Din ve Peygamberlik
Kâinat'ta insan elinin ulaşmadığı yerlerde tam bir sulh, tam bir denge hâkimdir. Yaratılmışların en şereflisi olarak, diğer varlıklardan farklı biçimde Allah'ın Kelâm, İrade ve İlim sıfatlarının da kendi kapasitesince mazharı bulunan insan, yeryüzünde aynı sulh ve dengeyi sağlamakla mükelleftir. Fakat o, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, çok farklı bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ, insan en seçkin şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder; süslü şeyleri arzu eder; insaniyete lâyık bir maişet ve şerefle yaşamak ister.
Şu meyil, arzu ve isteklerin gerektirdiği üzere insan, yiyecek, giyecek ve diğer ihtiyaçlarını güzel bir şekilde tedarik edebilmek için çok sanatlara (zenaat) muhtaçtır. O sanatların hepsine her bir insanın vukufu ve kabiliyeti olmadığından insan, hemcinsleriyle işbölümü yapmaya ve yardımlaşmaya mecburdur. Mecburdur ki, her bir insan, kendi emeğinin ürününü diğerleriyle paylaşsın ve bu sayede bütün ihtiyaçlarını görebilsin.
Fakat, insandaki, (bütün dünyevî, maddî arzu ve isteklerin kaynağı olan) şehvet kuvveti, (bilhassa kendisini ve din, mukaddesat, akıl, mal, nesil gibi hak ve hürriyetlerini koruma melekesi veya bunun kaynağı olan) gadap kuvveti ve (insanı, diğer bütün varlıklardan birinci derecede ayıran ve onu düşünen, muhakeme ve mukayese eden, şuurlu harekette bulunan bir varlık olmasına vesile teşkil eden) akıl kuvveti, Yaratıcı tarafından mecburî bir sınırlamaya tâbi tutulmamıştır. Bundan maksat, insanın bu kuvveleri bizzat iradesiyle asıl olmaları gereken noktaya çekmesi ve bunun için vermesi gereken mücadelenin onun terakkisini temin etmesidir. Çünkü, bu kuvvelerin olması gereken bir orta noktası, meselâ akıl kuvveti için hikmet, gadap kuvveti için şecaat, şehvet kuvveti için iffet noktaları, bir de, bu noktaların dışında çok sayıda sapma noktaları vardır. İşte insana düşen, bu kuvvetleri iradesiyle orta noktalara çekmek ve orada tutmaktır. Aksi hâlde, insanın davranışlarında ve başkalarıyla muamelelerinde zulüm ve tecavüzler meydana gelir. Bu tecavüzleri önlemek için de, içtimaî hayatta adalete ihtiyaç vardır. Fakat her ferdin aklı, bu küllî adaleti idrakten âcizdir; dolayısıyla küllî bir akla (evet, karakterleri, yapıları, mizaçları, ihtiyaçları, iç dünyaları ile bütün insanları tek tek tanıyacak küllî bir akla) ihtiyaç vardır ki, bütün ferdler bu küllî akıldan istifade etsinler. Böyle bir küllî akıl ise, ancak kanun şeklinde olur. İşte bu kanun da, dindir. Yani din, beşerî kanunlar gibi, yalnızca insanın tâbi olması gereken birbirleriyle karşılıklı muamele kaidelerini tesbit etmekle kalmaz; bunun yanısıra, bunların gerektiği gibi uygulanıp, semereli olabilmesi için insanın uyması gereken ahlâkî kaideleri, bu kaidelerin kaynağı olarak belli esaslara imanı ve ayrıca ibadet kaide ve şekillerini de vaz' eder. İbadet, vicdanî ve aklî olan imanî hükümleri takviyeye, dünya ve âhiretle ilgili işleri tanzime, şahsî ve nev'î kemalâta vasıtadır.
Dinin tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir mercî, bir sahip lâzımdır. O mercî ve sahip de ancak peygamberdir. Peygamber olan zâtın da, halkın öncelikle kalblerine ve akıllarına hâkimiyetini sağlayıp, bu hâkimiyeti devam ettirebilmesi için, Allah'a yakınlığından kaynaklanan kudsî bir cazibesi, maddîmânevî bir ulviyeti ve Allah ile olan münasebetinin derecesini göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Bu delil, bilhassa ilk dönemler itibariyle onun mûcizeleridir. Evet, önce insanlar, çoğunlukla peygamberin şahsî kemâlâtına, Allah'a olan yakınlığının ona sağladığı kudsî câzibeye vurulur; mûcizeler, bu yakınlığı daha da ispat eder. Daha sonra ise, dinin kaideleri, doğruluğunun delilleri insanların akıllarını, bütün aklî melekelerini, hattâ beş duyusunu bile tatmin eder.