Rus yazar Fyodor Dostoyevski, epilepsi (sara) hastasıydı. Buna bağlı birtakım sorunlar yaşıyordu. Freud'a göre histerik nevrozdan muzdaripti. Bununla beraber ömür boyu süren bir depresyon ve hayatının bir bölümünde kendisi çok etkileyen bir kumar bağımlılığı yaşadı. 2. Friedrich Wilhelm NietzscheDâhi Alman filozof Friedrich Wilhelm Nietzsche frengiye yakalandı. Hastalık ilerledikçe ruhsal sağlığı da kötüye gitti. Çok şiddetli depresyon ve intihar eğilimiyle yaşadı. Sonunda tamamen aklî dengesini yitirdi. 3. Soren KierkegaardDanimarkalı dâhi varoluşçu filozof ve yazar Soren Kierkegaard tıpkı babası gibi depresyondan sıkıntı çekiyordu. 4. Lev Nikolayeviç TolstoyBir başka dünyaca ünlü Rus yazar olan Lev Tolstoy'un psikolojik durumu da yaşı ilerledikçe kötüleşti. Kendini depresyonun pençesinde buldu. Varlıklı bir adam olmasına karşın git gide bir münzevî yaşamını tercih etti. Aynı zamanda edebî başarısı kendisinde bir takıntıya dönüştü. İntihar etmek için cesareti olmaması sebebiyle de kendini eleştirdi. Ölümüne kısa süre evden kaçtı ve karısını terk etti. 10 gün sonra da bir tren istasyonunun görevli kulübesinde öldü. 5. Edgar Allan PoeUsta yazar Edgar Allan Poe hayatı boyunca depresyon ile mücadele etti. Ayrıca 13 yaşındaki kuzeni ile yaptığı evlilik de yazarın ruhsal dünyası ile ilgili ip ucu verebilir bizlere... 6. William BlakeWilliam Blake yazar, şâir ve sanatçı olarak yaratıcılığını büyük ölçüde gördüğü halüsinasyonlara borçluydu. 7. Charles DickensMeşhur İngiliz yazar ve eleştirmen Charles Dickens, bazı psikoloji uzmanları ve biyografi yazarlarının görüşlerine bakılırsa depresyon ve bipolar bozukluk yaşıyordu. 8. Charles Baudelaire19. yüzyıl Fransız edebiyatının büyük ismi Baudelaire, tüm hayatı boyunca sistemle uyumsuz bir yaşam sürdü ve bohem bir hayatı tercih etti. Yakalandığı frengi hastalığının da etkisiyle ruhsal sağlığı git gide bozuldu. Baudelaire ayrıca bipolar bozukluktan muzdaripti. 9. Mark Twain"Tom Sawyer''ın Maceraları" ve "Huckleberry Finn'in Maceraları" gibi ünlü kitapların yazarı Mark Twain, bütün ömrü boyunca depresif, neşesiz ve melankolik bir hayat sürdürdü. 10. Virginia WoolfÜnlü İngiliz yazar Virginia Woolf son romanı bitirdikten sonra ciddi bir depresyona girdi. İkinci Dünya Savaşı'nın da etkisiyle, 1941 yılında, ceplerini taşlarla doldurdu ve evinin yakınındaki Ouse nehrine doğru yürüdü. Kendisini suya attı ve boğularak hayatını kaybetti. 11. Jack LondonTarihin ilk "milyoner" yazarı olan Jack London bipolar bozukluğunun pençesindeydi ve bunun da etkisiyle intihar girişiminde bulundu. Pasifik'te bir yelkenli ile yaptığı bir seyahat sırasında tropikal bir hastalığa yakalandı. Bu hastalığı kendince tedavi etmek için kendi hazırladığı, içinde afyon, eroin, cıva vs. gibi kimyasal maddelerin bulunduğu bir karışımı bir süre kendine enjekte etmeye devam etti. Bu onun böbreklerinin iflas etmesine yol açtı. 12. Franz KafkaModernist edebiyatın dehası Kafka, sosyal anksiyete ve depresyondan muzdarip yalnız bir adamdı. Prag'da, devlete bağlı bir sigorta şirketinde çalıştı. Bu onun üzerinde bürokrasinin ve genel olarak hayatın anlamsızlığı olduğu duygusunu uyandırdı. Migren, stres, uykusuzluk gibi sıkıntılarının yanına, tabir-i caizse dertten kanser de eklendi. 40 yaşında hayatını kaybetti. 13. Henry JamesHenry James, birçok edebiyat eleştirmeni ve psikologa göre seks fobisine sahipti ve bütün hayatını bu yüzden bekâr geçirdi. 14. Gérard de NervalRomantik bir melankolik olan şâir ve yazar olan Gérard de Nerval, sevgilisi kendisini terk ettikten sonra, kendisini sokak lambasına asarak intihar etti. 15. Ernest HemingwayABD'li yazar Ernest Hemingway son derece sıra dışı bir ömür sürdü. Yaşamı boyunca da depresyon, paranoya ve alkolizmden kurtulamadı. Hayatını nihayete erdiren de sıra dışı hayatını tamamlar nitelikteydi: Av tüfeğiyle intihar etti... 16. Ezra PoundYirminci yüzyılın ABD edebiyatı için en önemli figürlerinden olan Pound, bir şair, eleştirmen ve deneme yazarı olarak önemli eserler verdi. 1945 yılında "vatana ihanet" gerekçesiyle tutuklandıktan sonra, akıl hastanesine yerleştirildi. 13 yıl kaldığı bu akıl hastanesinde kendisine "narsisistik kişilik bozukluğu" teşhisi konuldu. Hayatında ilerleyen yıllarında ise şizofreni tanısıyla karşılaştı. 17. Tennessee WilliamsCiddi ruhsal hastalıklar geçmişine sahip bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Williams, gençliğinde çeşitli majör depresif ataklar geçirmişti. Yaşı ilerledikçe şiddetli ve gittikçe kötüleşen alkol ve uyuşturucu bağımlılığı ile mücadele etti. Tüm bunlara karşın 60 yaşından sonra dahi üretken bir yazar olmaya devam etti. 18. William FaulknerNobel Edebiyat Ödülü sahibi William Faulkner depresyon ve alkolizm ile mücadele etmek zorunda kaldı. 19. Michel FoucaultFransız filozof Michel Foucault eşcinselliğe, bugüne göre çok daha katı yaklaşıldığı yıllarda açıkça eşcinsel olması ve bu konu üzerine yazması/düşünmesi gibi sebeplerden ötürü depresyon yaşamıştır. 20. Sylvia PlathABD'li şâir ve yazar Sylvia Plath, kısa ömrü boyunca mental rahatsızlıklarla boğuştu. Davranışları çevresi tarafından irrasyonel ve umursamaz olarak görüldü. Hayatı boyunca antidepresanlar kullanması gerekti. Plath, hayatı boyunca ileri derecede bipolar bozuklukla yaşadı. 1950 yılında bursla girdiği Smith College'deki ikinci yılında ilk intihar girişimini gerçekleştirdi ve bunun neticesinde akıl hastanesine yatırıldı. 1955'te Smith College'den iyi bir derece ile mezun oldu. 1963'te, ikinci kattaki odalarında uyumakta olan çocuklarının yanına süt ve kurabiye bıraktıktan sonra, odalarının kapısını da içeri gaz girmeyeceğinden emin olacak şekilde bantlayarak kapattı ve kafasını fırının içine sokarak intihar etti. 21. Philip K. DickPhilip K. Dick belki de 20. yüzyılın en ileri görüşlü bilim-kurgu yazarlarından biriydi. Eserleri sinemaya uyarlandı. Gençliğinden itibaren depresyon ile mücadele etti. Yaşı ilerledikçe, görsel ve işitsel halüsinasyonlar yaşamaya başladı. Şizofreni belirtileri gösteriyordu. Hastaneye yatırıldı, buna karşın yazmayı devam ettirmeyi başardı. 22. Kurt VonnegutKurt Vonnegut'un annesi, yazar 22 yaşındayken intihar etti. Bu hayatını ciddi biçimde sarstı. 1984 yılında kendi intihar girişiminden ise kurtuldu. 23. Paulo CoelhoPaulo Coelho gençken anne ve babası tarafından üç kez akıl hastanesine gönderildi. Okulda izole ve mutsuz olduğu söyleniyordu. Coelho ailesine ve doktorlarına deli olmadığını sadece yazar olmak istediğini belirtiyordu. Ancak o dönemde çevresindeki hiç kimse bunu anlamadı. Aylarca hastanede kaldı. Sakinleştiriciler ve elektroşok verilerek tedavi uygulanmaya çalışıldı. Paulo Coelho, daha o zamanlar yaşadıklarını, yazacağına dair kendine söz verdi... 24. J. K. RowlingMaddî yönden olağanüstü başarılı olmuş "Harry Potter" kitaplarının yazarı J.K. Rowling, 20'li yaşlarındayken, yalnız bir anne olarak şiddetli bir depresyon yaşıyordu ve intihar etmeyi düşünüyordu. 25. David Foster WallaceSon dönem ABD edebiyatının en yetenekli isimlerinden biri kabul edilen, David Foster Wallace, neredeyse 20 yıldır depresyon ile mücadele etti. 2008 yılı Eylül ayında intihar ederek, yaşamını sonlandırdı. Bu trajik olaydan kısa bir süre önce, Wallace ve terapisti reçete değiştirmeye karar vermişti. 26. Beşir FuadGelelim Türk yazarlara... Tanzimat Dönemi’nde bilim, felsefe, edebiyat eleştirisi, biyografi alanlarında eser vermiş sıra dışı bir Osmanlı aydını olan Beşir Fuad ruhsal açıdan çöktüğü bir dönem geçirir. 35 yaşında bileklerini keserek hayatına son veren Beşir Fuad’ın bir bilimsel deney havasında gerçekleştirdiği intiharı, o zamana kadar intihar kavramına yabancı olan Osmanlı toplumunda ve basında geniş yankı uyandırmış; hatta İstanbul’da peş peşe gerçekleşecek intiharlara olumsuz mânâda ilham vermiştir. 27. Nilgün MarmaraNilgün Marmara, Türk şiirinin genç ve yetenekli kadın şâirlerindendi. Eğitimini, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde tamamladı. Listede de yer alan Sylvia Plath üzerine tez yazmıştı ve 13 Ekim 1987'de 29 yaşındayken o da intihar etti. 28. Metin KaçanGeçmişinde yaşadığı travma ve olayların etkisi nedir bilinmez ama Metin Kaçan 6 Ocak 2013'te bindiği taksiyi durdurduktan sonra Boğaziçi Köprüsü'nden atlayarak intihar etti. Kaynaklar: nursingschools.net psychcentral.com vikipedia | |
| | | huzeyfe Süper Moderatör
Mesaj Sayısı : 7719 Rep Gücü : 18108 Rep Puanı : 23 Kayıt tarihi : 27/03/09
| Konu: 10 Ünlü Edebiyatçımızın Hayatlarına Dair İlginç Anılar C.tesi Ara. 09, 2017 10:03 am | |
| http://www.leblebitozu.com/10-unlu-edebiyatcimizin-hayatlarina-dair-ilginc-anilar/ 10 Ünlü Edebiyatçımızın Hayatlarına Dair İlginç Anılar 28/08/2015 Türk Edebiyatı FacebookTwitterGoogle+TumblrPinterest Cemal Süreya’nın dediği gibi “ Şairin hayatı şiire dahildir… Yeri düşer, biyografik bir bilgi, bir yapıtı, bir öyküyü, bir romanı, bir şiiri çözümlemekte anahtar işlevi görür. Onun için özel hayatları da önemlidir şair ve yazarların.”1. Orhan KemalOrhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, Ayça Öztorun’a verdiği röportajda babası ile ilgili şunları anlatıyor: “Annemiz Nuriye Hanım oldukça emektar şefkat dolu bir insandı. Fatih’te küçücük bir evde otururduk. Bir açılır kapanır masamız, duvarda eski bir radyomuz vardı. Tek eğlencemiz oydu. Oturacak küçük bir oda ve çok küçük bir mutfak. Anneme, seksenli yaşlarına geldiğinde sormuştum “Anne, babamız parasız pulsuzdu. Düşüncelerini kağıda aktardığı için hapislere girip çıkmıştı. Babamla evlenmeden önce varsıl insanlar, sana evlilik teklifinde bulunmuşlar. Neden gittin babamı seçtin?” dedim. Annem şöyle bir durdu. Duygu dolu gözlerle bana baktı ve “Ben babanı çok sevdim” dedi. Annem, bence bu ailenin kahramanıydı. Annemin adı Nuriye. Babam Cemile adlı romanı annemden esinlenerek yazmış. Annem, babamız hapise girdiğinde bizim umutlarımızı kırmamış, “Okulunuzu okuyup bir yerlere geleceksiniz. Gerekirse emeğimle çalışır, sizi kimselere muhtaç etmeden okuturum” demişti.” “Evin en küçüğü olmam nedeni ile biraz torpilliydim. Müzede gördüğünüz yatağın üzerine bir tane gofret koyardı. Çalışmasına ara verip biraz dinleneceği vakitlerde bana seslenirdi. “Işık, koş gel. Bak sana kuş ne getirdi” derdi. Babam, bu numarayı defalarca yaptığı için babamın gofret getirdiğini bilir, yıldırım hızı ile yatağın üzerine atlardım. Gofreti nefes almadan yerdim. Babam, daktilosunun başında beni seyredermiş, ben onun farkına bile varmazmışım. Gofret bittikten sonra alüminyum ambalajına bulaşan çikolatayı yalardım. Sonra işim bitince babamı öper, odadan çıkardım. Yıllar sonra öykülerini okumaya başladığımda Çikolata isimli öyküsü dikkatimi çekti. Ben miydim acaba bu öyküyü yazdıran diye düşünmeden edemedim ve çok duygulandım.”Ağabeyimin bir anekdotu var: “Babamın paralı mı, parasız mı olduğunu kapı vuruşundan anlardık. Melodik tıklatmayla kapıyı çaldığı zaman babamın ekonomik sıkıntısı olmadığını anlardık. Ama babam tok bir şekilde kapıya vuruyorsa, sıkıntılı bir durum olduğunu anlayan annem, “Aman çocuklar gürültü yapmayın. Babanızı üzecek herhangi bir şey yapmayın” derdi.”“Dilinde hala bu türkü, alnında ter tomurcukları… Bu tomurcuklar gittikçe arttı, yuvarlak yanakları kızardı. Kendinden geçti, işe kendini öyle verdi ki… Hele çamaşırlardaki pire tersleri… Bu tersleri mutlaka çıkaracaktı. Terslerde inat ediyorlardı. Terslerin inadına Cemile’nin inadı daha baskın çıkmalıydı. Onları mutlaka çıkaracaktı. Hırslı hırslı eğilip kalktıkça belinden aşağılara inen kuvvetli örgüleri hopluyor, tokasından kurtulan kahkülü de gözüne girip duruyordu. Buna öyle sinirlendi ki… Bir ara kahkülü bileğiyle itti. Olmadı. “Dert” diye doğruldu. Hınzır kahkülü ıslak parmaklarıyla kıvırdı, öteki saçlarının arasına soktu, tokaladı.” (Cemile)2. Sabahattin Aliİlk baskısı 1978 yılında yapılan, Filiz Ali ve Atilla Özkırımlı tarafından hazırlanan Sabahattin Ali – Anılar, İncelemeler, Eleştiriler kitabının Anılar bölümünden alıntılar: Süheyla Conkman ağabeyini şöyle anlatıyor: “Onu asık suratlı hiç görmemişimdir. Bazen de kendi kendine söylediği şarkılar vardır ki, hiç aklımdan çıkmaz, duydukça onu anımsarım: “Ata binesim geldi, hay dah dah, yare gidesim geldi.” Bir de ondan başka hiçbir yerde duymadığım bir şeyler mırıldanır, yengem de “Yeter Sabahattin, kes bu ne biçim şarkı” dedikçe şaka yollu tekrarlardı: Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak, sol böğrüme girdi pıçak, yar yar aman… Meğer kaderinin şarkısı imiş, bilemezdik.”Birkaç aile birlikte Ankara’nın çevresinde kır gezmesine giderler. Yağmur yağar, ardından güneş açar. Tam tepelerinde bir gökkuşağı belirir. Mediha Esenel olanları şöyle anlatıyor: “Koşsam altından geçebilir miyim acaba? diye bir koşu tutturdu. Ben, “Ebemkuşağının altından geçen cinsiyet değiştirirmiş” dedim, hemen durdu. “Kadın olmak çok mu kötü?” diye sordum. “Kötü olduğundan değil, otuz yedi yaşıma geldim, kadın olsam bundan sonra beni kim alır?” diye şaka ile yanıtladı.”Bir diksiyon yanlışı yakaladı mı düzeltmeden duramaz. “Bu yüzden Aliye Hanım bana fena içerliyor. Karı koca ağız tadıyla kavga edemiyoruz. Kavganın en can alacak yerinde tutup diksiyon yanlışlarını düzeltiyorum” diyerek arkadaşlarına yakınır. “Mektubunu aldım. “Ben fena kız değilim, senin meyus olmayıp saadetin için hayatımı şimdi fedaya hazırım!” diyorsun. Aliye, bana böyle şeyler yazma… Sonra ben sana deli gibi aşık olurum. Senin ne iyi kız olduğunu biliyorum. Muhakkak ki hayatımda yaptığım ve yapabileceğim en iyi iş seninle hayatımı birleştirmek oldu. Bundan sonra ne diye kederli ve üzüntülü şeyler yazalım.” Mektubundaki, “Beni istediğim kadar sevmezsen ölürüm!” cümlesini belki elli defa okudum. Ah Aliye, seni isteyebileceğinden çok seveceğim. Benim nasıl sevebileceğimi göreceksin.” (25 Mart 1935)3. Halit Ziya UşaklıgilEdebiyatçılarımızın arasında baba olmanın acısını bildiğimiz kadarıyla en çok o yaşadı. Üç çocuğu (Vedide, Sadun, Güzin) küçük yaşlarda çeşitli hastalıklardan dolayı ölür. Halit Ziya, Sadun için Kırık Oyuncak’ı, Güzin için Kırık Hayatlar’ı yazmış. 1904 yılında doğan oğlu Vedat, iyi bir eğitim alır. Almanca, Fransızca ve İngilizce öğrenen Vedat’ın esas tutkusu müzik ve piyanodur. İstanbul’da Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başlayan Vedat, birkaç arkadaşıyla bir trio kurup konserler vermeye başlar. Hamdullah Suphi, onları konser için Ankara’ya çağırır. Vedat Ankara’da büyük amcasının kendisinden beş yaş büyük kızı Latife’nin yeni evi Çankaya Köşkü’nde kalır. O akşam Çankaya’da, Mustafa Kemal’in, önce piyano çaldırdığı sonra da İngilizce, Fransızca, Almanca gazeteler getirtip çeviri yaptırdığı Vedat sınavı geçmiştir. “Ne işin var bankada, sen Hariciye’ye gel” diyen ******’ün teklifi onun da hoşuna gider. Latife Hanım, boşanma kararının ardından İzmir’e dönerken Çankaya Köşkü’nde kalan Vedat’a telefon açıp “Biz gidiyoruz. Sen de benim misafirimsin. Kendine başka bir yer bul ya da İstanbul’a dön” der. Vedat “Babama sormadan karar veremem” diye karşı çıkar. Mektup yazdığı Halit Ziya’nın cevabı aile içinde bir kırılma yaratacaktır: “Sen onun değil, ******’ün misafirisin.”Vedat, birkaç kez tayin vaadiyle kandırılır. Sonra Prag’a tayin edilir. Ama dört ay sonra yeniden Ankara’ya çağrılır. Bu durumu Halit Ziya, ******’ün gösterdiği teveccühün yarattığı kıskançlıkla açıklar. Psikolojik olarak çöken Vedat, Ankara’ya dönmez babasının Yeşilköy’deki evine çekilir. Hukuk eğitimini bitirir. Sonra yeniden Hariciye’ye döner. Ankara’dan kurtulmak için önce Brüksel’e giden Vedat, 1937’de kendi isteğiyle bir arkadaşının tayinin çıktığı Tiran’a geçer. Bir yemek daveti için hazırlık yapılan gece, Vedat yeniden Ankara’ya çağrılmaktadır. İzin isteyip sokağa çıkar. İlk gördüğü eczaneye girer. Sefarete döndüğünde verilecek davetin çiçeklerini kontrol eder, sonra “Yorgunum, beni rahatsız etmeyin” diyerek odasına çekilir. Sabah kalkmayınca kapısı kırılarak girilen odasında hemen yanı başında dört adet boş luminal tüpü ve aşık olduğu annesinin kızlık resmine iliştirilmiş notlar bulunur. Bir not annesine yazılmıştır: “Anacığım acıma, sevin, korkmuyorum ve rahat konuşuyorum. Seni ve babamı çabuk beklerim. Daha sonra… Ne rahat.”Daha zor okunan, muhtemelen ölümüne yakın son bir gayretle yazdığı diğer not ise onun 33 yıllık belirsiz dramının özeti gibidir: “ Uykudan başka bir şeyler hissetmiyorum. Ne rahat. Hayatta çok bedbaht idim. Bu bir tesviye çaresi idi. Ölüm ne kolay. Uykum çok. Bütün sevdiklerim Allah’a emanet…”Bir Acı Hikaye adlı kitabında, Halit Ziya, oğlu Vedat’ı anlatmaya çok küçük yaşlarından başlıyor. Onun kırılgan ruhunu, inceliğini, yaşamla kurduğu estetik ilişkiyi, fedakarlığını, özellikle de kardeşi Bülent ile ilişkisini, kültürünü yetkin bir edebiyatçının kalemiyle aktarıyor. Kuşkusuz bu kitap büyük bir çığlık, bir şiir, bir ağıt, tanımsız bir acının ardından… 4. Yaşar KemalSoner Yalçın’ın Siz Kimi Kandırıyorsunuz kitabında, Gülriz Sururi’nin Bir An Gelir isimli kitabından aktardığına göre, genç bir tiyatrocu olan Gülriz Sururi, bir gün Taksim’den dolmuşa biner. Dolmuşta bir genç sürekli kendisine bakmakta, hatta hafiften sıkıştırmaktadır da. Sururi, bir süre sonra buna dayanamayarak dolmuştan iner, ama cüretkar genç peşini bırakmaz. Birkaç adım sonra, iri yarı genç adam, genç kızın arkasından laf atar: “Hişt hişt… Küçükhanım, tanışabilir miyiz?” Esmer delikanlı, genç kadının “Polis çağırırım” sözü üzerine uzaklaşır. Gülriz Sururi, bu ısrarlı çapkınının ismini çok geçmeden öğrenecektir: Yaşar Kemal! Soner Yalçın’ın, Sabahattin ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun kızkardeşi ressam Mualla Eyüboğlu’nun anılarını anlattığı Hitit Güneşi isimli kitaptan aktardığına göre, Yaşar Kemal nereye giderse gitsin, Mualla Eyüboğlu’na ateşli aşk mektupları göndermektedir. Eyüboğlu, Yaşar Kemal’in kendisine karşı duyduğu aşkı şöyle anlatıyor: “Yaşar Kemal’i, ben Hasanoğlan’dan Ankara’ya Sabahattin ağabeyimi ziyarete gidip gelirken tanıdım. Ağabeyim tanıştırdı bizi. O zaman Göğçeli derdi kendisine. Daha Yaşar Kemal olmamıştı. tertemiz yürekli, mütevazı bir gençti. O yıllar aşık oldu bana.”“Hayata ışıklar içinde gül, Şarkı gibi gecelerden süzül, Bir yağmur ol bahçelere dökül. Ve akşam üstleri habersiz gel. Hülyamda ki kadını ” (Tenbih)“Yaratsaydı Tanrı eğer, Kulluk ederdim ölünceye kadar, Öldükten sonra da…” (Kulluk)5. Cemal SüreyaTomris Uyar, Cemal Süreya ile ilgili: “Tanıdığı kaç kişi varsa, o kadar Cemal Süreya vardır.” Feyza Perinçek ve Nursel Duruel’in yazdığı Şairin Hayatı Şiire Dair adlı kitaptan alıntıları okuyunca bu tespitin ne kadar doğru olduğunu okuyacaksınız. Kitaplarını yakan eşi karşısında yükselen öfkesi anlaşılabilir belki ama Cemal Süreya yeşil zeytinli börek istediği, gibisi olmayan yar diye ilan ettiği ortaokul aşkı eşi Seniha Nemli “Peynirli börek bilirim, olmaz” deyince suratına tokadı yiyiverir. Daha tokadın şokundan çıkamadan da bir başka şok! Cemal Süreya jiletle bileklerini kesmektedir. Cemal Süreya’nın eşlerinin suratlarında patlayan tokatları ya da kimi zaman diş protezi taktırtmaya vardıracak şiddeti sözkonusu. Cemal Süreya’nın iki ayrı eşinden iki çocuğu oluyor: Seniha Nemli’den olan kızı Ayçe. Genç kızlığa geçtiği günlerde Süreya’nın yazdıkları şöyle: “Ayçe beni ve benimle ilgili hiçbir şeyi sevmiyor. Öyle sanıyorum ki, İstanbul’da 15 günden fazla kalmaz. Seher Abla’ya benim için “Şimdiye kadar para yollamadı. Yüzüne sırf paramı almak için gülüyorum” demiş.” Zuhal Tekkanat’tan olan oğlu Memo Emrah ise hiç kimseyle hatta yazıyla bile paylaşmak istemiyor babasını. Öğretmenine yalanlar söylüyor bu yüzden. Babasının yazmaktan sıkıldığını, bakkal dükkanı açacağını uyduruyor. Memo’nun fiziksel ve ruhsal sorunları on yaşındayken başlamıştır. Hormonal bir bozukluk olduğu sünnet sırasında anlaşılır. Sünneti yapan sağlık memuru, çocuğun doktora götürülmesi gerektiğini söyler. Cemal Süreya sinirlenir, “Sen benim oğlum için nasıl böyle söylersin” diyerek adamı evden kovar. Pansumanını yaptırmaz. Aşırı şişmanlayan Memo derslerinde de başarısızdır. Üstelik zamanı geldiğinde sakalı da çıkmaz. Kızlarla iletişime geçemez. Memo ağrılarını yatıştırmak için içkiyi arttıran annesine ayrı, babasına ayrı kızıyor. Babasının müzik setini, videosunu satıp silah alıyor. Eli silahlı bir kabusa dönüşüyor. Evi dini kitaplarla doldurup, sağcı örgütlerle ilişki kuruyor. Yıllar ilerledikçe Memo’nun durumu da ilerliyor. Polislerce aranıyor. Hapse girip çıkıyor. Birsen Hanım’la birlikte yaşayan babasının evini işgal ediyor. Babasını kimseyle görüştürmüyor, telefon kablosunu koparıyor. Kağıtlarını, yazılarını yırtıyor. İçkisini ya döküyor ya saklıyor. Memo’nun bakkala gittiği bir gün Cemal Süreya Birsen Hanım’a ulaşıyor. “Gel al beni buradan. Kurtar beni.” Bir yandan da Süreya’nın Memo’ya sevgisi hep aynıdır: “Beni çok üzüyor. Ama gene de seviyorum. Ona bir şey olursa intihar ederim.”Ölümünden kısa bir süre önce hastaneye kaldırılışı da iki ayrı tanıklıkla veriliyor kitapta. Birsen Hanım’a söylendiğine göre, uykudan kalkıp rakı içmek istemiş. Memo gürültüye uyandığında, buzdolabının önünde yerde bulmuş Cemal Süreya’yı. Memo ise halası Ayten’e şöyle anlatmış: “Bir tıkırtı duydum. Kalktım, babam buzdolabının önünde. İçki alacak zannettim, su içeceğim” dedi. Ayten Hanım’ın anlattıkları burada kesiliyor, devamı şöyle getiriliyor kitapta. “Bundan sonrası Memo’nun anlatımında bulanık. Memo Emrah’ın, Süreya’yı döverek ölümüne yol açtığı iddiasına ise annesi Zuhal Tekkanat karşı çıkıyor. Süreya’nın ölümünden 7 ay 2 gün sonra, Memo Emrah av tüfeğinin bir arkadaşının elinde ateş alması sonucu hayatını kaybeder.”“Durakta üç kişi Adam kadın ve çocuk Adamın elleri ceplerinde Kadın çocuğun elini tutmuş Adam hüzünlü Hüzünlü şarkılar gibi hüzünlü Kadın güzel Güzel anılar gibi güzel Çocuk Güzel anılar gibi hüzünlü Hüzünlü şarkılar gibi güzel” (Fotoğraf)6. Ahmed Arif12 Aralık 1972’de oğlu Filinta dünyaya gelir. Baba olmasıyla ilgili duygularını Milliyet Sanat Dergisi’nde şöyle anlatır: “Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız, tam iki yıl oğlumun nüfus cüzdanını cebimde taşıdım. Cebimdeki, sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu… Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.”Oğlu Filinta Önal’ın babası hakkında anlattıkları: “Babam dedeme çok düşkündü. Hep erken kaybettim, derdi. Babamın gerçek adı Ahmet Hamdi Önal’dır. Mahlas olarak kullandığı Arif, dedemin adıdır.”Pek çok işi kendisi yapardı, yapmayı da severdi. Doğal olarak dışarıda, esnafla iç içeydi, bütün mahallenin Ahmet Abisi idi. Ölürsem beni, cenazemi Hacı Bayram’dan kaldırın demişti. Orası daha garibanların gittiği bir yer. Maltepe daha şehirli insanların gittiği bir yer. Fakat öldüğünde Hacı Bayram’da restorasyon vardı mümkün değildi. Maltepe’den kalktı. Parası yok. Kolay mı ev geçindirmek… Hayat onu öyle öteleyip, yaralıyor. Bu nedenle, yaklaşık 40’lı yaşların başında evlenmiş. 45’inde de baba olmuş. 1967’de evlendiği Aynur Hanım “Güzel bir babaydı, güzel bir eşti. Güzelliklerle anıyoruz onu. Çok erken kaybettik” diyor. Ülkü Tamer’in, Ahmet Arif’le ilgili çok güzel bir anısı: “Ahmed Arif en sevdiğim şairlerden biri. İnsan olarak da inanılmaz derecede sıcak bir dosttu. Muzaffer Erdost’la bazı geceler 12’den sonra bir karpuz alıp onu gece sekreteri olarak çalıştığı gazetede ziyarete gider, saatlerce çene çalardık. Kahkahalar atarak sık sık anlattığı bir olayı hiç unutmadım.Diyarbakır’dan Ankara’ya gitmiş. Annesi memlekette. Komşu kadınlar boyuna övünürmüş. Benim oğlum İstanbul’a gitti, memur oldu. Benim oğlum İzmir’e gitti, bankacı oldu. Ahmed Arif’in annesi durur mu, o da başlarmış övünmeye. Benim oğlum da Ankara’ya gitti, komünist oldu. “Ne bilsin anam!” derdi Ahmed Arif. “Komünistliği de mühendislik, doktorluk gibi meslek sanıyor.”“Leylim, İngiltere’ye gittiğini gazetede okudum. Eski Sevgili’yi roman boyutlarında ele alabilirdin. Adını bana danışsaydın. Eski yerine ölümsüz ya da sonsuz olmasını isterdim. Neyse, bu konuda fırsat bulunca konuşuruz. Yahut yazışırız. Filinta, beşini sürüyor. Bazen boynu bükük ve sonsuz mahzun, bazen şimşek gibi çakıp gürleyen bir çocuk. Fatoş ablasını (Erbil’in kızı) ve seni öper. Ben de güzellik, sağlık ve mutluluğunun sonsuz olmasını dilerim. Fatoş’un gözlerinden öperim. Selam ve sevgiler.”(1977’de Leyla Erbil’e yazdığı son mektup)Leyla Erbil de Eski Sevgili kitabındaki son öyküde Ahmed Arif’in dizelerine yer vermiş: “Bu namustur Künyemize yazılmış Bu da sabır Ağulardan süzülmüş Sarıl bunlara Sarıl da büyü”7. Nazım Hikmet“Karşı yaka memleket, sesleniyorum Varnadan, işitiyor musun, Memet! Memet! Karadeniz akıyor durmadan, deli hasret, deli hasret oğlum, sana sesleniyorum, işitiyor musun? Memet! Memet!”Şairin hayatında 2 Memet var. Bu şiiri yazdığı Nazım Hikmet’in Münevver Andaç’tan olan oğlu Memet Nazım, diğeri Piraye’nin oğlu Memet Fuat. Şair, Memet Fuat’ı oğlu gibi sevdiği için kendi oğlunun adını da Memet koyar. Henüz 3 aylıkken terk etmek zorunda kaldığı Memet Nazım, artık Memet Andaç Borzecki. Milliyet Gazetesi’nden Halit Çapın ve Orhan Türel’in 28 Mart 1970 tarihli röportajında Memet hayatı boyunca sadece 15 gün görebildiği babasından adeta nefret etmektedir. “Ben bütün yaşantım boyunca onu sadece 15 gün görebildim. Hepsi o kadar. 15 gün için karşıma çıkan bir adam ve bana söylenilen bir laf: İşte baban… Olmaz öyle şey!” ve ekliyor “Benim babam ve herşeyim annemdir.” Sanki babasına inat, röportajda “Benim ismim Memet değil, Mehmet’tir” diyor. 2010 yılında mezarının Türkiye’ye taşınması için uğraşan kişilere ise: “Babam, ruble karşılığında şiir yazan bir adamdı. Hasta annemi ve henüz 3 yaşında olan beni terk ederek yüzüstü bırakan ve başka kadınlara gitmiş bir adam için kılımı kıpırdatmam.” Kundaktayken terk edilmiş ve hayatı boyunca baba hasreti çekmiş bir çocuğun öfkesini anlamak mümkün. Ama tanınmış, topluma malolmuş kişilerin çocukları baba ya da annelerinin başarısının baskısı altında ezilebiliyor. Memet’in “Babamdan daha büyük bir şair olacağım, inanmadığım şeyleri de yazmayacağım, babam inanmadığı bir dolu şiir yazdı” ifadeleri de sanki buna işaret ediyor. Memed Nazım uzun yıllar Fransa’da yaşadıktan sonra Büyükada’ya yerleşti. Evinde babasına dair bir arşiv de bulundurmuyor ama Nazım Hikmet tüm eserlerinin telifleri Memet Nazım’a ödeniyor. Nazım Hikmet’in Piraye’nin oğlu olan ve kendi oğlu gibi sevdiği Memet Fuat’a olan duygularını hapisteyken yazdığı şu mektup ne kadar da güzel anlatıyor: “Oğlum, Mektubunu aldım. Bayram ettim. Sen daha o kadar gençsin ki hatıraları olmayan ve hatıralara değerlerini vermesini öğrenmemiş olansın. Halbuki ben artık hatıraları olan ve hatıralara değer verecek kadar ihtiyarlamışım. Bunun içindir ki, mektubunu alır almaz, doğrudan doğruya, senin kırmızı çocukluk başının etrafında halkalanan güzel yıllarım hemen canlanıverdiler. Senin çocukluğunu ve kendi gençliğini tekrar yaşadım. Dünyada en çok sevdiğim insanlardan biri anandır ve senin sevgin hemen bunun yanındadır ve ondan ayrılmaz. O kadar ki ne zaman ananı düşünsem derhal senin çocukluğundan çeşitli basamaklar gözümün önüne gelir. Seni Kadıköy’de apartmanda, bana kapıyı açarken ve boynuma sarılıken görürüm. Seni Erenköy’de ilk mektebe gittiğin zamanki önlüklü halinle görürüm. Velhasıl sen benim en güzel yıllarımın ve yüreğimin içinde dünyanın en güzel ve en iyi kadın başıyla yan yana ve ondan ayrılmaz bir haldesin. Sen benim oğlumsun. Sana oğlum derken içimin nasıl saadetle dolduğunu henüz kestiremeyecek kadar gençsin.”8. Hüseyin Rahmi GürpınarHüseyin Rahmi Gürpınar, anneanne, teyzeler, dadılardan oluşan kadınlarla dolu bir evde büyüdüğü için onlardan nakış işlemeyi, dantel örmeyi, yemek yapmayı, müziğe, estetiğe derin bir sevgi beslemeyi öğrenmiş. Muhtemeldir ki romanlarında kadınları, onların iç dünyalarını bu kadar iyi anlatması çocukluğunda büyüdüğü bu ortamın eseridir. Hüseyin Rahmi’nin bir sürü eldiveni vardı. Sokağa, eldivensiz hiç çıkmazdı.Bunları, şık olmak düşüncesiyle değil, mikrop kapma korkusuyla giyerdi. Kapı kollarına mendilsiz dokunmazdı. Hiç kimseyle tokalaşmaz. Peçetesiz, kolonyasız evden çıkmazdı. Jestler yaparak konuşan, kibar bir İstanbul hanımefendisi gibi ellerini dizlerinin üzerinde kavuşturarak oturan ya da kısa kahkahalarla gülerek bitiştirdiği parmaklarıyla dudaklarını kapatan, kravat, papyon gibi aksesuarlara düşkün, kırmızı renge tutkun Hüseyin Rahmi zaman zaman da kendinden beklenmeyecek kadar sert üslupla yazılmış makaleleriyle kendisini şakacı, nazik biri olarak hatırlayanları şaşırtmıştır. Bisikletle gezmeyi çok severmiş. Adalıların ilk gördüğü bisiklet olduğu için, Hüseyin Rahmi’ye “şeytan arabalı” derlermiş. Gürpınar’ın örgü ve dantel merakı, babaannesinin ve teyzesinin yanında büyüdüğü çocukluk yıllarına kadar uzanıyor. İleriki yaşlarında yalnızlığını gidermek, sıkıntılarını unutmak için hobiye dönüşür bu merak. Şimdi müze olan Heybeliada’daki evinde yatak odasındaki yatağın üzerindeki işlemeli pembe örtü, işlemeler de, mutfaktaki masanın örtüsündeki tığ işi motifler de bizzat yazarın kendisine ait. Duvarlarda asılı peyzajlar da Hüseyin Rahmi’nin yapıtları. Yemek yapmayı çok sever, özellikle reçel ve dondurma konusunda adeta uzmanlaşmıştı. Heybeliada’daki köşkte yengesi Aliye Hanım, Aliye Hanım’ın kızı Safter Hanım, hayat arkadaşım dediği Miralay Hulusi Bey ve hizmetçisiyle yaşamış. Hulusi Bey 1933’te vefat edince sıkıntıdan ve kederden kaçmak için Mısır’a gitmesi arkadaşına duyduğu sevgiyi anlatmaya yetiyor. Kitaplarını ilk önce okuttuğu, her sabah birlikte yürüyüşe çıktığı Hulusi Bey dışında yalnızlığını kimseyle paylaşmadığını söylemek yanlış olmaz. Müzmin bekardır ve ömür boyu evlenmez. Aşk onun için cinselliğin öne çıktığı gelip geçici bir durumdur. Refik Ahmet Sevengil, Gürpınar’ı anlattığı bir yazısında şöyle diyor: “Şimdiye kadar hiç evlenmemiştir. Bir gün sebebini sorduğum zaman önce sıkıldı. Çocukluğunda aralarında büyüdüğü eski İstanbul hanımlarından öğrenilmiş bir mahcubiyet edası ile kızardı, sonra galiba suali cevapsız bırakmış olmamak için gülümsedi: Yattığım odada başka nefes istemem, sinirlenirim; bunun içindir ki misafirlikte de kalamam…”“Dün küçük hanımlar seyre gittiler. Gördün mü? Beyoğlu’nda tiyatro varmış. Gördüm, gördüm. Sokağa bir sürü köpek gelmiş gibi harhar harhar bir gürültü oldu. Cumbaya koştum. Bir de bakayım ki konağın kapısının önüne otomobil gelmiş. İçerinden bakalım kim çıkacak diye bekledim. Beklerim beklerim kimse çıkmaz. Kuruyan erik ağacının kökünü söktük de hastalara biraz bulgur çorbası pişiriyordum. Çorba lapa olmasın diye bir ocağa koşarım, bir cumbaya koşarım. Bilmem Bulgurlu’ya gelin mi gidiyor, bu ne bitmez tükenmez süs, düzen… En sonunda çıktılar. Hacı’nın kızları Nermin, Narin, Hafız’ın gelini Sadiye, üçü beraber… Hanım, ne kılık, ne kıyafet… Kokona desem bunların yanında kokona da bir şey mi acaba?” (Hakka Sığındık)9. Orhan Veli KanıkSait Faik şöyle betimlemiştir Orhan Veli’yi: “İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş bir göğse benzeyen bir sırt, denebilirse ergenlik bozuğu bir yüz. İşte görünüşte Orhan Veli.”Orhan Veli ise askerlik yaptığı yıllarda naif bir anlatımla hayatını şöyle dile getirmiştir: “1914’te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rifat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim.”Orhan Veli, sonuncu aşkı Nahit Hanım’la bir sonbahar sabahında, Boğaziçi Vapuru’nda tanışır. Nahit Hanım’ın Zeynep Oral ile yaptığı röportajda Orhan Veli hakkında anlattıkları: “O’nu tek kelimeyle anlatmaya çalışsam, hüzünlüydü derim. Hüzünlüydü… Mahzundu… Neden? Bence… Tabii başkasına, başkalarına göre başka türlü olabilir. Ama bana soruyorsunuz. Onun için bana göre, benim düşündüğümü söylemek zorundayım. Yapısından geliyordu bu hüzün… Her şeyi ama, her şeyi içine atmasından… Fiziğinden… Öfkesini bile içine atardı. Sıkıntılarını da… Hüzünlüydü. Ve sessizliğe gömülürdü. Konuşmazdı. Sıkıldığında, üzüldüğünde konuşmazdı. Şimdi gelirim, der; kalkar gider, ya yarım saat sonra, ya üç gün sonra gelirdi. Örneğin, Mahzun Durmak şiiri, O’nun tavrına çok uygun bir şiirdir.”“Sevdiğim insanlara Kızabilirdim, Eğer sevmek bana Mahzun durmayı Öğretmeseydi.”“Neşesini hiç kaybetmez, çocuksu bir yanı vardı. Bir gün bana bir avuç bilye hediye etmişti. Ne severdi yürüyüşe çıkmayı. Ne çok yürürdük birlikte. Ama Melih Cevdet’le Çubuk Barajı’nda geçirdiği trafik kazasından sonra daha az sever oldu yürümeyi. “Vazgeç Nahit Hanım, yürümeyelim, gel şu salaş kahvede oturalım” derdi. Bedensel bir yorgunluk duyuyordu hep… At yarışlarına da gitmek büyük eğlenceydi bizim için. Ve hep kaybederdik.”Kızkardeşi Firuzan Yolyapan’nın ağabeyi ile ilgili anlattıkları: “Dürüst ve medeniydi. Kimseye kötü kelime konuştuğunu duymadım. Anneme, babama da itaatkardı. Aramızda 10 yaş vardı ama bana baba ve arkadaştı da. İyi olmamı, kişiliğimi ona borçluyum. Bana “Fırfırım” derdi. Çok şakacıydı. Maddi sıkıntı içindeydi. Buna rağmen çok neşeliydi. Küçükken arkadaşlarım geldiği zaman bize de Karagöz-Hacivat oynatırdı. Uçurtma yapma meraklısıydı. Futbol severdi. Koyu Galatasaraylıydı. Bir sürü sarı-kırmızı çorapları vardı. Şiirlerini oturup yazdığını hiç bilmem. “Yeni bir şiirim var” derdi, yazılmış olarak gösterirdi. Onları zihninde hazırlıyordu. Son şiiri Aşk Resmi Geçidi ise öldükten sonra cebinden bir kağıda diş fırçasına sarılı olarak çıktı.”Ölüm hep yakınında olmuş Orhan Veli’nin. 1939 yılında, arkadaşı Melih Cevdet Anday’la birlikte araba kazası geçirdi. Anday’ın kullandığı araba Çubuk Barajı’ndan aşağı yuvarlanmıştı. Bu olayın sonucunda yirmi gün komada kaldı. II.Dünya Savaşı’nın neden olduğu gerginlik nedeniyle uzatılan askerlik görevini, 1942’den 1945 yılına kadar Gelibolu’nun Kavak Köyü’nde yaptı. Orada da önemli bir kaza geçirerek ölümden kıl payı kurtuldu. Attan düştü ama birkaç günlük istirahatla düzeldi. 10 Kasım 1950’de bir haftalığına gittiği Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düştü ve başından hafifçe yaralandı. İki gün sonra İstanbul’a döndü. 14 Kasım’da arkadaşı Erol Güney’in evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırıldı. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamadı ve Kanık’a (çok alkol kullandığı için) alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulandı, ancak beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşıldı. Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata veda etti. 36 yaşındaydı. Cenazesi Beyazıt Camii’nden kalktı. “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” dizelerinin şairinin tabutu, Beyazıt’tan Çemberlitaş’a, Sultanahmet’e yaklaşınca Bab-ı Ali Yokuşu’na sapıp Sirkeci’ye eller üstünde taşındı… Sonra arabayla da olsa Haliç, Karaköy, Tophane, Kabataş, Beşiktaş, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Rumeli Hisarı… 10. Halide Edip Adıvarİlk kocası dönemin matematik dehası Salih Zeki 40 yaşında, Halide Edip 17 yaşında iken aşık oluyor, aralarındaki ilişkiyi de, “Onun kölesiydim, zihninin kölesi” diye tanımlıyor. Evlendikten sonra tam anlamıyla domestik bir kadın oluyor. Salih Zeki’nin kulu kölesi oluyor adeta, anne olmak için de paralıyor kendini. Eşini çalıştığı yerde ziyarete gittiğinde yüzündeki yaşmaktan kim olduğunu anlayamayan görevlinin, “Hanım sen az önce burada değil miydin” demesinden eşinin kendisini aldattığını, daha sonra da evlendiğini anlamasıyla boşanıyor. Salih Zeki’den boşandığı yıllarda kadının boşanma hakkı yok aslında. Ama o kocasının yeni bir eş getirmesini asla kabul etmiyor. Sanki intikam almak için romanlarını yazıyor. Seviyye Talip romanındaki kadın kahramanı, sevdiği adamla nikahsız yaşayan bir kadın. O yıllar için çok ileri bir şey bu. Bir başka kahraman, Handan ise cinselliğini açık açık anlatan bir kahraman. Kimse ona “Sen nasıl böyle şeyler yazarsın?” türünden eleştiriler getirmiyor, tam tersine, “Romandaki Handan, Halide Hanım’ın ta kendisi” diyorlar. Anlattıkları, hayal gücü değil, yaşadıkları. İlk ve bir daha unutamadığı sevgilisi, birinci eşi Salih Zeki. Bunu sonradan Mina Urgan’a itiraf ediyor. Ama ikinci eşi Adnan Adıvar’la da arasında müthiş bir bağlılık var. Halide Edip’in flörtöz bir kadın olduğu söyleniyor. Hüseyin Cahit ve Yusuf Akçura flörtlerinden sadece ikisi. Aslında bir sürü erkekle arkadaş olabilmiş bir kadın o ama o dönemde kadın-erkek arkadaşlığı diye bir kavram yok, bir kadınla bir erkek birlikte görüldüğü zaman flört ediyorlar diye algılanıyor. Halide Edip de dönemin bütün erkeklerini evine davet eden, onlarla konuşacak şeyleri olan bir kadın. Feminist bir yazardı. İlk romanlarında bile bu görülür ama öbür yanıyla da bazı romanlarında da (Sinekli Bakkal, Akile Hanım Sokağı) halkının muhafazakar değerlerini de anlamaya çalışmıştır. II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıl, 1908’de Halide Edip gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmaya başladı. Yazıları, muhafazakar çevrelerin tepkisini çekti. Ölümle tehdit edildi, bu nedenle önce Mısır’a, sonra İngiltere’ye gitti. Salih Zeki’den olan 2 oğluna çok ilgili bir anne olamıyor ama ablası Mahmure’den çok destek alıyor. Çünkü çok meşgul, okullara gidiyor müfettiş olarak, romanlar yazıyor. Çocuklarını İstanbul’da bırakıp Milli Mücadele için cepheye gidiyor. Oğullarının yurtdışına eğitim için gitmeleri nedeniyle de uzun yıllar bir arada olamamışlar. Halide Edib Adıvar‘la 13 yıl beraber yaşayan torunu Ömer Sayar “En baştaki özelliği de dominant oluşuydu. Şimdi bilgisayarlarda solitaire dediğimiz oyunu iskambille oynardı, hiç düşürmezdi elinden. Bir yandan oynardı ama bir yandan da fikirlerini söylerdi. Hep kendi dediği olsun diye düşünürdü. Yüzü asıktı ama hissi biriydi. Oğlu yani babam ABD‘ye gitti, uzun süre kaldı. ABD’nin herhangi bir yerinde bir uçak düştüğü zaman “Acaba oğlum içinde midir” diye gözyaşı dökerdi. Böyle de içli tarafı vardı. Benim Halide Edip’le müşterek hayatım, süre itibarıyla çocuklarıyla olan müşterek hayatından daha fazladır. Bana İngilizce öğretirdi. Bir kitap tercüme ettirdi. Disiplinliydi. Galatasaray Lisesi‘nin hazırlık sınıfına giderken, 1 lira harçlık verirdi, 75 kuruşunu kumbaraya at derdi. Niye 25 kuruş. Çünkü simit 5 kuruştu o zaman. “Beş gün, her gün bir simit alırsın” derdi. Yaramazlık yaptığımda, paylardı.”Çocukluğundan beri erkek çocuğu gibi davranılmış , öyle ki babası ona Halit diye hitap edermiş, kendine güveninin altında yatan neden bu olabilir. Mustafa Kemal’le çatışması hayatının dönüm noktası oluyor. Halide Edip “Önce reformları yapalım, demokrasi olsa da olur, olmasa da olur” eğilimi içerisinde, yanı sıra mandanın (I. Dünya Savaşı’ndan sonra bazı az gelişmiş ülkeleri, kendi kendilerini yönetecek bir düzeye eriştirip, bağımsızlığa kavuşturuncaya bazı büyük devletlere verilen yetkidir) iyi bir çözüm olacağına inanmış. Bu onun zayıf noktası olarak, aleyhine kullanılmıştır. Aslında mandayı düşünmek, Halide Edip için bir arayıştı. O yıllarda aydınlar arasında mütareke Türkiye’sinin kurtuluşunda farklı düşünceler veya pasif kalmak çok yaygındı. Mina Urgan, Bir Dinazor’un Anıları kitabında üvey babası Falih Rıfkı Atay’ın fikrini aktarıyor: “Halide Edip, öteki erkekleri etkilediği gibi, Mustafa Kemal’i de etkilemeyi, ona da egemen olmayı aklına koymuştu. Mustafa Kemal’in, Halide Hanım’a gelip, evinde bir acı kahve içerken, “Hanımefendi ne dersiniz, acaba Cumhuriyeti ilan edeyim mi?” ya da “Halifeliği kaldırmamı doğru buluyor musunuz, Hanımefendi?” diye sorarak icazet almasını istemişti. Mustafa Kemal bunu yapmayınca da, ona düşman kesilmişti.”“1910’da benim aile hayatımda büyük bir değişme olmuştu. Salih Zeki Bey ikinci defa evlenmeye karar vermişti. Taaddüdi zevcât aleyhine hiçbir zaman değişmeyen ve taassup derecesini bulan bir kanaatim vardı. O zaman Yanya’da bulunan babamı çocuklarımla beraber ziyarete gittim. Salih Zeki Bey’e karar vermeden evvel düşünebilmesi için zaman vermek istedim. Döndüğüm zaman, bu meselenin kapanmasının mümkün olmadığını görerek ayrıldım. Yani dokuz senelik hayat arkadaşlığımız sona erdi.” (Mor Salkımlı Ev)KaynakK Dergisi, Radikal Kitap, Vatan Kitap, İpek Çalışlar Röportajları, Mehmet Birkiye | |
| | | huzeyfe Süper Moderatör
Mesaj Sayısı : 7719 Rep Gücü : 18108 Rep Puanı : 23 Kayıt tarihi : 27/03/09
| Konu: ÜNLÜ ŞAİRLERİN BİLİNMEYEN ANILARI C.tesi Ara. 09, 2017 10:05 am | |
| [size=37]İŞTE ÜNLÜ ŞAİRLERİN BİLİNMEYEN ANILARI[/size] Ayhan Bozkurt'un kalemindenhttp://odatv.com/iste-unlu-sairlerin-bilinmeyen-anilari-1512081200.html
15.12.2008 00:00 Karakter boyutu : FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA: S.KTİR GİT İyi şiir yazmakla şair olunmaz… S.iktir Git!” Bu sözleri hiç unutmadım. Bu şiir yazanlara ders olsun! Kadıköy’deyim… “Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri,Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye:Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştırdiye” dizelerini okuyorum. Karşımda bir başka şair arkadaşım aynı zamanda yayıncım oturuyor. İlk kitabım çıkacak… Ödül almışım… “Artık şairliğim tescil olacak?!” Bu sırada oturduğumuz yerin hemen önünden “biri” geçiyordu. Biri diyorum çünkü o geçen adamın Fazıl Hüsnü Dağlarca olduğunu o ana kadar bilmiyordum. Arkadaşım, “Bak” dedi “Şansa bak, Dağlarca geçiyor.” İlk defa görüyordum, hem de bu kadar yakından. Hemen masadan kalkıp yanına koştum. Koluna girip, “hocam merhabalar, nasılsınız” diye sordum. Kalın gözlük camının arasından bana sertçe baktı. Elindeki bastonun yardımıyla beni biraz itti. “Kimsin sen” diye sordu sert bir ifadeyle. “Şairim” dedim. Olanlar oldu… Bastonunu kaldırdığı gibi kafama geçirdi. Neye uğradığımı şaşırdım. Ardından bastonla rastgele vurmaya başladı. “Hocam, özür dilerim, ben…” diyecek oldum. O durmadan vuruyor ve avazı çıktığı kadar bağırıyordu. “Ben 100 yaşına gelsem şairim demem kendime, s.ktir git. “ Demez olsaydım… Pişmandım, farkına varmıştım ama iş işten geçmişti. Dağlarca vurmaya devam ediyordu hem de nereme denk gelirse; “Şair olmak kolay değildir. İyi şiir yazmakla şair olunmaz… S.iktir Git!” Çevreden insanlar girdi araya, kurtardılar beni bastonun darbelerinden. Sonra o bağıra çağıra yoluna devam etti. Arkasından öylece bakakaldım… Aradan uzun bir zaman geçti. Ölmeden iki üç ay önceydi, ziyaretine gittim. Kadıköy’deki evinde uzun uzun sohbet ettik. “Şairlik halim selimliktir” dedi. Öfkeliydi; “Bu halk var ya, kişilik sakatlığı yaşıyor, şiirden ne anlar, ben ne diyorum ki... Sen şairsen bir namazın en önemli rekatındasındır yazarken.” Bana kızdığı günü dün gibi hatırladı. Gülümsedi. “Sana açıkça bir şey ifade edeyim” dedi. “Artık dünya üzerinde şiirin pek önemi kalmadı. Bu çağın getirdiği bir durum. Biz şiirle yazışırdık. Yazdığımız şiirler merak edilirdi, elden ele dolaşır okunurdu. Şimdi böyle bir dünya yok…Samimi olmam gerekirse, sinemayla uğraş. Şiir yazma demiyorum ama pek ehemmiyet arz etmeyecektir. En geçerlisi bu.” Kadıköy Fazıl Hüsnü Dağlarca sokağında yürüdüm… Avazım çıktığı kadar bağırmak istedim usta şairin şu dizelerini: “Nereye, ey göz yaşlarımın sıcaklığı,Ki başka birisi yok beni duyan .Rüyalar nereye gidiyor, anlamıyorum;Ve sen nereye gidiyorsun, hatıralardan.” MELİH CEVDET ANDAY: O’NU ÇOK ÖZLÜYORUM Yıl 1997, aylardan Ekim… Sabahın erken saatleri… Muğla’nın Ören köyündeyim. Pırıl pırıl bir deniz, mükemmel bir köy… Ünlü şair Melih Cevdet Anday ile görüşeceğim, heyecanlıyım. Saat çok erken. Deniz kenarında açık bir kafe bulup oturdum. Görüşme için son hazırlıklarımı yaptım, notlar aldım, sorularımı bir kez daha gözden geçirdim. Aradan iki ya da üç saat geçti. Kafede çalışan çocuğa Melih Cevdet Anday’ın evini sordum, biliyordu, tarif etti. Evin yolunu tuttum… Gerçekten hayatım boyunca bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Tahta çitlerle çevrili şirin bir evin önüne geldiğimde durdum. Nefes nefeseydim... Evin birinci katında bulunan balkondan geldiğimi gören Melih Cevdet ve eşi Suna Hanım ayağa kalktı. “Ayhan Bey” dedi Suna Hanım.Elimle işaret ettim bahçe kapısını açıp içeri girdim… Merdivenlerin başında karşıladılar beni… “Hoş geldiniz” dedi Melih Cevdet Anday. Yutkundum, kısık bir sesle “Hoş bulduk” dedim. Melih Cevdet, denize paralel duran Ören köyünün bir kısmını çevreleyen sıradağı gösterdi. Şaşırdım. “Neye benziyor bu dağ” dedi hemen ardından… Düşündüm, aniden sorduğu için mi yoksa heyecanımdan mı bilmiyorum. Ne yalan söyleyeyim, hiçbir şeye benzetemedim. “Eyvah” dedim, ne diyecektim şimdi? Anlamış olacak ki, gülümsedi, eliyle omzuma dokundu. “Gebe bir kadın” dedi. —Hakikaten dağa baktığınızda gebe bir kadın silueti vardı. Bir gün Ören köyüne yolunuz düşerse mutlaka görün- Sohbetimiz şiirle devam etti. Bilginin önemli olduğunu vurgulayan Anday, mitolojinin şiirin en büyük kaynağı olduğundan söz etti. “Kolları Bağlı Odysseus” kitabını örnek verdi. Kafka’dan bahsettik… O gün herkesin hikaye ve romanlarından bildiği Kafka’nın aslında bir şair olduğunu düşündüm. Şairin yeni sözcükleri diline kazandırmasının gerekliliğini önemle vurguladı. “Biçem” sözcüğünü, “Girerlik- yani koridor” sözcüğünü Türkçe’ye kazandırdığını ama yaygınlaşmadığından bahsetti. “Şiir dil işidir ve bu dil şairin bilgisiyle gelişir” demişti. Sohbetimiz “Garip” akımına geldi. Karşımda oturan koca şairin bir an gözlerinin dolduğunu fark ettim. “Ne zaman bunu konuşsam Orhan aklıma geliyor” dedi yutkunarak. Sustum… Bir süre o da sessiz kaldı, ardından “O’nu çok özledim” dedi, “Orhan Veli çok erken öldü” bir süre daha bekledi. “Orhan’ı çok özlüyorum…” Dönüş için Ören köyünün sahilinde yürüdüm ve aklımdan Orhan Veli’nin şu dizeleri hiç çıkmadı: “Bakakalırım giden geminin ardından, Atamam kendimi denize, Dünya güzel.Serde erkeklik var,Ağlayamam…” CAN YÜCEL: JAPONCA ÖĞREN! İstanbul Kuzguncuk’tan ve Öküz dergisinin yayın kurulunda yer aldığım zamanlardan yakın olduğum usta şair Can Yücel ile İzmir Kitap Fuarında son kez görüşmüştüm. 1999 yılı Mart ayıydı… İzmir’in sıcak ve Kitap Fuarı’nın kalabalık bir gününde kendisine ayrılan stantta sabırsızlıkla bekledim onu. Uzun bir süre geçtikten sonra geldi. Çok hastaydı. Fuara gelmek için (eşi) Güler Abla’yı zor ikna etmişti. Kadife ceketinin içine boğazlı bir kazak giymişti. Hiç alışık olmadığım bir kıyafet vardı üzerinde. Ama şık görünüyordu. Çocuk gibiydi.. Bu sıcakta böyle kalın giymesini hasta oluşuna bağlamıştım; üzerinde bir yorgunluk vardı. Buruk bir ifadeyle bakıyordu. Masaya oturdu, bir şeyler içmek için bana kaş göz işareti yaptı. “Çaktırma”, dedi Güler Abla’yı ve kızı Güzel’i göstererek. “Anladım”, dedim. Stant görevlileriyle konuştum. Ve ikimizin de isteği gerçekleşti, üç şişe kırmızı şarap geldi masaya. Ve biz, içmeye başladık… Kuzguncuk’u sordu. Uzun zamandır İstanbul’a gitmediğini, söyledi. Kuzguncuk Çınaraltı’nda içtiği ve adını kendisinin verdiği meşhur içkisi NARDENK’i konuştuk. Arada bir kitap imzaladı, içkisini yudumladı, şiirden söz etti. Söz, onun şiir çevirilerine geldi. “Çeviri” sözcüğüne çok kızdığını söyledi. “Türkçe söyleyen” demeyi uygun bulurdu. Bir İngiliz şiirinden örnek verdi. Ayrılıktan bahseden bir şiirdi. Bu şiiri Türkçe’ye ALLASEN GİTME diye çevirdiğini söyledi, bir başkası olsa TANRI AŞKINA GİTME derdi, diyerek Türkçe söylemenin önemini anlattı. “Şimdi” dedi,- konu çeviri şiire geldiği için- “yabancı dil bilmekle iş çözülmez. Elbette yabancı dil bilmeli bir şair. Ama şiirinin gelişmesi için senin Japonca bilmen gerekir” dedi. Şaşırmıştım, “Peki neden özellikle Japonca Can Baba?” dedim. “Haiku okursun bol bol… Şiiri iyi öğrenirsin. İyi şiir Haiku’da gizli… Herkes İngilizce, Almanca, Fransızca biliyor zaten. Senin bir farkın olsun. Bunu da sana benden başka da kimse söylemez.” Evet, Can Yücel’den başkası da söylemedi zaten… 1999 yılı Ağustos’uydu. Can Baba ile görüşmemizin ardından 4–4,5 ay geçmişti. Kuzguncuk Çınaraltı’nda oturuyordum, telefonum çaldı: Can Yücel’in ölüm haberini verdi bir arkadaşım…İçim acımıştı… Aklıma İngilizce’den Türkçe’ye çevirdiği şiiri geldi o an: ALLASEN GİTME… EVET, ALLASEN GİTME CAN BABA!ATTİLA İLHAN:UNUTMA! DÜM TEKE DÜM TEK Taksim’den Elmadağ’daki Divan Oteli’ne yürüyorum… Soğuk bir şubat ayı. Ellerim buz kesmiş… Birkaç dakika sonra Attila İlhan ile buluşacağım. “ben sana mecburum bilemezsinadını mıh gibi aklımda tutuyorumbüyüdükçe büyüyor gözlerimben sana mecburum bilemezsiniçimi seninle ısıtıyorum” o ünlü “ben sana mecburum” şiirinin dizelerini mırıldanıyorum… Divan Oteli’nin cafe girişinde bir garson karşıladı beni. Attila İlhan ile randevum olduğunu söyledim. Beni hemen üstadın her zamanki oturduğu masaya götürdü. O hep yüzünü fotoğraflarından tanıdığım Attila İlhan’ın kendisi duruyordu karşımda. Boynunda kırmızı atkısı, başında şık bir şapka ve kendinden emin bir ifade… Bir beyefendi… “Merhaba, ben Ayhan Bozkurt” diyerek sandalyeye oturdum.“Hoş geldin” dedi, “Üşümüşsün, hemen sıcak bir şeyler iç” diyerek garsona işaret etti. Hakikaten yürüdüğüm için olacak dışarıda çok üşümüştüm… Garson masaya geldi. İşte o tuhaf an… Niye, neden ve niçin bilmiyorum ama garsonun “ne içersiniz” sorusuna “süt” yanıtı verdim. Evet “süt içerim” dedim. Biraz tuhaftı. Tuhaftı çünkü süt içen bir adam değildim. Ne yalan söyleyeyim, en son ne zaman süt içtin deseniz, hatırlamam. Üstelik öyle kısık ve ince bir ses tonuyla söylemiştim ki, ağzımdan “süt” çıktığı anda “niye süt, neden süt, niçin süt ve neden kahve değil ve neden çay değil” dedim kendi kendime. İnanın hala anlamış değilim. Üstüne garson da şaşırmış bir ifadeyle “süt mü efendim” deyince, Attila İlhan’a şöyle bir baktım, ardından garsona; “evet süt lütfen” dedim sanki kararlıymışım gibi… “Sütünü iç başlayalım, söyleşimize” dedi Attila İlhan gülümseyerek… Sohbetimiz dünyaca ünlü şair Aragon’la başladı. “Gençlik yıllarında Aragon’un söyleşilerini dinlemek için sık sık Paris’e gittim. Bu bana çok şey kazandırdı” dedi. Ardından şiiri, musiki ve raksla açıkladı. Yani O’na göre ahenginden soyutlanmış şiir zavallı bir metin olmaktan öteye gidemezdi. Şiirin okunmasının hatta yüksek sesle okunabilmesinin gerekli olduğun u söyledi. Burada sesin, müziğin uyumuyla özel bir vezin oluşturulmasını savundu. Söz Divan Edebiyatı’na geldi.. “Şiir; sestir aynı zamanda” dedi. “Düm teke düm tek” ritmi üzerine şairin kendi imgeleriyle kurduğu yeni bir yapıdır. Unutma…” "Düm teke düm tek" davulun sesi... Elbette Türkçe Şiir’in büyük ustası Attila İlhan’dan unutulmayacak şiirler kaldı bizlere… Ama bana unutamayacağım daha da özel bir şey kaldı: “Düm teke düm tek” ve “süt…”ECE AYHAN:BANA BÜLENT ECEVİT'İ BAĞLA “Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri: Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek”
Sabaha karşı saat 4.00… Özel bir hastanede refakatçi olarak Ece Ayhan’ın yanındayım. Usta şair çok hasta. Ayaklarında oluşan bir hastalıktan dolayı yürüyemiyor. Sesiyle uyanıyorum. “Yeter artık uyuduğun, ben acı çekiyorum, sen uyuyorsun” “Dalmışım, Ece Baba” diyorum ve yattığım küçük kanepeden kalkıyorum. Hemen odadan çıkıp hemşireyi çağırıyorum. “Nesi varmış yine nemrut ihtiyarın” diyor kızgın bir ifadeyle hemşire. Arada kalmışımdır hep, Ece Ayhan hemşireyi hiç sevmiyor, haliyle hemşire de onu. Gerçi hastane personeli bizi hiç sevmiyor… Doktorlar tanımıyor. Üzülüyorum. Bir iki defa “Ne iş yapıyor bu amca diye sorduklarında, O, büyük bir şairdir, diye söylemiştim ama kimse umursamamıştı.” Paramız yok… 15 gündür hastanedeyiz. Gazetelerde bazı köşe yazarları Ece Ayhan’ı yazıyor. Şairi anlatıyor. Bir ikisi uğradı ve sonra sayfalarında ona sanki sahip çıkıyorlarmış gibi yazılar kaleme aldı… Gülüyorum onlara... Pilavlı tavuk yiyor sürekli. Acısı olmadığı zamanlarda keyifli, anlatıyor. Ben de bir yandan not tutuyorum. “Türk şiirinde Ümit Yaşar Oğuzcan nasıl duruyorsa, Türk resminde de Bedri Baykam öyle duruyor”, diyor bana sohbetimizin bir yerinde. Karşılaştırmalar yapıyor. Can Yücel’in Duygu Asena’ya Nazım Hikmet ile ilgili söylediği meşhur kart postal hikayesini anlatıyor. “Nazım Hikmet öyle oldu ki artık kart postallara kadar düştü” diyenin asıl kendisi olduğunu söylüyor. Ama bunu Nazım Hikmet’i eleştirdiği için söylemiyor. Bir not düşmek isterim. Yıllar önce sevgili Duygu Asena da bana aynı şeyi söylemişti. “Ben Nazım Hikmet’e kart postal şairi demek istemedim. Bunu Ece Ayhan söyledi, ne demek istedi diye sormuştum Can Yücel’e. Ama kabak benim başıma patladı.” Söz Can Yücel’den açılınca yurtdışı anıları başlıyor Ece Baba’nın. Ben, Can Yücel ve Bülent Ecevit beyaz paçalı donlarla tenis oynardık. Herkes bize şaşkınlıkla bakardı. Gülüyor… Evet, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit… Aklımıza geliyor. Bana, Ecevit’i aramamı söylüyor. Uzun uğraşlar sonunda ulaşıyorum Başbakanın danışmanlarına ve not bırakıyorum. Aradan üç gün geçmiş… Hastane personeli çok rahatsız artık “bu huysuz ihtiyardan.” Sürekli bize kızıyorlar. Hastanenin parasını ödeyebilsek, hemen başka bir yere gideceğiz biz de zaten. Ertesi gün… Koridordan “Ece Ayhan Çağlar, telefon…” diye bağıran bir sesle irkildik ikimiz de. Görevli kadın telaşla odaya girdi, şaşkın. Kekeleyerek, “Başbakanlıktan” diyebildi ancak. Anlamıştım, Bülent Ecevit arıyordu. Koşarak çıktım odadan. Karşıdaki ses, “Sayın Başbakanımız Ece Ayhan Çağlar ile görüşecek” diyor. Bu sırada Ece Ayhan tekerlekli sandalyeye oturtulmuş bana doğru geliyor. “Aloo, sesiyle heyecanlanıyorum. Efendim, Ece Bey şimdi geliyor, ben Ayhan” diyorum. “Tamam, evladım” diyor Bülent Ecevit. Koridordaki herkesin şaşkın bakışları içinde Ece Ayhan telefonu alıyor. Başlıyor konuşmaya… Düzeleceğini ve Çanakkale’ye döneceğini söylüyor. Ağrılarının olduğunu, ameliyatla işin çözüleceğini söylüyor. Sonra bir ara “pek sağlam yerim kalmadı” diyor. Artık pek rahattık… Özel odaya geçtik. Her şey çok temiz, bize acayip bir ilgi ve alaka var. Tavuklu pilavın biri gidiyor, öteki geliyor. Erkenden kalkıyoruz, anlatıyor, sürekli not tutuyorum… Şiirin soru sorma, şiirin karşı duruş, şiirin illaki sesli okunan bir şey olmadığını öğreniyorum.Ece Ayhan, sözcükleri bir duvar gibi örüyor dizelere…Hastaneden yaklaşık 10–15 gün sonra ayrılıyoruz.Ayrılacağımız gün bütün masrafların Bülent Ecevit tarafından ödendiğini öğreniyoruz.İLHAN BERK:SENİ SAYGIYA DAVET EDİYORUM İlhan Berk Seyyah…Ben böyle demeyi tercih ederim Türkçe şiirin bu büyük ustasının ismini. Sokağa adımını atar atmaz, şiir başlardı onun için. Nesnelerin dünyasından şiir çıkarırdı. Sadece nesnelerin demeyelim, canlıların, bitkilerin dünyasını da ekleyelim. Bir seyyahtı o… Bir şiir değil, birçok şiir çıkarırdı gördüğü nesnelerden. Bakın bir şiirinde şöyle diyor:“Baktım bir kaplumbağa suya uzanamıyordu suyu biraz öne çektim” Yağmurlu bir sabah Bodrum’daki evinde buluştuk… “Hoş geldin” dedi gökyüzüne bakarak, “Yağmur getirdin gelirken…” Sohbetimize başlamadan önce beni çalışma odasına oturttu. “Sana yarım saat zaman. Ben çıkıyorum, ne yaparsan yap” dedi. Çıktı odadan. Oturdum masaya, yeni bir şiire başlıyor olacak, yazılı kağıtlar duruyordu. Bir de “Dün dağlarda dolaştım evde yoktum” isimli kitabı. İlhan Berk, resim yapardı. Abartmıyorum masanın üzerinde belki de yüzlerce kara kalem çizgi çalışmaları duruyordu. Bir sanatçının çalışma odası ne kadar enteresan olur, bilemem ama İlhan Berk’in odası şiir gibiydi… Yarım saat sonra çıktım odadan. Salonda beni bekliyordu. “Hazır mısın” dedi. Ben oturacağımızı düşünürken o, dışarı çıkacağımızı söyledi. Çıktık. Yürümeye başladık. Bodrum’un yüksek yerlerinde yürüyoruz. Dinlenme yok, ben sorumu soruyorum, o yanıtlıyor. Şiir ve şairi konuşuyoruz… Cehennemden bahsediyor, acılardan söz ediyor. İçimde Bodrum’un, denizin, doğanın kokusu var. O, acıları ve kahrı anlatıyor. Yorulmuşum yürümekten… Söze giriyorum, espri olsun, bir parça gülümseyelim istiyorum. “Biz de…” diyorum, yürüdüğümüzü kastederek “Şey gibi oldu, dün dağlarda dolaştım evde yoktum hesabı olduk.” Üstüne gülüyorum bir de… O an sessizliği fark ediyorum. Ortam buz gibi oluyor. “Ben espri olsun diye…” sözüm yarım kalıyor.“Seni saygıya davet ediyorum” diyor sert bir ses tonuyla, “Saygısızlık etme.” Susuyorum, gözlerim doluyor…Bir süre sessizce yürüyoruz. Yağmur çok az yağıyor artık. “Yağmur dinmek üzere” diyor, “şuradaki kafeye oturalım.” “Peki” diyorum, “oturalım.” Zaten sırılsıklam olmuşum ağlamaktan…Ayhan Bozkurt Odatv.com
En son huzeyfe tarafından C.tesi Ara. 09, 2017 10:12 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | huzeyfe Süper Moderatör
Mesaj Sayısı : 7719 Rep Gücü : 18108 Rep Puanı : 23 Kayıt tarihi : 27/03/09
| Konu: Ünlü 16 Yazarın “Hadi Canım!” Diyeceğiniz Özellikleri C.tesi Ara. 09, 2017 10:07 am | |
| Ünlü Mü Ünlü 16 Yazarın “Hadi Canım!” Diyeceğiniz Özellikleri Şengül Durucu @SENGULDURUCU November 30, 2014 http://listelist.com/unlu-yazarlarin-hayati/ Sıradışı akıllara ve bakış açılarına sahip insanlardı. Hepsi de yazdıklarıyla yaşadığı çağı, hatta sonraki çağları etkiledi, değiştirdi. Shakespeare, Schiller, Joyce, Dickens, Austen, London, Hemingway, Woolf ve daha niceleri… Biz okuyucular onları hep birer yarı-tanrı gibi gördük. Yaptıkları her şeyde bir kutsallık, bir anlam aradık. O kadar büyük eserler vermişlerdi ki, insan olduklarını unuttuk. Kimi karanlıktan korkuyordu mesela; kimi örgü örmeyi, kimiyse yemek yapmayı seviyordu. Kiminin temizlik takıntısı vardı, kimininse kılık-kıyafete düşkünlüğü… İşte ünlü yazarların hayatı boyunca sahip oldukları ilginç özellikleri. “Elmasız yazmam abi” diyen Friedrich SchillerWeiland, Herder ve Goethe ile birlikte, Weimar döneminin en önemli dört şairinden biri olan Schiller, yazarken masasında mutlaka ama mutlaka çürük bir elma bulundururdu. Soranlara, ara ara bu elmayı koklamanın onu başka diyarlara götürdüğünü, kendisini doğada gibi hissettirdiğini söylerdi. Doğa tasvirli şiirlerin şairi olarak bilinen Schiller’in tüm bu eserlerini üzerinde sinekler uçuşan çürük bir elmayı koklayarak yazması gerçekten ilginç. Ama daha da ilginci var. Ünlü şair yazmak için elmanın kâfi gelmediği zamanlarda banyoya kapanır ve suyun içinde ilham gelmesini beklerdi. Suyun rahatlatıcı bir özelliği olduğunu biliyorduk da ilham verici olduğunu bilmiyorduk doğrusu. Beğenilmek isteyen bir yazar: Cahit Sıtkı TarancıBazı insanlar sürekli bir beğenilme, onaylanma telaşı içindedir. Beğenilmediğini düşünüp hep bir eksiklik duygusuyla yaşar. İşte Cahit Sıtkı Tarancı da -tıpkı Ahmet Haşim ve Reşat Nuri gibi- çirkin olduğunu düşünerek içine kapanmış yazarlarımızdandı. Şiirlerinin yalnızlık, karamsarlık ve ölüm kokması bundandı. Oysa çirkin bir adam değildi Tarancı. Her daim bakımlı ve şıktı. Ah be Tarancı! “Yaş otuz beş yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün” diye yazan biri ne kadar çirkin olabilir ya da çirkin olsa ne yazar! Quasimodo onu görse hasedinden çatlardı: Victor HugoBeğenilme takıntısı yalnızca bazı yerli yazarlarımıza özgü bir hissiyat değildi. “Sefiller” ve “Notre Dame’ın Kamburu” gibi başyapıtların efsane yazarı Victor Hugo’nun da böyle bir takıntısı vardı. Yaşlanma etkilerini yavaşlatmak, vücudunu diri tutmak için her sabah buzlu suyla yıkanır, sesi güzel çıksın diye çiğ yumurta içerdi. Kötü görünmekten korkan yazar; her zaman şık giyinir, her gün ama her gün berbere gidip saçını düzelttirir, dakikalarca aynada kendini izlerdi. Tüm bunları yaptığından mıdır bilinmez ama Hugo 83 yaşına kadar yaşadı. Zevki sefanın dibine vurmuş bir yazar: Francis Scott Key FitzgeraldHayatı mı romandı yoksa romanlarını hayatına mı taşıyordu bilinmez ama Muhteşem Gatsby’nin yazarı Francis Scott Key Fitzgerald tıpkı kahramanı Gatsby gibi yaşıyordu. 1920’de yayınladığı Cennetin Bu Yanı kitabı ona hem şöhret hem de para getirmişti. Artık Hollywood’un tüm seçkin davetlerinin aranılan ismiydi. Caz dinlemeyi, dans etmeyi, içmeyi ve elbette kadınları seviyordu. Ee kadınlar da onu. Bu hızlı hayatın sonu da hızlı geldi. “Ben alkol olmadan yazamam.” diyen yazarın sonunu alkol getirdi. Bu bağımlılık önce yazarlığını, sonra sağlığını etkiledi. Yazamayan bir yazar olarak zamanla gözden düştü ve 44 yaşında hayatını kaybetti. Örgü ören, reçel yapan bir romancı: Hüseyin Rahmi GürpınarYaşadığı dönemde oldukça bilinmesine ve sevilmesine karşın sonraki nesillerin çok tanımadığı bir yazardır Hüseyin Rahmi. Yaşamının son 31 yılını Heybeliada’nın tepesinde manzaraya nazır bir köşkte geçiren Gürpınar, temizlik hastasıydı. Mikrop kaparım korkusuyla eldivenleri olmadan sokağa çıkmaz, dört mevsim eldivenle dolaşırdı. Yazarın ilginç yönü sadece bununla da sınırlı değildi. Örgü örmeyi çok seven Gürpınar, Avrupa’dan model bile getirtirdi. Kendi ördüğü takkeleri giyer, yazmaktan sıkıldığı zaman mutfağa inip erik reçeli ve dondurma yapardı. Mecburen gecelerin adamı: Mark Twainİlk gerçek Amerikan yazarı olarak kabul edilen Mark Twain’in bir yazar için belki de iyi diyebileceğimiz bir hastalığı vardı; insomnia, yani uykusuzluk. Twain geceleri bir türlü uyuyamıyor, mecburen çalışıyor; sonra hiç beklenmedik zamanlarda, kâh bir parkta kâh banyoda uyuyakalıyordu. Ünlü yazar, yatağında şöyle kesintisiz, mışıl mışıl bir uykuya öyle hasretti ki bir keresinde yakınlarına, “Bana güzel bir yatak verin, size ölümsüz başyapıtlar vereyim.” demişti. Bu hastalığını bir türlü yenemedi. Ancak doğru düzgün uyumadan da ölümsüz başyapıtlar vermeyi başardı. Mevcudiyetimin yegâne temeli mahcubiyetimdir: Jane Austenİngiliz edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Jane Austen; Gurur ve Önyargı’nın yazarı. Ölene dek ailesiyle birlikte yaşayan, hiç evlenmeyen, buna karşın romanlarındaki tüm kadın karakterleri evlendiren Austen, ailesinden hiç kimsenin çalışmalarını görmesini istemiyordu. Mahcubiyetten midir eleştirilme/etkilenme korkusundan mıdır bilinmez; ünlü yazar, çalışırken aile fertlerinden birinin yaklaştığını dahi hissetse hemen yazdıklarını saklıyordu. Yazarların Don Juan’ı: Alexandre DumasMonte Kristo Kontu, Üç Silahşörler, Demir Maskeli Adam; 100 bin sayfanın üzerinde basılmış eseri olan Alexandre Dumas’nın en bilinen üç romanı. Dumas, çalışkan ve üretken bir yazardı. Ancak aşırı çapkınlık gibi bir huyu vardı. Öyle ki evli olmasına rağmen aynı dönemde 40 sevgilisi olduğu rivayet edilir. Kendisi hayattayken dört, öldükten sonra ise üç gayrimeşru çocuğu ortaya çıktı. Bunca kadının arasında yazmaya ne zaman vakit ayırdı bilinmez ama yaşadığı dönemde yazarlığı kadar çapkınlığıyla da ünlüydü. Okuyucunun devrelerini yakan adam: James Joyceİstedik, gerçekten çok istedik. Neyi mi? Elbette Ulysses’i okuyup bitirebilmeyi… Takıntılı bir adam olduğu Ulysses’ten belliydi zaten. Bir adam 800 küsur sayfa boyunca tek bir günü anlatır mı? Evet takıntılı bir adamdı James Joyce; mutlaka yatağında, yüzüstü, büyük mavi kalemiyle, beyaz giysiler içinde yazardı. Yazmak bir ritüeldi sanki onun için. Bunların biri eksik olsa olmazdı. İçinde hiç kelime tekrarı ve isim tamlaması olmayan 500 kelimelik tek bir cümle yazmayı başarabilmiş, bu, nevi şahsına münhasır yazara şapka çıkarıyor “Abi sen çekmişin, bize çektirme” diyoruz. Aklını kuşuyla bozmuş bir edebiyatçı: Charles DickensHe he! Heyecan içinde, bir dedikodu ve magazin merakıyla hızla indirdiniz bakışlarınızı aşağı ama yok yok, olay sandığınız gibi değil. Bu kuş, bildiğimiz gerçek kuş. Charles Dickens sağlam bir hayvanseverdi. Evi, daha doğrusu çiftliği Ali Baba’yı aratmayacak cinstendi; iki kuzgunu; ikisi St. Bernard, ikisi Newfoundland, biri spanyel, biri mastiff, biri Pomeranian olmak üzere yedi köpeği; bir kedisi, bir kanaryası ve bir de midillisi vardı. Dickens, “Grip” adlı kuzgununa öyle düşkündü ki öldüğünde gömmemiş, doldurtup çerçevelettirerek duvarına asmıştı. İnanmayanlar Grip’i Philadelphia Free Library’de görebilir. Hayvanseverleri kızdıracak yazar: Anton ÇehovDickens hayvanlara o kadar düşkündü ama Anton Çehov için aynı şeyi söyleyemeyeceğiz. Ünlü Rus yazarın “Slovoç” adını verdiği bir kuyruksüreni -böyle bir hayvan olduğunu biz de bilmiyorduk, açtık Google’ı öğrendik- vardı. Çehov bir mektubunda, “sıçan ve timsah, kaplan ve maymun karışımı” olarak tarif ettiği Slovoç’unu yaklaşık bir yıl neredeyse hiç yanından ayırmadı. Ancak sonra onu seyahate çıkacağı gerekçesiyle, daha önce kötü koşulları nedeniyle “hayvan mezarlığı” diyerek şiddetle eleştirdiği Moskova Hayvanat Bahçesi’ne bağışladı. Normal ömrü ortalama 20 yıl olan kuyruksüren, burada ancak iki yıl yaşayabildi. Ne diyelim, ayıp etmişsin be Çehov Abi! Tak tak takıntı: Truman CapoteOnun için “bay takıntı” diyebiliriz. Truman Capote de tıpkı Joyce gibi mutlaka yatarak yazardı. Yazarken sürekli bi’şeyler içerdi; gündüzleri kahve ve çay, akşamüstü nane çayı, ondan sonra sherry, geceyse martini… Ağzından sigara eksik olmazdı. Küllüğünün sürekli boşaltılması lazımdı; uğursuzluk olduğuna inandığı için aynı küllükte üçüncü sigarayı söndürmezdi. Capote’nin takıntıları bunlarla da sınırlı değildi; iki rahibeyle aynı uçağa binmiyor, cuma günleri hiçbir işe başlamıyor ya da sonlandırmıyor, telefon numaraları da dahil nerede rakam görse topluyor, toplandığı zaman sonucu uğursuz rakam çıkan numaraların sahipleriyle bir daha telefonlaşmıyordu. Of, ne zor bi’hayatın varmış be Capote! Biz daraldık valla! İyi avcı, iyi aşçı, iyi romancı: Ernest HemingwayÖlüme karşı hep tutku dolu bir ilgisi vardı. Dünyanın neresinde bir ayaklanma, iç savaş veya savaş çıksa bilin ki Hemingway oradaydı. Ölümden beslenerek yaşıyordu, yazıyordu sanki. En yakın dostları dahi böyle söylüyordu. Avcılığa düşkündü. Kampa ve doğaya da. Avlanmaktan, avladığı şeyleri müthiş yemeklere dönüştürmekten ve tarifi kendisine ait bu yemeklerle dolu sofraları dostlarıyla paylaşmaktan büyük keyif alırdı. Silahları, kadınları ve içkiyi severdi. Bu anlamda tipik bir Amerikalıydı aslında. Av tüfeğiyle vurduğu son şey ise kendisiydi. İşte buna inanamayacaksınız: Tefeci William ShakespeareBabası döneminin en zengin tüccarlarından biri, annesi ise en zengin toprak ağalarından birinin kızıydı. Bu anlamda şanslı bir adamdı William Shakespeare. Ticarete, zenginliğe ve soyluluğa aşinaydı. Geçim sıkıntısı gibi bir derdi olmadığı için yazmaya uzun vakitler ayırabiliyor, sanat camiasıyla iç içe bir hayat yaşıyordu. Henüz 35 yaşında dönemin en büyük tiyatrosunun ortağıydı. İyi bir tiyatro adamı olduğu gibi iyi bir tüccardı da. Yazdıklarından daha fazlasını ticaretten, hatta “Büyük Yazarların Gizli Hayatları” kitabının yazarı Robert Schnakenberg’e göre tefecilikten kazanıyordu. Edebiyat dünyasında büyük tartışma yaratan kitaba göre Shakespeare, kıtlık döneminde tahıl ticareti ve tefecilik yaparak, vergi kaçırarak geçimini sağlayan bir tüccardı. Ancak İngiltere, dünya çapında ünlü bir edebiyat tanrısı yaratmak istediğinden, Shakespeare’in bu yönleri tarihten silindi. Bu iddia kimilerine büyük bir iftira gibi gelebilir. Ancak ünlü yazarın kendisinin değil ama babasının tefecilikten birkaç kez yargılandığı kayıtlarla sabit. Hayatı boyunca John Barleycorn’dan ayrılmadı: Jack LondonJack London, en yakın dostu olan John Barleycorn’a öylesine düşkündü ki onu yanından hiç ayırmıyordu. Hatta bu büyük dostluğa ithafen bir kitap dahi yazdı; “John Barleycorn”, 1913’te yayınlandı. Aslında Barleycorn bir şahsiyet değil, London’ın alkole verdiği isimdi. Alkole düşkünlüğü öylesine bir hal almıştı ki sonunda “alkolik anılar”ını anlattığı biyografi tadında bir roman yazdı. Barleycorn’la -yani alkolle- beş yaşında tanışmıştı. Bu sabık dost, yedi yaşında meyhaneye giden, 16’sında istiridye korsanlığı yapan London’ın hep yanındaydı. O kadar çok içiyordu ki, bu yüzden başına sayısız kaza geldi. Hatta bir seferinde Oakland Rıhtımı’nda tökezleyerek denize düştü ve kendini San Francisco Körfezi’nde buldu. London’ın adeta ete kemiğe büründürüp kişileştirdiği alkolü anlattığı “John Barleycorn” isimli romanı ABD’deki Adsız Alkolikler Birliği’nin okuma listesinde yer alıyor. Sen de mi Virginia!Deniz Feneri, 20. yüzyılın en iyi 10 romanı arasında 8. sırada; yazarı Virginia Woolf ise tüm zamanların en iyi 100 yazarı listesinde, diğer bir kadın yazar Jane Austen’la birlikte ilk 20’de. Çok enerjik bir yazar sayılmazdı Woolf. Hatta psikolojik sorunları nedeniyle hayatının neredeyse yarısını yatarak geçirdiği dahi söylenebilir. Aldığı ilaçlar nedeniyle çoğu zaman halsizdi. Ancak kendini iyi hissettiği zamanlarda öyle bir huyu vardı ki herkese pes dedirtiyordu. Çok konuşuyordu Woolf. Bir seferinde 48 saat aralıksız konuşmuştu. Erkek egemen söylemin kadınlara özgü dediği “gevezelik” iddiasının canlı kanıtıydı adeta, büyük yazar. “Sen de mi Virginia!” diyor, gözümüzdeki imajı daha fazla zedelenmeden konuyu burada kapatıyoruz | |
| | | huzeyfe Süper Moderatör
Mesaj Sayısı : 7719 Rep Gücü : 18108 Rep Puanı : 23 Kayıt tarihi : 27/03/09
| Konu: Büyük yazarların gizli hayatları C.tesi Ara. 09, 2017 10:09 am | |
| Büyük yazarların gizli hayatları Okuma listeme ekle http://www.edebiyathaber.net/buyuk-yazarlarin-gizli-hayatlari/Birçok yazarın farklı ve sıra dışı bir yaşam sürdüğü söylenir. “Büyük Yazarların Gizli Hayatları” isimli kitap bu yaşamlara dair ipuçları veriyor. Robert Schnakenberg’in kaleme aldığı kitaptan bazı alıntıları aşağıda okuyabilirsiniz.
- Shakespeare yazdıklarından kazandığından daha fazla geliri tefecilik yaparak kazanıyordu.
- Karanlık hikâyelerin ustası Edgar Allan Poe‘nun karanlıktan çok içkiyle başı dertteydi. Ömrü boyunca alacaklılarından bir adım önde, alkoliklikten bir adım gerideydi.
- Dünyanın en tanınmış yazarlarından, Büyük Umutlar’ın yazarı Charles Dickens dünyanın belki de en tuhaf uyku alışkanlığına sahipti. Yatarken yüzü mutlaka kuzey kutbuna bakacak şekilde uzanırdı. Bu tercihini açıklarken ‘yerküre elektrik akımları, pozitif ve negatif elektrik’ gibi şeyler söylemişti. En fazla vakit geçirdiği yer de kimsesizler morguydu.
- Sivil İtaatsizlik teorisini ortaya atan Henry David Thoreau nadiren banyo yapar, saçlarını neredeyse hiç taramaz, yamalı giysiler giyerdi. Thoreau aynı zamanda ilk üzümlü ekmeği yaptı.
- Walt Whitman eşcinseldi. En büyük aşkı ABD Başkanı Abraham Lincoln’dü. Şiir yazmadığı veya Abraham Lincoln’e duyduğu aşkı anlatmadığı zamanlarda banyo küvetinde içki içerek bağıra bağıra şarkılar söylerdi.
- Balzac öldüğünde 51 yaşındaydı ama arkasında onlarca ölümsüz eser bırakmıştı. Günde yaklaşık 50 fincan kahve içtiği söylenen Balzac, kahve yapacak birisi olmadığında kahve çekirdeklerini çiğnerdi.
- Tolstoy’un 13 çocuğu vardı. 48 yıllık evliliğinin ardından karısına “Benim yaşımdaki insanların sıkça yaptıkları bir şeyi yapıyorum. Son günlerimi tek başıma ve sükunet içinde geçirebilmek için dünyadan vazgeçiyorum,” yazan bir not bırakarak evini terk ettiğinde 82 yaşındaydı. Birkaç gün sonra bir tren istasyonunda donarak öldü.
- Tolstoy, çağdaşı İvan Turgenyev’i düelloya davet etti. Hatta tabancalar bile geldi ama araya giren hatırlı dostlar sayesinde düello yapılmadı. Bu olayın ardından ikili uzun yıllar boyunca hiç görüşmedi.
- Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Lewis Carroll bir matematik dehasıydı. Kelime üretmekte üstüne yoktu. Halen İngilizcede onun uydurduğu onlarca kelime kullanılmaktadır. Kütüphanelerde kitapların daha kolay bulunabilmesi için kitap adını cildin sırtına yazma fikrini hayata geçirdi. Scrabble kelime oyununun ilk örneğini yaptı. En sevdiği ulaşım aracı kendi icat ettiği üç tekerlekli bisikletti.
- Mark Twain bugün bildiğimiz anlamda stand-up gösterilerini dünyada ilk kez uygulayan kişidir. Yazarlıktan kazandığı parayı farklı alanlarda değerlendirmeye çalıştı ama halka yutturulmaya çalışılan icatlara para yatırdığı için hep iflas etti. Halbuki evine telefon taktıran ilk insanlardan bir tanesi olmasına ragmen telefona yatırım yapma imkânı varken yapmadı. Ünlü mühendis ve mucit Nikola Tesla’yla yakın arkadaştı. Daktiloyla yazılmış olarak yayınevine teslim edilen ilk kitap Mark Twain’in 1883 tarihli Mississippi’de Yaşam kitabıdır. Kendi geliştirdiği bir diyeti vardı. ‘Azıcık aç kalmanın ortalama bir hastaya, dünyanın en iyi ilacından ya da doktorundan daha büyük yarar’ sağlayacağını düşünmekteydi. İzleyicilerin arasında Kraliçe 1. Elizabeth olduğu halde Mark Twain, yellenmek üzerine uzun bir konuşma yaptı.
- İrlanda asıllı yazar Oscar Wilde, ABD ziyareti sırasında gördüğü “Piyanisti vurmayın. Elinden geleni yapıyor” yazısının hayatı boyunca gördüğü tek mantıklı sanat eleştirisi olduğunu söyledi. Wilde’ın Hemingway’le en büyük ortak özelliği ikisinin de çocuklukları boyunca annelerinin isteği üzerine kız kıyafetleri giymesidir.
- Jack London tam bir kitap kurduydu. Şahsi kütüphanesinde 15 bin kitap vardı. John Baryelcorn isimli eseri adsız alkolikler birliğinin okuma listesinde yer alır. London beş yaşında içkiye başladı, 40 yaşında öldü. O kadar çok içiyordu ki, bu yüzden başına sayısız kaza geldi. Bir seferinde Oakland Rıhtımı’nda tökezleyerek denize düştü ve kendini San Francisco Körfezi’nde buldu.
- Virginia Woolf konuşmayı çok severdi. Bir seferinde 48 saat aralıksız konuşmuştu. Bütün eserlerini ressam olan kız kardeşinin çalışma biçimden ilham alarak, ayakta durarak yazmıştır.
- James Joyce ve Marcel Proust bir kez bir araya geldi. İkilinin buluşması büyük bir merak konusuydu. Her iki yazarın da yaşı ilerlemişti. Bir parkta tesadüfen yan yana gelmiş iki ihtiyar gibi hastalıklarından bahsettiler. Bir müddet sonra biraz sıkılarak da olsa birbirlerinin kitaplarını okumadıklarını itiraf ettiler.
- Franz Kafka, et yemeyi cinayetle bir tutuyordu. Vasiyetinde yakın arkadaşı Brod’dan Yargı, Ocakçı, Dönüşüm, Ceza Sömürgesi ve Köy Doktoru hariçbütün eserlerini yakmasını istedi. Arkadaşı Max Brod onun vasiyetini yerine getirmeyerek Kafka’nın yazarlık kariyerine büyük katkı sağladı.
- T.S. Eliot ağırbaşlı görünümüne rağmen eşek şakalarına, ses çıkaran yastıklara ve patlayan purolara bayılırdı.
- Agatha Christie, 1926 yılında 36 yaşındayken ortadan kayboldu. Yerel polis, halk ve istihbaratçılar her yerde onu aradı. 10 gün sonra sahte bir kimlikle bir otelde bulundu. Soranlara ne olduğunu hatırlamadığını söyledi. Gerçekte ne olduğu ise bir sır olarak kaldı.
- Ernest Hemingway, kendisi hakkında ağır bir yazı yazan eleştirmeni ilk karşılaştığı yerde tutup yere devirdi. Bir yazarın eleştirmene karşı en sert hareketi bu oldu.
edebiyathaber.net (10 Temmuz 2012) | |
| | | huzeyfe Süper Moderatör
Mesaj Sayısı : 7719 Rep Gücü : 18108 Rep Puanı : 23 Kayıt tarihi : 27/03/09
| Konu: Ünlü Türk ve Yabancı Yazarlar Hakkında İlginç Bilgiler C.tesi Ara. 09, 2017 10:11 am | |
| https://paratic.com/yazarlar-hakkinda-ilginc-bilgiler/ Ünlü Türk ve Yabancı Yazarlar Hakkında İlginç Bilgiler 7 ay önce May 25, 2017 Kitaplarını severek okuduğumuz yazarların, hayatlarını da merak ederiz genelde. Üç aşağı beş yukarı onlar hakkında kısa bilgilere de hakimizdir. Ama bu yazıda, dünyaca ünlü Türk ve yabancı yazarların, daha önce hiç duymadığınız, bilinmeyen yönlerini öğreneceksiniz. PARAM OLSA ŞURAYA YATIRIRDIM DİYE DÜŞÜNME! 100.000 TL SANAL PARA İLE NELER YAPABİLECEĞİNİ HEMEN GÖR! (Ücretsiz VİOP Deneme Hesabı Açmak için Tıklayın!) Bir kitabı okuduğumuzda konusu kadar, yazarı hakkında da bilgi sahibi olmak isteriz. Özellikle kalemini çok sevdiğimiz bir yazarsa zamanla ona karşı hayranlık duymaya başlar ve karakterini merak ederiz. Acaba bu romanları yazan biri nasıl bir kişiliğe sahipti, mesleği neydi, ne şartlarda bu kitapları yazdı diye aklımızdan bir sürü soru geçer. Ancak bazen kitaplarını öle bayıla okuduğumuz bir yazarın biyografisini okuduğumuzda hayal kırıklığı yaşarız. Gözümüzde devleştirdiğimiz o kişinin aslında hiç de hayran olunası biri olmadığını anlarız. Bize ters gelen birçok özelliği olduğunu görürüz. Bazen de durum tam tersi olur. Örneğin ilk kez okuduğunuz bir yazarın hayatından etkilendiyseniz, kitabını sevmeseniz bile okumak istersiniz. Yaşadığı zorluklar, aşmak zorunda olduğu mücadeleler o yazarla aranızda bir gönül bağı oluşmasını sağlar. Peki kitaplarını severek okuduğunuz yazarlar hakkında tüm bilgilere sahip misiniz? Dilerseniz şimdi, ünlü Türk ve yabancı yazarlar hakkında ilginç bilgilere hep birlikte göz atalım. Dünyaca Ünlü Yabancı Yazarların Bilinmeyen YönleriEvet yazarların gizli kalmış yönlerini anlatmaya yabancı yazarlarla başlayalım. Yıllardır okuduğumuz yazarlar hakkında öyle bilgiler öğreneceksiniz ki eminim hepsine karşı bakış açınız değişecek. İşte karşınızda dünya edebiyatının unutulmaz yazarları hakkında, şimdiye kadar hiçbir yerde okumadığınız, enteresan bilgiler. 1 Öldükten Sonra Ünlenen Yazar: Franz KafkaYazarlar hakkında derlediğimiz ilginç bilgilere edebiyat denince akla ilk gelen isim olan Franz Kafka ile başlayalım. Kendine has tarzıyla edebiyat dünyasına unutulmaz eserler armağan eden Kafka, mutsuz bir yazar olarak biliniyor. Peki yüzü hiç gülmeyen yazarımız Kafka’nın bilmediğimiz daha başka ne özellikleri var? Kafka otoriter babası yüzünden özgüven sorunu yaşayan bir çocuktu. Babasının heybetli duruşuna karşın, sahip olduğu çelimsiz ve zayıf vücudu kendisini hep ezik hissetmesine neden oldu. Kafka o dönemde yaşadıklarına ve babasının bu yönlerine, Babaya Mektup isimli kitabında detaylıca yer vermiştir. Franz Kafka’nın insanlara en ilginç gelen özelliği ise öldükten sonra üne kavuşmasıdır. Eserlerinin hemen hepsi, hayata veda ettikten sonra basıldı. Hatta birçoğunun yakılmasını istemişti ama neyse ki en yakın arkadaşı Max Brod onu dinlememiş ve Kafka vefat ettikten sonra yazdıklarını yayımlatmış. Tüberküloz hastalığı nedeniyle ölen Kafka, yoğun bir şekilde uykusuzluk, baş ağrısı, anksiyete ve şizofreni belirtileri gösteriyordu. Et yemeyi cinayetle eş değer tutan Kafka aynı zamanda sıkı bir vejeteryandı. 2 Dostoyevski Tam Bir Kumar BağımlısıydıYazdığı dünya klasikleri kitaplarıyla unutulmaz isimlerden biri olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Rus edebiyatının en başarılı yazarlarından biridir. Biz genel olarak kitaplarını severek okuduğumuz yazarlara bir hayranlık besleriz. Ama bazen gözümüzde canlandırdığımız kadar mükemmel olmayabiliyorlar. Dostoyevski de bu isimlerden biri. Başarılı yazarın çok fazla olumsuz özelliği bulunuyormuş. İlk olarak tam bir kumar bağımlısı olduğunu söyleyelim, sonrasında aşırı şekilde cinselliğe düşkünlüğü ve hırsız yönlerinin olduğunu da ekleyelim. Bu bilgiler rivayet mi yoksa gerçek mi bilinmez ama, Dostoyevski kumar borçlarını ödeyemediği zamanlarda, karısının parasını çalıyormuş. Tıpkı Kafka gibi babasıyla arası iyi olmayan, zor bir hayat geçiren ve aslında bir mühendis olan Dostoyevski’yi tüm kötü özelliklerine rağmen minnetle anıyoruz. Düşünsenize o olmasaydı Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Kumarbaz gibi şaheser kitapları nasıl okuyacaktık? 3 Elmasız Yazamayan Friedrich SchillerAlman kökenli Friedrich Schiller, başarılı bir dram yazarıdır. Yazdığı eserlerin çoğu tiyatroya uyarlanmıştır. Aynı zamanda şair ve filozof olan Schiller bu yazıları elma olmadan yazamıyormuş. Çalışırken masasında mutlaka bir elma bulunduran yazar, ara sıra bu elmayı koklayıp ilham aldığını söylüyormuş. 4 Çöpçatan Jane AustenEn iyi aşk kitapları arasında yer alan Aşk ve Gurur romanının yazarı Jane Austen var sırada. İngiliz edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Jane Austen hayatı boyunca hiç evlenmedi ve ailesiyle birlikte yaşadı. Buna rağmen yazdığı romanların hemen hepsindeki kadın karakterlerin başını bağladı. Neredeyse evlendirmediği kadın yok! Austen için deyim yerindeyse tam bir çöpçatan diyebiliriz. Romanlarını bu kadar rahat yazan Austen, bekar kızları evlendirme merakını ise ailesinden hep gizlemiş. Austen yazdığı çalışmaları ailesinin okumasını hiç istemezmiş. Hatta yazı yazarken odasına birinin girdiğini duyduğunda, notlarını hemen saklıyormuş. Belki de hiç evlenmemiş kızlarının, romanlarındaki bekar kızları evlendirme çabasının ailesi tarafından duyulmasını istemiyordu. 5 Aleksandr Puşkin’in Tek Yurt Dışı Gezisi Erzurum’duRus edebiyatının başarılı isimlerinden Aleksandr Puşkin, soylu bir aileye sahipti. Öyle ki ilköğretimini de evde anne ve babasından almıştı. Daha sonrasında da çok iyi bir eğitim hayatı olan Puşkin, yaşadığı aşklar ve skandallarla hep gündemde olmayı başardı. Aleksandr Puşkin ile ilgili bilinmesi gereken en garip bilgi, gittiği tek yabancı ülkenin Türkiye olmasıdır. Puşkin 1829 yılında, yani Osmanlı İmparatorluğu zamanında, katıldığı Rus ordusu ile birlikte Erzurum’a gitmiş. Burada geçirdiği günleri de Erzurum Yolculuğu isimli kitabında anlatmaktadır. 6 Öfkeli Ernest HemingwayÖdüle doymayan Amerikalı yazar Ernest Hemingway hem kaleme aldığı eserlerle hem de karizmatik görünümüyle her zaman ilgi odağı olmayı başarmıştır. Ernest Hemingway’in yine kendi gibi bir yazar olan James Joyce ile yakın bir dostluğu vardı. Sık sık çıktıkları bar akşamlarında, Joyce genellikle kavgaya karışırmış. Hemingway de arkadaşı için sürekli birilerini dövmek zorunda kalmış. Bir defasında da kendi hakkında olumsuz eleştiri yapan bir yazar eleştirmenini ilk gördüğü yerde tekme tokat dövmüş. Bitti mi sandınız? 1944 yılında bir dergi için savaş muhabirliği yapmış. Ancak yasalara aykırı olmasına rağmen kuralları çiğnemiş ve bir asker gibi davranmış. Söz dinlemez bir serseri oluşu onun mahkemede yargılanmasına yol açmış. Ancak savaş bittikten sonra bronz madalya almayı da ihmal etmemiş. Hemingway hakkında başka bir ilginç bilgi ise ava olan merakı. Özellikle silahları kullanarak yaptığı balık avları o zamanlar adının çok duyulmasını sağlamış. Bir keresinde de köpek balığıyla girdiği mücadelede, silahını kullanırken yanlışlıkla kendini vurmuş. 7 24 Yaşında Bir Profesör: Friedrich NietzscheFilozofluk kimliğinin yanında; yazarlık, şairlik, kültür eleştirmenliği, besteci ve filolog gibi sıfatlara sahip olan Friedrich Nietzsche‘nin söylediği her söz olay olmuştur. Zekası ve hayata bakış açısıyla birçok insan için idol olan Nietzsche’nin 24 yaşında profesör olduğunu biliyor muydunuz? Derslerinde çok başarılı olan Nietzsche hocasının referansıyla Basel Üniversitesi Klasik Filoloji Bölümüne profesör olarak atandı. 24 yaşındayken profesör olan Nietzsche o döneme kadar atanmış, en genç profesör unvanına sahip oldu. 8 Futbolcu Albert Camus20. yüzyılın en başarılı yazarlarından biri olan Albert Camus‘u ironik yaşam biçimiyle tanıyoruz. Sıklıkla ölümden ve intihardan bahsetmesine rağmen, bir yandan da hayatın yaşanılası olduğunu savunan bir isim. Felsefe bölümünü bitirip, kendini hiçbir zaman bir filozof olarak görmeyen Camus gençliğinde bir futbolcuymuş. 17 yaşına kadar futbol oynayan ünlü yazar, yakalandığı verem hastalığı nedeniyle çok sevdiği futbolu bırakmak zorunda kalmış. 21 yaşında hayatını birleştirdiği eşi varlıklı bir göz doktorunun kızıymış. Eşi morfin bağımlısı olduğu için bu evlilik fazla sürmemiş ve iki yıl sonra sonlandırılmış. Hayatı boyunca sigara içen Camus, çok sevdiği sigarasının adını da bir kedisine vermiş. 9 Haruki Murakami’nin Yemek KabusuHem Japon hem de dünya edebiyatında yeri yadsınamaz ölçüde önemli olan Haruki Murakami‘nin eserleri 50’den fazla dile çevrildi. Tüm zamanların en başarılı yazarları arasında gösterilen Murakami’nin, gençliğinde eşiyle birlikte bir caz kulübü açtığını biliyor muydunuz? Burayı 7 yıl boyunca işlettikten sonra, bir gün beyzbol maçı izlerken bir anda yazma isteği uyanmış ve o başarılı kitapları bu tarihten sonra kaleme almış. Murakami’nin birçok insan tarafından bilinen ilginç yönü ise yemek konulu rüyaları. Kabus derecesinde olan bu rüyalarda ünlü yazar; tırtıllardan yapılmış pastalar, içi panda dolu pilavlar ve yılan etinden yapılmış yemekler görüyormuş. Bu rüyaları görmeye ise birkaç yıl boyunca devam etmiş. Ayrıca tam bir disiplin hastasıymış. Akşam 21:00’de yatıp, sabahın 04:00’ünde uyanıyormuş. Günün 5-6 saatini ise aralıksız yazı yazmaya ayırırmış. 10 Tolstoy’un 13 Çocuğu VardıRus edebiyatının en önde gelen isimlerinden biri olan, ünlü Savaş ve Barış romanının yazarı Lev Tolstoy’un tam 13 çocuğu vardı. 48 yıl süren evliliğin ardından artık yalnız kalmayı ve dünya işlerinden vazgeçmeyi tercih ettiğini söyleyerek, 82 yaşında evinden ayrıldı. Aradan çok geçmeden bir tren istasyonunda donarak ölen Tolstoy’un bilinmeyen bir diğer özelliği ise karısına karşı aşırıya kaçan dürüstlüğü. Dediklerine göre Tolstoy başka kadınlarla yaşadığı cinsel maceraları kaleme alıyormuş. Bu yazdıklarını da eşiyle evlendiği günün gecesinde ona okutmuş. Düğün gecesinde kocanızın eski sevgilileriyle geçen yatak odası anılarını okuduğunuzu düşünsenize? Allah düşmanıma vermesin diyor ve yazarlar hakkında dudak uçuklatan bilgilere devam ediyorum. 11 Yaşlanmak İstemeyen Victor HugoHerkes elbette bir gün yaşlanacak, elimiz yüzümüz buruş buruş olacak, hafızamızda birçok şeyi tutamayacak hale geleceğiz. Evet, bunu sağlıklı beslenme, düzenli spor ve bazı operasyonlarla erteleyebiliriz ama kaçışımız mümkün değil. Hepimizin er ya da geç bir gün yaşayacağı ihtiyarlık, bazı insanlarda takıntı derecesinde korkulu bir hal alıyor. Bunlardan biri de dünyanın en kalın romanlarından biri olan Sefiller’in yazarı Victor Hugo. Vücudu diri kalsın diye her sabah buz gibi suyla duş alan Hugo, aynı zamanda sesi güzel olsun diye çiğ yumurta yermiş. Her zaman bakımlı, temiz ve şık görünen Hugo insanların onu daima beğenmesini istermiş. 12 İnsomnia Mark TwainAsıl adı Samuel Langhorne Clemens olan Mark Twain’in en ünlü kitabı bir çocuk romanı olan Tom Sawyer’in Maceraları‘dır. Bu kitap aynı zamanda daktilo ile yazılan ilk kitap olma özelliği taşıyor. Mark Twain hayatı boyunca insomnia yani uykusuzluk sorunu yaşadı. Geceleri bir türlü uyuyamayan Twain mecburen yazı yazıyormuş. Gündüzleri ise hiç olmayacak yerlerde uyuyakalıyormuş. Twain’in uykusuzluk sorunu o kadar ileri boyuttaymış ki çevresindekilere; “Bana güzel bir yatak verin, size ölümsüz başyapıtlar vereyim.” dermiş. Hayatı boyunca uykusuzluk sorunuyla baş edemeyen Twain’in bir başka özelliği ise stand-up yapması. Bugünkü stand-up gösterilerinin temellerini atan ilk insanlardan biri Mark Twain’dir. Bir keresinde izleyiciler arasında 1. Elizabeth’in olduğu bir gösterisinde, gaz çıkarmak üzerine uzunca bir konuşma yaptığı biliniyor. 13 İntihar Meraklısı William Shakespeareİngiliz şair ve oyun yazarı olan William Shakespeare hayatı boyunca çok fazla eser kaleme aldı. Soylu bir aileden gelen Shakespeare hiçbir zaman geçim sıkıntısı çekmedi, bu nedenle yazı yazmaya bol bol zaman buluyordu. Eserlerinde dikkat çeken en önemli unsur, intihara çok fazla yer vermesidir. Shakespeare’nin yazdığı oyunlarda toplamda 13 yerde intihar sahnesi gerçekleşiyor. Shakespeare’nin ayrıca bir uçak kazasına sebep olduğunu söylesem? Amerika’da Shakespeare fanatiği olan bir adam, yazarın eserlerinde geçen tüm kuşları New York’a topladı. Shakespeare; sığırcıkların, tarlakuşlarının ve ardıçların New York’ta olmasını istediğinden, tüm bu kuşlar hayranı tarafından buraya getirildi. Bir dönem hayvanat bahçesinde korunan kuşlar zamanla çoğaldı ve 1960 yılında bir uçağın düşmesine yol açarak 62 kişinin ölmesine neden oldu. Shakespeare hakkında sizi şaşırtacak diğer bir bilgi ise tefeci oluşu. Evet Shakespeare yazdığı eserlerden oldukça fazla para kazanmış ama bundan daha fazlasını tefecilik yaparak kazandığı biliniyor. 14 Konuşmayı Seven Virginia WoolfTamam tüm kadınlar konuşmayı sever kabul edelim, erkeklere kıyasla derdimizi çok daha fazla kelime kullanarak anlatıyoruz. Allah da bizi böyle yaratmış napalım yani. Ama bakın dünyaca ünlü isimlerin bile çok konuşma alışkanlığı varmış. İngiliz feminist yazar Virginia Woolf konuşmayı çok seven yazarlarımızdan biri. Hatta bir defasında 48 saat aralıksız konuşmuş. Şunu da eklemeden geçmeyelim, sevgili Virginia hayatının büyük kısmını yatakta ve halsiz şekilde geçirmişti. Psikolojik sorunları ve geçirdiği buhran onu epey hareketsiz biri yapmıştı. Ona rağmen, bu kadar çok konuşmak için gereken enerjiyi nasıl bulmuş şaşırdık doğrusu. Virginia ayrıca ressam olan kız kardeşine özenmiş ve yazılarını ayakta yazmaya başlamış. Satırlarında buram buram depresyon koksa da gerçekte çok şakacı biriymiş. 15 Eşcinsellikten Hapis Yatan Oscar WildeGenel olarak yazarların biyografilerini biliriz ama onların iç dünyaları, alışkanlıkları, özel hayatları gibi ayrıntılar onlar öldükten sonra gün yüzüne çıkar. İrlandalı yazar ve şair Oscar Wilde’nin cinsel kimliğini artık bilmeyenimiz yok sanırım. Daha çocuk yaşta akranları dışarıda oynarken, o odasını dekore etmeyi tercih edermiş. Hareketleri ve giyim tarzı da her zaman yaşıtı olan erkek çocuklarından farklı olmuş. Oscar Wilde’nin eşcinsel sevgilisine yazdığı mektuplar ortaya çıkınca, 2 yıl hapis cezasına çarptırılmış. Yani eşcinsel mağduriyetini ilk yaşayan insanlardan biri diyebiliriz. Yazarın eşcinsel sevgilisine yazdığı bu mektuplar ise geçtiğimiz yıllarda, açık artırmayla satışa çıkarılmıştı. 16 Kahve Bağımlısı BalzacVadideki Zambak kitabını kaleme alan, Fransız yazar Honoré de Balzac tam bir kahve bağımlısıymış. O muhteşem eserleri yazarken haddinden fazla kahve tüketiyormuş. Günde 50 fincan kahve içen Balzac kahve yapmaya zamanı olmadığında veya yapacak birisi yokken kahve çekirdeklerini çiğnermiş. 51 yaşında hayata veda eden yazarın ölüm sebeplerinin başında da kahve tiryakiliği geliyor.Çok fazla miktarda ve koyu kıvamlı tükettiği kahveler midesinde kramplara yol açıyormuş. Ayrıca kalbinin büyümesi ve yüksek tansiyon rahatsızlığının sebepleri de yine kahveymiş. Yani rahmetli Balzac’ı kahve öldürmüş. 17 Boş Zamanlarını Morgda Geçiren Charles DickensTüm zamanların en çok satan kitabı olan İki Şehrin Hikayesi’nin yazarı Charles Dickens, uyurken yüzü hep kuzey kutbuna bakacak şekilde yatarmış. Bu tuhaf uyku alışkanlığının sebebini ise yer küre ve elektrik akımı gibi terimlerle açıklamış. Yazarın hayatı boyunca başka yöne doğru yattığı hiç görülmemiş. Dickens’in takıntıları bununla da bitmiyor. Batıl inançları olan Dickens Cuma günlerinin ona uğur getireceğine inanıyormuş. Ayrıca her şeye üç kere dokunmanın da yine şans getirecek davranışlardan olduğunu düşünürmüş.Tam bir hayvan sever olan Dickens’in şimdi söyleyeceğim özelliği ise yok artık dedirtecek cinsten. Başarılı yazarımız boş zamanlarını kimsesizler morgunda geçiriyormuş. Evet, kimliği belirlenemeyen cesetlerin yer aldığı Paris morguna gider ve burada uzun zaman kalırmış. Bu garip alışkanlığını ise “iğrençliğin çekiciliği” gibi bir ifadeyle tanımlamış. 18 Çapkın Alexandre DumasDemir Maskeli Adam, Üç Silahşörler gibi kitapların yazarı Alexandre Dumas’ı hemen her fotoğrafında tonton biri olarak gördük. Meğersem perdelerini kaldırınca, o sevimli, tombul görünümünün altında bir playboy ve Don juan gizliymiş. Evet, Fransız yazar Alexandre Dumas’ın tam 40 sevgilisi olmuş. Bunların çoğu da elbette evliyken yaşanmış ilişkilerdi. Kadınlarla bu kadar ilgilenirken yazmaya ne ara fırsat buldu diye düşünürken çocuklarına da değinmeden geçmeyelim. Dumas’ın hayattayken 4, öldükten sonra da 3 gayrimeşru çocuğu ortaya çıkmış. Diyecek bir söz bulamadım doğrusu, pes! 19 Yazı Yazamayan Agatha ChristieEserleri en çok çevrilen ve en başarılı polisiye kitaplarının yazarı Agatha Christie meğersem yazılarını kendi yazmıyormuş. Durun hemen yanlış anlamayın, olayı açıklayalım. Agatha Christie’nin disgrafi denilen bir öğrenme bozukluğu varmış. Disgrafi ise kişinin zekası ve her şeyi normalken, yazı yazmakta zorlanılan bir öğrenme güçlüğüdür. Genelde; b-d, f-v, m-n, b-p gibi harfler birbirine karıştırılır. İşte Agatha Christie de bu sorunundan dolayı, kitaplarını dikte ettirerek yazıyormuş. 20 Takıntılı Truman CapoteAmerikalı yazar Truman Capote de takıntılarıyla nam salmış isimlerden biri. Alkole çok erken yaşlarda başlayan Capote, bir süre sonra alkolsüz yazamaz hale gelmiş. Yazılarını yattığı yerden kaleme alan Capote, muhakkak bir şeyler içermiş. Gündüzleri çay ve kahveyle başlayan sıcak içecekler, ilerleyen saatlerde yerini alkollü olanlara bırakıyormuş. Diğer bazı yazarlar gibi batıl inançlara sahip olan Capote, aynı kül tablası içinde 3’ten fazla sigara söndürmezmiş. Ayrıca Cuma günleri hiçbir işe başlamayan, iki tane rahibenin olduğu bir uçağa binmeyen ve rakamlarla takıntısı olan biriymiş. Özellikle telefon numaralarındaki rakamları toplayıp, sonucu uğursuz çıkan kişilerle bir daha görüşmemesi gerçekten çok enteresan bir özellik. Ünlü Türk Yazarların Bilinmeyen YönleriYabancı yazarların bilinmeyen yönlerini anlattıktan sonra geliyoruz Türk yazarlarına… Bizim yazarlarımızın da en az yabancılar kadar ilginç özellikleri bulunuyor. Örneğin Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın örgü örmesi, Nazım Hikmet’in aklına gelen satırları beyaz pantolonuna not alması, Cemal Süreya’nın bir iddia uğruna soyadındaki bir harften vazgeçmesi… Şimdi Türk edebiyatında unutulmazlar arasında yer alan, ünlü yazarların en ilginç özelliklerine göz atalım. 1 Gürültüsüz Yazamayan Cemal SüreyaAşk şiirleri denince yeri açık ara önde olan Cemal Süreya, ikinci yeni akımının en önemli temsilcilerinden biridir. Annesini küçük yaşta kaybeden Süreya, kız kardeşleriyle birlikte üvey anne elinde büyümüştü. Pek iyi biri olmayan üvey annesi, onu bir keresinde zehirlemeye kalkmış. Üstelik çoğu zaman da yemeğine cam kırıntıları karıştıracak kadar acımasız bir kadınmış. Cemal Süreya’nın sayılarla arası hiç iyi olmadığından, saati ilkokul 5. sınıfta öğrenmiş. Yazı yazmaya çok küçük yaşlarda başlayan Süreya’nın asıl ilginç özelliği ise gürültü olmadan yazamamasıdır. Okul yıllarında gürültülü ortamda başladığı yazı yazma alışkanlığı, sonraki yıllarda da devam etmiş. Öyle ki evinde sessiz yazamadığını fark edince, radyo ve televizyonun sesini açarak odaklanabiliyormuş. Cemal Süreya hakkında herkesin bildiği bir bilgiyi de hatırlatmadan geçmeyelim. Süreyya olan soyadını arkadaşı Süreyya Evren ile girdiği bir iddia sonucu, Süreya olarak değiştirmiştir. Buradan alınan “y” harfi ise arkadaşının adına eklenerek Süreyyya Evren olmuştur. 2 Nazım Hikmet ve Beyaz PantolonlarıTürk edebiyatının en ünlü şairlerinden biri olan Nazım Hikmet‘in yazmadığı şiir türü yok sanırım. En güzel aşk şiirleri de onda, en iyi vatan şiirleri de… Ama en çok da sevdiği kadınlara yazdığı büyülü sözlerini biliriz. Mavi gözlü devimiz genellikle beyaz pantolon giyermiş. İlham geldiğinde ve aklında o muhteşem sözler belirdiğinde ise bunları hemen o beyaz pantolonuna not alırmış. Demek dünyaya açılan bir şair olmak için böyle garip özellikleri olması gerekiyor insanın. Nazım’la ilgili şu anekdotu vermeden geçmek istemiyorum. Bir gün Pablo Neruda’ya sormuşlar: – Önde gelen şairlere yer vereceğiniz bir antoloji oluştursanız Nazım Hikmet de yer alır mıydı?Neruda’nın verdiği cevap ise tam gurur okşayan cinsten: – Tek bir şairden oluşan bir antoloji hazırlasaydım, bu şair Nazım Hikmet olurdu!3 Sabahattin Ali’nin Diksiyon Takıntısı VardıTürk edebiyatının köşe taşlarından biri olan Sabahattin Ali, hem kaleme aldığı eserleriyle hem de katledilişiyle asla unutulmayacak bir isimdir. Kısacık ömründe hep gülen, şaka yapan ve hayata pozitif bakan biriydi. Onu tanıyanlar asık suratlı halini neredeyse hiç görmediklerini söylüyorlar. Sabahattin Ali’nin diksiyon takıntısı varmış. Kelimeleri birisi yanlış şekilde kullanınca, hemen düzeltme isteği duyarmış. Bu huyu üzerine eşi Aliye Hanım’ın şikayetlerini de arkadaşlarına: “Bu yüzden Aliye Hanım bana fena içerliyor. Karı koca ağız tadıyla kavga edemiyoruz. Kavganın en can alacak yerinde tutup diksiyon yanlışlarını düzeltiyorum” sözleriyle anlatmış. 4 Kendini Çirkin Bulan Cahit Sıtkı TarancıO hepimizin çok sevdiği, ünlü Otuz Beş Yaş şiirinin şairi Cahit Sıtkı Tarancı kendini hiç beğenmezmiş. Tarancı’nın kendini çirkin bulma özelliği onu yalnızlığa ve karamsarlığa itmiş. Bu da elbette satırlarına fazlasıyla yansımış. Galatasaray Lisesinde okuduğu dönemlerde de fazlasıyla yalnız bir gençlik geçirmiş. Öyle ki tüm arkadaşlarına mektup gelir, bir tek ona gelmezmiş. Cahit Sıtkı da kendi kendine mektup yazar, sonra da postadan alınca, birinden gelmiş gibi sevinirmiş. 5 Örgü Ören Hüseyin Rahmi GürpınarHani Kemal Sunal, Adile Naşit gibi isimlerin oynadığı Süt Kardeşler filmi vardı ya, oradaki gulyabaniyi eminim hatırlıyorsunuzdur. İşte o film, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanı Gulyabani’den uyarlanmıştır. Türk yazar ve romancı olan Hüseyin Rahmi Gürpınar tam bir temizlik hastasıymış. Hiç evlenmeyen, kendini toplumdan soyutlayan Gürpınar, hastalık kaparım korkusuyla çok titiz davranırmış ve yılın 12 ayı eldiven takarmış. Peki bir dönem TBMM’de milletvekilliği yapan Gürpınar’ın boş zamanlarında örgü ördüğünü söylesem? Evet yanlış duymadınız, yazı yazmaktan sıkıldığı zamanlarda örgü örermiş. Hatta bu hobisi için Avrupa’dan örgü modelleri getirttiği bile biliniyor. 6Yaşar Kemal’in Çocukken Kekeme Olduğunu Biliyor muydunuz?Yazarlık hayatına Çukurova’da başlayan ve yaşadığı süre boyunca onlarca roman kaleme alan Yaşar Kemal, çocukken talihsiz bir olay geçirmiş. Babası Van’dan göçüp gelirken, Yusuf adında bir çocuğu da yanına almış ve diğer çocuklarıyla birlikte büyütmüş. Bir gün Yusuf camide namaz kılarken kalbinden bıçaklanarak öldürülmüş. Buna tanık olan Yaşar Kemal, 12 yaşına kadar düzgün konuşamamış ve kekeme olmuş. Herkesin merak ettiği, doğuştan mı yoksa bir kaza sonucu mu o hale geldiği sağ gözünü ise yine çocukken yaşadığı bir olay sonucu kaybetmiş. Henüz 3,5 yaşındayken, bahçede koyun kesen halasının eşini izliyormuş. Adamın elindeki bıçak bir anda fırlamış ve Yaşar Kemal’in gözüne gelerek kör olmasına sebep olmuş. 7 Günde Dört Paket Sigara İçen Ahmed ArifArapça, Zazaca ve Kürtçe gibi dillere hakim olan Ahmed Arif, yetiştiği koşullar gereği birçok yeteneğe sahipti. Çok küçük yaşlarda at binmeyi öğrendi. At binmeyi çok seven ünlü şair, şahlanmayan ata binmeyeceğini söylermiş. Hayatının büyük bölümünde çok fazla sigara içen Arif, daha sonra birden bire bırakmış ve sigaranın dumanına bile tahammül edemez olmuş. “Günde dört paket Bafra içiyordum” demesine rağmen, Ramazan aylarında oruç tutan kişilerin yanında, sigara içmeyecek kadar da iradeli biriymiş. 8 Tutunamayanlar’ın Şakacı Yazarı Oğuz Atay1977 yılında aramızdan ayrılan, Tutunamayanlar’ın yazarı Oğuz Atay da değeri öldükten sonra anlaşılan isimlerden biri. Yaşadığı dönemde oldukça ilgisiz kalsa da günümüzde tüm eserlerinin, büyük bir hayran kitlesi bulunuyor. Yazarın en ünlü romanı olan Tutunamayanlar’daki karakterler aslında Atay’ın kendi hayatındaki kişiler. İçine kapanık bir çocukluk dönemi geçiren Atay’ın en sevdiği yazarlar Kafka ve Dostoyevski’ymiş. Gençlik yıllarında karikatür çizen ve mizah yönü oldukça güçlü olan Oğuz Atay, ölümün onu banyoda yakaladığı gün, dışarıdan ona seslenenlere; “Sevinmeyin daha ölmedim” demiş. Bu sözleri orada bulunanlara tebessüm ettirse de yazarın son sözleri olmuştu. 9Uçurtma Meraklısı Orhan VeliGarip akımının öncülerinden Orhan Veli, İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı şiiriyle hafızalarımızda yer etmiştir. Şiire çok farklı bir boyut getiren ve çok erken yaşta hayata veda eden Orhan Veli Kanık bir uçurtma meraklısıymış. Boş zamanlarını uçurtma yaparak değerlendirirmiş. Koyu Galatasaraylı olan şairimizin en sevdiği hobiler arasında balık tutmak da varmış. Normalde insanlar ilham geldiğinde, aklında beliren satırları hemen kaleme alırlar. Orhan Veli böyle yapmazmış. Yazacaklarını önce düşünür, kafasında tasarlar, daha sonraki bir zaman da oturur kaleme alırmış. Sakin mizaca sahip olduğu düşünülse de oldukça eğlenceli biri olan Orhan Veli, kız kardeşinin arkadaşları geldiğinde, onları eğlendirmek için Karagöz – Hacivat oynatırmış. Orhan Veli de tıpkı Balzac gibi bir kahve bağımlısıymış. Hatta fincanla içmek kesmediğinden bira bardaklarına doldurarak içermiş. 10 Kör Olma Pahasına Okumaktan Vazgeçmeyen Cemil Meriç1916 ve 1978 yıllarında yaşamış olan Cemil Meriç, yazarlık kimliğinin yanında çevirmen ve düşünürdür. Cemil Meriç’in en ünlü sözleri kitap ve okumak üzerinedir. Kitaba olan tutkusunu her fırsatta dile getirir. Hayatı boyunca okuyan Meriç, bu tutkusundan görme yeteneğini kaybedene kadar vazgeçmemiş. Gençlik yıllarında iki gözünde de oluşan bir mikroptan dolayı askerlikten muaf tutulmuş. İlerleyen yıllarda bu sorun artarak devam etmiş. Ama Cemil Meriç okumaktan hiçbir zaman vazgeçmemiş. Artık yazılanları seçemeyecek duruma geldiği dönemlerde, ışığa yakın olmak için, sandalyesini masanın üstüne çıkarır, yine de okurmuş. Yazmaya ve okumaya olan aşkı, gözlerini tamamen yitirdiğinde bile bitmemiş. Gözleri görmez hale gelince, çevresindekilerin yardımıyla yazmaya devam etmiş. Hatta yazarın en üretken çağının bu olaydan sonra başladığı biliniyor. 11 Fotoğraf Çektirmeyi Sevmeyen Sezai KarakoçDiyarbakır kökenli olan Sezai Karakoç; daha çok şiir, deneme, inceleme ve hikaye türünde eserler vermiş yazar ve şairimizdir. En ünlü şiiri Mona Rosa olan Sezai Karakoç’un bilinen en ilginç özelliği fotoğraf çektirmeyi sevmemesi. Günümüz koşullarına baktığımızda, bu özellik bize çok tuhaf gelse de eski zamanlara göre belki de olağan bir seçimdi. Fotoğraf çektirmeyi hiçbir zaman istemeyen Karakoç’un, şu an var olan fotoğrafları ise ondan habersiz çekilmiş. 12 Necip Fazıl Kısakürek Nakşibendi TarikatındandıÜstad diye nitelendirilen, şair ve yazarımız Necip Fazıl Kısakürek, yaşam öyküsü ile herkesi şaşırtmış ve de kendine hayran bırakmıştır. 30’lu yaşlarına kadar hayattan zevk almayan, arayış içerisinde olan ve boş geçirilmiş bir ömür yaşadı. Daha sonra ise Abdülhakim Arvasi ile tanıştı ve hayatı tamamen değişti. O saatten sonra kendini Allah yoluna adayan Necip Fazıl, Nakşibendi tarikatına geçti ve bundan sonraki hayatını bu şekilde devam ettirdi. Üstad, hayatındaki bu kırılma noktasını O ve Ben isimli kitabında detaylıca anlatmıştır. 13 Feminist Yazar Halide Edip AdıvarKurtuluş Savaşı sürecinde gösterdiği çalışmalarla kahraman Türk kadınının simgesi olan Halide Edip Adıvar, ilk kadın romancılarımızdan biridir. İlk eşi Salih Bey öğretmen olduğu için, Halide Edip de vaktinin çoğunu okulda geçiriyor ve sürekli okuma fırsatı buluyordu. Yazın hayatına daha sonra başlayan Halide Edip’in eserlerinin çoğunun konusu ise kadın ve kadınların yaşadığı sorunlardan oluşuyor. Feminist bir kişiliğe sahip olan Adıvar, 2 oğluna da çok iyi bir annelik yapamamış. Çünkü okuldaki öğretmenlik görevi ve Milli Mücadele için cephedeki çalışmaları annelik vazifesinden önce geliyormuş. Torununun ağzından dinlediğimiz bir röportajda; Halide Edip’in genellikle asık suratlı ama özünde çok duygusal bir insan olduğunu öğreniyoruz. 14 Bodrum Sürgünü Halikarnas BalıkçısıBizim Halikarnas Balıkçısı olarak bildiğimiz roman yazarımızın asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı‘dır. Bodrum’a olan tutkusu ile tanıdığımız ünlü yazar sanılanın aksine Bodrum’a kendi isteğiyle yerleşmemiştir. İstanbul’da yaşadığı dönemde gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmaya başlayan Cevat Şakir, bir gün yazıları yüzünden tutuklanmış. İstiklal Mahkemesine sevk edilen yazara ceza olarak sürgün edilmesi kararı verildi. Sürgün yeri ise Bodrum’du. O tarihten sonra Bodrum, yazarımızın vazgeçilmez tutkusu oldu. Cezası bittikten sonra bile Bodrum’dan ayrılamadı, ailesini de yanına aldırdı ve orada yaşamaya devam etti. Halikarnas Balıkçısı yaşadığı bu süreci, Mavi Sürgün kitabında anlatmaktadır. 15 “R”leri Söyleyemeyen Özdemir AsafTürk edebiyatının nevi şahsına münhasır şairlerimizden biri olan Özdemir Asaf kelimeleri kullanma ve duyguları dizelere aktarma şekliyle, yazdığı her şiirle yüreklerimize dokunmayı başarmıştır. Asıl adı Halit Özdemir Arun olan ünlü isim, yazın hayatına ilk başladığı yıllarda, dergilerde Özdemir Özden ismini kullanıyormuş. Bunun sebebi ise “r” harfini söyleyememesiymiş. Ancak daha sonra Oktay Akbal ona babasının adını kullanmayı önermiş ve o günden sonra, Özdemir Asaf ismini kullanmaya başlamış. Sempatik tavırlarıyla insanlar üzerinde hep olumlu izlenim bırakan Özdemir Asaf’ın bilinmeyen bir başka özelliği ise gençlik yıllarında Güneşspor adlı bir futbol kulübünde oynamasıdır. Sizlere dünyanın en ünlü yazarları hakkında, muhtemelen daha önce hiç duymadığınız, ilginç bilgileri paylaştım. Bizim Türkler neyse de yabancı yazarların gerçekten de çok garip alışkanlıkları varmış. Mesela Charles Dickens’in boş zamanlarında kimsesizler morgunda durması bana çok garip geldi. Kitaplarını büyük zevkle okuduğumuz yazarların, ne kadar değişik huyları varmış öyle değil mi? Peki ya bu saydıklarımızdan size en garip gelen özellik hangisiydi? | |
| | | | Edebiyat Yazar şairlerin hayatı zorlu geçenler | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|