KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir?

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6723
Rep Gücü : 10015167
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir? Empty
MesajKonu: Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir?   Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir? Icon_minitimePerş. Ekim 29, 2009 4:40 am

Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir?

Edep, Arapça bir kelime olup Türkçe karşılığı saygıdır. Ancak, o da terbiye manâsına artık Türkçe'ye mâl olmuş kelimelerden biridir.
Edep, dine ait prensipler sayesinde ruhta kazanılan ikinci bir fıtrat veya daha geniş manâsıyla ruhun dinle bütünleşerek istikrar kazanmasıdır. Ne var ki her din, insanı edebli kılmaz, İslâm edebli kılar. Aslında biz din deyince hemen İslâm Dini'ni kastederiz.
Edep, aynı zamanda ihsan mertebesine ermenin de adıdır. Yani bütün iş ve mükellefiyetlerimizi Allah (cc) görüyor ölçüsü altında yapmak ve davranışlarımızda Allah'ı görüyor gibi davranmak; bu da edebte bir ihsan şuurudur.
Daha husûsi manâda edep, Efendimiz'in (sav), farz ve vacibin dışındaki davranış ve hareketlerine aynen ittiba ve yaşantıyı O'nun hayatına göre ayarlama ameliyesidir.
Eskiler, bütün bu manâları kastederek edep hakkında nice cevher gibi sözler söylemişlerdir:
"Edebtir kişinin daim libası
Edebsiz insan üryana benzer."
"Edep insan için bir urba, bir elbisedir. edebli olmayan ise, çıplak demektir."
"Edep bir tâç imiş Nûr-ı Hudâ'dan
Giy ol tâcı emin ol her belâdan."
"Edep, bir tâc dır. O tâcı giyen her belâdan kurtulur. Sen de belâlardan emin olmak, kurtulmak istiyorsan daima edebli olmaya çalışmalısın."
"Edep ehl-i ilimden hâli olmaz
Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz."
Edep varsa ilim de var demektir. Fakat edebsiz bir insan kütüphaneler yutsa yine âlim sayılamaz. Çünkü Yunus'un dediği gibi:
"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır."
Kendini keşfedip tanıyamamışsan, okuduğun ilimlerden sana ne fayda!"
Edebi son şekliyle temsil eden Allah Rasûlü'dür (sav). İster meseleyi terbiye manâsına ele alalım, isterse söz söyleme gücü ve iktidarı manâsına; netice değişmez ve Efendimiz (sav) hep zirvededir.
Hz. Ebu Bekir (ra) Allah Rasûlü'ne (sav) sorar:
-Ey Allah'ın Rasûlü. Seni böyle kim edeblendirdi?
Cevab verir:
-Beni Rabb'im edeblendirdi ve güzel terbiye etti!..
Hz. Ebu Bekrin kızı ve Efendimiz'in zevcesi, hepimizin de kıyamete ve oradan da ebede kadar anası Hz. Aişe (ra) validemize sorulur:
-Allah Rasûlü'nün ahlâkı nasıldı?
-Siz hiç Kur'ân okumadınız mı?
"Okuduk" derler.
Cevap verir:
-O'nun ahlâkı Kurân'dı.
İşte Mürebbîsi Allah olan Efendimiz (sav), böyle edebin ufuk noktasındadır. Demek ki edep öğrenmek isteyen O'na bakmalı ve O endam aynasında edebi kendi kâmetine uygun şekilde seyretmelidir.
Cenab-ı Hakk O'nu bütün insanlara örnek olacak bir edeble yaratmış, öylece edeblendirmiş ve terbiyeli kılmıştır. Yoksa Peygamberlik gibi bir yükün altından nasıl kalkabilirdi... Eğer bu terbiye olmasaydı ve muhal farz O'ndan da, bizim gibi hatalar meydana gelseydi.. bunlar O'na münhasır kalmayacak; O'nun en küçük hatası milyarlarca insana aksedecekti. Onun içindir ki, Rabbi, O'nu hususi bir terbiye ile terbiye etmiş ve bizler için misâl kılmıştı.
Peygamber olmadan önceydi. Kâbe tamir ediliyor ve Allah Rasûlü (sav) de bu işte fiilen çalışıyordu. Zaten O bütün ömrü boyunca hep hayrın ve hayırlı işlerin yanında olmuştu. Amcası Hz. Abbas (ra), eteğini omuzuna atmış ve taşın omuzunu zedelemesine mâni olmaya çalışmıştı. Allah Rasûlü'nün (sav) omuzu ise iyice zedelenmişti. Hz. Abbas (ra) kendi yaptığını Allah Rasulü'ne (sav) de tavsiye etti. Halbuki mahrem yerlerinden bir kısmı böyle yapılınca açılacaktı. Bu tavsiyeye uyan Allah Rasulü (sav) eteğini kaldırır kaldırmaz, birden gözüne melek göründü. Dehşetinden yere düştü. Bir daha da görülmesi uygun olmayan yerlerini hayatı boyunca açmadı. İşte O, ta işin başında böyle bir teminat altındaydı...
"Hayatımda," diyor Allah Rasûlü (sav), "iki defa düğüne gitmeye niyetlendim. İkisinde de üzerime öyle bir uyku çöktü ki, uyudum kaldım. Her ikisinde de uyandığımda düğünün çoktan bitmiş olduğunu gördüm."
Bunlar peygamberliğinden önce olan hâdiselerdir. Cenab-ı Hakk O'na hayatının hiç bir devresinde günah işleme fırsatı vermemiştir. Ve bu tamamen Allah Rasûlü'ne ait istisnaî bir keyfiyettir.
Nasıl olmasın ki, O'nun daha çocukluğunda (O'na çocuk demekten de utanıyorum. O her zaman kâmildi.) sadrı açılmış ve melekler O'ndaki lümme-i şeytaniyeyi çıkarıp atmışlardı. Her insanda var olan ve şeytanın çeşitli oklarına hedef bulunan bu siyah nokta, Allah Resulü'nden (sav) alınmış ve atılmıştı. Bize vesvese veren, kan damarlarımızda dolaşan şeytan, Allah Rasulü'nün (sav) semtine dahi yaklaşamıyordu. Evet O, müstesnâ bir insandı...
Cenab-ı Hakk O'na peygamberlik öncesi günah işletmediği gibi, daha sonra da günah işletmedi. Ve O, doğduğu gün kadar temiz ve berrak bir hayat yaşayıp öyle gitti. O, edebin tecessüm etmiş şekliydi...
O'nun edebi bütün bir hayatı kucaklamıştı. Nerede ve nasıl hareket ederse işte O, o hususla alâkalı edebti. Meselâ bazen Allah Rasûlü (sav) celallenir, öfkelenir, dalgaları göğe yükselen bir deniz haline gelirdi. Çünkü orada öyle davranması edebti. Zira ortada bir haksızlık vardır; Allah Rasulü (sav) ise haksızlığın en amansız düşmanıdır. O, hakkı yerine getirinceye kadar dinme bilmeyen bir öfkeyle kükrerdi. O anda âdeta ormanları velveleye veren arslanlara benzerdi. Fakat, hiçbir zaman kendisine yapılan en büyük haksızlık karşısında dahi yüzünü ekşittiği görülmemişti. Çünkü orada da edep, O'nun öyle davranmasını gerektiriyordu.
Sahabî safları arasında bulunmasına rağmen, henüz bedeviyeti üzerinden atamamış birisi gelmiş, Allah Rasûlü'nün (sav) yakasından tutmuş ve hakkını talep etmişti. Öyle ki, bu şiddetli hırpalamada Allah Rasûlü'nün (sav) sert yakalığı, mübarek boyun köklerinde iz meydana getirmişti. Sahabeyi galeyana getiren bu davranışa, Allah Rasûlü (sav) sadece buruk bir tebessümle mukabele ediyor ve "Bu adama istediğini verin" demekle yetiniyordu. O'nun müsamahası bu kadar engindi...
Çok seçkin insanların dahi öfkeleneceği ve öfkelenmelerinde de mazur sayılacakları nice yerler vardır ki, Allah Rasulü (sav) oralarda dahi müstesna edebini güneş gibi ortaya koymuştu. İşte bunun en çarpıcı misâllerinden biri:
Uhud'a gitmeden evvel gördüğü rüya üzerine, Medine'de kalıp müdafaa harbi yapmanın daha uygun olacağına kanaat getirmişti. "O'nun rüyası ki bu vahiy demektir". O rüyalarında her şeyi apaçık görürdü. Nübüvvetinin ilk altı ayında hep böyle rüyalar görmüştü. Gördüğü rüyalar, o kadar hayatın kendisiyle ayniyet içindeydi ki, akşam gördüklerinin hepsi gündüz bir bir çıkıyordu. Uhud'tan evvel de bir rüya görmüş, hatta en yakınlarından birinin orada şehid düşeceğini istinbat etmiş ve rüyanın tevilinde ifade buyurmuşlardı. Ayrıca dışarıya çıkmak ashab arasında bir gedik açacaktı ki, bunu da O, rüyada müşahede etmişti.
Önce ısrar etti: Medine'den çıkmayalım. Ancak, ashab o kadar coşkun idi ki, sıdk ile, İslâm'a hizmet etme düşüncesi emre itaatteki inceliği kavramalarına engel oldu.. Evet, onların bu davranışı başka türlü ifâdelenemez. Bir yola koyulmuşlardı. O yolda koşarak ölümün üzerine yürümek istiyorlardı. Ve bilhassa Enes b. Nadr gibi, Bedir'de bulunamayışın ızdırabını bir sene, sînelerinde hem de yanan bir ocak gibi taşıyanlar, kınından sıyrılmış kılıç gibiydiler. Yalvarıp yakarıyor ve çıkmakta ısrar ediyorlardı.
Burada da Allah Rasulü'ne (sav) ait ayrı bir içtimâî edebi görüyoruz. O, ashabıyla oturmuş meşveret ediyordu. Meşverette ağır basan görüşe karşı ısrarda bulunmuyordu. Bu da idareciye ait bir edebti. Ayrıca, ısrar etseydi, sahabi mutlaka O'nu dinlerdi, fakat, binde bir dahi olsa muhalefet ihtimali onların mahvına sebebiyet verebilirdi. İşte Allah Rasûlü (sav) bu ince noktaya da böylece riâyet etmiş oluyordu. Çünkü aynı zamanda O, bir şefkat âbidesiydi. Ashabının böyle bir durumda, Allah Rasûlü'ne (sav) muhalefet gibi bir hüsrâna düşmelerini elbette istemezdi. Bir müddet sonra Sahâbi de razı oldu. Ancak Allah Rasûlü (sav) bir kere zırhını giymişti. Artık onu çıkaramazdı.
Uhud'a gidildi. Allah Rasûlü (sav) ordunun tanzimini bizzat kendileri yaptılar. O bir erkan-ı harpti. Orduyu en güzel şekilde tanzim etmişti. Nitekim düşman ilk müsademeyle darmaduman olmuş ve kaçışmaya başlamışlardı. Ancak, buradaki stratejiye de muhalefet edilmişti. Yani sahabi yine emir dinlemedeki inceliği tam manâsıyla yerine getirmedi. Meselâ okçulara, yerleştirdiği yerden ne olursa olsun ayrılmamalarını söylemiş ve şöyle tahşidatta bulunmuştu: "Kartalların, cenazelerimizi kaldırdığını görseniz yine yerinizden ayrılmayın. Bizi ganimet taksim ederken görseniz yine yerinizden ayrılmayın..." Buradaki inceliği de kavrayamadılar ve kendilerince; ihtimal ki bu düşman mukavemetini devam ettirdiği süreceydi. Halbuki şimdi düşman kaçacak yer arıyor. Bizim burada beklememiz beyhude. Gidip arkadaşlarımıza yardım edelim... vs. diye düşündüler.
Ve netice herkesin malumu. 69 insan kütükte doğranır gibi doğrandı ve şehid oldu. İçlerinde Hz. Hamza (ra) da vardı. Zaten yara almayan kalmamıştı. Bunlardan bir kısmı aldıkları yaranın ızdırabını bütün ömür boyu çektiler. Daha mühimi de İslâm'ın onurunun kırılmış olmasıydı. Bu Müslümanlar adına alınan en büyük bir yaraydı.
Bütün bu olanlar, aslında, cemaatın lideri durumundaki insanı öfkelendirebilirdi. Normalde Allah Rasûlü (sav) bu olanlara canı sıkılır ve hiddetlenebilirdi. Fakat derhal, Allah (cc) O'nun geleceğe ait, böyle ihtimal dahilinde işleyebileceği bir hiddet emaresine dahi meydan vermeden, O'nu koruyor, muhafaza ediyor ve O'na şöyle diyordu:
"O vakit Allah'tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; (umuma ait) işlerde onlarla istişare et. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah tevekkül sahiplerini sever" (Âli İmran/3-159).
O öyle saygılı bir insandır ki, Cenab-ı Hakk da O'na böyle ifadelerle hitap etmektedir. Meselâ O'na: "Sen kaba ve öfkeli olma!" demiyor; "Eğer öfkeli ve katı kalpli olsaydın" ki böyle değilsin, diyor.
Farzı muhal öyle olsaydın onlar Senin etrafından dağılır giderlerdi. Onun için Sen, onlara o muallâ edebine göre davran; haşin ve sert olma!..
Böylece Cenab-ı Hakk geleceğe ait bir günahın önüne geçiyor ve Habîbe'ne günah işletmiyor. Bunu kim için yapıyor? Bir cemaatı ilelebet temsil edecek Zât için yapıyor!. O da Kurân'ın emrine uymada öyle hassas davranıyor ki, ileride dahi olsa içine gelebilecek şeyler birden gönlünden zail olup gidiyor.
İş bununla da bitmiyor. Cenab-ı Hakk: "Onları affet ve onlar için istiğfar et! " buyuruyor. Çünkü onların da kendi ulviyetlerine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmaları gerekir. Onun için onlar namına Allah'tan mağfiret dile.
Bir de, Sana muhalefet ettiklerinden ötürü, suçluluk ruh haletine girdiler. Bu hâl devam ettiği müddetçe kendilerini hep suçlu kabul edecekler. Öyleyse, onları çağır ve hiçbir şey olmamış gibi onlarla yeniden meşveret et...
Cenab-ı Hakk, en kritik anda, bağırıp çağırmanın beklendiği safhada, Resûlü'nü (sav) öyle bir davranışa zorluyor ki, bir taraftan O'nun geleceğe ait günah işlemesine set çekiyor, diğer taraftan da O'na edebin en mükemmelini öğretiyor. İşte Allah Rasulü (sav) de böyle bir edeble edebleniyor..!
Hz. Enes anlatıyor: On sene Allah Rasulü'ne (sav) hizmet ettim. (Zaten Allah Rasulü'nün (sav) hizmetine girdiğinde de on yaşlarındaydı). Bir defa dahi, yaptığım bir iş için "Neden yaptın?", yapmadığım bir iş için de "Neden yapmadın?" dediğini duymadım. Hatta bir defasında beni bir işe göndermişti. Sokakta oyuna daldım. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum. Bir ara arkadan birinin kulağımı tuttuğunu hissettim.. döndüm baktım ki Allah Rasûlü (sav). Yüzünde yine aynı tebessüm. "Hemen gidiyorum, Ya Rasûlallah" dedim ve koşarak bana verdiği işe gittim.
O, Allah (cc) ahlâkıyla ahlâklanmış ve ümmetinin de aynı ahlâkla ahlâklanmasını emir buyurmuştu. Bunu öğreneceğimiz iki ana kaynak vardır; onlar da Kur'ân ve edeb-i Rasûlullah diyeceğimiz Sünnet.
edep, eğer farzıyla, vacibiyle, sünnet ve müstehabıyla Efendimizin (sav) hayatı seniyyeleri ve bize bıraktıkları en önemli miras da kendi nurlu yaşayışlarıysa, bizim de o edeble edeblenmemiz bir zaruret ve bir mecburiyettir. Tabii ki, farzıyla edeblenmek farz; vacibiyle edeblenmek vacib; sünneti ile edeblenmek sünnet ve müstehabıyla edeblenmek de müstehabtır. Çünkü Allah (cc) O'nu, bize hayatı öğretmesi için göndermiştir. Biz, yemenin, içmenin, yatmanın ve bütün fıtri ihtiyaçlarımızı gidermenin edebini hep O'ndan öğrendik. Hekimlik açısından O'nun dediklerinin hikmet yönleri araştırılabilir ve bu tamamen ayrı ve müstakil bir konudur. Biz mevzûu dağıtmamak için, meselenin o yönüne hiç girmeyeceğiz. Burada üzerinde durduğumuz husus, Allah Rasulü'nün (sav) bizlere her şeyin edebini talim ettiği hususudur.
Biz, bu edebe tam riayette bulunur, ferdî, ailevî ve cemiyet hayatımızı hep o edebe göre tanzim edersek, Kur'ân'ı hayatımıza hayat yapmış oluruz. Böylece de sorudaki "Kimlere ve nasıl edebli davranılır?" kısmı kendiliğinden cevaplanmış olur.
Sahabi, Allah Rasûlü'ne (sav) karşı çok saygılı ve çok edebliydi. O'nu dinlerlerken sanki başlarında kuş varmış da onu kaçırmak istemiyorlarmış gibi, bir hassasiyet ve titizlik içinde dinlerlerdi. O'nu tanıdıkça bu sevgiden kaynaklanan saygıları kökleşiyor ve bilme çapına göre de, saygıları derinlik kazanıyordu. Ekseriyet itibariyle O'na soru sormaya cesaret edemezlerdi. Dışarıdan bir yabancının gelip soru sormasını ve verilen cevabı doya doya dinleme fırsatını bulmayı çok arzu ederler ve böyle bir fırsatı dört gözle beklerlerdi. Efendimizle (sav), şöyle rahat bir iki kelime konuşan sahabi çok azdı. Bu, Efendimiz'in (sav) onlar üzerindeki baskısından ileri gelmiyordu. Belki O'nun mübarek şahsiyetine ait mehabet, ciddiyet ve vakardan kaynaklanıyordu...
Hudeybiye Musalahasında, murahhas, Efendimiz'e (sav) karşı ashabın tavrını görünce, başı dönmüş, şaşırmış ve Mekke'ye dönüp şöyle demişti:
"Ben Kisra saraylarında bulundum. Bizans saraylarında misafir oldum ve nice hükümdarlar gördüm. Bunların içinde, zalim ve müstebitler de vardı. Fakat yüreğinden gele gele hiç kimsenin, ümmetinin Hz. Muhammed'e (sav) saygılı olduğu kadar saygılı olduğunu görmedim. Abdest alırken, ağzının suyunu alıyor, tükürürken o suyun tek damlası dahi yere düşmüyor ve bu mübarek damlacıkları kim alıyorsa kim kapıyorsa yüzüne gözüne sürüyor. (Ah, keşke bulsaydık ve biz de sürseydik. Bilmem ki o pâye bizlere nasip olur mu?) yüzünden sular aşağıya doğru akarken tek katresini yere damlatmıyorlardı."
Dünyayı dirayet ve kiyasetleriyle idare eden bu insanlar arasında öylelerini görüyoruz ki, O'na saygıyla dopdolu ve âdeta kapısında kapıkulu.
Amr b. As, dünyanın belli başlı ve en çaplı siyasîlerinden biriydi. Vefat edeceği an, telaş içinde bir şey çıkardı ve "bunu dilimin altına koyun" dedi. Sordular bu nedir? Cevap verdi: "Allah Rasulü'ne (sav) ait muy-i mübarektir." (Efendimizin mübarek kıllarıdır.) O'nunla hesabı rahat vereceğine inanıyordu.
Hayatında hiç mağlubiyet görmemiş ve İslâm'ın hep yüzünü güldürmüş büyük kumandan Halid b. Velid, Akkad'ın tabiriyle "eşi bulunmaz büyük deha" bir muharebede, başındaki sarık yuvarlanınca, sarığına doğru koşar. Askerler arkasından bağırırlar: "Kumandan düşman saflarına giriyorsun, dikkat et". O, arkasına dahi bakmadan ve gelecek kılıç darbelerine hiç aldırmadan seslenir: "Hayatın da sözü mü olur? O sarığın içinde Efendimiz'in (sav) mübarek kılı var!."
Efendimiz (sav) onların ruhlarına bu derece işlemişti.
O geldiğinde edeble ayağa kalkar ve O oturmadan da kimse yerine oturmazdı. O, kat'iyyen onlardan böyle bir hareket talep etmezdi. Talep şöyle dursun daima ikaz eder ve "Acemlerin ayağa kalktığı gibi siz de ayağa kalkmayın" buyururlardı. Ancak her defasında sahabi, içinden gele gele O'na ayağa kalkar ve bunu da sadece bir vazife telakki ederlerdi.
Hz. Ebu Bekir (ra) ile bir Yahudi arasında münakaşa çıkar. Her ikisi de kendi peygamberinin daha üstün olduğunu söyler. Bir ara Yahudi, Efendimiz (sav) hakkında uygunsuz bir laf söyleyince, Hz. Ebu Bekir (ra) sıddîkiyetinin gereği, Yahudi'ye bir tokat aşk eder. Yahudi, yemez içmez derhal Allah Rasûlü'nün (sav) huzuruna gelerek durumu haber verir. Efendimiz (sav) bu hâdise vesilesiyle ashabına şöyle ferman eder: "Beni Musa'dan (as) üstün tutmayınız. Çünkü haşir için sur üflenince, ilk kalkan ben olacağım. Kalktığımda Hz. Musa'yı (as) Arşın kaideleri altında yalvarırken bulacağım.. Bilemeyeceğim, bu benden evvel bir haşr u neşir midir yoksa tur sâikası bedeli midir?"
Ve yine Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk O'na hitaben: "Velâ tekün ke sahib'il-hût" (Sen hut sahibi Yunus gibi olma) (Kalem/68-48) deyince, hemen ashabının aklına bir peygamber hakkında uygunsuz bir düşünce gelmemesi için "Beni Yunus b. Metta'ya tercih etmeyin" buyurmuşlardır.
Bu da O'nun, peygamberlere karşı edep ve saygısıydı. Cevher kadrini cevherfurûşan olmayan bilmez. Bizler Hz. Musa'yı, Hz. İsa'yı ve diğer bütün peygamberleri nasıl bilip nasıl tanıyacağız! Onlar, Hz. Muhammed'e (sav) sormalıdır ki hakiki cevap alınmış olsun. Efendimizi (sav) de onlara sormalı... Onun içindir ki, Hz. İsa (as), O'nun geleceğini müjdelemeye beş yüz sene evvel başlamış ve "geliyor, geliyor; bütün âlemlerin reisi geliyor" diyerek tebşiratta bulunmuştur. Çünkü onlar O'nun büyüklüğünü biliyorlardı. Fakat Efendimiz (sav) de tevazu kanatlarını yerlere kadar seriyor ve biraz evvel naklettiğimiz sözleri söylüyordu...
Evet, bütün bunlar Aleyhissalatü Vesselâm'ın edebiydi. O bu derece mütevaziydi. Tevazu izhar buyurdukça da Cenab-ı Hakk O'nun derecesini yükseltiyordu. Yüksele yüksele makam-ı Mahmud'a ulaştı. O makam ki, bir insanın, başkalarına el uzatma makamının doruğudur. Bir hususa dikkat çekmek isterim. Makam-ı Mahmud, en geniş manâda muhtaçlara el uzatma makamının en zirvesidir. Zaten ta baştan O'na Muhammed ve Ahmed demişler.. evet O'nun bu makamın sahibi olacağı ta baştan bellidir. İşin başında Cenab-ı Hakk, O'nun bu makamı elde edeceğini bilmiş ve istikbaline bakarak O'na bu isimleri verdirmiştir.
Zaten hiçbir peygambere nasip olmayan paye yine O'na aittir. Her peygamber Cenab-ı Hakk'la vasıtalı veya vasıtasız konuşmuştur. Ama, hiçbir peygamber Efendimizin (sav) serfiraz kılındığı Mirâc'la şereflendirilmemiştir.
Evet, bütün arşı-ferşi velveleye verme, kader kalemlerinin yazışına şahid olma, Cennet ve Cehennemi gezip görme gibi fazîletleri kendinde toplayan tek peygamber, Aleyhissalâtü vesselâm Efendimizdir. Ve işte biz de böyle Mirâc'la şereflendirilmiş O peygamberin ümmetiyiz. O, Miraç seyahatından Rabbimizin bir hediyesi olarak bize turfanda bir hediye getirmiştir. Bu hediye namazdır. Namaz da mü'minin mirâcıdır. Bunu da Cenab-ı Hakk bize en kâmil ve mükemmel manâda ihsan etmiştir.
Burada edebin müşahhasından yani, Efendimiz'in edebinden bahsediyoruz. Sözün akışını bu noktaya getiren sebep ise, sorudaki "Nasıl" a cevap teşkil etmesidir. Aslında bu meselenin nasılını düşünmeye, hiç gerek bile yoktur. Cevap gayet kısa ve nettir: "Allah Rasulü (sav) kime nasıl davranmış ve nasıl davranılmasını istemişse, işte öyle ..." demek yeterlidir.
Durum böyle olunca, insan büyüğüne, mürşidine, muallimine, kumandanına, başındaki âmirine, onlara, kendi hudutları dışında bir pâye vermemek kaydıyla ve onlar da daima hak ölçüsü içinde kaldıkları müddetçe, itaat etmeli, saygı göstermelidir ki, bu da bir edebtir. Ancak edebi tek taraflı düşünmek bir hatadır. Büyüklerin küçüklere ve üsttekilerin de alttakilere karşı bir edep tavrı vardır. Ve zaten hakiki edep bu iki kanadın kendilerine düşen edep vazifesini tam yerine getirmeleriyle mümkündür.
Efendimiz (sav), arkadaşlarıyla beraber yapılması gereken işlerde bizzat aktif olarak çalışırdı. Ev işlerinde de hanımlarına yardım ederdi. Kimseye emr-i vâki yapıp şahsi işlerini gördürmezdi. Belki arkadaşları, O'na ait bir işi yapmak için âdeta birbirleriyle yarışırlardı. Fakat her defasında iş yapmaya ilk teşebbüs O'ndan gelirdi.
Meselâ, bir yolculukta, yemek yapılacaktı. Sahabiden biri, "koyunu kesmek bana ait", dedi. Diğeri "yüzmek de bana ait" deyince, Efendimiz (sav) hemen ayağa kalkıp "odun toplamak da bana ait" buyurdular ve odun toplamaya koyuldular. Hendek kazımın da bizzat bulunduğu, mescid yapımında herkesle beraber kerpiç taşıdığı hepimizin mâlumudur. O, böyle davrandı ve arkadaşlarını da böyle yetiştirdi. Onun içindir ki, Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler (ra), müstesna bir titizlikle, kılı kırk yararak, adalet ölçüsünde yaşayabildiler. Bunu onlara, Muallim ve Mürşitleri olan Allah Rasulü öğretmişti.
Amr b. As'ın (ra) bu mevzuda hassas davranamadığını duyan Hz. Ömer (ra) O'na hitaben şiddetli bir dil kullanıyor ve mektubunda şöyle diyordu: "İnsanlar analarından hür olarak doğdular. Ne zamandan beri onları köle olarak kullanıyorsunuz?!.."
Bu ölçüyü bulabilme de onların, Efendimiz'den öğrendikleri edeble mümkün oluyordu.
Demek oluyor ki, günümüzün ve yarının insanının da önünde bir edep Rehberi vardır. O edebe riayet, ferdin ve cemiyetin kurtuluş beraatı olacaktır. Ancak biz, böyle bir sütunda O'nu tafsilatıyla sunamadığımızdan ötürü üzgünüz. Sunmamız da mümkün değildir. İmkân elverirse, bu mevzuu, müstakil bir eserde ele alıp incelemeyi düşünürüz. Burada sadece mevzûun felsefesine küçük bir işarette bulunmuş olduk.
Bunun ötesinde, O'nun giyim, kuşam, yeme-içme, yatma-kalkma gibi günlük yaşantısı, yüzlerce ciltlik eserlerle anlatılmış ve bize kadar da nakledilip gelmiştir. Mevzûun bu kısmını böyle mümtaz eserlere havâle ile beraber, son olarak şunu da arz etmek istiyoruz: Efendimiz'in (sav) hayatı, fıtratın ayrılmaz bir parçasıydı. O, hayatı en tabii haliyle yaşamıştı. Zaten, her insanın benimseyeceği ideal hayat da işte bu fıtrî ve tabiî hayattır. İnsanlık böyle bir hayatla kurtulacaktır. Sözün başında da dediğimiz gibi, hayatı bütünüyle kuşatan, nizam, intizam ve âhenk bir edebtir. Bu edebin en güzel örneğini de Efendimiz (sav) vermiştir...

_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir? Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6723
Rep Gücü : 10015167
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir? Empty
MesajKonu: Geri: Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir?   Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir? Icon_minitimePerş. Tem. 08, 2010 1:50 pm

Edeb Yâ Hû



Allahu Teâlâ'dan bizi edebe muvaffak kılması niyazı ile söze başlayalım aziz dostlar. Çünkü Hz. Mevlânâ Mesnevî-i Şerifin daha başlarında, 79. beyitte Cenab-ı Hakk'tan edeb niyazında bulunuyor.

Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb
Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab

"Huda'dan edeb hususunda yardım dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Rabbin lûtfundan mahrum kalır."

Efendim Evliya Çelebi'yi bilirsiniz. Kendi devrinin şartları içinde pek çok memleket gezip, enteresan notlar alıp, bir seyahatname tertib etmiş ve bazı abartılı ifadeleri ile de bir takım özellikler taşıyan ama çok önemli bir kaynak eser haline gelen Seyahatnâme'sini bize bırakmış O mübalâğalı, abartılı ifadelerinden bir tanesi de Bursa hakkındadır. Bursa' nın yeşilliğini, sularını anlatırken bir cümle kullanır Evliya Çelebi: Bursa sudan ibarettir vesselam. Aynı ifade ile, tasavvuf edebden ibarettir, vesselam dersek, hiç abartılı bir ifadede bulunmuş olmayız.

Evet, tasavvuf edebten ibarettir. Edebin sözlük anlamı, kibarlık, incelik, nezaket ve uygun davranışlarda bulunma özelliği demektir. Deyim olarak anlamı ise, sahibini utanılacak şeylerden alıkoyan his ve irade demektir. Edebin kaynağı özellikle aile ve onun yanı sıra okul, çevre, gelenekler v.s. Bu kaynaklardan elde edilen edeb ile dünya hayatında iyi, güzel, hoş edebli olunabilir. Fakat gerek dünya hayatında, gerek sonsuz hayatta edebin yegâne kaynağı Rasulullah Efendimiz'in hayat-ı saadetleridir.

"Bismillahirrahmanirrahim le qad kâne lekum fî rasûlillâhi üsvetün hasenetün li men kâne yercullâhe ve'l-yevmel-âhira ve zekerallâhe kesîra" "Andolsun ki Rasulullah'ta sizin için Allah'a ve âhiret gününü dileyenler ve Allah'ı çok çok zikredenler için güzel bir örnek vardır. Numûne-i imtisal vardır. Uyulması gereken örnek vardır."

Allah-ı Zü'l-celâl, Ahzâb Sûresi'nin 21. âyetinde böyle buyuruyor. "Üsvetün hasene", güzel örnek. Ve bir başka âyette, Haşr Sûresi'nin 7. âyeti içinde "esta'î zübillâh; ve ma âtâkümü'r- rasûlü fe hüzûhu ve mâ nehaküm 'anhü, fentehû" "Peygamber size ne verirse alın. Ve neyi yasaklarsa ondan çekinin, sakının."

Allah-ı Zülcelâl, Habîb-i Edîb'ini her türlü edeble süslemiş ve sözleri ile de davranışları ile de en üstün ahlâk ve edeb örneği olarak kullarına onu tavsiye etmiştir. "Ve inneke le 'alâ huluqin azîm" şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin âyeti ile "beni rabbim terbiye etti ve terbiyemi de güzel kıldı.." Hadîs-i Şerifi de bu gerçeği beyan buyurmaktadır.

Bu nedenle, tasavvufun temeli de tabanı da tavanı da ve her ikisi arasındakiler de edebten ibarettir. Eski dergâhlarda mutlaka asılı bulunması gereken bir levha olurdu. Edeb yâ Hû! Çok seyrek de olsa bazı uygun davranışlarda bulunmayan kişilere büyükler tarafından küçücük bir ikaz yapılırdı. "Edeb yâ hû" Bu edeb bahsi münasebetiyle Hz. Mevlânâ'nın edebest -edebtir- redifli bir gazeline kulak verelim isterseniz.

Hâce der-yâb ki cân der ter-i insan edebest
Hâce envâr-ı dil u dîde-i merdân edebest

"Ey kişi, bilmiş ol ki nasıl ruhsuz bir bedene can denilemezse, işte onun gibi edeb, ruh gibidir. Allah erlerinin gözü ve gönüllerinin nurunun aydınlığı, edebtir."

Âdem ez âlern-i ulvist ne süfli der-yâb
Ravnâk-ı gerdîş-i gombed-i devrân edebest


"İnsan süfli, düşüklükler aleminden değil ulvi, yücelikler alemindendir. Bunu iyi anla". İnsan, meleklerin secde ettiği Âdem'in neslindendir. Yeryüzünde Allah'ın halîfesi insandır. İnsanda, Allah'ın ruhundan üfürdüğü ruh vardır (Ve nefahtü min ruhî). İnsan en güzel ve en üstün yaratılışla yaratılmıştır yani Ahsen-i takvim ile. İşte bu Kur'ânî gerçekleri iyi anla. "Ve şu gökkubbenin dönüşü ve devranın gidişindeki revnak, güzellikler de edebtendir."

Efendim daha başka âyetlerde de var ama daha çok biliniyor diye onu örnek vereyim; Yasin suresinin 38, 39 ve 40. âyetlerinde ayın, güneşin, gece ve gündüzün Azîz ve Alîm olan Allah'ın takdiri ile belli yörüngeler ve ritimlere bağlandığı beyan buyurulmakta. Hz. Mevlânâ ay, güneş, gece ve gündüzün Azîz ve Alîm Allah'ın sözünü dinlemek güzelliği ile edebe riâyet ettiklerini söylüyor.

Ger to hâhî ki kadem ber-ser-i iblis nehî
Dîde boşka vü bibin kâtil-i şeytân edebest

"Eğer şeytanın başını ezmek istiyorsan edeb sahibi ol. Gözünü aç, gör ve bil ki, şeytanı öldüren şey edebtir."

Malumdur ki ilk edebsizlik şeytandan zuhur etmiştir. Cenab-ı Hakk'ın kendine yeryüzünde halife olarak yarattığı Hz. Âdem'e ve onun şahsında insana, meleklerin secde etmesi emredildiğinde şeytan bu emri dinlememiş ve edebsizlikle Allah'a isyan etmiştir. Bilindiği gibi edebin ilk ve ön şartı, söz dinlemektir. Şeytan söz dinlememek ile de kalmamış, kendince bir kıyas yaparak "Beni ateşten, Âdem'i topraktan yarattın. Ateş topraktan üstündür, ben de Âdem'den üstünüm." Böyle bir kıyasla Allah'a akıl öğretmeye kalkmıştır. Bu edebsizliği ile de Allah'ın rahmetinden kovulmuştur. Şeytan edebsizlikte daha da ileri gitmiş "Beni sen azdırdın" - estağfirullâh - diye bir de kendi kabahatini Allah'a yüklemeye çalışmış ve insanoğlunu Hakk'a giden yoldan ayırmak için kıyamete kadar mücadele etmeye yemin etmiştir. Bu mücadelede insanın yapacağı en doğru ve tek şey Allah'ın emrine uyarak, yani söz dinleyerek, e'ûzü billahi mine'ş-şeytani'r-racîm "kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" demekten ibarettir. Allah'a sığınmaktan ibarettir. Allah, şeytanla mücadelede -amiyane tabirle - kabadayılığa, külhanbeyliğe müsade etmiyor. "Sadece bana sığının, bu size yeter." diyor. Biz o sözü dinleyerek şeytanın şerrinden Allah'a sığınırız.

İnsanın hiddetlenme hali, şeytanın meydanı boş bulduğu haldir. Şeytan en çok insana hiddetli halinde musallat olur. Ve sövmek, dövmek gibi insana yakışmayan haller yaptırır. Onun içindir ki Cenab-ı Ali keremallahu veçhe "En kahraman kişi, hiddetini yenen kişidir."'Yani şeytana mağlup olmayan kişidir, buyuruyor. Şeytan aynı zamanda insana affetmeyi, merhamet etmeyi unutturur. Eğer herhangi bir meselede biz af ve rahmet göstermezsek, Allah'a karşı olan kusurlarımızda hangi yüzle af ve merhamet dilenebiliriz? Unutmamalıdır ki affeden, affedilir. Rahmet edene rahmet edilir. Biz burada yine şeytandan Allah'a sığınarak Hz. Mevlânâ'nın Edeb gazelinin bir sonraki beyitine geçelim.

Âdemîzâde eğer bi edebest, âdem nîst
Fark der cism-i benî-Âdem ü hayvan edebest

"însanoğlunda eğer edeb yoksa, bilin ki o insan değildir. İnsanoğlunun cismi ile hayvan arasındaki fark edeb dolayısıyladır."

Madem ki Âdemoğluyuz diyoruz kendimize, öyleyse atamıza yakışır şekilde ve ondan örnek alarak hareket etmemiz gerekir. Ne yapmıştı Hz. Âdem? Yaklaşmaması emredilen ağaca yaklaştığında hatayı, kusuru kendinde bilmiş ve Rabbena zalemnâ enfusena "Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Eğer sen bizim kusurlarımızı örtmez ve bize merhamet kılmazsan şüphe yokki biz zarar edenlerden oluruz." diye af dilemistir. İşte âdemoğluna atasına uymak yakışır. Ve edebini göstermek bu edebi göstererek, şeytan gibi değil, Âdem gibi davranarak kabahati kendinde bilmek insana yakışır. Ve bütün bu edebler insan ile hayvan arasındaki farkı belirler. Yemek, içmek, barınmak, üremek gibi haller hayvanda da vardır, insanda da vardır. Bunların dışında ve üstündeki davranışlar insanı insan eden hallerdir. Efendim tabi bu sözümuz, Ademoğullarına.
Kendilerine Âdemoğulluğunu değil, maymun oğulluğunu yakıştıranlara ve öyle zannedenlere sözümüz yok. Son iki beyit dolayısıyla arz etmeye çalıştığımız hususların hepsi Kur'ân âyetlerinden alınmadır. Sûrelerini ve âyet numaralarını söylemedim çünkü Kur'ân-ı Hakîm'de bu hususta pek çok âyet var. İşte onun için Hz. Mevlânâ edeb gazelinin devamında buyuruyor ki,

Çesm boşka vü bibin cümle kelâmullâh râ
Âyet âyet hemegî ma'ânî-i Qur'ân edebest

"Gözünü aç! Dikkat et! Tamamen Allah kelâmı olan Kur'âna iyice bak! Ayet âyet bütün Kur'ân'ın manâsı edebtir ve Kur'âna edeble iman et. Çünkü;

Gerdern ez akl suâlî ki bâşed îmân
Akl der-gûş-i dilem goft ki îmân edebest


"Akıla sordum, nedir iman? Akıl, kalp kulağıma eğilip dedi ki iman, edebtir." Peki, bu ne demektir?

Şems-i Tebriz hâmuş kon ki toy-i sırr-ı hudâ
Enver-i efdâl-u in şem-i sebistan edebest

Ey Şems-i Tebriz, suskun ol! Sus ki bu bir ilâhî sırdır. Ancak şu kadar söylenebilir, dile gelebilir ki, geceleri ve karanlıkları aydınlatan iman mumunun en parlak ve en üstün aydınlığı edebtir."

Edeb bahsi bir sohbetin içine ancak bu kadar sığar. Arzetmeye çalıştığım Hz. Mevlânâ'nın bu gazelini K'enan Rifâî merhum çok güzel bir şiir ile Türkçeye çevirmiş idi. Biz yine Hz. Mevlânâ lisanından Cenab-ı Hakk'tan bizleri edebli kılması niyazında bulunarak; sözlerimize nihayet verelim:

Ez hudâ cûyîm tevfikî edeb
Hoş kalın, hoş olun efendim...

Ö.TUĞRUL İNANÇER

******

İlim meclisine girdim,kıldım talep,
İlim tâ gerilerde kaldı,illâ edep illâ edep.

-------

"Edep ehli ilimden hâlî olmaz/Edepsiz ilim okuyan âlim olmaz."
Edep olmadan ilmin de faydası yok...Her halimizde herşeyde illa edep....

**********

Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb
Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab


********

Velilerden Seriy es-Sakatî k.s. der ki: “Edep, aklın tercümanıdır.” Bunun manası:

Herkes aklı kadar edepli olur.

-------------

Edebdir tac-ı Rabbânî, komazlar her başa ânı,

Olagör Gaybî ruhanî, edeb gözle, edeb gözle

-Gaybî Sun'ullah-

----------------

http://www.nurforum.org/forum/kalbin-zumrut-tepeleri/129127~~edeb~~/

~~EDEB~~


Akıllılık, usluluk, hâl, tavır ve davranış güzelliği veya insanlara iyi muamelede bulunma mânâlarına gelen edep; sofîlerce "edeb-i şeriat", "edeb-i hizmet", "edeb-i Hak" ünvanları altında yanlışlıklardan korunma ve yanlışlığa sürükleyen sebep ve sâikleri bilmekten ibaret sayılmıştır. Edeb-i şeriat: Dinin usûlünü bilip uygulamak; edeb-i hizmet: Cehd ü gayret ve hizmette her zaman birkaç kadem önde; ücret, takdir ve bilinmede birkaç kadem geride bulunmak; ayrıca, esbaba tevessülde kusur etmemenin yanında bütün iyilik ve güzellikleri Allah'tan bilmek; edeb-i Hak da: Hakk'a yakınlığı temkinle bezeyip, şatahat ve lâubâliliğe girmemekten ibarettir.

Bir diğer yaklaşım da, "edeb-i şeriat", "edeb-i tarikat", "edeb-i mârifet" ve "edeb-i hakikat" şeklindedir ki; birincisi: Allah Rasûlü'nün, hususî, umumî, kavlî, fiilî, hâlî ve takrîrî bütün sünnetlerini hayata geçirip yaşamak; ikincisi: Mürşid ve muallime karşı tam teslimiyet, tam muhabbet, ölesiye hizmet, sohbete devam ve kalbinde itiraza yer vermemek; üçüncüsü: Yakınlık ve temkin dengesini, havf ve recâ muvâzenesini, lutuflara mazhariyet ve acz u fakr mülâhazasını muhafaza etmek; dördüncüsü: Cenâb-ı Hakk'a tahsîs-i nazarla beklentilere girmemek, endişelere düşmemek ve gönül gözlerini ağyar hayâlinden bile korumak şeklinde yorumlamışlardır.

Aslında, bir bakıma tasavvuf da "edep" demektir.. her "vakit", her "hâl" ve her "makam"ın hususî edebiyle bir edep.

Ne var ki, bu edeplerden her biri, insanın iç âleminde gerçekleştirebildiği ölçüde, onun ahlâk, tavır ve davranışlarında da kalıcı olabilir; yoksa, vicdanın enginlikleri ve duyguların derinlikleriyle bütünleşememiş bir edebin devam ve temâdisi söz konusu olmadığı gibi, insanı, iç âlemine göre değerlendiren Allah nezdinde de bunlar, hiçbir kıymeti hâiz değildirler. O rengin ve zengin ifadeleriyle hem edebi hem de edebin bu farklı yanlarını Hz. Mevlânâ ne hoş ifade eder:

پيش اَهلِ دِل اَدَب بَر بَاطِنَست
زَانكِه اِيشَان بَر سَرَائِر فَاطِن اَست
پيش اَهلِ تَن ادَب بَر ظَاهِرَست
كِه خُدَا زِ ايشَان نَهانرَا سَاترست
اَز خُدَا جُويِيم تَوفـيـق ادَب
بِى ادَب مَحرُوم گَشت اَز لُطفِ رَب

"Gönül erbabınca edep bâtınîdir; zira onlar, sırlara açık ve muttalîdirler. Beden insanı olan ehl-i ten nezdinde ise edep zâhirîdir; çünkü Cenâb-ı Hakk onlardan bâtınî olan şeyleri gizlemiştir. Biz, her zaman Allah'tan edebe muvaffak olmayı dileriz, (zira) edebi olmayan, Cenâb-ı Hakk'ın lutfundan mahrumdur."

Ebû Nasr Tûsî'ye göre edep, şu üç maddede hulâsa edilebilir:

1) Söz üstadları ve sözde süs arayanların edebi ki, gönlün sesi ve soluğu olmaması itibarıyla tasavvufçularca "kîl u kâl" sayılmıştır.

2) Din-i Mübîn-i İslâm'ı, kalbî ve ruhî hayat seviyesinde temsil edenlerin edebi ki, nefsin riyazâtla, duyguların muhabbet ve mehâfetle yoğrulması ve kılı kırk yararcasına şer'î hudutlara riayetten ibaret olan şer'î edep.

3) Sürekli muhâsebe ve murâkabe ile, "tecellîgâh-ı ilâhî" olan kalbi pâk tutanların edebi ki, hayâllerine bile, huzurun edebine muhalif herhangi bir hâlin târî olmaması şeklinde yorumlanmıştır.


Hakikat erleri, her mânâdaki edebe fevkalâde önem vermiş ve onu insan ruhuyla bütünleştirme istikametinde her türlü takdirin üstünde bir cehd göstermiş, bu konuda dünya kadar söz söylemiş ve bu sözleri en hâlisâne duygularla temsil etmeye çalışmışlardır.

İşte o altın sözlerin mîrî olanlarından biri:

لِكُلِّ شَيْءٍ زِينَةٌ فِي الْوَرَى
وَزِيـنَـةُ الْـمَـرْءِ تَـمَـامُ الأدَبِ
قَـدْ يَـشْـرُفُ الْـمَرْءُ بِـآدَابِـهِ
فِـينَا وَإِنْ كَانَ وَضِيعَ النَّسَبِ

"İnsanlar arasında her şeyin bir süs ve zînet yanı vardır; insanoğlunun zîneti ise, edebindeki tamâmiyettedir. İnsan vardır ki o, nesebiyle göz doldurmasa bile, âdâbıyla mazhar-ı şereftir."

Ve işte Divân-ı Ali'den, halk üslûbuyla söylenmiş bir başka cevher:

لَيْسَ الْبَلِيَّةُ فِي أَيَّامِنَا عَجَبْ
بَلِ السَّلاَمَةُ فِيهَا أَعْجَبُ الأعْجَبْ
لَيْسَ الْجَمَالُ بِأَثوَابٍ تُزَيِّنُهَا
إِنَّ الْـجَمَالَ جَمَالُ الْعِلْمِ وَالأدَبْ

"Şimdilerde belâ şâyân-ı taaccüp değildir; asıl insanı şaşkınlığa sevkeden şey bunca belâlar içinde sâlim kalabilmektir. Güzellik, giyilen elbisenin insana kazandırdığı güzellik değildir; hakikî güzellik, ilim ve edep güzelliğidir."

Avârif'te de, edeple alâkalı şu ürperten tespit yer almakta: "İman tevhidi gerektirir; tevhidi olmayanın imanı da yoktur. Tevhid dinî esasların hayata geçirilmesini iktiza eder, dinî hayatı olmayanın tevhidi olduğu da söylenemez. Dinin hayata hayat olması edebi zarûri kılar, edebi olmayanın müteşerrî olabileceğini düşünmek bir tenâkuzdur." Nasıl olmasın ki:

أَنبِيَا چُون بَا ادَب رَفتَند رَاه
هَر يكي شُد خَاصّ دَرگاهِ إله

"Zira nebîler, katettikleri yolu edeple katettiler. Katetti ve her biri Allah dergâhının seçkini hâline geldi."


Ayrıca edebi, fiilî ve kavlî diye ikiye ayıranlar da olmuştur ki, biz bunlardan fiilî olanının, edebin genel tarifleri içinde üzerinde durmuş ve izah etmeye çalışmıştık. Şimdi bir kere daha hatırlatmak üzere, o konuda söylenmiş bazı değerli sözleri kaydedip geçelim:

"Edepdir kişinin dâim libâsı
Edepsiz kişi üryâna benzer.

.............................

Edep ehl-i ilimden hâlî olmaz
Edepsiz ilim okuyan âlim olmaz

.............................

Edep iledir nizâm-ı âlem
Edep iledir kemal-i âdem"

Kavlî edep, düşüncede safvetin, gönülde istikametin, Allah'la engin bir münasebetin ifadesi açısından, asırlarca hem medrese, hem de tekyede, hakkında çok şey söylenmiş bir konudur.

Vehbî:

"Boşboğazlık ile açma deheni, lîk âdâbıyla söyle sözünü!
Eyle evvel sözüne endişe, sonra düşmeyesin teşvişe.!"

sözleriyle katılır bu melek-enîs örfaneye.

Bir başkası da:

"Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ'dan,
Giy ol tâcı emin ol her belâdan!"

ifadeleriyle soluklar edep adına hislerini.

Hz. Mevlânâ'nın:

خَوَاجَه دَريَاب كِه جَان دَر تَن انسَان اَدَبَست
matlaıyla o uzun ve lâtiflerden lâtif edeble alâkalı manzumesi ise, takdirlerimizi aşacak mahiyettedir:

"Efendi bil ki, insanın tenindeki cân edepdir. İnsanoğlunun göz ve kalb nûru edepdir. Âdem bir ulvî âlemdendir, süflîden değil; bu dönen kümbetin hem dönmesi hem de revnak ve zîneti edepdir. Şeytanın başına ayağını koymak istersen, gözünü iyi aç, şeytanın canını çıkaran edepdir! İnsanoğlu eğer edepden yoksun ise, o insan değildir; zira insanoğlu ile hayvan arasındaki fark edepdir. Aç gözlerini bak, Allah kelâmı olan Kur'ân âyet âyet edepdir. Akıldan sordum: 'İman nedir?' Akıl kalb kulağına 'iman edepdir' dedi."

İslâm'ın, güzel kabul ettiği söz ve davranışlar şeklindeki tarifiyle, edebin ahlâkla alâkalı olanı ve Hz. Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın, kavli, fiili ve takrîriyle şekillenen, şekillenip fıkha esas teşkil eden kısmı ayrı bir tahlil konusu ve bu çerçevenin dışında kalırlar..

اَللهُمَّ وَفِّقْنَا إِلى مَا تُحِبُّ وَتَرْضى، وَصَلِّ اللهُمَّ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَالِهِ وَصَحْبهِ أَجْمَعِينَ.


Sızıntı, Şubat 1995, Cilt 17, Sayı 193


******************

Utancı giden kimsenin kalbi ölür.
Hz.Ömer (R.A.)

*Edep döküntüleri,altın döküntülerinden daha hayırlıdır.
Hz.Osman (R.A.)

* Edep aklın sûretidir.
Hz.Ali (R.A.)

* Ulu kişi,ârif bir insan,Rabbine karşı edebini bıraktı mı mutlaka helâk olur.
Yahya b.Muaz (R.A.)

* En güzel edep,güzel ahlaktır.
Hz.Ali (R.A.)

* İnsanlık âdâbını,ilimden evvel,öğrenmek lâzımdır.
İmâm MÂLİK (Rah.A.)

* Ayıp ve kabahatten korkmayan ile düşüp kalkmak,kıyamet gününde insana utanç verir.
İmam ŞÂFİÎ (Rah.A.)

* İnsana,fâidesiz çok bilgiden ziyâde,edep ve yüksek terbiye lâzımdır.
A.İbni Mübârek (Rah.A.)

* Edep,tecrübe ile (yani bizzat yaşanarak) kazanılır.
İmam MÂVERDÎ (Rah.A.)

* Ey Rabbim! beni her ne cezâ ile cezâlandırırsan ceâlandır,yalnız hicab (utanma) zilleti ile cezâlandırma.
İmam KUŞEYRÎ


* İnsanın ilim ve edebi,en büyük varlığıdır.Eskimez,çürümez,kaybolmaz.
MEVLÂNA Celâledin-i Rûmî (K.S.)

* Dünya gecesinin aydınlatacak şemâların en güzeli ve parlağı:Edeptir.
MEVLÂNA Celâleddin-i Rûmî (K.S.)

* Utanma insanın ruhunda asıldır.İnsanı insan olarak muhafaza eden de budur.
Nâsr-ı HUSREV (Rah.A.)

* İnsanla hayvan arasındaki fark edeptir.
MEVLÂNA Celâleddin-i Rûmî (K.S.)

* Her şeyin bir hizmet edicisi vardır.Dinin hizmet edicisi de edeptir.
Abdullah Nibbaci (Rah.A.)

* İlim meclisine girdim,kıldım talep, İlim tâ gerilerde kaldı,illâ edep illâ edep.
Ziya PAŞA

* Setreter aybını insanın hep, Ne güzel câme imiş,sevb-i edeb. Edep elbisesi insanın ayıbını göstermeyen ne güzel elbise imiş.
Sümbül-Zâde

Edep,tecrübe ile (yani bizzat yaşanarak) kazanılır.
İmam MÂVERDÎ (Rah.A.)

İnsanla hayvan arasındaki fark edeptir.
MEVLÂNA Celâleddin-i Rûmî
(K.S.)








_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir? Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
Edep Nedir? Edepli Olmak ne Demektir?
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Hidâyet Nedir ve Hidâyete Nasıl Vesile Olunur?Fıtrat ne demektir??
» kendinle, kendi kusurlarınla meşgul olmak meşgul olmak ...başkalarının yanlışlarıyla meşgul olmamak
» Jinsei Kolye, radyo aktivite testinden de olumlu rapor almış
» Letaif nedir İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları
» Kızılbaşlık ne demektir?

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: Din Kültürü Dersi-Eğitim Öğretim :: Güzel Ahlakla İlgili Konular-Adab-ı Muaşeret-
Buraya geçin: