https://muftuzade.wordpress.com/2016/09/25/azinlik-fikhi-tartismalari-fikhul-ekalliyat/
Muhammed Ali Müftüzâde
- Yazılarım
- Cay-ı Dikkat Yazılar
- Faideli Linkler
- Hakkımda
" Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim. Şimdi burasi iyi bir zemin oldu." Oku şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa, oku, zira onu yazdım iki söz yazdımsa…
Azınlık Fıkhı Tartışmaları (Fıkhü’l-ekalliyât)
25/09/2016 · tarafından Muhammed Ali · in Yazılarım · 1 Yorum
Azınlık Fıkhı Tartışmaları (Fıkhü’l-ekalliyât)(Bu konu ile alakali tez calismalarina baslamis bulunmaktayiz.)
İletişim ve ulaşım alanındaki süratli ve muazzam gelişmenin etkisiyle Dünya, adeta küçük bir köye döndü. Fakat Dünyadaki bu hızlı ve külli değişme, özellikle Müslümanlar için birçok problemi de beraberinde getirdi. Modernleşen ve küreselleşen dünyada, insanlar artık doğup, büyüdükleri coğrafyalarda kalmayıp, çok uzak ve çok farklı coğrafyalara göç ya da seyahat etme imkânına kavuştu. Fakat finans sisteminin değişmesi, küreselleşme ve sömürgeciliğin etkisiyle Dünya’da adaletsiz bir gelir dağılımı da ortaya çıktı ve bu adaletsiz gelir dağılımı, birçok coğrafyada ekonomik ve siyasal nedenlere bağlı büyük göçler yaşanmasına neden oldu. Son üç yüz senede ekonomi ve siyasi sahada çok büyük gelişme kaydeden Avrupalı devletlere, sömürgeciliğin de etkisiyle, çoğunluğu Müslüman olan coğrafyalardan büyük göç akımları başladı. Nitekim bugün Müslümanların yaklaşık üçte biri, gayr-i Müslim ülkelerde yaşamaktadır.[1] Aslında İslam hukukunda yaygın olan görüşe göre, bir Müslümanın, İslam olmayan memleketlere Îlâ-yı Kelimetullâh ve dîn-i Mübîn-i İslam’ı temsil etmek haricinde yerleşmesi caiz görülmemiştir. Ancak ekonomik ve sosyal şartlar ve İslami hükümleri bilmemenin etkisiyle, milyonlarca Müslüman, gayr-i Müslim coğrafyalara göç ettiler. Her ne kadar bu gayr-i Müslim ülkelerde anayasal olarak din ve vicdan özgürlüğü olsa da, Müslümanlar bu ülkelerde birçok dîni ve sosyal problemlerle karşı karşıya kaldılar. Durumu fehme takrip için misal olarak faiz ve kadınlarla tokalaşma meselelerini ele alalım: İslam’da faizin her türlüsü haramdır. Fakat küreselleşen dünya, özellikle gayr-i Müslim ülkelerde câri olan sistem, faiz sistemidir. Bir Müslümanın, bu ülkelerde faize bulaşmadan iş kurması, ya da ev, araba gibi temel ihtiyaçlarını karşılaması hatta cami bile yapması çok zordur. Yani bir yanda bu önemli ihtiyaçlar ve faize bağlı sistem, öbür yanda İslam’ın emir ve yasakları. Diğer bir misal de: nâmahrem olan kadınlarla tokalaşma meselesidir. İslam’da bir erkek ya da kadın, helâli olmayan karşı cinsle değil ten temasında bulunmak, kapalı bir mekânda tek başlarına dahi kalamaz. Fakat gayr-i Müslim ülkelerde tokalaşma bir adet haline gelmiş olup, bunu yapmama çok büyük bir görgüsüzlük, hatta hakaret olarak değerlendirilmektedir. Hatta bazi muhafazakâr batılı ülkelerde ise, tokalaşma âdeti, radikal Müslüman belirleme testi olarak kullanılmaktadır.[2] Yani bir yanda radikal İslamcı damgası ya da görgüsüz yaftası, öbür yanda İslam’ın emir ve yasakları. Avrupalı Müslümanlar bu ve benzeri problemlerle her gün yüzleşmekteler. İşte İslam tarihinde nâdir görülen bu hassas durum için, günümüzde birçok âlim ve münevver zevat, Türkçe’de ‘’ Azınlık Fıkhı’’, Arapça’da “Fıkhü’l-ekalliyât” veya “Fıkhü’l-câliyât”, İngilizce’de ise “Fikh on minorities”, “Fikh for minorities” başlıkları altında bir çözüm yolu aramakta ve fikir üretmektedirler. Biz bu makalemizde, bu meseleye dair muasır âlim ve münevverlerimizin görüş ve önerilerini ortaya koymaya gayret edeceğiz. Makalemizi bu meselede kilit rol oynayan bazı mefhumların tanım ve tarifiyle devam ettirip, muasır âlim ve münevverlerimizin bu mesele hakkındaki görüş ve önerilerini inceleyerek, bitireceğiz.
Fıkıh
Şüphesiz İslam Fıkhının efradını câmi, ağyarını mâni birçok tarif ve tanımı vardır. Fakat biz burada İbn Haldun’un Mukaddime’sinde yer verdiği tarif ile iktifa edeceğiz. “Fıkıh; farz, haram, sünnet, mekruh ve mubah olmaları (vücub, hazr, nedb, kerahet, ibâhe) yönünden mükelleflerin fiillerine dair olan ilahi hükümlerin bilinmesidir. Bu hükümler, kitaptan, sünnetten ve bu hükümlerin bilinmesi için Şârî’ tarafından tespit edilen (icmâ ve kıyas gibi diğer şer’i) delillerden telakki edilir, imdi sözü edilen şer’î delillerden, (şer’i) hükümler çıkarıldı mı, buna fıkıh
(Hukuk
, jurisprudence
) denir
.‘‘[3]
Azınlık Fıkhı
Hâlihazırda mevcut olan geleneksel Fıkhın ve geleneksel fıkıh usulünün
, gayr-i Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların soru ve sorunlarına yeterli gelemeyeceğini düşünen Eski Ezher Şeyhi el-Tantavî[4], Prof. Dr. Taha Cabir El-Alavânî ve Yusuf El-Karadavî gibi Müslüman Münevverlerin ortaya attığı, zaman ve mekân şartlarının kilit rol oynadığı ve modern yaşam tarzının dikkate alındığı, yeni bir fıkıh ve fıkıh sistemi teklifine verilen isimdir.
Dârü’l-harp, Dârü’l-İslam ve Dârüs-Sulhİlk defa müçtehit imamlar döneminde hukukî birer ıstılah olarak ortaya çıkan bu mefhumları kısaca tarif etmek gerekirse, Müslüman olmayan bir devletin hâkimiyeti altındaki topraklara “Dârü’l-harp”, Müslüman olan bir devletin hâkimiyeti altında olup, dini mükellefiyetlerin serbestçe ifa edilebildiği topraklara ise, Dârü’l-İslam denir.[5] “Dârü’l-harp” terkibi her ne kadar ilk bakışta “kendisiyle Dârü’l-İslam arasında savaş halinin mevcut olduğu ülke” mânasını ifade ediyorsa da, İslâm hukuku kaynaklarında “Dârü’l-İslam dışındaki ülkeler” anlamında ve bugünkü “yabancı ülke” tabirinin karşılığı olarak kullanılmıştır.[6] İslâm hukukçularının ülkeleri bu şekilde ikiye ayırmaları ve yabancı ülkeleri Dârü’l-harp şeklinde adlandırmaları konusunda bazı Batılı müelliflerin ileri sürdüğü, Müslümanların gayr-i Müslimlere karşı sürekli savaş hali içinde bulundukları ve dolayısıyla Dârü’l-İslam’ın diğer ülkelerle münasebetinin savaş esasına dayandığı, söz konusu ayırım ve adlandırmanın da bundan kaynaklandığı şeklindeki iddia, gerçeği yansıtmamaktadır.[7] Zira Ortaçağ boyunca milletlerarası münasebetlere hâkim olan tarihî ve siyasî şartlar, bu isimlendirmede başrol oynamıştır. Ayrıca Dârü’l-harp mefhumunun, savaşın henüz meşrû kılınmadığı Mekke dönemine kadar gitmesi, Batılı müelliflerin yukarıda işaret edilen görüşlerinin gerçeği yansıtmadığı hususunda başka bir delil teşkil etmektedir.[8]
Dârü’l-harp’te İslâmî emir ve yasakların uygulanması ve İslâmî hükümlerin değişip, değişmeyeceği mevzusunda farklı görüşler öne sürülmüştür. Hanefîler’e göre Müslümanların Dârü’l-harp’te işledikleri suçlara ceza hukuku hükümleri uygulanmaz.[9] Diğer üç mezhebe göre ise bu konuda Dârü’l-İslam ile Dârü’l-harp arasında fark yoktur. Ancak Hanefilerce cezanın uygulanmaması, suç teşkil eden fiilin mubah olduğu anlamına gelmez. Yani Adam öldürme, hırsızlık, zina ve içki içmek gibi fiiller her yerde haram olmakla birlikte, Islam devletinin hâkimiyet sınırları dışında işlendiğinde, toplum düzenini sağlamak amacıyla konulmuş olan bu dünyevî ceza uygulanmaz.[10]
Müslüman olmayan bir devletin hâkimiyeti altındaki topraklara “Dârü’l-harp” denilmekle birlikte, bu devletler Dârü’l-İslam ile bir anlaşma yapmaları halinde- özel bir statü alarak ‘’Dârüs-Sulh’’ olarak tesmiye edilmektedirler. Bu yerler, sahip oldukları hususiyetlere ve mezheplere göre ‘’Dârulmuvâdea’’, ‘Dârulahd ‘, ‘’Dârüleman’’ ve ‘’Dâruzzimme’’ gibi çeşitli isimlerle tesmiye edilirler. Dünyadaki mevcut duruma bakıldığında, neredeyse bütün gayr-i Müslim ülkelerin ‘’Dârüs-Sulh’’ statüsünde olduğuna hükmedebiliriz. Nitekim Şihâbüddin er-Remlî’nin Endülüs şehirlerinden Aragon’da Hristiyan hâkimiyeti altında yaşayan Müslümanların durumuyla ilgili olarak; onların can ve mal güvenliğine sahip olarak ibadetlerini serbestçe yerine getirmeleri, camilerinin olması ve Hristiyanların onları irtidada zorlamamaları nedeniyle, oranın ne Dârü’l-harp, ne de Dârü’l-İslam olamayacağını ifade etmiştir.[11] İşte iplerin gerildiği, düğümlerin karıştığı nokta ise tam burada: ‘’Dârüs-Sulh’’ olan bu yabancı ülkelerde yaşayan onlarca milyon Müslüman, İslami hükümlerin uygulanması hususunda nasıl bir yol izlemeli? Bu ülkelerdeki kültür, medeniyet algısı ve zihniyet (toplum kabülleri) ile ters düşen islâmî hüküm ve ritüeller ne derece uygulanabilir? Dârü’l-harp’in bir şubesi olması hasebiyle, Dârüs-Sulh sayılan bu ülkelerde, Dârü’l-İslam olan ülkelerde uygulanan geleneksel Fıkıh’tan başka bir Fıkıh anlayışı kabul edilebilir mi? Farklı Coğrafya ve Statüko’ya göre, farklı bir sistem geliştirmek, Füru’da içtihat olur, fakat usulde içtihat olmaz diyen ağırlıklı görüşe ters düşmez mi?
“Fıkhü’l-ekalliyât” tartışmaları
Fıkhın nazariyatta bırakılıp, fiiliyattan uzaklaştırılması, İslam’ı yeni siyasî, sosyal ve ekonomik konjonktüre uydurma gayretleri ve modern medeniyet karşısında gönüllü olarak kabullenilmiş ‘’aşağılık duygusu’’, ve geleneksel Fıkıh ve Fıkıh usulünün mevcut durumu meşru görmeme tehlikesi, özellikle Fıkıh alanında farklı usûl yaklaşımlarına ve tekliflerine sebep olmuştur ve olmaktadır. Mevcut İslami yapıda etkili olan üç genel akım ile irtibatlı olarak, ‘’
’’ sahasında da üç farklı akım göze çarpmaktadır. Biz burada, geneldeki üç akıma kısaca değinip, konumuz olan ‘’Fıkhü’l-ekalliyât’’ sahasındaki üç farklı akımı incelemeye çalışacağız.
Geneldeki üç akımdan ilki; son zamanlarda meşhur olup, hızla yayılan ‘’Kur’an Müslümanlığı’’ akımıdır. Bu akım, dört temel esastan Kitap ve Kıyasa sıkıca sarılıp, sünnet ve İcmâ-yı Ulema’yı devre dışarı bırakarak, ‘’indirilen din ve uydurulan din’’ vurgusu yapmak suretiyle, geleneksel Din ve Fıkıh anlayışına karşı bayrak açarak, pozitivist ve seküler modern konjonktüre uygun, yeni bir din anlayışını temsil etmektedir. Bu yeni din tasavvuru, geleneksel Mecralar tarafından; ‘’Katolisizmi olmayan İslam’ın, Protestan’ca okunuşu’’ olarak değerlendirilmekte olup[12], modern akademik metotlar bahane edilerek, ‘’ıslah etme’’ kisvesi altında yapılan din tahribi olarak değerlendirilmektedir.[13]
İkinci akım olarak da, zamanla değişime uğramış ve homojen bir yapıya sahip olmayan ‘’selefi/vahhabi’’ zihniyetidir. Hâlihazırdaki İslam din tasavvurunu ıslah ederek, İslam’ı hicri ilk üç asırda yaşayan ‘’Selefler’’ gibi yaşamak isteyen ve bu Selef döneminden sonra ortaya çıkmış her şeye bid’at nazarıyla bakıp, mücadele eden ve çok farklı düşünce tarzlarını barındıran homojen olmayan bir akımdır. Bu farklı görüşleri bir arada tutan akımın üç karakteristik hususiyeti vardır:
1- Müfritâne bir metincilik ve nassları zâhirine göre yorumlayan bir anlayış.
2- Kendilerini tek hak fırka olarak kabul edip, kendileri dışındakilere karşı dışlamacı bir tavır sergilemeleri.
3- Akvâl ve ahvâllerindeki bâriz ‘’saldırganlık’’ ve ‘’kabalık’’.
Üçüncü ve en yaygın akım ise, son zamanlarda yeniden toparlanmaya çalışan Ehl-i Sünnet omurgadır. Yukarıda bahsi geçen iki azınlık grubun, modern iletişim ve haberleşme araçlarını aktif olarak kullanarak etki ve hareket sahalarını genişletmeleri üzerine, geleneksel Müslümanlar dediğimiz ana Müslüman omurga da harekete geçti. Modern dünyanın yeni sorunlarına, İslam’ın esaslarından taviz vermeden çözüm bulma gayretiyle ve her geçen gün bilinçsiz gençleri bünyesine katarak büyüyen Vahhabi/Selefi akımı durdurma arzusu ile ana omurgada yeniden bir hareketlenme gözlenmektedir.[14]
İşte bu üç ana akım arasındaki çatışmayı, konumuz olan “Fıkhü’l-ekalliyât” tartışmalarında da görmek mümkündür. Bu bölümde sırayla, “Fıkhü’l-ekalliyât” tartışmalarında -yukarıda zikredilen üç akımdan etkilenen- üç farklı akımın temsil ettikleri görüşleri aktaracağız.
İlk akım, Taha Cabir El-Alavâni gibi liberal/reformist bir çerçeve çizip[15], farklı zamanlarda farklı fıkhi hükümler içtihat edilmesinin gerekliliğini savunan, daha çok entelektüel çevrenin benimsediği bir görüştür. Bu görüşe göre; Müslüman azınlıkların problemleri, yeni bir içtihat yöntemi (yeni bir Fıkıh Usulü) geliştirilmeden, bazı durumlara göz yummadan (taviz vermeden) ve geleneksel Fıkıh aşılmadan çözüme kavuşturulamaz.[16] Zira onlara göre eski Fakihlerimizin yaşadığı Dünya ile bizim yaşadığımız Dünya karşılaştırılamaz. Eski Dünya’nın Fakihleri, her açıdan farklı birçok toplumun, tek bir toplum olarak bir arada yaşadığı, Dünyanın adeta küçük bir köye dönüştüğü, iletişim ve ulaşım alanındaki muazzam yeniliklerin yaşandığı modern Dünya’da yaşayan Müslümanların dertlerine deva olacak merhemlere sahip değildirler ne yazık ki. Güncel sorunlar, artık mâzinin derin derelerinde kalmış eski fetvalara başvurularak çözülemez.
Bu akımın öncülüğünü yapan Taha Cabir El-Alavâni’nin ‘’ Azınlık Fıkhına Giriş (Temellendirici Bazı Mülahazalar)’’ isimli makalesini inceleyerek, bu akımın karakteristik bazı özelliklerini sergilemeye çalışacağız.
1. “Azınlık fıkhı”, şer’î hükmün, cemaatin koşulları ve yaşadığı mekân ile irtibatını göz önünde bulunduran özel bir fıkıh türüdür. Bu Fıkıh, normalde caiz olmayan durumların, farklı mekân ve zamanlarda mübah olabileceği, sınırlı bir cemaate has bir fıkıhtır.[17]
2. Bu özel Fıkıhta, Müftü, fetva verirken, İslam’ın uzak mesafelere yayılma ve yerleşme gayelerini gözetmeli ve yeni siyasi, sosyal ve ekonomik değişikleri göz önüne almalıdır.[18]
3. Teorik Fıkıh, pratikteki vakıalarla test edilmelidir. Fetva ile Vakıa arasında sıkı bir ilişki vardır. Fetva sağlam ve sahih metodolojik kurallara uygun olarak ortaya konulduğu takdirde, netice de müspet olur. Dolayısıyla vakıa bize fetvanın uygun olup olmadığını gösterebilecek bir laboratuvar niteliğindedir.[19]
4. Müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’in esaslarına göre hareket etmelidirler. İşte Kur’an da der ki, yeryüzü Allah’ındır ve İslam da O’nun dinidir. Dolayısıyla hâlihazırdaki bütün ülkeler ya fiilen ya da potansiyel olarak Dârü’l-İslam’dır. İnsanlık da bütünüyle İslam ümmetidir. Bu dine boyun eğmişse “din ümmeti”, inanmamışsa “davet ümmeti’’dir.[20] Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz.”[21] Bu “hayırlılık” ile “insanlar için çıkarılmış olma” gibi iki özelliği taşıyan bir ümmetin belirli bir yerle sınırlı kalması, belirli bir mekâna mahsus olması, mümkün değildir, aksine onun bütün insanlara gitmesi, Allah’ın mesajını bütün dünyaya tebliğ etmesi gerektir. Bu nokta bilindikten sonra, coğrafi anlamlarıyla “dârü’l-İslâm” – “dârü’l-küfr” gibi söylemler, bir çeşit zorlama ve Risâlet ufkunu daraltmadan ibaret kalmaktadır.[22] Ayrıca bu tabirler, vahiy döneminde mevcut olmayan, tarihsel fıkhî terimlerdir.[23] Dolayısıyla İslam’ın coğrafi sınırları yoktur. Dârü’l-İslam da Müslümanın dini konusunda güvende olduğu her yerdir; bu gayrimüslim çoğunluk içinde yaşasa bile böyledir. Dârü’l Küfr ise Müminin dini konusunda güvende olmadığı her yerdir; bu yerde yaşayanların tümü İslam akidesine ve medeniyetine mensup olsa bile durum değişmez.[24]
5. Geleneksel Fıkhın, çağdaş Müslümanın ve gayr-i Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların sorunlarına, ‘’Zaruretler’’ ve ‘’Nevâzil (münferit yeni hadiseler)’’ usulü mantığı ile cevap vermeye çalışması yetersizdir. Müslümanların çağdaş sorunlarının, zaman ve zeminin muktezasına ve bunların sosyal neticelerine bakılmadan, mâzinin derin derelerinde kalmış meselelerle kıyas ederek, çözülmeye çalışılması, Müslümanları çıkmaz sokağa itmektir.[25]
6. Geleneksel Fıkıh, güncel meselelerde fetva ya da hüküm kaynağı olamaz. Zira eski Fukaha, yaşamadıkları problemler ve akıllarına gelmeyen hadiseler için bir cevaba sahip değildirler ve bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Geleneksel Fıkhın, eski durumlara verilmiş eski fetvalardan ibaret olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak Hüküm verirken bunlardan yararlanmak, metodolojik karakterini ortaya çıkarıp, uygun olanlara hüküm bina etmek mümkündür. Eski Fukahanın görüşleri arasında hâlihazır duruma uygun ve dinin özüne yakın bir hüküm bulunursa, ümmetin nesilleri arasındaki bağlantıyı ve sürekliliği pekiştirmek için ondan yararlanılır. Ancak bu, şer’î nas düzeyine çıkarılmamalı veya araştırılan güncel meselede fetva kabul edilmemelidir.[26]
6. Allah Teâlâ’nın mümin kullarını överken, onların temel özellikleri hakkında şöyle buyurur “(…) Ancak inananlar, iyi işler yapanlar ve kendilerine zulmedildikten sonra (rakiplerine) üstün gelenler böyle değildir (…)”[27] “(Onlar) Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman üstün gelmeye çalışırlar.”[28] İşte bu iki Ayet-i Kerime, Müslümanları içinde bulundukları toplum ile pozitif bir ilişki içinde olmaya ve haklarını savunup, üstün olmaya çağırmaktadır. Yani topluma pozitif katılım ve mazlumların hakkını savunmak için, dinin temel esaslarına ve inancın özüne taalluk etmeyen bazı göz yummalara (dinden taviz vermelere) katlanmak gerekirse, inşaAllah bu, bağışlanabilir bir durum olacaktır. Çünkü bu olmadan umut edilen büyük hayrın gerçekleşmesi mümkün değildir.[29]
Taha Cabir El-Alavâni’nin önderliğindeki bu ilk akımın temsil ettiği görüşlerden bahsettikten sonra, şimdi ikinci akım olan Selefi/Vahhabi bakış açısını, Müslümanlar içinde küçük bir azınlığı temsil ettiğinden ve “Fıkhü’l-ekalliyât” tartışmalarında fazla varlık gösteremediğinden kısa ve öz bir şekilde ele alacağız.
Bu akımın düşünce tarzı biraz daha basit olmasına rağmen, zaman içinde çok farklı düşünce grupları ortaya çıkarmasından dolayı bir o kadar da karmaşıktır. Genel olarak onlar, İslam’ın Kitap, Sünnet, Sahabe ve tabiin sözlerinden hareketle anlaşılması gerektiğini, bunların dışındaki şahsi rey ve akli istidlallerin mecbur kalmadıkça kullanılmayacağını savunan Ehl-i Hadis ekolünü benimsediklerinden, “Fıkhü’l-ekalliyât” meselesinde muhafazakâr ve yeniliklere kapalı bir tavır sergilemektedirler.[30] Ayrıca bazı gruplar, nassların sadece zahirlerine bakıp, ona göre hüküm veriyorlar ve hükümlerinde mezhep imamlarının içtihatlarına ya da nakillerine değil de, doğrudan Kitap ve Sünnete dayanıyorlar.[31] Zira onlara göre, herhangi bir müçtehidin bir meseledeki içtihadının delili bilinmedikçe, onu taklit doğru değildir.[32] Onlar nas merkezli ve nakle dayalı bir fıkıh anlayışı benimsemişler, kıyası son çare olarak görmüşlerdir. Hatta Mürsel ve zayıf hadisleri kıyasa tercih ederler. Yani eğer bir meselede fıkhi bir hüküm çıkarılacaksa, önce nassa, nassta yoksa sahabe fetvalarına, onda da yoksa Mürsel ve zayıf hadislere başvurulur, onlarda da bir şey bulunmazsa, ya Ahmed İbn Hanbel’in, ’’eşyada aslolan ibahadır’’ fetvasına göre, mübah kabul ederler ya da Kıyas’a giderler.
Üçüncü ve en büyük akım ise, geleneksel İslami ilimler çizgisini takip eden ve kendisini bu çizginin mirasçısı ve muhafızı olarak gören, özellikle ilk akım olan, liberal/reformist İslam anlayışına şiddetle karşı çıkan gruptur. Biz bu makalemizde Doç. Dr. Ebubekir Sifil, Dr. İhsan Şenocak ve Molla Muhammet Zakir Çetin gibi zâtları bu akımın önde gelen temsilcileri olarak kabul edip, onların yazı ve sözlerini referans alacağız. Bu akımın temsil ettiği Azınlık Fıkhı anlayışı ve liberal/reformist İslam anlayışına yönelttiği eleştiriler şöyledir.
1. Fıkıh, Kelâm-ı İlâhî, Akvâl-i ve Ahvâl-i Nebî rehberliğinde Murad-ı İlâhiye göre yaşanılan bir hayatın el kitabıdır. Nefsin isteklerini ve hâlihazırda rabt olunmuş mevcut sistemi meşrulaştırma ya da dini hüküm ve sorumlulukları kolaylaştırma aracı değildir. Bunu İmam Şâtibî de El-Muvakat isimli eserinde şöyle vurgulamıştır: ‘’Şer’an celb edilmek istenen maslahatlar ve def edilmek istenen mefsedetler, sadece ahiret hayatına yönelik bir dünya hayatının gereklerini temin için dikkate alınmakta, sırf nefislerin arzu ve istekleri doğrultusunda celb ya da def’leri istenilmemektedir.’’[33] Bunun anlamı şudur: Müslüman, hayatı “olgudan nassa doğru” değil, “nasstan olguya doğru” yaşar. Yani olguyu esas alıp, nassı ona göre yorumlamaz; nassı esas alıp, olguyu ona göre şekillendirmeye çalışır.[34] İşte bugün gayr-i Müslim ülkelerde azınlık olarak yaşayan Müslümanlar, ekonomik kaygı ve umutlarla bu ülkelere gittiler ve oraları vatan edindiler. Bunu yaparken de, İslam Fıkhına danışmadılar. Şimdi ise, karşılaşılan sorunları çözmek ve yaşadıkları hayattaki helal kategorisine girmesi muhtemel olmayan durumları meşrulaştırmak için geleneksel Fıkha başvurduklarında, geleneksel Fıkhın arzu ettikleri cevabı vermediğini gördüler. İşte bütün bunlardan dolayı yeni bir Fıkıh anlayışı ve usulü yani bir ‘’Fıkhü’l-ekalliyât’’ paradigmasını ortaya attılar. Yoksa, 1400 senelik bir birikime sahip olan ve esasları, zaman ve mekân üstü olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’ye dayanan İslam Fıkhı ve usulü, günümüzdeki ve gelecekteki bütün sorunlara çözüm üretebilecek bir usule ve sisteme haizdir.
Gayrimüslim ülkelerde azınlık durumunda bulunan Müslümanlar, mevcut fıkhi hükümlerin onaylamadığı durumlarla karşı karşıya geldiklerinde, önce o durumun meşruiyetini sorgulamalıdır. Meşru ise mesele yoktur. Değilse onu meşru kabul edecek farklı bakış açıları arayışına girmek yerine, o gayrimeşruluğu ortadan kaldırmanın yollarını aramaları gerektir. Bu da olmazsa o durum “özür/mazeret” hükümleri çerçevesinde değerlendirilir. Ama unutmamalıdır ki, özür/mazeret durumu genelleştirilemez ve asıl/normal hükümlerin yerine ikame edilemez.[35] Müslüman hayatını dinine uydurmaya çalışmalı, dinini hayatına uydurmaya değil.
2. Gayr-i Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların hayatlarını kolaylaştırmak ve sorunlarını çözmek için kolaylaştırıcı hükümlere, geçici ruhsatlara ve istisna durumlara cevaz verirken, bir yandan da hayatı zorlaştıran bu problemleri kökten çözmeye gayret etmek gerektir. Mesela, Avrupa’da Yahudiler Müslümanlara nispeten, kemiyyeten çok zayıf bir dini cemaat olmalarına rağmen, şoksuz hayvan kesimi izni alabilmişlerdir. Avrupa’da yaşayan Müslümanların da, mücadele ederek aynı izni almaya çalışmaları gerekir iken, Fıkh’ul Ekalliyât şemsiyesi altına girerek, zaruret, istisna ve ruhsat kartlarını öne sürmek suretiyle, şokla hayvan kesimini dinen caiz olarak gösterme gayretinde olmaları, bu yeni Fıkıh anlayışının nelere yol açabileceğini gayet açık bir şekilde bizlere göstermektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Özellikle şu unutulmamalıdır ki, insan fıtraten kolaylığa ve aceleciliğe meyillidir. Bu Fıkıh anlayışı hâkim olduğu takdirde, Müslümanlar dinlerini açıkça zahir etmek ve gereklerini yaşamak noktasında, kolaya kaçmak ve ruhsata sığınmak suretiyle, mücadele ruhunu kaybederek, atalete düşmeleri kuvvetle muhtemeldir. Ayrıca bu geçici ruhsatlar, “hafifletilmiş” hükümler ve “seyreltilmiş” mükellefiyetler alışkanlık yapıp, istisnalar kaide haline dönüşerek, sonunda gayr-i Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların içinde bulundukları bu “geçici durum”, kökten çözülmediği için, kalıcı bir hale dönüşür.[36] İşte bütün bunlardan mütevellid denilebilir ki, gayr-i Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar, İslam’ın emir ve yasaklarına uygun düşme olasılığı çok düşük bir durumla karşılaştıklarında, hemen bu durumu Fıkhü’l-ekalliyât çerçevesine sokup, meşrulaştırmak yerine, bu durumu kökten halletmeyi hedeflerine koymalılar ve bu hususta azami gayret sarf etmelidirler. Aksi takdirde, dini yaşantıyı sulandırmak, farklı bir ‘’Avrupa İslam’ına göre yaşamak ve sonunda diğer semavi dinlerin içinde bulundukları duruma düşme tehlikesi vardır.
3. İşte bu gayr-i Müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların sorunlarını çözebilecek yeni bir Fıkıh usulü olarak takdim edilen bu yeni paradigma, fıkhi bir problem değil, Fıkhın kendisini sorgulayan külli bir problemdir, hatta yeni bir din tasavvurudur.[37] Onlar Kur’an ve Sünneti esas aldıkları iddiasındadırlar ancak yeri geldiğinde, mevcut mezhepler bizi anlayamıyorlar, eski Fukaha bu zamanı görememiş, artık mezheplerin ötesine geçmek ve geleneksel Fıkhı aşmak lazımdır diyerek[38], mezhepleri parantez içine alıyorlar. Esasları, zaman ve mekân üstü olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye’den alınan ve 1400 senelik bir birikime sahip olan geleneksel İslam Fıkhı ve usulünü tarihselci bir bakış açısıyla tamamen beşeri bir sistem olarak görüp, dini toplumsal külliyetten çıkarıp, ferdî yaşanan bir düzeye indirmektedirler.
4- Gayr-i Müslim ülkelerdeki kültür algısı, zihniyet ve toplumsal kabul ile ters düşen durumlarda, bu ülkelerde yaşayan Müslümanlar şöyle bir yol izleyebilirler. Evvela, bu durumu bir an önce ortadan kaldırmak için ya da alternatif bir yol bulmak için gerekli çalışmalar başlatılmalı. (Bu Lobi faaliyetleri, durumu kınayan Protestolar vb. olabilir.) Daha sonra mezkûr duruma benzeyen bir vâkıa ile alakalı geleneksel Fıkıh’ta bir hüküm var mı, son asırlardaki muteber Fukahamız bu duruma ilişkin yeni bir içtihat yapmış mı, araştırılmalı. Eğer bunlardan da bir sonuç alınamazsa ve mezkûr durum hala çözülememiş, başka alternatif bir çare de bulunamamış ise, zamanın Fıkıh uzmanlarının oluşturduğu bir heyet, geçici ruhsatlar ve zaruri istisnalar çerçevesinde, “özür/mazeret” durumuyla, mukteza-yı hâle münasib bir şekilde bir içtihatta bulunabilirler. Fakat burada -yukarıda da vurgulandığı gibi- sorunun bir an önce ortadan kaldırılmasına odaklanılmalı ve ruhsatların ve istisnaların geçici olduğu unutulmamalıdır.
Netice
Bu yazımızda son yıllarda en çok tartışılan dini mevzulardan biri olan “Fıkhü’l-ekalliyât” meselesi üzerine serdedilen farklı görüş ve fikirleri incelemeye çalıştık. Bu mesele hakkında temsil edilen reformist/liberal kanat, Selefi/vahhabi grubu ve geleneksel İslam Fıkhını müdafaa edenler olmak üzere üç farklı ana görüş olduğunu ve bunların karakteristik özelliklerini incelemeye gayret ettik. Selefi/Vahhabi zihniyetli grupların muhafazakâr, yenilik ve değişimleri görmezden gelen, metinci ve taklitçi bir tavır takınmalarına karşın, reformist/liberal kanadın tam tersi bir portre çizdiğini gördük. Bu iki grubun çalışmaları karşısında, geleneksel Fıkıh ve Fıkıh usulünü savunan ana omurganın da, atağa geçip, güncel sorunlara çözüm aramaya başladıklarını ve -onlara göre- ‘’ifrat’’ ve ‘’tefrit’’ içinde boğulan bu iki grubu durdurma ve ıslah etme çalışmalarına başladıklarını tespit ettik. Resmin tamamına bakıldığında ise, bu süregelen “Fıkhü’l-ekalliyât” tartışmalarının bir süre daha gündemin ilk sıralarını işgal edeceğini ve uzun süre nihai bir çözüme kavuşturulamayacağını fakat bu tartışmaların İslam Fıkhında bir tazelenme ve Müslümanların yeniden uyanmalarına vasıta olacağını görüyor ve ümit ediyoruz.
Muhammet Ali ARSLANOsnabrück Üniversitesi, İslam İlahiyatı.
Eidesstattliche Erklärung
„Hiermit versichere ich, Muhammet Ali ARSLAN, dass ich diese Arbeit selbstständig verfasst und keine anderen als dieangegebenen Quellen und Hilfsmittel benutzt habe.
Wörtlich wiedergegebene Textstellen,auch Einzelsätze und Teile davon, sind als Zitate kenntlich gemacht.“
Osnabrück, 29.09.2016 ———————
(Unterschrift)
Literaturverzeichnis1. Prof. Dr. Muhammad Khalid MASUD, Islamic Law and Muslim Minorities,
ISIM Newsletter 2002.
[1] Muhammad Khalid MASUD, Islamic Law and Muslim Minorities, ISIM Newsletter 2002, S. 17.
[2]http://www.wienxtra.at/fileadmin/web/ifp/pdf/ABLG_Abschlussarbeiten/Abschlussarbeit_Anna_Lena_Schlatter_Endfassung_Dezember.pdf, (Letzter Abruf am 09.09.2016.)
[3] Ibn Khaldun, Çev. Süleyman ULUDAG, Mukaddime 2, Dergah Yayinlari, Istanbul 2009, S.802.
[4] Hayrettin KARAMAN, Tantâvî’nin Fetvası, http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/4/0555.htm (Letzter Abruf am 24.09.2016.)
[5] TDV İslam Ansiklopedisi, cilt 08, sayfa 536.
[6] A.g.e. sayfa 536.
[7] A.g.e. sayfa 536.
[8] A.g.e. Sayfa 537.
[9] A.g.e. Sayfa 537.
[10] A.g.e. Sayfa 537.
[11] Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 43 (2012/2), S. 57-58.
[12] Dr. İhsan ŞENOCAK, Katolisizmi olmayan İslam’ın, Protestanca okunuşu Kur’an-ı Kerim Müdafaası, Hüküm Yayınları, İstanbul 2013, S. 43-49.
[13] Dr. İhsan ŞENOCAK, a.g.e., S. 230-243.
[14] Dr. Ebubekir SİFİL, İslami Bilincin İhyası, Rıhle Kitap, İstanbul 2013, S. 224-226.
[15] Hadia Mubarak, Taha Jabir Alawani: A Pioneer of islamic reform, İslamic Horizont, Mai/June 2016, S. 9.
[16] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, Azınlık Fıkhına Giriş (Temellendirici Bazı Mülahazalar), Usul Dergisi, Sayı 1, S. 141.
[17] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, Azınlık Fıkhına Giriş (Temellendirici Bazı Mülahazalar), Usul Dergisi, Sayı 1, S. 139.
[18] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 139.
[19] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 146.
[20] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 145.
[21] Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Çev. Süleyman Ateş, Âl-i İmrân 3/110.
[22] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 151.
[23] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 157.
[24] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 152.
[25] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 140-141.
[26] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 146.
[27] Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Çev. Süleyman Ateş, Eş-Şuarâ 26/227.
[28] Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Çev. Süleyman Ateş, Eş-Şûrâ 42/39.
[29] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, a.g.e. S. 153.
[30] Salih AYDIN, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, Plural Publication, Köln 2014, S. 29.
[31] Yusuf Ziya YÖRÜKAN, Vehhabilik, AÜİFD, sy. 1, Ankara 1953, S. 53.
[32] Yusuf Ziya YÖRÜKAN, a.g.e., S. 53.
[33] Salim ÖĞÜT, İmam Şatibi’ye göre Mesalih-i Mürsele ve Bid’at arasındaki farklar, Çorum İlahiyat Fakultesi Dergisi, 2002/2, S. 26.
[34] Ebubekir SİFİL, http://www.islamiq.de/2015/04/09/ist-ein-islamisches-minderheitenrecht-ueberhaupt-legitim/ (Letzter Abruf am 19.09.2016.)
[35] Ebubekir SİFİL, http://www.islamiq.de/2015/04/09/ist-ein-islamisches-minderheitenrecht-ueberhaupt-legitim/ (Letzter Abruf am 20.09.2016.)
[36] Ebubekir SİFİL, http://www.perspektif.eu/ebubekir-sifil-azinlik-fikhi-mevcut-duruma-mesruiyet-kilifi-giydirme-cabasidir/ (Letzter Abruf am 02.08.2016.)
[37] Taha Hakan ALP, Ebubekir SİFİL, İlm-i Hal (TV Programı) Gayri-müslim Ülkelerde Yaşayan Müslümanların Fıkhi Meseleleri, İstanbul,13.07.2012.
[38] Tâhâ Cabir el-ALVÂNÎ, Çev. H. Mehmet GÜNAY, Azınlık Fıkhına Giriş (Temellendirici Bazı Mülahazalar), Usul Dergisi, Sayı 1, S. 141.