KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Müslümanlar Neden Geri Kaldı? İlerlemeyi emreden bir din üstelik

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6717
Rep Gücü : 10015153
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Müslümanlar Neden Geri Kaldı? İlerlemeyi emreden bir din üstelik Empty
MesajKonu: Müslümanlar Neden Geri Kaldı? İlerlemeyi emreden bir din üstelik   Müslümanlar Neden Geri Kaldı? İlerlemeyi emreden bir din üstelik Icon_minitimeSalı Ekim 27, 2009 4:43 am

Soru: Kur`ân-ı Kerîm`in bir çok ayet-i kerimelerinde: Müminlerin kafirlerden daha üstün oldukların, kafirlerin Müslümanlar üzerinde bir otorite kuramayacakları belirtilirken bugün Müslümanlar neden geri kalmıştır? Mesela: Cenâb-ı Hak, Nisa suresi 141. ayet-i kerimesinin sonunda: `... Allah, kafirlere, mü`minlerin aleyhinde (üstün olmaya) asla bir yol (ve imkan) bahşetmez` buyuruyor. O halde bugün kafir ülkeler neden Müslüman ülkelere galib geliyor ve her yönüyle üstün oluyorlar?

Cevap: Bismillâhirrahmânirrahîm.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki: Mü`min, hem davası hem de akıbeti bakımından her zaman, Mü`min olmayandan üstündür. Çünkü mü`min, Allah Teâl`ya inanır, yalnız O`nun kulu ve kölesi olur. Sadece Allah Teâl`nın dini için savaşır. Ölürse şehit, kalırsa gazi ve mükafâtı cennet olur.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: `(Ey mü`minler) gevşemeyin. Mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü`min iseniz, (düşmanlarınıza galip ve onlardan) çok üstünsünüz` (Al-i İmran Sûresi, 139) Demek ki bizler gerçek mü`min, Gerçek Müslüman olduğumuz taktirde, kafirlerden daima çok üstünüz.

Müntesibi olmakla şeref duyduğumuz İslam dini, hiçbir zaman kalkınmaya engel, hıristiyanlık veya Yahudilik de kalkınmanın tek çaresi değildir. Çünkü Etiyopya da hıristiyandır. Bırakın kalkınmayı henüz açlık tehlikesini bile yenememiştir. Asırlardır hıristiyan olmaları, Etiyopyalıları dünyanın en fakir halklarından olma durumundan kurtaramamıştır. Amerika`nın hemen bitişiğindeki Meksika da hıristiyan`dır. Ama her tarafında sefalet kol gezmektedir.

Hıristiyan olmak, başlı başına bir kalkınma ve ilerleme sebebi olsaydı, başta Güney Amerika ülkeleri Etiyopya ve Meksika olmak üzere pek çok hıristiyan ülke kalkınırdı. Yahudi dinine mensup Yahudilerin tek devleti olan İsrail ise; eğer İsrail dışında yaşayan Yahudilerin ve Amerika`nın bol para yardımları olmasa, kendi gayreti ile bir devlet olarak ayakta kalması mümkün değildir. Bir de şu önemli hususa temas etmek istiyorum.

Müslümanın her hali İslâm`a uygun olmadığı gibi, gayr-i müslimin her hali de İslâm dışı değildir. Mesela ilim tahsil etmek, çalışkan olmak, sanatta ilerlemek Müslüman`ın vazifesi iken Müslüman bu ve benzeri hususlarda geri kalabilir, gayr-i müslimler de ilerleyebilir. O zaman gayr-i müslimler galip, Müslümanlar mağlup olur.

Dikkat edilirse burada galip olan gayr-i müslimin kendisi değil, galibiyete sebep olan ilim, çalışkanlık ve sanattır. Bunlar ise Hak`tır. Öyle ise bizzat batıl değil, batılın sahip olduğu `Hak sebepler` galip geliyor. Bu da geçici olur.

Ne zaman ki, Müslümanlar İslâmiyeti öğrenip, anlayıp, yaşarsa, o zaman hak sebeplerle hak ehli birleşir ve galibiyeti elde ederler.

İlim, sanat ve çalışkanlık gibi sebepler kuvveti temin eder. Fakat hak sebeplerin hepsi bu kadar değil. Dolayısıyla galibiyette kuvvetin bir payı varsa, Hak`tan yana olanın payı daha büyüktür. İşte mağlubiyetler gaflete dalan Müslümanlara kamçıdır. Bu kamçı ile kendine gelen, İslâmiyet`i yaşamaya başlayan Müslümanlar yine zafer sancağını ellerine alacaklardır inşa Allah.

Allah`ın rahmeti her yere müsavi yağan yağmur gibidir. Bir elma ağacının meyvesi yoksa, yağmurdan yeteri kadar istifade edememiştir. Elmadan daha kıymetsiz olan iğde ise yağmur sayesinde meyvelerini besler, güzel bir hal alır. Şayet bir Müslüman ibadet meyveleriyle süslenmemiş de, bir gayr-i müslim tatlı dil, güler yüz, yardımlaşma ve temizlik gibi meyveleri, hayatının dallarına takmışsa, gayr-i müslim başarılı, Müslüman başarısız olur. Çünkü Allah`ın emir ve yasakları birer hikmettir. Hikmetler zaman, yer ve şahsa göre değişmez. Kim Allah`ın emirlerini tutar, yasaklarından kaçarsa o kazanır. Kim bu sırra tabi olmazsa o kaybeder. Derler ki: Allah`ın lütfu umumidir. Kafirler dahi bu lütufdan faydalanabilir.`

Mesela, namaz kılmak nasıl Allah`ın emri ise, havanın sıkışması, suyun kaldırması, elektriğin enerjisi de Allah`ın kanunudur.

Birincisine; `Teşrii evamir`, ikincisine; `Şer`i tekvin` denir. Diğer bir ifade ile bunları ifade etmek istersek, namaz, oruç gibi ibadetler Teşri-i evamir, yani kanun hükmündeki emirler... Şer`i tekvin ise, yaratılışa ait kanunlardır. Şer`i tekvinin bir kısmına `tabiat kanunları` da deniyor. Fransa`da zuhur eden natüralizm cereyanı, inkâra saptığı için yanlıştır. Aslında tabiat kanunlarının bütünü, Allah`ın koyduğu kanunlardır.

Şimdi Müslümanlar namaz ve oruç gibi emirlere tabi olup, atomla, elektrikle, su ile ve toprakla ilgili kanunları ihmal eder veya yanlış anlarsa Allah`ın bir kısım emirlerine uymuş, bir kısmına uymamış sayılırlar.

Namaz kılan Müslüman, bu hususiyeti ile gayr-i müslimden üstündür. Fizik, kimya ve benzeri ilim dallarındaki kanunlara uyan gayr-i müslim de bu hususta Müslüman`dan daha başarılı olur. Asıl olan, namaz kılıp, oruç tuttuğumuz gibi fen kitaplarında yazılı kanunları da anlamak ve bunları tatbik etmektir.

Lise kitaplarında Dalton, Kepler, Maryot ve Ohm diye adlandırılan kanunları Allah koymuş, ilim adamları bulmuştur. Böylece Allah`ın kanunları şu veya bu ilim adamının adıyla adlandırılmıştır. İlim adamlarını takdir edeceğiz. Fakat fen kitaplarındaki bütün kanunları koyan Allah`tır sırrını da unutmayacağız.


GÜNÜN MANŞETLERİ
• Komplo belgesi savcılığa 12 gün önce gelmiş
• Başörtülü öğrenciye Çanakkale yasak
• İran ile doğalgaz anlaşması imzalandı
• `Gelecek temassız kartların olacak`
• Bakan Eroğlu: Kaçak yapılaşma uydudan taki...
• Domuz gribine karşı bunları tüketin
• Azerilere gazda fiyat farkı ödenecek
• DTP`li Tuğluk`a hapis cezası
• Mutlu bir evlilik için genç kadınla evlenin
• Bakırköylü çocuk pornocusunun arşivinde 22...
• TSK `kağıt parçası` sözlerini sildi attı!
• Domuz gribi aşılarının sevkiyatı başladı
• Gizli bilgi destek planında
• `Cuma düşmanı` Uğur Dündar`a kınama
• Cem Garipoğlu din dersi alıyor
• Araştırmalara göre kanserin 15 belirtisi
• Arda`nın kavgası maçı kaybettirdi
• İstanbul`a metrobüsten sonra `Havaray`
• Almanya`da koalisyon protokolü imzalandı
• Kuzey Kutbu bir zamanlar böyleydi
• Bağış: Tam 17 fasıl siyasi nedenlerle açıl...
• Hazine`ye piyango
• 2 çocuk sınırı kalkıyor maaş 1581 lira olu...
• Mahkemeden Doğan`a ret
İLİŞKİLİ HABERLER
• Allah`ın huzurunda sorguya çekilmeden
• Fethullah Gülen: Evladınızı ebedileştirin
• Malınızı ve evladınızı ebedileştirin
• Pamuk üzerine!
• İmanın emniyeti mi kamera güvenliği mi?
• Müslümanlar neden geri kaldı? (3)
• En büyük düşman cehalet!
İslâm ülkelerinin ve Müslümanların ayrı-gayrı olmaları sebebiyle Müslümanların dünya çapında İslâmî menfaatleri olunca; Müslümanları, bir araya toplayabilecekleri bir teşkilatları yoktur. Bu birliği sağlayacak bir makamları yoktur. Bu yüzden dünyanın her yerinde soyulanlar, horlananlar, zulme uğrayanlar, öldürülenler hep Müslümanlardır. Birlik ve beraberlik içinde olmadığımızdan siyasi hiçbir gücümüz yoktur.

Mesela: Amerika Irak`ı işgal ettiği zaman, bütün İslâm ülkeleri, harbe lüzum kalmadan tek ağızdan Irak`ı 24 saat içinde terk etmezsen, hepimiz Amerika ile siyasî, iktisadî, kültürel, siyasî münasebetlerimizi keseceğiz` diyebilseler, hiç kimse Amerika`nın Irak`ta 24 saatten fazla kalacağını iddia edemez. İslâm ülkeleri arasında siyasî bir birliğin olmayışı, İslâm ülkelerini iktisadî yönden de korkunç zararlara uğratmaktadır. Bugün petrol sayesinde bir para yatağı olan İslâm ülkeleri, ticaretinin yüzde 90`ını Yahudi ve hıristiyanlarla yüzde 10`unu kendi aralarında yapmaktadırlar. Aralarında birlik beraberlik olsa iktisadî yönden de en zengin ülkeler, İslâm ülkeleri olurdu.

Bunun neticesinde de maalesef bugün dünyada bulunan sadece adı İslâm ülkelerinin hepsi, gizli veya açık bir şekilde Batılı devletlerin idaresi altındadır. Yani tam veya yarı bağımlıdır.

İkincisi: İslâm ülkeleri, Müslümanlar İslâm`ın, Kur`ân-ı Kerîm`in çok gerisinde kalmışlardır. Müslümanların pek çoğunun yaşantılarının, hayat tarzlarının İslâm ile, Kur`ân ile pek alâkası kalmamıştır. `Müslüman`ım` deniliyor, fakat Müslüman`ca yaşanılmıyor. Şairin dediği gibi:

Bir elde kadeh, bir elde Kur`ân!

Ne helâldir işimiz, ne de haram.

Şu yarım yamalak dünyada,

Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!

Müslümanların durumu bu. Allah ve Resûlü`nün emirleri yerine getirilmiyor. Muhalefet ediliyor. Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor: `...O`nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli, acıklı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.` (Nûr sûresi: 63)

İşte, şu sıralar İslâm ülkelerinin, Müslümanların başına gelen belâların sebebini bu ayet-i kerîmenin ışığında aramak lâzımdır. Uhud savaşında, Müslümanlar kazanmış oldukları savaşı, sırf Peygamber Efendimiz(S.A.V.)`in bir emrine muhalefet etmeleri sebebiyle kaybetmediler mi? Bugün İslâm ülkeleri, Müslümanlar üstün değilse, zillet çukurlarında yuvarlanıyorlarsa, zalimlerin, kâfirlerin, mürtedlerin, muattıla güruhunun çizmeleri altında eziliyorsa, yumruklarını yiye yiye yerlerde sürükleniyorlarsa, kendimize bakalım. Kime itaat ediyoruz? Allah`a ve Resulüne mi, yoksa başkalarına ve tağutlara mı? Evet kime? Sabah namazına kalkma, mışıl mışıl uyu. Veyahut sıcak yatağının basında, pijama ile Kevser ve İhlâs Süresiyle namaz kıl, sonra cup diye tekrar sıcak yatağa atla. Ondan sonra Müslümanlar muzaffer olsunlar. Tembel felsefesi bunlar hep. Rabbimiz Mü`minlere `üstün olmayı` vaat ediyor. Şayet üstün değilsek, -ki şüphesiz öyleyiz- öyleyse kendimize bakalım. Kendimizi yoklayalım.

Bu sebeple zararın neresinden dönülürse kârdır. Tevbe edelim. Allah`a kul, Resûlü`ne ümmet olalım. Ümitvar olalım. İstikbaldeki en büyük gür sada İslâm`ın sadası olacaktır. Biz İslâm`a sımsıkı sarılırsak ve hakkıyla yaşarsak, şairin: `Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakkın. Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.` dediği gibi, Allah Teâl`nın, Nûr sûresi, 55. ayet-i kerîmesinde vaad ettiği husus mutlaka gerçekleşecektir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

`Allah (C.C.), sizden iman eden ve salih amellerde bulunanlara yemin ile vadetmiştir ki; kendilerinden evvel gelen (Mümin)leri, kafirlerin yerine getirip hakim kıldığı gibi elbette onları da yeryüzünde (kâfirlerin) yerine geçir(ip hükümran ed)ecek ve onlara kendileri için razı olduğu dini (İslâm`ı) yaşama imkanını elbette verecek ve onların (her türlü) korkuların(ı üzerlerinden kaldırdık)dan sonra (hallerini) kat`i bir eminliğe, güvene elbette çevirecektir.`

Bu ayet-i kerîme, Müslümanlara, parlak bir geleceği vaat etmektedir. Çok sıkıntı çeken, çok güçlüklere katlanmış olan Müslümanlara, artık korku ve sıkıntı devrinin geçmekte olduğunu, inanıp salih ameller yaptıkları takdirde Allah`ın buyruğu uyarınca hareket etmiş olan önceki Mü`min milletler gibi yeryüzünde hükümran olacaklarını müjdelemektedir. Ancak egemenliğin şartı, imanla beraber salih ameller de yapmaktır. Salih ameller yalnız Allah`a ibadetten ibaret değildir. Dine ve dünyaya ilişkin her şeyi güzel yapmak, ayetin buyruğu içine girer. Şirk koşmadan Allah`a kulluk etmek, zulümden kaçınmak, adam kayırmadan insanlar arasında eşitlik ve adalet sağlamak, sevgi, saygı, sosyal dayanışma, hasılı hiç kimsenin haksızlığa uğratılmaması hep salih amellerdir. İşte böyle sağlam bir toplum ezilmez, hükümran olur.
************************

Müslümanlar neden mi geri kaldı , neden doğru dürüst bir ilim-fen buluşu yapan İslam alimi yok ?
Tüm bunlara eskiden İslam aleminin dünyaya yaptığı bilim ve kültür katkıları ile veya dünyaya hakim olan İslam devletleri ile cevap vermek kaçak güreşmek olur!Aynı şey neden günümüzde yok, neden geri kaldık ve eziliyor,sömürülüyor ve kanı akan hep İslam alemi oluyor ?!
Tüm bunların temelde iki nedeni var
OKUMUYORUZ !
İLK EMİR VE İLK AYET " OKU "
"BEŞİKTEN MEZARA DEK İLİM ÖĞRENMEK
KADIN ERKEĞE FARZDIR"
"İKİ GÜNÜ EŞİT OLAN ZİYANDADIR"
"ÖYLE İSE BİR İŞİ BİTİRİNCE DİĞERİNE YÖNEL"
"NE DE AZ DÜŞÜNÜRSÜNÜZ ! "
"HİÇ AKILINIZI KULLANMAZ MISINIZ?"




EVRENSEL KARDEŞ OLDUĞUMUZUN BİLİNCİNE ULAŞAMADIK
" İNANANLAR KARDEŞTİR !"
"MÜ'MİN KARDEŞİNİZİ SEVMEDİKÇE KAMİL MANADA İMAN SAHİBİ OLAMAZSINIZ "
"KOMŞUSU AÇ İKEN TOK YATAN BİZDEN DEĞİLDİR"
IRKÇILIK, HEMŞERİCİLİK ,HİZİPÇİLİK,CEMAATÇİLİK ALMIŞ BAŞINI GİDİYOR!BİZ SANKİ İSLAM DİNİNDEN DEĞİL DE TÜRKLÜK DİNİNDEN VEYA BİLMEM NE CEMAATİ DİNİNDENİZ !
SİTEMİZDE ŞİİLERLE ORTAK HAREKET EDELİM DİYE BİZİ "GİZLİ Şİİ " OLMAKLA SUÇLAYANLAR , VEHHABİLERE KARDEŞİMİZ DEDİĞİMİZ İÇİN BİZİ ELEŞTİRENLER, SİTEMİZDE ERBAKAN HOCA İLE İLGİLİ BİR LİNKE UZANTI VERDİĞİMİZ İÇİN " ONUN İSLAM'A ZARAR VERDİĞİNİ " İLERİ SÜRENLER , FETULLAH HOCA İÇİN " ABD ADAMI " YAKIŞTIRMALARIBENİM TARİKATİM SENİNKİNİ DÖVER YAKLAŞIMLARIMÜSLÜMANIN BİR KÜÇÜK KUSURUNU AF ETMEYİP ONA SALDIRMA PARANOYALARI AMA KAFİRE ŞİRİN GÖZÜKME KIVIRMALARI
HIRİSTİYAN VE YAHUDİ KAFİRLER ELELE VERMİŞLER DÜNYAYI SÖMRÜYORLAR BİZLER HALA BİRİBİRİMİZİN KAFİRLİK BOYUTUNU ARAŞTIRIYORUZ! - Karanlık harekete geçti dosyaları -

SORUN İSLAM'DA DEĞİL İSLAM'A NÜFUS KAĞITI ILE BAĞLI OLAN BİZ "ADI MÜSLÜMAN " HALK TABAKASINDA ! YA UYANIRIZ YA DA HEM DÜNYA HEM AHİRETİMİZİ KAYBEDERİZBİZLER EVRENSEL DÜŞÜNMELİYİZ ÇÜNKÜ EVENSEL BİR DİN OLAN İSLAM'A İNANDIĞIMIZI İDDİA EDİYORUZ !

***************************

Müslüman ülkeleri neden geri kalmıştır ?

1-Batı devletlerinin ilerlemelerinin temelinde sömürü,kan,vahşet vardır:Afrika’yı sömürüp,yeraltı ve yer üstü zenginliklerini yağmalayan batılı emperyalistler, afrikalı zencileri amerika’da köle diye satarlar.Amerika’yı işgal eden ingiltere,fransa,ispanya …gibi emperyalist devletler oradaki ” aztek-maya-inka” medeniyetlerini yok edip, katliamlar yaparak altınlarını ele geçirip ,yer üstü zenginliklerini de batıya taşırlar …!

Şu an kovboy deyince cesur ve atılgan insanlar , kızılderili denince kafaderisi soyan yabani insanlar akla gelir …Halbuki o kızılderililer ülkelerini savunan vatansever insanlar topluluğu idi ama medya-sinema insanların beynini yıkayarak olayları tam tersine bizlere belletmişlerdir .İngiltere Hindistanı işgal edip yaklaşık iki yüz yıl sömürürken ,İngiltere’deki halı fabrikaları halı satabilsin diye hindistan’da el emeği halı yapan tam 50.000 hintlinin ellerinin kesilmesine izin verirler ingiliz hükümeti…Hindistanlılar bisiklete binen bir ingiliz kıza gülüp alay ettikleri için ingiliz silahlı kuvvetleri tarafından silahlı yaylıma ateşine tutulurlar ve onlarca kişi sadece bir alay gülüşünün sonunda canlarından olurar…Batılılar Çin’i yönetim altında tutabilmek için yüzbinler-milyonların esrarkeş-eroinman olmalarına göz yumar hatta desteklerler…Evet batı ileri ama temeli kan-vahşet ve gözyaşı ile örülü!

2-Batılılar Rönesans’ın temellerini İslam ülkelerinden aldıkları bilgi , ilim sayesinde atmışlar ve bu sayede hamle yapabilmişlerdir…Orta çağ denen dönemde batı karanlık ve zulüm içinde yüzerken İslam ülkeleri ilim-fen-matematikte batıya liderlik yapıyor , batılı öğrenciler Arap ülkelerine ve Endülüs’e ilim tahsiline geliyorlardı…Evet bir zamanlar İslam ülkeleri ileri batı ülkeleri geri idi çünkü Müslümanlar ;İslam ile iç içe idi ve İslam hayata aktarılmış idi , Kısaca ;

3-İlk emri ” OKU ” olan,8 yıllık eğitimi değil ; ” Beşikten mezara dek ilim öğrenmeyi ” tavsiye eden, O zamanın uzak ülkelerinden olan Çin hedef gösterilip , ” İlim Çin’de bile olsa onu alın ” buyurulan, “ilim Öğrenmek kadın -erkeğe farzdır” diye emredilen , Kutsal Kitabında (Kur’an-ı Kerim’de) “Hiç düşünmez misiniz ?” , “Akılınızı hiç kullanmaz mısınız ?” , ” Ne de az düşünürsünüz !” gibi yönlendirici ayetleri bünyesinde bulunduran MÜSLÜMANLAR GÜNÜMÜZDE NE YAZIK KI İSLAM’DAN UZAKLAŞIP ,ADLARI İLE MÜSLÜMAN , YAŞAYIŞLARI İLE HIRİSTİYAN OLDUKLARI İÇİN İLİM-TEKNOLOJİ-KÜLTÜRDEKİ ÖNDERLİKLERİNİ KAYBETMİŞLER VE ÇAĞIN İLERİSİNDE BULUNAN KUR’AN’IN GERİSİNDE BULUNAN BATILI ÜLKELERİNDE GERİSİNDE KALMIŞLARDIR ! OKU EMRİ BİZDE OKUYAN BATILILAR , İÇKİ ONLARIN KİTABINDA SERBEST BİZİM DİNİMİZDE YASAK,İÇKİ TÜKETİMİNDE DÜNYA 3.SÜ ÜLKEYİZ !

İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Hıristiyanları ve Müslüman kıyaslayan bir mısrası ile konumuzu bitirelim :

( Hıristiyanlar için ) ” İşleri dinimiz gibi , işlerimiz dinleri gibi ”

**************
Müslümanlar Neden Geri Kaldı?

OKU(İKRA)
Kur’ân’ ı anlamada başlıca dört esas vardır. Birincisi tercümedir. Bazı nedenlerden ötürü Kur’ân’ ı herhangi bir dile tam olarak tercüme etmek mümkün değildir. Çünkü kelimelerin anlamları derinleşmektedir. Zaten çeviri yapanlar da bunun farkında olduklarından tercümelere, ‘meâl’ ismini veriyorlar. Meâl, yani anladığına göre, lügât veya sözlüklerdeki anlamlara göre…İkincisi de tâbirdir. Tâbir demek, bir cümlenin kastettiği anlamın içeriğini açıklamak demektir. Bir dördüncüsü vardır ki o da tevildir.Tevil, bir anlamı içeriden dışarıya çıkarmak demektir. Yoksa, tevilin bugün kü dilde kullanılışı gibi, konuyu saptırma, ya da değiştirme gibi bir amacı yoktur. İşin esası da bu tevildir. “Pencereden dışarıya baktığımda yağmur yağıyordu” cümlesi dünya üzerinde kullanılan bütün dillere kolayca tercüme edilebilir. Tâbir ise, ifadenin anlamını yorumlama tekniğidir. “Dışarıda yağmur yağıyor demek ; rahmet, bereket, bolluk, zenginlik ve büyüme gelecek” demektir. Tefsir sahibi ise bu tâbire itiraz edecek ve buradaki anlamın aslında hidrojen ve oksijen atomlarının birleştiği yağmur damlasındaki su molekülü olduğunu ileri sürecektir. Öte yandan tevil ilminde uzmanlaşmış bir bilge kişi de, “Dışarıda yağan yağmur değil, hidrojen değil , sadece proton(proton; proto ilk, önce demekmiş) ve nötron içindeki kuarklar ve elektronlardır” diyerek, anlamın içindeki çekirdek anlamı, dışarıya çekecektir. Tevil olmadan, Kur’ân’ ın aslı anlaşılmaz. Tevil konusunda zamanın en ileri bilgini olan (Hz. Muhammed’ in 40. torunu) Seyyid Ahmed Hüsameddin Hz. (1840-1925) bu gerçeği şöyle dile getirmiştir. “Tefsir rivayete, tevil ise dirayete dayanır!” Bu tevil ilminde “telâhiyi huruf” denilen bir teknik kullanılır. Bu teknik, Kur’ân’ daki sûrelerin değil, âyetlerin değil, kelime ve sözcüklerin değil; harflerin bağlı oldukları değer anlamlarını ortaya çıkarmaktır. Herkesin bu tekniği anlaması ve ona sahip olması çok zordur. Bu bir Allah vergisidir. Tevil, harf bazındaki anlamların, bir çeşit kimyasal bileşiklerin simgesi ve aritmetik değerlerinin işlenmesi gibi son derece karmaşık bir işlem sonucunda “gerçek” anlamların açığa çıkmasını hedefler. “H2O” deyince nasıl “su” anlaşılıyorsa, ama aslında kimya diliyle, hidrojen ve oksijen uçunları(gazları) anlatılıyorsa, belki de öğecik(atom) düzeyinde, proton(proton) ve yüküncük(elektron) söz konusu ise, hatta daha derin anlamlarda kuarklar akla geliyorsa; Kur'ân’ a da tek ve yalın bir anlam vermek ve onun dış kabuktaki sözcüklerle anlatımını yapmak, şanı yüce Kur’ân’ ı tek bir boyuta, tek bir anlama indirgemek demek olur ki, bu büyük bir haksızlıktır.Ledün ilmi(her şey gösterilir). Allah vergisidir. İşte “telâhiyi huruf” denilen ve tevil tekniği olarak da bilinen bu tekniklerle, ledün ilmine yakınlaşmak mümkün olabilir. O zaman da ünlü âyetteki, “İlmen yakîn” mertebesine erişilir. Daha sonra da bildiğiniz gibi, “Aynel yakîn” ve nihayet “Hakkel yakîn” e kavuşmak nasip olur.Telâhiyi huruf şu demektir; Huruf, harf kelimesinin çoğuludur, yani harfler. Telâhi de oyun demektir. Böylece, “harflerin oyunu” diye bir anlam çıkar. Bilirsiniz Silahlı Kuvvetlerde “harp oyunları” vardır. Masa başında, sanki düşmanla savaş halindeymişiz gibi tatbikat yapılır. Böylece, kuvvetlerin harekât ve manevra kabiliyetleri, kağıt üstünde değerlendirilir. İşte harf oyunu da bunun gibidir. Harflerin anlamları ve bu harflerden oluşan kelimelerin açığa çıkardığı anlamlar, artık lügatlardaki anlamlara hiç benzemez. “Bu ilmi bir ben bilirim, bir de bana yakın olanlar bilir.”(Ali İmran, 7) ifadesi bu amaç için verilmiştir. Bilinmelidir ki Ebced hesabını da birçok kimse bilmez. Bildiğini sananlar da, yanlış ve yanılgıların sahte taklitç ileridir. Kur'ân ‘daki ebced “bilinenden” farklıdır. Bazı horozlar, öttüğü için güneşin doğduğunu sanırlar.Kur'ân âyetleri başlıca iki kısımda incelenir. Bunlardan birincilere, “muhkem âyetler” denir. Muhkem, yani tereddüde yol açmayan, anlamı açık olarak verilmiş, ibadetlerle ilgili olan değişmez hükümlerdir. İkinci kısım âyetlerin anlaşılması zordur. Yorumu, izahı ve tefsirinde farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu çeşit âyetler de “müteşabih” yani teşbihli, benzetmeli âyetler denir. İşte tevil ilminde ileri giden ulemâ, bu ilmi Allah’ın izni ile öğrenirler. Bu ilmin okulu yoktur.İkra’ nın bizim dilimizdeki karşılığı “oku” dur. Aslında tüm dillere tercüme edilse de aynı anlam çıkacaktır. Fakat bu kez neyi okumak gereği gündeme gelir ve o noktada kişi bocalamaya başlar. İşte o zaman tevil ilmi imdadımıza yetişir. Bunun için kelimelerin sözlüklerdeki dış anlamını değil; o kelimeyi meydana getiren harflerin anlam derinliğini, değerlerini ve bu harflerin “telâ hiyi huruf” ile anlatım tekniğini öğrenmek gerekecektir. İkra kelimesinde dört harf vardır. Bunlar elif, kaf, ra ve elif olarak sıralanır. İkra’ ya gerçek bir anlam verebilmek için bu harflerin anlamlarını bilmek gerekecektir. Önce şu elif harfinden başlayalım. İkra sözcüğündeki ilk elif, “mezâhirül vücut” olarak tanımlanır. Ne demektir mezâhirül vücut? Mezâhir; tezahür eden, görünen, belli olan, somut, müşahhas anlamlara gelir. Bu anlamlara göre ; elif, anatomik vücudumuzu temsil ettiği gibi, evrende bulunan her eşyayı, her nesneyi; yıldızlar, gökadaları(galaksiler) ve güneşleri de içine alıp kapsayan bir anlam değerine sahiptir. Özetle evrendeki tüm cisimler, elifin kaplama alanı içine girerler.İkinci harfe gelince, bu kaf harfidir. Kaf’ a sedene-i esmâ(isimlerin kapısı) denir. Kaf’ ta sâbit hâle gelmiş isimlerin tümü mevcuttur. Bu isimleri aklımıza iyice yerleştirmemiz gerekeceğini söylemeliyim. Bunlar; Hayat, İlim, Kudret, İrade, Semi( Duyma), Basar(Görme) ve Tekvin(Yaratma) olarak bilinirler. Bu isimlere “sübûtî sıfatlar” da denir ve Külliyeyi Muhammediyeyi tamamlar ve tanımlar. İsimler, Kaf harfinin lahûti âlemdeki hakikatleridir. Buradan çağlayanlar gibi fışkıran isimler, hiç durmadan ve eksilmeden tüm evrenimize iner(nüzul) ve her nesneyi istilâ ederek onları olgunlaştırır, terbiye ve tesviyesini alır. İslâm’ ın büyük düşünürlerinden Muhyiddin şöyle der: “ Allah, cem’i eşyada(cisimlerde) esmâ(isimler) ve sıfatları ile tecelliyattadır. O tecelliyatı bilmedikçe Allah’ ı bilmek mümkün değildir. “ Tecellinin lügat anlamı, “görünen, beliren” olarak bilinir. Buna göre bir tecelli, bir başka tecelliye benzemez. Sayısız çoklukta ve şekilde ve andaki tecelliler, “O her an bir hâldedir” yüce hükmünün şaşmaz bir gereğidir.Üzerinde yaşadığımız dar sınırları içinde, yıllardan beri alışageldiğimiz ön yargılı düşünceler ve şartlanmış algılama ve yanılgılı hayâllerle bu evrenimizin dışında da başka evrenlerin, diğer âlemlerin bulunabileceğini kabul ve idrâk etmemiz elbetteki çok zordur. Kelimelerin yetersiz, anlamların derinliksiz, isimlerin belirsiz hale geldiği bu ilâhi âlemlerden- isterseniz siz buna soyut evrenler deyiniz- hayat, ilim, kudret,… gibi sıfatlar, içinde bulunduğumuz bu kaînata taşarak her cismin kendine özgü karakterini oluşturmuştur. İşte evren bu sıfatlarla zuhura gelmiştir(görünmüştür). Evrenin bu sıfatlarla ortaya çıkması demek, insanın da aynı sıfatlara bürünerek, belirmesi anlamını taşır. Bu açıdan bakıldığında, insanı evrenin bir parçası olarak görmek; eksik, hatta yanlış bir yaklaşım olur. İnsanla evren birdir, beraberdir sözü bile yavan ve tatsız bir yargı olacaktır. Nitekim Pakistan’ ın ünlü düşünürü, Muhammed İkbal şunu söyler: “İnsana sığabilene kâinat; kâinata sığamayana da insan derim.” Ne müthiş bir söz değil mi?Subûti sıfatların başında hayat geliyordu. Ne demektir hayat? Hayatın dar kalıplara sıkışmış anlamı, çoğu kez yetersiz ve yavan kalır. Hayat canlılık karakteridir. Canlı olan varlıklar ise, tek boyuta indirgenmiş biyolojik tanıma göre, erke(enerji) değişimlerini(transfer) yapabilen dizgeler(sistemler) olarak belirleniyor. Peki erke(enerji) ne demektir? Bu kez, dirilbilimcilerin(biyologların) yerine fizikçiler sahneye çıkıyor. Onlara göre de, erkeye(enerjiyi) klasik fizikteki tanıma uydurmak bir hayli zor görünüyor. Paslı, içi kof ve köhneleşmiş tanımlar, çağdaş dünyamızda artık itibar ve önemini kaybe tmiştir. Erkenin(enerjinin) kütle ile olan ilişkisini zamanımızdan seksen sene önce, Einstein E=mc2 denklemi ile zaten vermişti. Buna göre, kütle ile erke(enerji) arasında hiçbir fark yoktur. Bugünün fizik uzmanları ise, erkeyi(enerjiyi) “abstract” , yani soyut bir kavram olarak niteliyorlar. Soyut; başak bir deyişle, elle tutulmaz, gözle görülmez, dolayısıyla de bildiğimiz kelimelerle anlatılması ve algılanması mümkün olmayan bir kavramdır. Bakınız, hayat kavramından canlılığa; oradan da erkeye(enerjiye) geçtik. Yavaş yavaş kelimelerin arasındaki perdeleri aralayıp, alabildiğince geniş, ferah ve aydınlık bir düzlüğe doğru yol alıyoruz. Sözcüklerin anlam derinliklerine dikkat ediniz. Henüz Kaf’ a, hele İKRA’ ya daha ulaşmadık bile.Şimdi düşünelim. Hayatın karşıtı nedir? Ölümsüzlük. Peki ölümsüz varlık mevcut mudur? Ruhlar ölümsüz değil mi? Tabii ruhlar ölümsüzdür.O zaman ölümsüz olan bir varlık, “doğmamış” bir özelliğe sahip olmalıdır. Doğmayan ve ölmeyen bir varlık ise bu evrene ait olamaz. Çünkü bu evren fânidir(ölümlü). Öte yandan bakî(ölümsüz) olan ise ruhlar olmalıdır. Bütün bunlardan çıkan sonuç, şu noktada düğümlenir. Ruhların anayurdu burası değildir. Buraya ait olmayan bir varlığın, “göç” nedeniyle de olsa, evrenimize inişi, Kur'ân’ da, “ Ruhumdan insana üfledim.” (Sad, 72) hükmü gereğince gerçekleşmiş ve böylece ölümsüzlüğe kavuşmuş olan ruh, Yüce Allah’ ın sıfatlarıyla sıfatlanarak, bu evrendeki şerefli yerini almıştır. Her ne kadar ruhlar fert(birey) olarak ayrı ayrı görünüşte ve sonsuz sayı çokluğunda iseler de, aslında hepsi, Ruhu’ l Mevcudat olan Muhammediyyet Nuru’ nun kaynağından çıkmışlardır. Muhammediyyet Nuru ise, sonsuz zaman öncesinden beri hep vardır.Muhammediyyet Nuru, tüm evrenin yapı taşıdır.Muhammediyyet Nuru hiç sönmeyen ölümsüz ve sonsuz bir rahmettir.Muhammediyyet Nuru hayattır!Çünkü evren hayattır!Evrenin hayat olması demek, şu demektir: Çevremizdeki nesnelerin canlı ya da cansız gibi davranışları, sadece ve sadece aldatıcı bir görüntünün, zihnimize şartlı olarak yansımış hayâli anlamından ileri gelir. Her şey, her nesne, her cisim hayat doludur. Dağ, taş, toprak, hava ve su…Elimize aldığımız bir yumurta canlı mıdır cansız mıdır? Bilinen tanıma göre, bu yumurta hareketsizdir. Erke(enerji) alış verişi ve dönüşümleri yapamaz. O halde cansızdır. Oysa o yumurta “hayat” doludur. Tam olarak görebilseydik eğer, bu yumurtadan binlerce civciv çıkacağını; civcivlerin de binlerce insana gelerek, insan olacağını ne kadar kolaylıkla anlardık.Su canlı mıdır, cansız mıdır? Su ilk bakışta sanki cansız gibi görünür. İyi ama, canlı bir hücrenin dörtte üçü sudur. Bu su , hücre içinde canlanıyor da, hücre dışında cansızlaşıyor diye niye ikili bir ayrıma girelim?Demir canlı mıdır cansız mıdır? İnce belli ıhlamur bardağı içinde ki kaşığı düşünelim. Kaşığı şimdi yiyebilir miyiz? Tabiî ki cevabınız hayır olacak! Peki ama, kaşığın yapıldığı demir öğecikleri(atomları), şu anda kanımızda çağlayanlar gibi akıyor. Demir olmadan kanımızdaki hemoglobin özdeciği(molekülü) nasıl oluşacak? Kaşık da demir öğeciklerinden(atomlarından) meydana geldiğine göre, belki hayatınız boyunca birkaç düzine kaşık yemiş olmalısınız. Haberinizin olmaması gerçeği değiştirmez. Zaten neden haberimiz var ki? Neyi biliyoruz ki? Batılı bir düşünür şöyle diyor:” Herkes cahildir, sadece branşları(uğraş alanları) farklıdır!”Demek ki hayat sıfatı her nesneye sinmiş, bütün cisimlere sirayet etmiş, öğeciksel(atomik) düzeyden, gökada dizgelerine(galaktik sistemlere) kadar, evrenin her köşesine nüfuz ederek, Yüce Allah’ ın HAYY(hayat) isminin kâinattaki mahzarı(tezahür ettiği, belirdiği yeri) ve tecelliyatı olmuştur.İkinci sıfat ilimdir. Bilim, bilgi, bilinç ve istihbarat(enformasyon) gibi kavramların tümü ilim kapsamına girer. Evrende bilinç var mıdır yok mudur? Evreni sadece özdecik(molekül) topluluğundan ibaret bir madde yığını gibi görsek bile, yine de bu madde yumağında bilgi vardır. İstihbarat(Enformasyon) demek, “danışma” demek değildir. İstihbarat(enformasyon) kavramını öğecik(atom) düzeyinde düşünsek, bu kadar çok bilginin bu kadar küçük bir mekâna sığabilmiş olması, sadece hayret ve hayranlıkla açıklanabilir. Öğecik(atom) çekirdeğinin boyutları, bir santimetrenin trilyonda biri kadar küçücük bir mekâna sığışmış! Bu minnacık uzayda neler yok ki? Karmaşık kuvvetler, erkeler(enerjiler) ve titreşimler… bunların sırrını çözebilmek için bili m adamları, ne kadar gayret sarf ediyorlar kim bilir? Öğecikteki erkenin(atomdaki enerjinin) açığa çıkması, savaşta kullanılan bombalara kadar uzanıyor. Peki ya bir virüsteki bilgi yükünü düşünsek? Virüs de, öğeciklerin(atomların) birleşmesinden oluşan özdeciklerden(moleküllerden) meydana gelmiş, klasik anlamda canlı mı cansız mı, henüz tartışma konusu bir varlık. Canlı bir yapıda(organizmada) hayatiyet kazanıyor ama, olağan(normal) bir ortamda cansızmış gibi hayatiyetini yıllarca buzsullar(kristaller) şeklinde sürdürebiliyor.Evrenimizin ilk dönemlerinde tüm gökada dizgeler, iyi bütünleşmiş(organize olmuş); madde sıkışmış, kenetlenmiş, sanki mengeneye(prese) girmiş gibiydi. Bu durumda belli bir hacim içinde daha çok madde; sonuçta da daha çok “bilgi” vardı. Evren giderek genişleyip, bugünkü hâline gelince, gökadalar birbirinden uzaklaştılar. Aynı hacim içinde, şimdi daha az madde var. Daha az madde, eskiye oranla, daha az bilgi(enformasyon) içeriyor demektir. Daha az bilgi, yüksek dağıntı(entropik) değerle temsil edildiğinden, dağıntı(entropi) daima artan bir evren yasası hâline geldi. İşte bu evren yasası; bilgiyi, yani İLMİN mevcudiyetini gösterir.Evren maddesel bir topluluktur. Bu madde yığınında bilgi olduğuna göre, bu maddeye de cansız demek, kuşkusuz yanlış bir değerlendirme olacaktır. Bu bilgiye, bu şuura, bu istihbarat(enformasyon) yüküne; en geniş anlamıyla “İLİM” desek hata etmiş olmayız.Evrendeki üçüncü ve dördüncü sıfatlar, kudret iradedir. Kudret yapılabilirliğin en yüksek uçtaki gücü, irade ise bu gücün açığa çıkmasıdır. Tek hücreli bir canlıdaki kudret ile güneşimizin kudreti kendi boyutlarına göre düşünüldüğünde ne kadar muazzam, ne denli muhteşemdir, düşünsenize! Evrenin kudreti; fizikî kuvvetlerin tümünü içine alır ki, çekim kuvvetinden, güçlü çekirdek kuvvetine kadar yayılan geniş bir yelpazeyi içerir. Bu kudreti ile, evren kendi kendisini “tutar.” Madde dağılmaktan bu kudret sayesinde kurtulur.İrade ise, bu yapılabilirlik çerçevesi içinde karanlığı; âhenkli düzenlemeyi; mükemmel bütünlüğü(organizasyonu); dizgelerin hiyerarşik sıralanmasını ifade eder. Evrenbilim uzmanlarına göre evrenimiz, olağanüstü düzeyde bir hiyerarşik düzen sergiler. Güneşler etrafında gezegenler dolanır. Gezegenler etrafında da peykler(aylar) vardır. Güneşlerden gökadaları oluşur. Gökadalarından ülken(süper) gökadalar; ülken gökadalardan; salkım gökadalar meydana gelir. Yıldızlar doğar, büyür ve ölürler. Kırmızı devler, beyaz cüceler evrenimizin baş oyuncularıdır. Bu senaryoda süpernova patlamaları ile karadelikler oluşur. Bir anda sonsuz büyüklükteki gök cisimleri , sonsuz küçülerek, korkunç derecedeki yoğunlukları ile çevrelerindeki her cismi yutmaya başlarlar. Her düzeyin bir üst düzeyle ola n bağlantısı, sanki rütbesel bir komuta katının emir ve irade zincirleri gibi sapasağlam halkalardan oluşmuştur. Evrenin en küçük ölçekteki örneği ise hücredir. Hücrenin hiyerarşik yapısını da yıllardır dirilbilim(biyoloji) kitapları anlata anlata bitiremiyorlar.Daha sonraki sırada kelâm sıfatı gelir. Kelâm söz ve iletişim anlamlarında kullanılır. Bu iletişimin en güzel örneğini ister tüm evren boyutlarında, ister tek hücreli bir canlıda, isterse en karmaşık bir dizge(sistem) olan insanda ele alalım, hep aynı sonuçla karşılaşırız. Bir dizge ne kadar bütünleşirse(organize olursa olsun) bütünleşsin, ne kadar üst düzeyde bilgiye sahip olursa olsun, ne kadar karmaşık bir canlılık karakteri ile tanımlanırsa tanımlansın; iletişim(muhabere,comunication) olmadıkça, bu dizge çalışmaz. İletişim, dizgenin yalnız iç bünyesi için değil; uzak ve yakın çevresi ile bilgi alış verişi için de şarttır. İletişimsiz bir dizge, kendi içine kapanık; çevreden soyutlanmış(tecrit);yalnız ve kimsesiz bir duruma düşer ki; bu durum, evrenin hiyerarşim özelliği ile bağdaşmaz. Hücreye gelince; çekirdek bu iletişimin merkezi kabul edilir. Hücrenin bütün işlevlerinin(fonksiyonlarının) işlerliliği, denetimi ve desteği çekirdek tarafından sağlanır. İnsandaki iletişim merkezi ise bilindiği gibi beyindir. İnsan beyninde, yüz milyar nöron(neuron) denilen sinir hücresi vardır. Uzmanlar, beyindeki nöron sayısının bizim Samanyolu Gökadası içindeki yıldızlar kadar olduğunu söylüyorlar. Her nörondan akson(axon) ve dentrit(dentrite) denilen ve diğer nöronlarla haberleşmeyi sağlayan ve adına sinaps(synaps) denilen ara birimler mevcuttur. Her saniyede, tekrar edelim, her saniyede on milyar hesaplama ile sadece bir duyumun algılanması gerçekleşiyor. En güçlü bilgisayarlar bile, beyindeki bağlantıların hızı, üstünlüğü ve mükemmelliği yanında sıfıra yaklaşırlar. Basit bir örnek verelim:&nb sp; bilgisayarlardaki bilgi akımı, yüküncüklerin(elektronların) bir iletken içindeki hareketi ile sağlanırken, beyin hücrelerindeki bilgi akımı, hücre zarının ileterkesel(elektriksel) olarak kutupsuzlanma (depolarizasyon) denilen karşıt yüklerin sinir ucu itmeleri(impulsları) ile gerçekleşiyor.Bilgi iletişiminin en kaba yöntemi ışıktır. Bir kitap sayfasındaki “ bilgiler” , ışık yardımıyla okunur. Işık, gözün ağtabakasını(retina tabakasını) uyarır. Sinirler, bu bilgiyi hücre zarlarının ileterkesel yükleri ile atımlar(pulslar) halinde beyine iletirler. Kimyasal bir erke(enerji) değişikliği ile bilgiler, algılanır ve kısa ya da uzun süreli bir belleğe(hâfızaya) saklanır. Kısa süreli belleğin işleyiş yapısı üç aşağı beş yukarı belli iken; uzun süreli belleğin bilgileri nasıl sakladığı henüz tamamen anlaşılmış değildir.Konuyu evren boyutlarına taşırsak, aynı gerçeği “ çarpılarak ” buluruz. Uzayın “ zıt “ yönlerdeki iki ayrı noktasının genişleme hızı eşittir. Bu eşitlik nasıl sağlanmıştır? Evrenin hep aynı değerde kalan genişleme oranı nasıl hiç şaşmadan şaşırmadan gerçekleşir? Bu bir büyük sorundur ve bu sorunun iletişim olmaksızın hiçbir cevabı yoktur!Sıfatların bundan sonraki sıralamasında sem’i ve basar gelir. Sem’i duymak; basar ise görmek anlamına gelir. İşitmek, bütün duyu organları içinde en önce gelişenidir. Bebek, daha dünyaya gelir gelmez seslerden etkilenir. Ses ise bir titreşim hareketi olduğundan dalgalar halinde yayılır. Öte yandan evrendeki her nesnenin kendine göre bir titreşimi(dolayısıyla sesi) vardır. Uçunlar(gazlar) ısıtılınca erkelerini arttırırlar. Uçunların ısınması demek, kendisini oluşturan özdeciklerini(moleküllerini) titreşimlerini çoğaltmaları demektir. Sıvı özdecikleri de ıs karşısında o kadar titreşirler ki, kolayca buharlaşırlar. Hem de fokur fokur ses çıkararak. Öğecik(atom) düzeyinde yüküncükler de(elektronlar da) dönerek titreşirler(fırıl;spin). Uzaydaki bütün yıldızlar, kendi ekseni etrafınd a dönerek korkunç değerlere varan bir titreşim çınlanımı(rezonansı) gerçekleştirirler. Atarca(puslar) yıldızları saniyede milyonlarca kez dönerek olağanüstü bir hareketlilik(performans) sergilerler. Gökadaları da kendi merkez ekseni etrafında dönerek bu titreşimin en güzel örneğini verirler. Tabiî ki bizim, bu dönüşlerin çınlanım(rezonans) seslerini kulaklarımızla duyamamamız, onların çıkardıkları bu sesleri inkâr etmemize gerekçe olamaz!Tabiî ki,her nesne; ister büyük, ister küçük ölçekte olsun Yüce Allah’ ın ismini tesbih edecek, zikredecektir. Güzel bir tesbit yakaladık! Kalbin atışı, ilâhi refleksin tesbihidir. Basar görmek demektir.eğer tüm kâinatı mercimek büyüklüğünde bir özdecik(molekül) topluluğu olan gözümüzle görüyorsak, bu ne ihtişamlı bir görüştür! Görmek, anlamak demektir. Görmek; hissetmek, duymak demektir. Görmek, bilmek demektir.Kendi kendimize düşünelim. Bu açıklamalar, camilerde söylenmiyor. Aile toplunda zaten kimsenin kimseden haberi yoktu. Okullarda desek, eğitim nizâmı(sistemi) zaten çökme noktasına gelmişti. Bunların anlatılması çok mühimdi.Sübûti sıfatların sonuncusu tekvin(yaratmak) olarak biliniyor. Yaratma olayı, evrenimizde her an, her saniye, en geniş çapta ve ölçekte sürüyor. Uzayın en uzak ufuklarında üstün gökadası dizgelerde(süper galaktik sistemlerde) yeni yeni güneşler doğuyor. Minigözlerde(mikroskopta) bile zorlukla seçilen kromozomlar parçalanarak yeni bir hücre oluşturuyorlar. Her “canlı”, kendisine verilmiş olan görevi tamamlayınca “ölüyor” ve yerini bir başkasına bırakıyor. Artık canlılık karakteri taşımayan vücud, dağılıyor; madde bir kalıptan öbürüne geçerek olağanüstü uzunluktaki bir zaman ekseni boyunca hep şekil değiştiriyor. Sonsuz bir dairesel döngü içinde “hayat” devam edip gidiyor. Bu hükmü Kur'ân’ da “Halken cedida: yeniden yaratma” olarak bulabiliriz. Minicik bir tohumdan büyük bir orma n yaratılıyor. Küçücük bir yumurtadan milyonlarca yavru ortaya çıkıyor. Her canlı kendini korumak, neslini devam ettirmek bilinciyle, sürekli bir hayat mücadelesi içinde çırpınıp duruyor. Bu mücadele içinde akla hayâle gelmeyen en geniş ” görü(vizyon)” lü imkân ve ihtimalleri kullanarak hep yaratmak, hep üretmek için uğraş veriyor. Bunun için havayı kullanıyor; suyu, yağmuru, toprağı ve rüzgârı kullanıyor. Diğer canlıları kullanıyor. Özetle aklını kullanıyor; “ilmini” kullanıyor, “kudret” ve “iradesi” ile, “ duyuyor”, “ görüyor”, “konuşuyor” ve “ hayatını “ devam ettiriyor. Böylece “yaratma “ gücü ile önündeki engelleri aşmasını biliyor.Bu akıllara sığmaz dizgenin veya nizâmın(sistemin) en mükemmel ve en ülken(ideal) ölçülerde çalışması için, Yüce Peygamber’ in insanlara yönelik buyruğuna dikkat etmek gerekiyor:“ Allah’ ın sıfatları ile sıfatlanınız!”Böylece Yüce Allah’ ın sübuti sıfatlarını kuşanmak üzere neşir halinde(yayılarak) “Hepiniz dünyaya inip toplanınız.” (Bakara, 38) kutsal âyetinden anlaşılacağı gibi; insan, bu âlemde bir bedene sahip olarak Allah’ ın aynası olmak şerefi ve bahtiyarlığına erişerek sıfatlara kavuştu.İnsan, bu evrende bir bedene sahip olmadan önce Yüce Allah katında, BİR’ lik mertebesinde iken, “KÜN: OL!” emri gereğince, “FEYEKÜN: OLDU!” hükmü gereğince, sonsuz çokluk (kesret) sayısına erişti. “Kün” yüksek emrinin bizatihi muhatabı değil; o emrin ta kendisi oldu. Böylece kazandığı yetenek ve istidatların etkisiyle neşir halinde dünyaya püskürerek babaya ulaştı. “ İnsan neşir halinde bütün âleme yayılmıştır” diyen büyük din âlimi Seyyid Hüsamettin Hazretleri, bu gerçeği en açık bir şekilde sergilemiştir. “İnsan, her şeyin aslı ve esasıdır. İnsansız bir şey vücuda gelmez. Zira kâinatın özü İNSAN’ dır.İnsan-ı Kâmil, ilâhi ve evrensel(kevni) âlemleri üzerinde toplayan kimsedir” diyerek insanın olağanüstü derecedeki hakikâtini çizmiştir. “ İnsan bütün mahlukâtın düzenidir ” derken, en son yorumunu da akılları çatlatan şu nefis gerçekle özetlemiştir.“Bütün vücudların ve gaybın hakikâti insanda toplandığı için, insana KUR’ AN denilir.”Bakınız ünlü tasavvuf ustası Muhyiddin. “Füsûsü’ l Hikem” (Hikmetlerin Özü) adlı eserinde neler anlatıyor:“ Tek varlıktan başak varlık yoktur. Bu hakikatten gafil olan kimse, nefsinde perdeler bulur. Söylediğimiz hakikatleri himmet sahibi kullardan başka kimse bilemez! İş benim sana anlattığım gibi olunca, âlem mevhumdur(kavramdır). Onun gerçek bir varlığı YOKTUR. Bu ise hayâlin mânasıdır. Yani sen hayâlinde zannettin ki, âlem zait(pozitif) bir şeydir. Kendi nefsi ile var olmuştur. Hakk’ tan hariç bir varlıktır. Halbuki kendi nefsinde böyle değildir. Görmez misin ki gölge sahibinden peyda olmuş ve ona bitişik olduğu hâlde zâhiri görünüşte sahibinden ayrılması imânsızdır. Şu hâlde sen varlığını bil. Sen kimsin? Aslın nedir? Hakka nispetin nedir? Neden dolayı âlemsin? Niçin Masiva’ sın(Allah’ ın dışında olan her şey) ve Hakk’ tan ayrısın? Hülâsa bu soruların benzeri olan sorularla kendi mevkiîni araştır; bu bilgiden anlayanlar arasında bilgin ve çok bilgin olmak üzere derece farkları vardır.”Peygamber’ in kırkıncı torunu olan Seyyid Ahmed Hüsameddin hazretleri ise, hem Allah’ ı hem Peygamber’ i ve hem de insanı, kâinat bütünlüğü içinde şu emsalsiz iki paragrafta birleştirerek; tasavvuf sınırlarının da ötesinde sonsuz boyuttaki hakikati tek boyuta indirgeyerek bizlere ve geleceğe yâdigâr bırakmıştır.“ Biz eşyada (mini=mikro ve iri=makro evrende) esmâ (isimler) ile Cenab-ı Hakk’ ın sıfatını müşahade ve bu sıfatıyla Zât’ ına vusûl ve Cenab-ı Hakk’ ın vahtaniyetini(birliğini) mirat- ı mahlukattan(mahlukatın aynasından) müşahade ederek( Eşhedü en la ilâhe illallah) kelimeyi müncisiyle(yardımı) ile Cenab-ı Hakk’ ı İSPAT ettik.”“Eşyada illet-i gaiye(illiyet, gaye, ilk sebep) olan külliye-i Muhammediyeyi( Levlâke levlâke lemâ halaktu’ l-eflâke=Sen olmasaydın evrenleri yaratmazdım) mir’ atından(aynasından) müşahade ettik de (Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah) dedik. Asıl maksatta esmâdan(isimden) ve eşyadan Cenab-ı Hakk’ ı ve nefsini müşahade etmektir…”İKRA’ nın ilk iki harfini tamamladık, elif ve kaf harflerini inceledik. Önümüzde RA ve ikinci ELİF varİslam’ ın asırlardan beri yıldızlar gibi önümüzü aydınlatan ışıklı hakikatine göre, Yüce Allah, önce Muhammediyet Nuru’ nu yarattı. Bu olağanüstü nurdan da tüm âlem zuhura geldi. Bu gerçek, “Allah, önce benim nurumu yaratmıştır” yüksek hadisinin göz kamaştırıcı gerçeğinin şaşmaz ve keskin bir sonucudur. “Sen olmasan bu âlemleri yaratmazdım” yüce sözü, peygambersiz bir kâinatın yaratılamayacağı gerçeğinin yanında: tüm kâinatın Peygamber’ in Nuru’ ndan yaratıldığını da açıklaması bakımından üzerinde durulması gereken çarpıcı bir sonuçtur.İşte bu Nur’ un tüm kâinata aksetmesiyle öğecikler(atomlar) yaratılmış; öğeciklerin bütünleşmesiyle güneşler, yıldızlar ve dünyalar olmuş; uzayda olağanüstü bir düzenleme, akıllara durgunluk veren bir bakışım(simetri) ve mükemmel bir denge kurulmuştur. Yüce Allah’ ın sübûti sıfatları tüm kâinata tecelli ederek, evrensel yasalar yerleşmiş; canlı ya da cansız her cisim, bir üst birime bağlanarak kâinatın hiyerarşik nizamı teessüs etmiştir. Bu öylesine bir intizam, öylesine bir nizâm(sistem) ve öylesine bir hesaplamadır ki; burada rastlantıya, tesadüfe ve şansa yer yoktur. Tercihlere bağlı ve bağımlı değildir. Değişkenler(alternatif) ya da seçeneklerle; olanak veya ihtimallerle(olasılık) izah ve ispat edilemez. Çünkü evrenin belki yüzlerce, belki de binlerce temel ve vazgeçilmez sabîteleri ve bu sabîtelerin oluşturduğu değişmez matematiksel kural ve ilkeleri(prensipleri) vardır. Böylesine incelik ve titizlikle kurulmuş bir evrenin özelliklerini, “tabiat kanunları” adı altında ne idüğü belirsiz benzetme ve tanımlamalarla tasvir tahlile çalışmak, bilimsel gerçeklere sırt çevirmek demektir.Bilimsel gerçekler, bize kâinatın zamanımızdan yaklaşık15 milyar yıl önce doğduğunu; oluştuğunu, yoktan var edildiğini, şekil ve vücut bulduğunu anlatıyor! Evrenbilim(kozmoloji) bize, evrenin bir “hiç” likten yaratılarak,” Big Bang” denilen ve dilimize” Büyük Patlama” olarak geçen ünlü deyimiyle, sonsuz yüksek erkede(enerjide) ve yoğunluktaki bir yumağın tüm uzaya taşmasıyla gerçekleştiğini söylemiyor mu? Kesinlikle söylemekte…İşte bu büyük hadisenin ispatı, tüm bilim tarihinin ve belki de insanlık tarihinin en büyük zaferidir.Bu zafer, aynı zamanda kalpleri imânla dolu geniş kütlelerin gönüllerini ferahlatan bir huzur yelpazesinin müjdeli serinliğinin de habercisidir. Çünkü bilimsel gerçeklerin merceği altında, İslamî verilere göre de, tüm kâinatın Muhammediyet Nuru’ ndan yaratılmış olması, bir odak noktası haline gelmiştir. Bu odak noktasında, bütün sıfatlardan yansıyan feyz ışınlarının kesiştiği “Nur” içinde, insanın ruhi varlığının da pırıltılı titreşimleri yer alır. İşte İKRA yüce sözünün üçüncü harfi olan RA, bu kâinat bütünlüğünü temsil eder. Bu bütünlük ve beraberlik içinde insanın mânen yükselişi ve basamak basamak ilerleyerek, tüm evreni kucaklamasını anlatır. Bu mertebe, öylesine büyük, öylesine yüce bir makamdır ki, kulun bu makamdan da öteye geçmesi artık düşünülemez. Bu makam, “Makam-ı Mahmud” olarak da bilinir. Bu makamın ilk sahibi, kuşkusuz âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber’ dir. Salât ve selâm o mübarek zâta ait olsun.Daha bitmedi. İKRA ‘daki ikinci elifin anlamı da şudur. Birinci elifin temsil ettiği insanın fiziksel vücudundan başka, bir de manevi bir vücudu vardır ki, bu vücuda “âhiret vücudu” denir. Dünyada iken, yaptığınız her çeşit eylem ve amelden oluşan bu soyut vücud, “İKRA” sözcüğündeki ikinci elifle anlatılır. Böylece iki elifli; kaf’ lı, ra’lı simgesel bir bütünlük içinde, “OKU” sözcüğünün altında yatan gerçek anlamın aslında, insanı ifade ettiği tevil ilmi ile açığa çıkmış olur.“OKU! YARATAN RABBİNİN ADIYLA !” kutsal âyeti, böylece bize tüm kâinatı okumamızı yani öğrenmemizi; öğrenip ibret almak üzere düşünmemizi, olayları algılamamızı, kâinattaki âyet, aynı zamanda yaratılmamızın kaynağını, yani menşe’ i ve mebde’ ini;kendimizin hakikatini, nereden ve nasıl geldiğimizi, hatta nereye gideceğimizin bilinçli akıbetini de haber verir. Mevlana, ruhlar âleminden “ üflenerek” göç eden ve uzun bir yolculuktan sonra dünyaya inen insanın aşk dolu hasretini; tıpkı sazlıktan koparılmış bir neyin,” üflenerek” çıkardığı sese benzetmiş ve ana yurdunu özleyen hüzünlü bir nağmenin feryadını, “DİNLE!” sözüyle “OKU!” âyetine de çağrışım yaparak anlatmak istemiştir. Hem de iki hecelik bir sözcükle!...Ben Kur'ân’ ı, kendimi ve tüm kâinatı “OKUDUM”!Şimdi de, sen “DİNLE!” bakalım, dercesine…Kaynak: Taşkın Tuna- “OKU” Ama neyi?- adlı eseri. Şule yayınları.İşte biz "OKU" nun (İkranın) anlamını kavrayamadığımız için geri kaldık.Teşekkür: Bu yazıyı bilgisayara aktarmamda yardımcı olan Deniz YALÇINKAYA ve Mustafa Kemal MURT’ a teşekkür ederim.

_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

Müslümanlar Neden Geri Kaldı? İlerlemeyi emreden bir din üstelik Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
Müslümanlar Neden Geri Kaldı? İlerlemeyi emreden bir din üstelik
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: Din Kültürü Dersi-Eğitim Öğretim :: Din Kültürü Ahlak Bilgisi Dersi :: 8.sınıf-
Buraya geçin: