KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Letaif nedir İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Empty
MesajKonu: Letaif nedir İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları    Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Icon_minitimeSalı Şub. 22, 2022 4:08 pm

https://sorularlaislamiyet.com/insana-dercedilen-letaifler-nelerdir-letaif-i-asere-nedir

Risale-i Nur Külliyatı’nda insanda çok latifeler olduğuna işaret edilerek bunlardan on tanesinin şöhret kazandığı belirtilir. Konunun devamında bunların

“Kalb,
 ruh,

sır,
 vicdan,

âsab,

his,

akıl, hafıza

hevâ,

kuvve-i şeheviye,

kuvve-i gadabiye” olabileceği nazara verilir.

****
https://risale.online/soru-cevap/sirr-ve-latife-i-rabbaniye



Cenabı Hak insana bir çok latife vermiştir. 

"Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a'malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder." (Lem'alar)

Sizin sorunuz farklı şekillerde anlaşılabilir.

1.  Anlatılan iki şeyden birisi letaif-i aşerede sayılan belki kalb gibi bir latife olan sırr dır. Latife-i Rabbaniye ise kalb veya ruhtan ayrı bir latife olabilir.

"Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir." (Sözler) Buradan latife-i rabbaniye kalb ve ruhtan ayrı olduğu anlaşılabilir.

"Letaif-i Aşere; İmam-ı Rabbanî kalb, ruh, sırr, hafî, ahfâ, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir latife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükema ve ülema-i zahirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.

Hattâ avam ve havas beyninde tearüf etmiş olan insanın letaif-i aşeresi, ehl-i tarîkın letaif-i aşeresiyle münasebetdardır. Meselâ vicdan, a'sab, hiss, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaiften başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku' gibi çok letaif var. (Barla Lahikası, Lemalar)
"Saika" ve "şaika" hissine insan ve hayvandan misal verir misiniz?
"Saika" ve "şaika" hissine insan ve hayvandan misal
Cevap
Değerli Kardeşimiz;
İnsandaki sır denilen şey; daha çok mahiyeti bilinmeyen duygular ve latifelerdir. Birçok his ve duygunun varlığı hissedildiği halde mahiyeti bilinmiyor. İnsan, en câmi’ ve en mükemmel bir varlık olduğu için, nice hisler, latifeler ve duygularla teçhiz edilmiştir; en yüksek hayat mertebesine mazhar olmuştur. Allah kendi isim ve sıfatlarını tanıtmak için insana bu isim ve sıfatları tartıp tanıyacak harika cihazlar, emsalsiz duygular ve mükemmel latifeler vermiştir.

İşin mütehassısları bu duygu ve latifeleri ana hatları ile tesbit ve tayin etmişlerdir. Burada bunlardan herkesin rahatlıkla bilebildiği zahirî ve batınî hislerin yanında, bir de bilinmeyen hisler ve duygulara işaret ediliyor. Üstad Hazretleri bunlardan iki tanesinin saika ve şaika olduğunu ifade ediyor.

Saika: Şuuru olmaksızın bir şeye sevk olunmaktır. Buna sevk-i İlahî de denir. İnkârcı filozoflar buna “sevk-i tabiî veya içgüdü” adını veriyorlar.

Mesela arının mükemmel ve hikmetli vazifeleri görmesi sevk-i İlahî olan saikaya güzel bir misaldir. Yani Allah arıya ne yapacağını saika duygusu ile talim ediyor ve onu bu duygu vasıtası ile yönlendiriyor. Yoksa aklı ve şuuru olmayan arının, o hikmetli ve mükemmel vazifeleri kendi başına görmesi ya da kör ve sağır tabiatın sevki ile yapması mümkün değildir.

Şaika: Canlılardaki şevk duygusudur. Allah, mahlûkatına yapacağı vazifeleri saika ile bildirirken, o vazifelere karşı istek ve arzuyu da şaika duygusu ile takviye ve te’yid ediyor.

Elbette bu saika ve şaika duyguları, her canlıda aynı derecede görünmez. İnsanlarda daha câmi’ ve daha mükemmeldir. İnsanın içinde lezzet ve ücret bulunan işleri severek ve isteyerek, hatta taaşşuk derecesinde yapması şaikadır.

Arı saika ve şaika duyguları sayesinde gider, çiçeği bulur, onunla münasebet kurar, ona bir şeyler verir, ondan bir şeyler alır. Arıya bunları yaptıran hayat nimetidir, onu da sevk ve idare eden saika ve şaika duygusudur.
2. Latife-i Rabbaniye kalb veya ruh olabilir.

Beidüzzaman hazretleri şu ifadelerinde kalb olduğunu söylüyor. 

"Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir." (İşarat-ül İ'caz)

"Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez..."(Muhakemat)

"Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latife-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca' etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za'fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir." (Muhakemat)

Aşağıdaki ifadesinde ise ruha latife-i Rabbaniye diyor.

"Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz." (Sözler)

3. Değişik yerlerde farklı manalarda geçtiği için her yerdeki anlamı farklı da olabilir.

"Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder." (Hutbe-i Şamiye )

"Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor, masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm'in emrine muti' olan o sultanına itaat et, kurtul!.." (Lem'alar) Buradaki latife "Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur." (Ra'd, 28) sırrıyla kalptir.







https://sorularlaislamiyet.com/letaif-i-asere-nedir-nelerden-olusur-kalp-ruh-sir-hafa-hafiza-bes-duyu-neden-farkli-kaynaklarda

Letaif-i Aşere nedir; nelerden oluşur (kalp, ruh, sır, hafa, hafıza, beş duyu,..)? Neden farklı kaynaklarda farklı farklı isimlendiriliyor? Bunların tanımları nelerdir?

Ayet ve hadislerde doğrudan kalbin mertebelerini ifade eden bir bilgi bulunmamakla birlikte ayet ve hadislerde geçen kalbin niteliğine dair ifadeler tasavvuf ehli tarafından yorumlanmıştır. Kalbin çeşitli mertebelerinden, bu mertebelerden her birinin nitelik ve hükümlerinden bahseden mutasavvıflar böyle bir ayırım yaparken âyet ve hadislerden esinlenmişlerdir. Müminlerin kalblerinin ihlâs, amel, ibadet ve yeteneklerine göre farklı mertebelerde olduğunu söyleyen mutasavvıflar bunlara atvâr-ı dil veya atvâr-ı seb‘a adını vermişlerdir. Nakşibendiyye’de ise letâif-i hamse denilen bu tavırlar kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ olarak sıralanmaktadır.
İnsanda bulunan çeşitli latifelerden on tanesi değişik tasniflerle zikredilmektedir. Bir kısım âlimler beş duyu ile birlikte ayrıca; kalb, ruh, sır, hafi ve ahfa diye beş latifeyi de ilave etmek suretiyle ona tamamlamışlardır.
Aynı şekilde Bediüzzaman Said Nursi de bu on latifeyi şu şekilde saymaktadır: Vicdan, asab, his, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye, kalb, ruh ve sır.





Alıntı :
“Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Refet Bey"

"Mektubunda letâif-i aşereyi sual ediyorsun. Şimdi tarikati ders vermek zamanında olmadığımdan, tarik-i Nakşî muhakkiklerinin letâif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcut mesaili nakil değildir. Gücenme, tafsilât veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki:"

"Letâif-i aşere, İmam-ı Rabbânî kalb, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye tâbir ederek, seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir."

"Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letâif var; onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ ve ulemâ-yı zahirî dahi, o letâif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına diye, o letâif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar."

"Hattâ avâm ve havas beyninde teâruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi, kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letâif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablelvuku gibi çok letâif var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur. Vaktim de kısa olduğundan, kısa kesmeye mecbur oldum.”
(Barla Lahikası, 270. Mektup, s.347)







Bediüzzaman, İmamı Rabbani'ye dayanarak şu on latifeyi nazara verir:

1. Kalp
2. Ruh
3. Sır
4. Hafi
5. Ahfa
6. Heva
7. Anasır-ı Erbaa
[1. Nur (Akıl ), 2. Hava (İrade), 3. Su (Rahmet), 4. Toprak (Hıfz ve Himaye)]
Bu dört unsurdan da bunlara münasip ve mümasil, insandaki mahiyet ve özelliklere işaret edilmiştir.



Şu dört unsurdan da bunlara münasip ve mümasil, insandaki mahiyet ve özelliklere işaret edilmiştir:
1. Nur (Akıl )
2. Hava (İrade)
3. Su (Rahmet)
4. Toprak (Hıfz ve Himaye)
(1) bk. Barla Lahikası, 170. Mektup.



https://sorularlarisale.com/insanda-bazi-letaif-var-ki-teklif-altina-giremez-o-latife-hakim-oldugu-vakit-tekalif-i-seriyeye-muhalefetiyle-mesul
"İnsanda bazı letaif var ki, teklif altına giremez; o latife hâkim olduğu vakit, tekâlif-i şer´iyeye muhalefetiyle mes´ul tutulmaz; ve madem insanda bazı letaif var ki, teklif altına girmediği gibi ihtiyar..." Bu latifeler hakkında bilgi verir misiniz?


Üstad Hazretleri burada "teklif altına girmeyen latifenin mahiyeti" hakkında bir malumat vermiyor, sadece bir sıfatı ve hususiyetinden bahsediyor. Bu latife kalp ve aklın tasarrufunun haricinde bir latife olduğu anlaşılıyor. İnsan mahiyetinde hayat ile kaynayan binlerce hissiyat ve latifeler olduğu için, hepsinin mahiyet ve keyfiyetini beyan etmek çok zordur. Bu binlerce hissiyat ve latifelerden ancak temel bazı hissiyat ve latifeler sınıflandırılmıştır. Bunlar da herkesçe bilinen zahir ve batın hissiyatlardır.
Üstad Hazretleri bu hissiyatlar hakkında şu izahatı yapıyor:
Alıntı :
"Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re'fet Bey,
"Mektubunda Letâif-i Aşereyi sual ediyorsun. Şimdi tarikatı ders vermek zamanında olmadığımdan, tarîk-i Nakşî muhakkiklerinin Letâif-i Aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise istihrac-ı esrar olduğundan, mevcud mesâili nakil değildir. Gücenme, tafsilat veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki; Letâif-i Aşere; İmam-ı Rabbanî: kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ, insanda anâsır-ı erbaanın her bir unsurdan o unsura münasip bir lâtife-i insaniye tâbir ederek seyr-i sülûkta her mertebede bir lâtifenin terakkiyatı ve ahvâlinden icmâlen bahsetmiştir."
"Ben kendimce görüyorum ki, insanın mâhiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letâif var, onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükemâ ve ulemâ-yı zâhirî dahi, o Letâif-i Aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zâhirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o Letâif-i Aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hattâ avam ve havas beyninde taaruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikın letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Meselâ, vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi; kalp, ruh ve sırra ilâve edilse Letâif-i Aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablel'l-vuku gibi çok letâif var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa, çok uzun olur, vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum."(1)
Teklif altına girmemek manası, şehvetten ziyade, insanlığın fıtraten günah işlemeye müsait olma halidir. Yani insanlık masum ve günahsız olmaya güç yetiremez. Mutlaka günaha bulaşacak bir tasarıma sahiptir. Bu genel mana böyledir diye, özelde de böyle olmasını gerektirmiyor. Nitekim hayatında büyük günahlara girmeyip nerede ise masumane hayat yaşayan milyonlarca alim ve evliyalar mevcuttur.
Birisi kalkıp şunu iddia edemez: “Ben melekler gibi masum bir kıvama gelebilir ve günahlardan mutlak manada kurtulabilirim.” Bu iddia fıtrata aykırı olur. İnsan, fıtrat ve tasarım olarak günaha meyyal bir şekilde yaratılmıştır.
(1) bk. Lem'alar, On Altıncı Lem'a.

***

https://risale.online/soru-cevap/sirr-ve-latife-i-rabbaniye
21. Sözün 1. makamının 2. ikazında geçen "zi şuur sırrı insani ve zi nur letaifi Rabbaniye" ifadesi geçiyor. Bu meselede sırrı insani ve letaif-i Rabbaniye den ne anlamamız gerekiyor. Açıklayabilir misiniz?



Cenabı Hak insana bir çok latife vermiştir. 
"Hem senin mahiyetine öyle manevî cihazat ve latifeler vermiş ki; bazıları dünyayı yutsa tok olmaz. Bazıları bir zerreyi kendinde yerleştiremiyor. Baş, bir batman taşı kaldırdığı halde; göz, bir saçı kaldıramadığı gibi; o latife, bir saç kadar bir sıkleti, yani gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letaiflerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar. Nasıl küçük bir cam parçasında; gök, yıldızlarıyla beraber içine girip garkoluyor. Hardal gibi küçük kuvve-i hâfızanda, senin sahife-i a'malin ekseri ve sahaif-i ömrün ağlebi içine girdiği gibi; çok cüz'î küçük şeyler var, öyle büyük eşyayı bir cihette yutar, istiab eder." (Lem'alar)
Sizin sorunuz farklı şekillerde anlaşılabilir.
1.  Anlatılan iki şeyden birisi letaif-i aşerede sayılan belki kalb gibi bir latife olan sırr dır. Latife-i Rabbaniye ise kalb veya ruhtan ayrı bir latife olabilir.
"Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir." (Sözler) Buradan latife-i rabbaniye kalb ve ruhtan ayrı olduğu anlaşılabilir.
"Letaif-i Aşere; İmam-ı Rabbanî kalb, ruh, sırr, hafî, ahfâ, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir latife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir. Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükema ve ülema-i zahirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.
Hattâ avam ve havas beyninde tearüf etmiş olan insanın letaif-i aşeresi, ehl-i tarîkın letaif-i aşeresiyle münasebetdardır. Meselâ vicdan, a'sab, hiss, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaiften başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku' gibi çok letaif var. (Barla Lahikası, Lemalar)
2. Latife-i Rabbaniye kalb veya ruh olabilir.
Beidüzzaman hazretleri şu ifadelerinde kalb olduğunu söylüyor. 
"Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma'kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir." (İşarat-ül İ'caz)
"Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez..."(Muhakemat)
"Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latife-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca' etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za'fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir." (Muhakemat)
Aşağıdaki ifadesinde ise ruha latife-i Rabbaniye diyor.
"Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz." (Sözler)
3. Değişik yerlerde farklı manalarda geçtiği için her yerdeki anlamı farklı da olabilir.
"Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder." (Hutbe-i Şamiye )
"Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor, masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm'in emrine muti' olan o sultanına itaat et, kurtul!.." (Lem'alar) Buradaki latife "Bilesiniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur." (Ra'd, 28) sırrıyla kalptir.


En son @bdulKadir tarafından Salı Şub. 22, 2022 5:55 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 5 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Empty
MesajKonu: LETÂİF-i HAMSE   Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Icon_minitimeSalı Şub. 22, 2022 4:10 pm

LETÂİF-i HAMSE
لطائف خمسه

Nakşibendî-Müceddidiyye ve Hâlidiyye tarikatlarında seyrüsülûk usulü.


Müceddidiyye öncesi Nakşibendî kaynaklarında önemli bir yeri olmayan letâif-i hamse konusu, Müceddidiyye’nin kurucusu İmâm-ı Rabbânî tarafından tarikatın seyrüsülûk metodu olarak temellendirilmiştir. Ona göre insanda beşi halk, beşi de emir âlemine ait on latife (letâif-i aşere) vardır (Gümüşhânevî, I, 208). Halk âlemine ait latifeler anâsır-ı erbaa ile (hava, su, toprak, ateş) nefistir. Emir âlemine ait latifeleri de kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ şeklinde sıralayan İmâm-ı Rabbânî, Nakşibendiyye tarikatında seyrüsülûkün kalp latifesinden başlayarak emir âlemine ait bu beş latife ile (letâif-i hamse) sürdürülmesi usulünü ortaya koymuştur. Halifelerinden Mîr Muhammed Nu‘mân’a göre bu beş latifeden her biri için insan vücudunda bir yer takdir edilmiş ve bu yerlerde yoğunlaşarak zikir yapma usulü Müceddidiyye’de seyrüsülûkün önemli bir unsuru haline gelmiştir (Tosun, s. 308). Kalp latifesinin yeri sol memenin iki parmak altında süveydâ denilen bir noktadır. Ruhun yeri sağ memenin iki parmak altında, sırrın yeri sol memenin iki parmak üstünde, hafînin yeri sağ memenin iki parmak altında, ahfânın yeri de göğsün ortasıdır. Halk âlemine ait nefsin yeri alnın tam ortasıdır (Gümüşhânevî, I, 63).
Letâif-i hamse en dışta kalp, en içte ahfâ olmak üzere tasavvur edilir. Kalp latifesinin bedenle yani maddî âlemle, ahfâ latifesinin Cenâb-ı Hak’la irtibatı bulunduğunu, kalbin bir yönünün maddî âleme, bir yanının ulvî âleme dönük olduğunu düşünen bazı Nakşibendî şeyhlerine göre bu beş latife arasında zâhir-bâtın ilişkisi vardır. Dıştaki içtekinin zâhiri, içteki dıştakinin bâtını ve hakikatidir. Bu görüşte olanlara göre her latife diğerinden farklıdır, yani latifeler arasında farklılık özdedir. Öte yandan letâif-i hamsenin aynı latifenin mertebelere göre değişen isimleri olduğu, bazı mertebelerde ona kalp, beşerî kayıtlardan kurtulup saf olduğunda ruh, saflık artınca sır, daha da olgunlaşınca hafî dendiğini, letâifte öz itibariyle farklılık bulunmadığını söyleyenler de vardır. Çoğunluğun görüşü de budur.
Nakşibendiyye tarikatında sâlik seyrüsülûke kalp latifesinden başlar. Kalp, arş ve levh-i mahfûzun insan bedenindeki mukabili olarak kabul edilir. Kalp latifesi zikrinde sâlike teveccüh, istiğfar ve salâtüselâmdan sonra 3000 defa ism-i celâli (Allah) zikretmesi telkin edilir. Sâlik, kalbinde bu latifenin nuru olan sarı nur tecelli edinceye kadar ism-i celâli zikretmeye devam eder. Kalbi kendiliğinden zikreder hale gelince sâlike ruh latifesinin zikri telkin edilir. Zikrin tesiriyle kalbin bu ilâhî tecelliye mazhar olmasına “veled-i kalb” veya “vilâdet-i sânî” adı verilir.
Sâlik, ruh latifesinin kendisine tarif edilen yerine teveccüh ederek kalp latifesine ait ism-i celâli 3000 defa zikrettikten sonra ruh latifesi için de 500 defa zikreder. Bu latifenin kırmızı renkteki nuru sâlikin ruhunu kaplayınca sâlik ruhunu zikirden alıkoyamaz hale gelir. Bu mertebede mürşid sâlike sır latifesinin zikrini telkin eder.
Kalp ve ruh latifesinin zikirlerini yapan sâlik, müşahede makamı olan sır latifesinin mahalline teveccüh ederek bu latifenin beyaz olan nuru zuhur edinceye kadar yine 500 defa ism-i celâli zikreder. Daha sonra teveccühü rubûbiyyet tecellilerinin mahalli olan hafî latifesine intikal ettirilen sâlik, önceki latifelerin zikriyle birlikte 500 defa ism-i celâli hafî zikri için ifa eder. Bu latifenin siyah nuru sâlikte zuhur edince ahfâ latifesinin zikri kendisine telkin edilir. Cenâb-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarının tecelli ettiği ahfâ mertebesinde sâlik önceki bütün latifeler için zikrettikten sonra ahfâ mahalline teveccüh ederek ism-i celâli 500 defa da bu latife için ahfânın yeşil nuru zuhur ve diğer bütün latifeler kendiliğinden zikreder hale gelinceye kadar zikre devam eder.
Kalp latifesinin zikrini tamamlayan sâlikin Hz. Âdem’in kademi üzere olduğu, ruh latifesinde Hz. Nûh ve İbrâhim’in, sır latifesinde Hz. Mûsâ’nın, hafî latifesinde Hz. Îsâ’nın, latifelerin en latifi olan ahfâda ise Hz. Peygamber’in kademi üzere bulunduğu, yani onların velâyet makamına ulaştığı kabul edilir. Emir âleminin ruhanî latifelerinin zikri olan letâif-i hamseyi tamamlayan sâlike daha sonra letâif-i nefs, letâif-i kül ve nefy ü isbat zikirleri öğretilir.
Halvetiyye gibi nefsin mertebelerini sülûke esas olarak alan tarikatlarda ise seyrüsülûk, “atvâr-ı seb‘a” adı verilen nefsin yedi mertebesi (emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziye, kâmile) için belirlenen yedi ism-i ilâhî (kelime-i tevhid, Allah, hû, hak, hay, kayyûm, kahhâr) zikredilerek yapılır.

BİBLİYOGRAFYA
Muhammed Pârsâ, Risâle-i Kudsiyye (trc. Abdullah Salâhî Uşşâkī), İstanbul 1323, s. 46.
Mehmed Nûri Şemseddin en-Nakşibendî, Risâle-i Murâkabe, İstanbul 1282, s. 12-19.
Gümüşhânevî, Câmiʿu’l-uṣûl (nşr. Edîb Nasrüddin), Beyrut 1998, I, 63, 208, 215-217.
M. Emîn el-Kürdî, Tenvîrü’l-ḳulûb (nşr. Necmeddin Emîn el-Kürdî), Halep 1411/1991, s. 572-574.
İrfan Gündüz, Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddîn: Hayatı-Eserleri-Tarîkat Anlayışı ve Hâlidiyye Tarîkatı, İstanbul 1984, s. 188.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, s. 307.
Necdet Tosun, Bahâeddin Nakşibend, İstanbul 2002, s. 308-310.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Empty
MesajKonu: Letaif, Letaifler, Letaiflerin Görevleri, Letaif Zikri (Zikr-i Letaif), Meditasyon, Çakralar   Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Icon_minitimeSalı Şub. 22, 2022 4:14 pm

Letaif, Letaifler, Letaiflerin Görevleri, Letaif Zikri (Zikr-i Letaif), Meditasyon, Çakralar

Letaif, Letaifler, Letaiflerin Görevleri, Letaif Zikri (Zikr-i Letaif), Meditasyon, Çakralar
Kalp zikrini başarı ile tamamlayan sofiye birtakım maddi ve manevi haller yaşandığında mürşid-i kâmiller tarafından letaif zikri verilir.
Letaifler manevidir. İnsanın aslını teşkil ederler. Letaifler, ruhun insan vücudunda kendisini gösteren ve belli bir işleve sahip olan manevi organlarıdır.
Ruh, Allah?tan (c.c.) insana bir emanet olarak verilmiştir. Ruhun asıl vatanı emir âlemidir. Ruh madde âleminde gurbettedir. Asıl vatanına karşı bir özlem ve iştiyak duyar. İnsan bedeninde ise nefsin elinde esirdir. Nefis ruhu kendisine benzeterek onun asli vatanına karşı ilgisini ve sevgisini kesmiştir. Dünyaya bağlamıştır. Ruh çaresiz bir şekilde nefse boyun eğerek asli vazifesini unutur. Zira aynı zamanda ruhun bedene, dolayısıyla nefse karşı da büyük bir aşkı vardır. Bu yüzden ruhun manevi organları durumunda bulunan letaifler bu dünyaya bağlılıkla ve günah kirleri ile bozulur, görevlerini yapamaz duruma gelirler. Yani manevi âleme, emir âlemine, Allah (c.c.) indine gitmeyi unuturlar.
Letaiflerin temizlenmesi ve çalışabilmesi için öncelikle bir mürşid-i kâmilin elinden tövbe etmek gerekir. İnsan elbette tövbeyi yalnız başına da yapabilir. Mürşid-i kâmil tövbenin edilmesine bir vesiledir, bir şahittir. Her şeyden önemlisi duası bereketi ile tövbenin Allah (c.c.) indinde kabulü için bir manevi destekçidir. Günahları ancak Allah (c.c.) affeder. Bunun için de kişinin mürşid-i kâmile gitmeden önce samimi olarak bütün günahlara kalben pişman olması, tövbe etmesi gerekir.
Günahlarına can u gönülden tövbe edip hatalarını tamir etme yoluna giren kişiler için Allah (c.c.) büyük bir kapı açmaktadır. Bu çeşit tövbeye nasuh tövbesi denmektedir. Nasuh tövbe, Allah?ın (c.c.) izni ile bütün günahları affettirdiği gibi sevaba da çevirmektedir. Kişi bu nasuh tövbe ile geçmişte yapamadığı ibadetleri kaza etmeye çalışır. Kul haklarını da ödeme yoluna girer. Böyle birisinin Allah?ın (c.c.) emir ve yasaklarını, peygamberimizin (s.a.s) sünnetini hayatına uygulamak dışında başka bir gayesi kalmamıştır. İşte böyle güzel bir hal tasavvuf yoluna girecekler için çok gereklidir, önemlidir. Bu bir ev yapmak isteyen insanın önce bir arsa temin etmesi gibi zaruri bir şeydir. Tövbe, tasavvuf ve tarikat yolunun temelidir. Kalp ve letaifler günahlara gerçek anlamıyla tövbe etmeden temizlenemezler ve dolayısıyla çalışamazlar. Zikir onlara tesir edemez.
Tövbe ile Allah (c.c.) geçmiş bütün günahları sevaba çevirmektedir. Bu durum Kuran-ı Kerim?de şöyle bildirilmektedir: ?Ancak şu var ki tövbe edip iman edenler ve güzel işler yapanlar, bundan müstesnadır. Allah onların kötülüklerini iyiliklere, günahlarını sevaplara dönüştürecektir. Çünkü Allah Gafûr (günahları affeden), Rahîm?dir (müminleri esirgeyendir). Kim tövbe edip güzel işler yaparsa gereğince tövbe eden odur işte (Furkan suresi, 70-71).?
Senelerce, belki 15-20 sene gibi çok uzun zamanlar boyu zikir alıp kalplerinde ve letaif noktalarında hiçbir hal yaşamamış insanlar bilirim. Bunların aşamadıkları handikapları günahlardır. Günahlara gerçek anlamıyla tövbe edemeyen, günahları kalpten samimi olarak çıkaramayan bir sofi ancak şeytani halleri yaşayabilir. Rahmani haller bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe-i nasuh kılındıktan sonra Allah?ın izni ve ikramıyla meydana gelir. Allah (c.c.) bütün kullarına aynı sünnetullahla (ilahi kanunlarla) muamele eder, kullar arasında ayrım yapmaz. Gereği şekilde tövbe kapısından giren bir sofi vazifelerini yaptığı taktirde genellikle tasavvufi hal ve makamları da yaşamaya başlar.
Bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe nimetine eren bir sofinin kalbi ve letaifleri zikir ve rabıta ile gün geçtikçe parlamaya başlar. Zikir ve rabıta yavaş yavaş tesirini gösterir.
Günahlar nasuh tövbe ile affedilir ama günahların kalpte ve letaif noktalarında bıraktıkları izler çok uzun zamanda temizlenir. Bunlar için zikir ve rabıtaya ihtiyaç vardır. Zikir ve rabıta nur ve feyz kaynaklarıdır. Bunlar süratle kalbi tasfiye ederek (saflaştırarak, nurlandırarak) letaif noktalarına etki etmeye başlarlar.
Kalp, zikrin ve rabıtanın tesiriyle yavaş yavaş açılmaya başlar. Genişler. Yanma, batma gibi durumlar ilk zamanlar kalpte daha sonra da letaif noktalarında görülebilir.
Kalbin altının, karın kısmının yılan gibi oynaması kalbin üstünün kalp gibi atması (veled-i kalp) zikri yeni alanların yaşadıkları bazı maddi haller olabilir.
Kalbin manevi halleri ise pek çoktur. Sürekli günahlarına pişman olup gözyaşı dökme, insanlara karşı merhamet duyma, iyiliklere karşı büyük bir alaka hissetme, her şeyde Allah?ın tecellilerini görme? kalbin zikirle yaşadığı manevi hallerden sadece bazılarıdır.
Tasavvufta başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll.
Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.
Bu letaif noktaları zikir ve rabıta ile günah kirlerinden temizlenip nurlarla parlamaya başlayınca gözler kapalı vaziyette iken onların değişik renkteki nurları da görülebilir. Letaifler bu nurlarla birlikte emir âlemine yükselmeye başlarlar. Onun için başlangıçta ilgili manevi organlarda görülen bu nurlar daha sonra birlikte ve karışık bir vaziyette görülür. Zikir ve rabıta sırasında helezonik bir tarzda dönerek, karışarak yükselmesi ile kendisini belli ederler. Bazı kitaplarda ilgili letaif noktalarında farklı renklerdeki nurların söz konusu edilmesinin nedeni, bu nurların bir bütün halinde görülmesinden ve bu sebeple hangisinin hangi letaif noktasından çıktığını tam olarak bilememeden kaynaklanmaktadır.
Letaiflerin temel işlevlerini tam anlamıyla bilememekteyiz. Ama tüm ruhsal işlevler onların aracılığı ile gerçekleşmektedir. Çünkü letaifler ruhun temel organlarıdır. Kuran-ı Kerim?in ifadesiyle insana ruh hakkında çok az bilgi verilmiştir (bk. İsra suresi, 85). Tabii ki ruhun manevi organları olan letaiflerin her birisinin ayrı bir işlevi vardır. Duygu ve düşüncelerin, hayallerin, bilinçaltı bilgilerinin letaiflerle yakın bir ilgisi bulunduğu gibi imanla ilgili tüm kavramlar da doğrudan letaiflerle ilgilidir. Örneğin ilahi aşk, cezbe, Allah?ın huzurunda olma duygusu, Allah?ın varlığını her yerde hissetme, Allah?ta yok olma isteği, kerametler (aynı anda birkaç yerde görünme, ruhlarla konuşma ?)vs.
Letaiflerin bu önemli işlevleri dolayısıyla gerek açılması sırasında gerekse açıldıktan sonra şeytanlar tarafında işgal edilmesi ve görevlerini yapamayacak duruma getirilmesi tehlikesi her zaman mevzu bahistir. Böyle olumsuz bir durumla karşılaşan sofi asla ümidini yitirmemelidir. Bilmelidir ki böyle bir durum er geç başına gelecekti. Zira şeytanlar şimdiye değin hep yanında idiler. Sadece varlıklarını hissettirmiyorlardı. Vesvese ile yetiniyorlardı. Ama sofinin üzerinde gün be gün nur ve feyiz arttıkça ve letaifler açılmak üzere olduğu veya açıldığı için hem maddi olarak rahatsız olmaya başlamışlar hem de hasetlerinden kuduracak duruma gelmişlerdir. Bir bahane ile düşmanlıklarını göstermeleri an meselesidir. Bu genellikle dişi bir şeytanın sofiye güya âşık olduğu ve onunla zina yapmak istemesi ile başlar. Artık düşmanlıklarını açıkça göstermektedirler. Çünkü zina her türlü çeşidiyle manevi ilerlemeyi durdurur, nur ve feyzi yok eder. Dikkat buyurun, onun için Allahu Zülcelâl Nur suresinde zina yasağını konu edinmiştir. Sofinin onlarla evlenmesi, onlardan çocuk sahibi olması bahis mevzu bile olamaz. Bunlar şer?an ve gerçekte mümkün değildir. Şeytanların sofiyi yolundan alıkoymak için başvurdukları hilelerdir, yalanlardır. Letaifler açılıp ilahi nurlar seyredildiğinde şayet bu durumda sofi cinni dişi şeytanların tecavüzüne uğrarsa onları dünya kadınlarının en güzelleri (mankenler) biçiminde görür. Muameleleri de dünya kadınlarından daha üstündür. Şayet sofinin letaifleri açılmamışsa onları sadece duman biçiminde insan şekline girmeye çalışmaları ile görebilir. Sofi nasıl gönlünde dünya kadınları ile zina etmeyi çıkarmışsa bunlara karşı da böyle davranmalıdır. Gerçi bu iş o kadar kolay değildir. Zira imtihan çok ağırdır. Ancak bu Allah?ın (c.c.) yardımı ve muhabbetiyle aşılabilir. Nefis ve şeytanlarla savaşmak, büyük cihattır. Dünya kadınlarıyla zina yapmanın bin çeşit belası, sıkıntısı vardır. Bunlarla görünüşte hiçbir tehlike yoktur. Sadece Allah korkusu, Allah rızası buna engeldir. Sofi bu engeli aşarsa Allah?la arasında veli olma yolunda başka önemli bir handikap kalmaz. Bu durum nefis demirinin şehvet ateşinde Allah korkusu ve Allah rızası balyozları ile dövülüp güzel bir şekle getirilmesinden ibarettir.
Şeytanlara bir saniye zamanı bile ayırmak doğru değildir. Küçük bir ilgi kişiyi onların oyuncakları kılar. Onun için mürşid-i kâmiller bu şeytanlara karşı ilgiye de vesvese derler, buna ehemmiyet vermemeyi önemle tavsiye ederler.
Şu bilinmeli ki, şeytanlarla mücadele halinde olan sofi bu aşamada bir köprü üzerindedir. Şeytanların bütün tehditleri boştur. İnsanları öldürecek güçte yaratılmamışlardır. Sadece bazı tekniklerle kaslarda ağırlık gösterirler. Ama bu sadece kas sıkıştırma tekniği ile yaptıkları bir oyundur. Allah (c.c.) onlara insanları kaygıyla denemek için bunlara izin vermiştir. Şeytanlar bu çeşit eziyetleri ile büyük kul haklarına girerler. Sofi zikrine, rabıtasına, murakabesine dalarak nur ve feyzini artırmaya çalışmalıdır. Şeytanlar ordular halinde sofiye saldırırlar. Nur ve feyzden yandıkları için nöbetle ve sırayla sofiyi rahatsız ederler. Onların perişanlıkları sofiden bin kat daha fazladır. Bu durum gözlerden saklandığı için sofi kendisinin çile çektiğini sanır. Gün be gün artan nur ve feyz dalgaları ile şeytanların güçleri gün geçtikçe zayıflar, daha doğrusu şeytanlar sofiye eziyet etmekten ziyade kendileri büyük zararlar görürler. Letaifler çalışmaya başladıkça şeytanların vücuda olumsuz tesirleri de yavaş yavaş azalır.
Böyle şeytanlarla ilgili bir sıkıntısı olan sofiler, letaif zikirlerinde ara sıra soluğunu kesip bu sırada ?La havle vela kuvvete illa billahil Aliyyül Azim (Yüce ve ulu Allah?tan başka güç ve kuvvet yoktur)? demelidir. Soluğunu uzunca bir süre tutup bu zikri elden geldiğince çok söyleyip sonra nefesini bırakmalıdır. Bu şeytanlara çok büyük zararlar verir. Zira hem bu zikir hem de nefesi içeride uzun süre tutma (tabii nefy ü ispat zikri) şeytanların tabiri caizse belini kırarlar. Kişinin de letaiflerinin çok hızlı bir şekilde yol almasını sağlarlar. Elbette şeytanlar öyle kolay kolay pes etmezler. Fenafillâha ve bekabillaha erip tüm vücudun nurla çevrilme sürecine kadar onların az da olsa saldırıları her zaman mevzu bahis olabilir. Bunlara zerre kadar ehemmiyet vermemeli; it ürür kervan yürür misali sofi vaktini zikir ve rabıta ile geçirmeye, murakabeyi meleke haline getirmeye bakmalıdır.
Sofi kalp zikrini çekerken de nefy ü ispat zikrini çekerken de şeytanların hücumlarına uğrayabilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Suçluluk duygusu yaşamasına gerek yoktur. Böyle bir durumda iken yani kalp zikrini çekerken zikrinin artırılması ve bir an önce letaif zikrine geçmesi gerekir. Şayet sofi nefy ü ispatta bu durumu yaşarsa zikrine ilave olarak letaif zikrine de yönelmelidir. Zira şeytanların en birinci amaçları letaif noktalarını çalışamaz duruma getirmektir. Çünkü insanın manevi yükselmesi, ilerlemesi letaiflerle mümkün olmaktadır. Ayrıca kalp ve letaiflere hâkim olan şeytanlar insanın bütün duygu ve düşüncelerini de bilmektedirler. Bu bakımdan kalp ve letaifler telefon hatları gibidirler. Şeytanlar bu sayede etkili vesveselerde (nabza göre şerbet vermede) bulunurlar.
Letaifler çalışmazsa manevi ilerleme durur. Çünkü ruh bu letaif noktalarından emir âlemine yükselmekte, insanı bu yolla olgunlaştırmaktadır.
Letaifler emir âlemine yükselmezse insan kâmil (olgun) olamaz. Sadece nefsi için yaşar. Ama letaifler makamlarına ulaştıklarında insan nefsinin esiri olmaktan kurtulup Allah?a (c.c.) gerçek anlamda kul olur. Nefsin en çok tatmin isteyen tarafı şehvettir. İnsanların çalışmaları; mesleki, sosyal faaliyetleri hep bunun ekseni etrafında döner. Yoksa nefis çok tembel yaratılmıştır. Karşı cinse ilgi ve şehvet olmasa idi insanlar mesleki ve sosyal faaliyetleri için pek hareket edemezdi. En önemlisi, bunlarda başarılar gösteremezlerdi. İnsanın en temel güdüsü karşı cinsten en iyi, en güzel kimse ile ilişkiye girmektir. Eğer güzel ve iyi bir hanım elde edilmişse nefis genellikle bununla yetinmez. İslami endişeleri olmayan kişiler uygun fırsatlarda gayri meşru bir şekilde daha güzel ve iyi bayanlarla ilişkiye girmek isterler. Nefsin bahanelerine sınır konulamaz. İslami endişesi olanlar ise ya eşlerini boşamayı ya da (elbette geçerli bir neden olmadıkça bunu onaylamıyoruz) ikinci kez evlenmeyi düşünürler. Kısacası nefis vücut ülkesinde yönetici olduğunda durum böyledir. Kimse de bundan istisna edilmemiştir. Şehvet kuvvetine göre insanlar bunun için mesleki ve sosyal yaşamlarında başarılar gösterirler. Kadınlarda da durum aynıdır. Yalnız onlar erkekler ölçüsünde değillerdir. Annelik içgüdüsü, erkeğe göre daha zayıf ve şefkatli olmaları, toplumun namusa verdiği önem vs. kadınların nefislerini bu korkunç şehvetten biraz uzaklaştırmaktadır. Daha doğrusu biraz sakinleştirmektedir. Bir kadın kocası kendisini aldatmadıkça kolay kolay başka bir partner arayışına pek girememektedir. Letaifleri emir âlemine yükselmiş insanda ise durum tamamen farklı olmaktadır. Şehvet bu insanda yok olmamaktadır. Belki daha da artmaktadır. Ruh vücuda egemen olunca ve nefsi esir edince insan artık şehvetinin kölesi olmaktan kurtulmakta, sadece Allah?ın rızasını gözetmeye başlamaktadır.
Peygamberimizin (s.a.s) çok eşliliği nefsin arzusuyla olmamıştır. Böyle olsaydı, onun geçim darlığı çekmesi söz konusu olamazdı. Oysa Kuran-ı Kerim ayetleri ile sabittir ki, eşleri geçim darlığı nedeniyle peygamberimizle (s.a.s) tartışmış, iş boşanma teklifine kadar gelip dayanmıştı: ?Ey peygamber! Eşlerine de ki: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin sizlere boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım. Yok eğer Allah?ı, Resulünü ve ahret mülkünü isterseniz haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara mükafat hazırlamıştır. (Ahzab suresi, 28-29)? Nefis şehvetiyle hareket eden bir kişinin tek gayesi elde ettiği partnerleri dünya nimetleriyle hoşnut etmek olacaktır. Peygamberimizin (s.a.s) çok evlilikleri Medine?de devlet başkanı iken gerçekleşmişti. Eğer bu evlilikleri nefis cihetiyle gerçekleşseydi her devlet başkanında veya görevlisinde olduğu gibi halktan alınan vergilerle (o zaman buna haraç derlerdi) kendisini yüksek maaşa bağlatırdı. Özel ve cinsel hayatında bu tür problemlere kesinlikle yer vermezdi. Onlarca hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, peygamberimiz (s.a.s) ve temiz eşleri (Allah her birisinden razı olsun) çok mütevazı bir hayat yaşamışlar, hatta çoğu günler yiyecek bir şeyler bulamamışlardır. Bir insanın devlet başkanı olup da çok evliliğine rağmen bu çeşit bir yaşantısı ancak ruhsal olgunluğu ile mümkündür. Ayrıca bu durum peygamberimizin (s.a.s) haklılığına, gerçek bir peygamber olmasına da bir delildir.
Letaifler zikirle yükselip emir âlemine vardıktan, oradan da bunların aslı mertebesinde olan sıfatlar âlemine ulaşır. Daha sonra zat makamına doğru yolculuk yaparak uruclarını (yükselişini) tamamlarlar. Buradan geriye dönerler (nüzul). Letaifleri geriye dönen sofi artık insanları hakka çağıracak olgunluğa ermiş, insan-ı kâmil olmuş demektir. Böyle birisinin nefsi de artık eskisi gibi kötülüğü emretmez. Tamamen değişmiştir. Çıkarlarını düşünmez. Hele uçkurunun sevdasında hiç olmaz. Nefis, letaiflerin bu yükselişi ve inişi ile birlikte Allah?a (c.c.) gerçek manada kul olmuş, Allah?ın emir ve yasaklarını samimi bir arzu ile benimsemiştir. Peygamberimizin (s.a.s) sünnetlerini de baş tacı edinmiştir.
İnsan nefsine halk arasında ?huy? da denir. Bununla ilgili pek çok atasözü vardır: Huy canın altındadır. Can çıkar huy çıkmaz. Huylu huyundan vazgeçmez. Bir insan yedisinde neyse yetmişinde odur, derler. Bütün bunlar doğrudur. Ama terbiye görmemiş nefis için geçerlidir. Bir insan mürşid-i kâmilin elinde tövbe alıp zikre ve rabıtaya koyulduğunda letaiflerini nurlandırıp asli memleketine yükselttiğinde büyük değişikler yaşamakta, nefis güzel huyları kazanmakta, böyle bir insan insan-ı kâmil makamına ulaşmaktadır. İşte insanın kendisini gerçekleştirmesi gerçekte budur.
Batı felsefesinde ?Varoluşçuluk? akımının güzel ve gönülleri çelen düşünceleri sadece birer temenniden ibarettir. Gerçeklikle ilgileri yoktur. İnsan ruhsal olarak Allah?a (c.c.) doğru manevi bir seyre girmedikçe nefsinin yörüngesinden asla dışarıya çıkamaz. Buna imkân yoktur. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Büyük suçlar işleyip de hapiste bir ömür çürütüp çıkar çıkmaz aynı suçları gene işleyen binlerce insan vardır. Nefsi bu tür cezalarla bile tam anlamıyla ıslah olamamaktadır. Böyle suçlular hapiste nefsini ıslah etmekten ziyade acemiliklerine içerlemektedirler.
İnsan ruhunu (letaiflerini) zikirle ve rabıta ile nefsin elinden kurtarmadıkça ne özgür olabilir ne de kendini gerçekleştirebilir. Şeytanların elinde oyuncak olup kalır. Bu Varoluşçu filozofların çoğunun intiharı bir kurtuluş yolu olarak görmeleri boşuna değildir. Nefsin ve şeytanların elinde esir ve perişan olduktan sonra tek çıkış yolu olarak ölümü seçmektedirler.
Ruh Allah?tan ilahi bir soluktur. Ezelde Allah?la konuşmuş, Allah?a O?na hiçbir şeyi şirk koşmayacağına dair söz vermiştir. Dünyaya indirildiğinde bu sözünü unutmuş, nefsin elinde esir duruma düşmüştür (bk. Araf suresi, 172). Nefis ise bu dünyaya aittir. Aslı anasır-ı erbadır (dört unsur: hava, su, ateş , toprak). Yani nefis vücudumuzun adeta ruhu gibidir. Nefis üç yaşındaki bir çocuk kadar düşüncesizdir. Bencildir. İçgüdülerinin elinde esirdir. Özellikle şehvet nefsin en çok önem verdiği içgüdüsüdür. Onu tatmin etmek için yapamayacağı şey yoktur. Vücudun kanser olması bile genellikle nefsin şehvet hissinin tatmin olamamasından, daha doğrusu açgözlüğünden kaynaklanır. Tıpkı üç yaşındaki bir çocuğun oyuncakları elinden alındığında veya istediği şey kendisine verilmediğinde kendine tokat atması, saçını başını yolması gibi kendisine zarar vermesinden başka bir şey değildir. Nefsin oyunlarına akıl sır erilmez. Onu mutmainne makamına ulaştırmadıkça da hep bu tür sorunlar çıkarır, etrafına da büyük zararlar verir. Onun için Allahu Zülcelâl Kuran-ı Kerim?de ?Kalpler ancak Allah?ın zikriyle mutmain olur (Ra?d suresi, 28)? buyurmuştur.
Nefsin temel unsurları anasır-ı erba olduğu için dünyaya aşırı düşkündür. Çünkü dünyadaki maddeler de nihayetinde bunlardan oluşur. Nefis dünyaya annesi, babası ve vatanı gibi bakar. Allah?ı (c.c.) inkâr eder. Şeytanlar nefsi dünya nimetleri ile kandırırlar. Çünkü nefsin aklı üç yaşındaki çocuk kadardır. Ruh ise Allah?a iman eder. Çünkü ruh insan yaratılmadan önce ezel meclisinde iken Allah?ı tanımıştı. O?na söz vermişti. Bütün marifetler, faziletler ruhta vardır. Ruh şeytana asla kanmaz. Sadece nefse biraz ilgisi, bağlılığı ve sevgisi olduğu için dünyayla uğraşmaktan ve günah kirlerinden dolayı kararır, asli özelliklerini soldurur. Ateist bir insan bile % 100 olarak Allah?ı inkâr edemez. İç dünyasında ruh ile nefsin çatışmalarını hisseder. Sadece bazı günahları vicdani bir rahatsızlık duymadan, zevk alarak işlemek için nefsi Allah?ın var olmadığı savını diretip durur. Sonra ruhu cılız bir sesle de olsa buna mutlaka itiraz eder.
Nefis genellikle kişinin şahsiyetinde anasır-ı erbasından bir unsurunu belli etmesiyle kendisini gösterir. Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey, bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazakârlar genellikle toprak öğesi ağır basan cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir. Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis, evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam?a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez. Nefis ancak bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe alarak zikir ve rabıta ile değişebilir. Mutmainne makamına çıkarak ilahi kanunlara boyun eğebilir. Yoksa düşünce egzersizleri ile kendi ilahlığından asla vazgeçmez.
Zikir, rabıta, murakabe sayesinde mutmaine makamına çıkan bir nefiste toprak öğesinin ağırlığı sabır, metanet, ağırbaşlılık olarak kendisini gösterir. Su öğesinin ağırlığı insanların halini anlama, herkese karşı anlayışlı ve uyumlu olma biçimindeki faziletleri dışa vurur. Ateş öğesi Allah aşkı ve İslam davası yolundaki büyük hizmetlerle, tutkularla, mücadelelerle kendisini belli eder. Hava öğesi ağır basan kişiler ise duygu ve coşkuları ile İslami bir şevk ve heyecan içerisinde bulunurlar.
İbadetler görünüşte nefse ağır gelirler. Ama nefis terbiye olduğunda ve letaifler çalıştığında büyük bir zevk kaynağına dönüşürler. Özellikle namaz ve zikir dünyanın hiçbir zevkiyle kıyaslanmayacak oranda tatlılaşır. Çünkü letaif noktaları çalıştığında, Kâbe?den gelen ilahi esintiyi, feyzi algılayacak düzeye geldiğinde büyük bir zevk yaşanır. Ayrıca nurlar da buna başka bir güzellik ve hoşluk katarlar.
Rabıta zikirden üstündür. Zikir maksada koşmaksa, rabıta maksada uçmak gibidir. Onun için sadatlar zikri ayın ışığıyla, rabıtayı güneşin ışığıyla mukayese etmişlerdir. Rabıta letaiflerin temizlenmesi, çalışması ve emir âlemine yükselmelerinde zikre göre çok daha etkilidir. Zira kişi rabıta sırasında mürşid-i kâmilini karşısında hayal edince kendi manevi organları mürşid-i kâmilin manevi organları (letaifleri) ile birleşir, rabıtalı olduğu sürece onun sahip olduğu ileri manevi halleri de kendi üzerine alır. Bu iki kabloyu birleştirmek gibidir. Tabii bu bir süreç işidir. Onun için sofi rabıtayı sadece vaktinde yapmakla yetinmemeli, her zaman rabıtalı bulunmaya dikkat etmelidir.
Vücutta daha pek çok noktada letaifler (çakralar) vardır. Örneğin ellerin ayaları da birer letaif noktasıdır. Açıldıkları zaman dua edildiğinde gökyüzünden yağan rahmeti ve feyzi hoş bir ağırlık olarak algılarlar. Ağrıyan, şişen, hasta organa bu eller yaklaştırıldığında yanmaya, yüksek derecede bir ısı hissetmeye başlar. Vücutta daha buna benzer pek çok letaif (çakra) noktası bulunmaktadır. Fakat bunların çoğu dünyaya aşırı bağlılıktan ve günahların manevi yüklerinden işlemez hale gelmişlerdir.
Tarikatların bir grubu daha ziyade zikre ağırlık vererek ruhu tasfiye ederek nurlarla güçlendirmeye çalışırlar. Nakşibendiyye tarikatı bu gruba girer. Ruh nurla olgunlaşarak kendisine gelir, yavaş yavaş iç dünyada söz sahibi olarak nefsi kendisine benzetmeye, onu tezkiye etmeye başlar. Yani nurlarla ruh çarkı döndükçe nefis tezkiye olup makam kazanır. Tabii nefsin makam kazanması kolay değildir. Her makamda elli bin perde olduğu söyleniyor. Bu çok yavaş olur. Zikir Allah rızası için çekildikçe olur. Çarklar işler. Onun için zikirde şu cümleyi belli bir periyotla söylemek gerekir: ?İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah?ım Sen maksadımsın, isteğim de Sen?in rızandır.)? Zira çekilen zikir Allah?a ulaştıracak rüzgâr ise bu ilgili cümle onun rotasıdır. Rota, rüzgar kadar hatta ondan da önemlidir. Zikir bu niyetle çekilmedi mi nefse hizmet eder. Nefsi bir gaye ile zikir çekilmeye başlanır. Nefis de gitgide şişer, yoldan çıkar. Şeytanın oyuncağı olur. Onu çıkamayacağı uçurumlara atar. Yalancı mehdiler, kutuplar, evliyalar hep bu rotadan sapan insanlardan çıkar. Allah göstermesin. Allah zikrinde bizleri rızası dışında başka noktalara sürüklemesin. Âmin. İşte zikir Allah rızası için çekilirse ruh saflaşır, nefis de Allah?tan gelen şeylere, hususiyle kaza ve kaderine rıza gözlüğü ile bakmağa başlar. Ruh, zikri bu niyetle çekip saflaşması ile nefse bu konuda dersler verip onu kendisine benzetmeye çalışır.
Tarikatların diğer bir grubu da doğrudan nefsi hedef alarak onu tezkiye etmeye (temizlemeye) çalışırlar. Bunun için müritleri zorlu hizmetlere koşarlar. Oruç ve erbain (çile) gibi ibadetlere önem verirler. Bu tür tarikatlar kurumsal alt yapılara ihtiyaç gösterdiğinden zamanımızda kalmamışlardır. Halveti, Mevlevi gibi tarikatlar bu gruba girer. Elbette zikir gerek ferdi gerekse bireysel olarak bu tarikatlarda da vardır, ama birinci planda değildir. Nefis bu zorlu ibadetlerle zamanla dize gelerek nefis makamlarının kat edilmesindeki Allah?ın kaza ve kaderine rızayı öğrenmeye, daha doğrusu bu bilgiyi içselleştirmeye başlar, bu yolla nefis makamları tek tek aşılır. Ama tabii bunlar çok uzun yılları da alabilir. Yani nefsin değişimi onlarca yıl sürebilir.
Migren diye bilinen şiddetli baş ağrıları şayet maddi bir nedenden meydana gelmiyorsa başın üstünde bulunan letaif-i küllün kişinin dünyaya aşırı bağlanmasından, günahların kirlerinden dolayı çalışamamasından kaynaklanabilir. Burada şeytanların baskıları da söz konusu olabilir. Tabii buranın zikirle açılması çok ileriki zamanlarda olabilir. Onun için bu konuda sıkıntısı olan kardeşlerimize böyle şiddetli baş ağrılarında pratik bir çare olarak abdestli olmak şartıyla küçük bir Kuran-ı Kerim?i birkaç saat şapkalarının altında tutmaları onlara Allah?ın izni ile geçici de olsa bir şifa verecektir.
Meditasyon her ne kadar çeşitli disiplinleri ve kavramları ile tasavvuf ve tasavvufun kavramları ile yakınlık ve paralellik gösterse de aralarında büyük farklılık vardır. Nasıl bizler Tevrat ve İncil?in asıllarının hak olduğuna inanıyorsak ve bunların sonradan bozulduğunu, insanların bu hak kitapları şimdiki halleri ile tahrif ettiklerini biliyorsak bunun gibi meditasyonun ve bununla ilgili kavramların da başlangıçta hak dinlere dayandıkları açıktır. Ama bunlar bugünkü halleri ile insanlara yol gösteremedikleri gibi açıkça yanlış ve sapkın yollara da sürükleyebilirler. Çünkü şeytanları tanımayan, bilmeyen, onların hilelerinden habersiz kişiler, içlerinden çıkamayacakları hallere düşebilirler. Çakralar diye tarif edilen şeyler, tasavvuftaki letaiflerden başka şeyler değildir. Letaiflerini meditasyon yöntemleriyle açtıklarını sananlar, şeytanların oyuncakları olur da bundan haberleri bile olmaz. Dikkat edilirse meditasyon sisteminde ne yazık ki şeytanların adı bile geçmez. Oysa tasavvufta ?Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.? sözü en çok bu makamda, yani letaif zikrinde geçerlidir. Zira letaif zikri sırasında pek çok haller yaşanabilir. Bunların bir kısmı şeytani bir kısmı Rahmanidir. Bunları sofinin tek başına birbirinden ayırması mümkün değildir. Bunun için bu yolu iyi bilen bir kişinin, mürşid-i kâmilin rehberliğine ihtiyaç vardır.
Meditasyonla bir kişinin nurlara ve feyze ulaşması mümkün değildir. Çünkü nurlar ve feyizler ancak Hak kitap olan Kuran-ı Kerim?den alınan kelimeleri zikirle ortaya çıkmaktadır. Geçmişte hak temele dayanan bütün dinler, İslam?ın gelişi ile birlikte iptal edilmişlerdir. Nurdan, feyizden uzaktırlar. Meditasyon sırasında söylenen kelimeler artık bir anlam ifade etmemekte, bir nur ve feyz sağlama işlevine sahip olamamaktadırlar. Meditasyonla çeşitli nurları gördüklerini sananlar şeytanların oyunlarına düşerler. Zira nasıl her pozitif sayının bir de negatifi bulunuyorsa bu yolda da hak olan hal ve makamların bir de şeytani versiyonları vardır.
Dünya hayatı kısadır ve ahret için sermaye biriktirme zamanıdır. Kıyamet günü gelecektir ve deniz sahili gibi cehennem her birimizin önüne çıkacaktır. O gün insana fayda veren sadece imanı ve salih amelleri olacaktır. Tasavvuf İslamiyet?in özüdür. İnsan zikir ve rabıta ile kazandığı şeyleri bilse, onlara kavuşmak için bugün hemen ölmek isteyecektir. Kaldı ki bu yolda sevap için zikir ve rabıta yapılmaz, Allah (c.c.) rızasını tahsil için bütün ibadetler yapılır. Niyet budur. Meditasyon sadece kişinin dünya mutluluğu ve huzuru için yaptığı bazı egzersizlerdir. Yapılan çalışmalarla çakralar gerçek anlamda açılmadığı ve çalışmadığı gibi harcanan emeğe ve zamana da acımak gerekir. Hâlbuki bu yoldaki kişiler tasavvuf yoluna girerek zikir ve rabıta yoluyla letaiflerini açsalar hem dünyada istedikleri mutluluğa ve huzura kavuşacaklar hem de ahrette hiç tahmin edemeyecekleri büyük mükâfatlara erecekler ve Allah?ın (c.c.) rızasına da nail olacaklardır. Fakat nefis ve şeytanlar, insanların bu nimetlere erişmelerinde her zaman bin çeşit vesvese ile engel olurlar.
Letaif zikri, Lafza-i Celalle (Allah) yapılır. ?Allah? kelimesi, Allah?ın bütün güzel isimlerini kendisinde toplamıştır. Çünkü Allah kelimesi Allah?ın Zatını karşılar. İmam-ı Rabbaniye göre, ?Allah? kelimesi ile yapılan zikir fazilet bakımdan Allah?ın diğer güzel isimleri ile yapılan zikirlerden kıyaslanmayacak oranda yüksektir. Çünkü ?Allah? kelimesini zikir kişiyi zat tecellisine ulaştırırken diğer güzel isimler ancak sıfat tecellisine ulaştırır. ?Allah? kelimesi dışındaki diğer bütün güzel isimler, Allah?ın sıfatı durumundadırlar. Büyük manevi makamlar ancak zat tecellisi ile mümkündür. Sıfat tecellisi insana sadece bazı marifetler kazandırır, asıl amaca ulaştıramaz.
Letaif zikri genellikle 25.000 (23.000) Lafza-i Celalle (Allah) başlar. Bu sayı 101.000?e kadar yükseltilebilir. Ama illa bu üst sayıya kadar her sofinin zikri yükseltilecek diye bir kaide yoktur. Mürşid-i kâmiller zikri en asgari seviyede tutarak, daha doğrusu müridin güç yetirebileceği bir sayıda letaif zikrini muhafaza ederler. Yani aşağı yukarı bir buçuk, iki saat arası bir zaman dilimi bu işe ayrılır.
Tespih çekildikçe ustalaşılan bir alettir. Yani kalp zikri çeken bir sofi, ilk zamanlar 5.000 zikri 40-50 dakika arasında çekerken bu bir sene sonra 20-30 dakikaya kadar düşer. Letaif zikrine geçtiğinde parmak daha bir hızlanır.
Mürşid-i kâmilden alınan belli sayıdaki zikre virt denir. Virt kendi başımıza artırılamaz, eksiltilemez. Virt ev ödevi gibidir. Eksiksiz yapılmalıdır.
Ama sofi asla mürşid-i kâmilden aldığı zikirle (virtle) yetinmemeli, her zaman sürekli zikir (sayıya vurulmadan yapılan zikir) halinde bulunmalıdır. Yoksa sadece virtle yetinenler yol alamazlar. Aslında virt sürekli zikre geçişte bir köprüdür. Sofi bütün vaktini, iş yaparken bile zikir ve rabıta ile geçirme gayreti içerisinde olmalıdır.
Zikir ne kadar hızlı çekilirse o kadar verimli geçer. Lafza-i Celal (Allah) zikrinde amaç mümkün olduğunca hızlı çekmektir.
Bazı sofiler Lafza-i Celal zikrini ben yavaş çektiğimde daha çok zevk alıyorum, derler. Hâlbuki kendi kendilerini kandırıyorlardır. Zevk aldıkları şey, Lafza-i Celal zikri değil daldıkları düşüncelerdir. Lafza-i Celali çekerken Allah'ın Zatını zikretmenin, O?nun huzurunda olmanın bilinci ile hareket ederek bundan başka hiçbir şey düşünmemeli, sadece tespihin sesi ile içeriden yükselen Allah sesini kalple, ruhla, letaiflerle duymaya, dinlemeye çalışmalıdır. Bundan başka her yüz tespihten sonra da kendi duyacağı bir alçak sesle söyle demelidir: ?İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah?ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)?
Sofiler zamanla Lafza-i Celal zikrini çekerken dinlemeyi öğrenmekle kalmaz, bundan sonsuz bir zevk de duyarlar. Yaşadıkları çeşitli haller de bu zevkin küçük hediyeleri olur.
Bazı sofiler kitaplardan okudukları birtakım halleri yaşamak isterler. Allah (c.c.) rızasını pek gözetmezler. O zaman kalp rotadan çıkabilir. Öyle durumlarda hemen ?İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah?ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)? demelidirler, kalplerini rotaya sokup nefislerine gereken dersi vermelidirler. Bu yolda hal değil Allah?ın (c.c.) rızası önemlidir. Allah?ın rızası da ancak ahrette bilinir. Hal sahibi olmak Allah?ın rızasına ermek demek değildir. Allah (c.c.) hal ile de mekir (hile) yapabilir. Kişi tek ölçü olarak Allah?ın (c.c.) kitabını ve peygamberin (s.a.s) sünnetini görmelidir. Bunlara değer vermelidir. Bunların yanında hallere hiçbir kıymet vermemelidir.
Zikir, birtakım dünyevi ve uhrevi maksatları gerçekleştirmek veya sevap kazanmak için değil Allah (c.c.) rızasını tahsil için yapılır. Zaten O?nun rızası kazanıldığı zaman insanın sevaba da ihtiyacı yoktur.
Sofi yaşadığı her hali şeyhine veya vekiline mutlaka söylemelidir. Yoksa vebal altına girer. Dahası nefsin ve şeytanın hilelerine kapılabilir. Zira hallerin bir kısmı şeytani, bir kısmı da Rahmani?dir. Bunları sofinin kendi başına birbirinden ayırması imkânsızdır.
Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha çok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dünyevi bir amaç haline dönüştürebilirler. O yüzden Nakşibendîler, Lafza-i Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ?İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)? demektedirler. Böylece sapmış, sapacak, dönek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gösterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar.
Bu zikri yeni alan sofiler önce gizli zikirden haz almazlar. Sıkılırlar. Kıymetini de hiç bilmezler. Gafletle çekerler. Böyle de olsa zikri hiçbir zaman bırakmamalıdırlar. Bu çeşit zikrin de yararı vardır. Hiç çekmemekten iyidir. Biraz sabırla ve gayretle hareket ederlerse ileriki zamanlarda tespihin sesi ile birlikte içlerinden yükselen Allah sesini dinlemeye başlarlar. İşte bu zikirde tek amaç da budur. Tabii bu dinleme olayı da ruh kulağı ile olmalıdır. Yani bu zikirde ruhun ağzı ile söylenen sözü ruhun kulağı ile dinlemek temel amaçtır. Başka şeyler düşünmek doğru değildir. Bunlar tefekkür grubuna girse de doğru değildir. Zira gizli zikrin faziletini yok ederler. Yalnız Allah?ın (c.c.) zatının huzurunda olduğu bilinciyle hareket etmelidir.
Tespihin kalp ve letaifler üzerinde tutulmasının amacı, zikrin sesini bu yerlere duyurup buraların zikre geçirilmesidir. Yani tespihin sesi de ?Allah? diye zikrediyor kabul edilir. Bir süre sonra, tabii bu bazılarında olur bazılarında olmaz, kalbin üzerinin oynadığı, kalp gibi attığı görülür. Bu somut bir harekettir. Elbiseyi de oynatacak kadar güçlü olabilir. Buna veled-i kalp denir.
Veledi kalp (Kalbin çocuğu), zikrin neticesi olarak kalp gibi atar durur.
Sofi letaif zikrine geçtiğinde bu sefer tespihleri letaif noktaları üzerinde tutar. Oralarda belli sayıdaki zikri yapar. Burada da amaç Allah lafzını ruhun manevi organları olarak değerlendirebileceğimiz letaiflerin duymasını ve bu zikre iştirak etmesini sağlamaktır. Bunun sonucu olarak sultani zikre ulaşılır.
Sultani zikir, bütün bedenin zikre geçmesidir. Her hücre adeta titreşimdeki cep telefonu gibidir, akıl almaz bir hızla zikreder. İnsana büyük bir hoşluk verir. Sofi bu aşamaya ulaştığında zikirden büyük bir zevk alır. Artık vücudu maddenin yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır.
Lafza-i Celal zikri sırasında önemli olan şey, içeriden ?Allah? kelimesini ?sesle söylemek? değildir. Sesi ölçü olarak gördüğümüzde çekilen tespihin hızına yetişmemiz imkânsızdır. Daha önce belirttiğimiz gibi gizli zikirde tespih elimizden geldiğince hızlı çekilir, döndürülür. Daha doğrusu tespihi ne kadar hızlı çekersek zikrimiz o kadar faziletli ve bereketli geçer, amacına da ulaşır. Temel ölçümüz, tespihin çekilişteki sesinin ?Allah? diye zikrettiğini kabul etmektir. Bunun yanında içimizin de (kalbimizin veya tespihi tutan elimizin üzerinde bulunduğu letaif noktasının) bu tespih çekiliş sesi ile birlikte ?Allah? kelimesini zikrettiğini düşünmektir, kabul etmektir. Kısacası tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum, ritim halinde Allah?ı zikrettiğini düşünmemiz, kabul etmemiz gerekir.
Tespihin çekiliş sesi ile içimizin bir uyum ve ritim halinde Allah?ı zikrettiğini düşünmemiz büyük bir konsantrasyonu gerektirir. Onun için gözler kapatılır. Bütün dikkat tespihe ve tespihin üzerinde olduğu manevi organ üzerine teksif edilir. Hiçbir şey düşünülmez. Sadece Allah?ın (c.c.) zatının huzurunda olduğu duygusu korunmaya çalışılır.
Bu öyle bir ayardır ki, önceleri bu konuda bazı sıkıntıların yaşanması pek tabiidir. Zira sofi her tespih çekişte kendisini içten de ?Allah? diye bir sesi söyletmek zorunda hisseder. Hâlbuki tespihin devredişi çok hızlıdır. Her tespihte ?Allah? diye bir sesi söylemek imkânsızdır. Daha doğrusu böyle içten yükselen bir ses vardır ama bu sesten ziyade kalbinden veya tespihin üzerinde olduğu letaif noktasından gelen bir ?uyumdur, ritim?dir. Bir iç monolog (iç konuşma) değildir. Bu uyum ve ritim ?Allah? lafzını söylüyormuş diye kabul edilir. Daha doğrusu hiçbir kuşkuya kapılmadan içten yükselen böyle bir uyum ve ritimle çekilen tespihin sesinin birlikte ?Allah? diye zikre koyulduğu düşünülür. Yani tespih taneleri çekilirken onunla beraber içimizden yeknesak bir tempo ile ruhumuzdan yükselen sese benzer bir yapıda ama daha hızlı olan bir uyum ve ritim söz konusudur. Burada en açık olan şey, daha doğrusu olması gerekli olan şey, bizim tespih çekerken böyle bir uyum ve ritimle Lafza-i Celali de zikrettiğimize inanmamızdır.
İşte Lafza-i Celal zikri vücut tarafından özümsendiğinde değişik organlarda bu sözünü ettiğimiz uyum ve ritim bizzat sezilmeye ve duyumsanmaya da başlar. Yani organlar tıpkı titreşimdeki cep telefonu gibi akıl almaz bir hızla, yani farkına varılan bir uyum ve ritimle zikre geçerler. Buna sultani zikir dendiğini belirtmiştik. Bu durum için elimizde tespih olmasına da gerek yoktur. Zikir yapmadığımız halde gün boyunca bu sultani zikir bazı organlarda veya tüm vücutta açıkça hissedilir. İşte böyle güzel bir hal yaşayan sofi fırsatı ganimet bilmelidir. Boş zamanlarında veya bir işle meşgulken dilini damağına yapıştırarak kendince bu çeşitli organlarında veya tüm vücutta varlığını açıkça hissettiği sultani zikre bilinçle iştirak etmelidir. Çünkü zikir bilinçli olarak çekilmedikçe amaca ulaştırmaz. Bu sultani zikir yardımıyla yapılan gizli zikir, tespihle yapılan zikirden kat kat daha hızlıdır. Hem de çok faziletlidir. Çünkü bu sırada kişinin vücudu tüm hücreleri ile birlikte çok hızlı bir tempo ile ?Allah?ı? zikretmektedir. Bunun için çok şey yapmaya gerek yoktur. Dil damağa yapıştırıldıktan sonra tüm vücudun Allah?ı zikrettiğini düşünmek, bu düşünce ile içinde oluşan uyuma, ritme kendini bırakmak yeterlidir. Bazı evliyalar bu sultani zikrin, Mekke?yi Mükerreme?de Kâbe?nin karşısında namaz kılmaktan daha çok sevap kazandırdığını ifade etmişlerdir. Bilindiği üzere peygamberimiz (s.a.s) Kâbe?de kılınan namazın normal mescitlerde kılınan namaza göre 100.000 kat daha faziletli olduğunu beyan buyurmuşlardır.
Sultani zikre ulaşmamış kişiler de bu yolla, yani dilini damağına yapıştırarak zikrederlerse kısa zamanda büyük kazançlar elde ederler. Ama bu onlara çok zor gelecektir. Bu yol ilk zamanlarda pek kullanışlı değildir. Onun için böylelerine herhalukarda elde bir tespihi (küçük de olabilir) düşürmeden zikretmek daha yararlıdır.
İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) peygamberimizin (s.a.s) risaletten önce dili damağa yapıştırmak suretiyle gizli zikir yaptığını belirtmektedir. Nitekim peygamberimiz (s.a.s) Mekke?den Medine?ye hicret sırasında saklanmak amacıyla sığındıkları Sevr mağarasında Hz. Ebubekir?e (r.a) de bu zikri talim eylemişlerdir. Ayrıca bunlardan anlaşılmaktadır ki peygamberimiz (s.a.s) risaletten önce Nur dağına çıkıp Rabb?ine ibadet ettiklerinde en çok bu gizli zikri yapıyorlardı. Peygamberimizin (s.a.s) risaletten önce evliya olmasını bu zikir gerçekleştirmişti.
İnsan dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro âlemde maddenin en küçük parçası atomun çekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla dönerek bu zikir halini gerçekleştirirken; makro âlemde dünya gerek kendi ekseni gerekse güneşin etrafında yaptığı dönüşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Güneş sisteminin belli bir yörüngede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dünyada imtihana tabi tutulmakta olduğu için insanların büyük bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: ?Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah?ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O?na hamd ile O?nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm (yumuşak huylu) ve Gafûr?dur (affedici) ( İsrâ suresi, 44).?
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Empty
MesajKonu: Geri: Letaif nedir İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları    Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Icon_minitimeSalı Şub. 22, 2022 4:14 pm

Kuşkusuz her şeyin yoktan yaratıcısı olan Allah?ın, her şeyi önce Kendi Zatını zikir için yaratması gayet mantıklı ve normal bir durumdur. Çünkü mutlak manada yaratıcı olmayan, sadece var olan şeylerden bir kompozisyon kuran bir ressam bile tablosunda adını bir kenara yazmadan duramaz. Ressamın sanatçılığını herkese duyurup meşhur olmak istemesi, başlıca emelidir. Ayrıca ressam eserleriyle öz yaşamını ve iç dünyasını ölümsüz kılmak ister. Yüce Allah (c.c.) elbette yoktan yarattığı varlıkları boş yere yaratmış olamaz. Onlar hem yüce Allah?ın sıfatlarını ve güzel isimlerini bizlere tanıtmakta hem de en küçük varlıkları ve kozmik durumları ile Allah?ı zikretmektedirler.
Sultani zikir büyük bir devlettir. Böyle bir devlete eren sofinin bundan çok iyi yararlanması, bunu çok iyi değerlendirmesi gerekir. Özellikle uyurken başını yastığa koyduğunda yukarıda söylediğimiz egzersizi daha da genişletebilir. Kendisini mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş kabul ederek (böylece fenafillâhın egzersizleri olan murakabe-i vahidiyyeti de yapmış olur) her zerresinin zikre geçtiğini düşünür. Atomun çekirdeği etrafında elektronların sonsuz bir hızla zikrettiğini hayal eder. Mezarındaki toprakla birlikte bütün dünya cansız maddeleriyle beraber zikirdedir. Onların her bir atomu tıpkı sofinin elindeki tespih gibidir. Çekirdekler, tespih daneleri hükmünde olan elektronlarını çevresinde sonsuz bir hızla döndürmektedirler. Hatta bu imgeye atomun yapısına benzeyen gezegenlerin ve yıldızların kozmik hareketlerini de katar. Böylece Allah?ın (c.c.) zatı huzurunda bütün evrenin cansız varlıklarının koro halinde zikre koyulmuş olduğunu imgeler. Artık vücudu veya toprağı, maddenin en küçük yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır. Bu muhteşem tabloya sofinin tamamen toprak olmuş bedeni de bir ritim ve uyumla renk verir.
Cansız varlıklarda rızık, geçim endişesi olmadığı için onlar her daim zikirdedirler. Zikirden hiç gafil kalmazlar. En küçük yapı taşları, sözünü ettiğimiz tarzda yüce Allah?ı zikrederler. Çünkü iradeleri tamamen Allah?a (c.c.) bağlıdır. Allah ise şanını en mükemmel şekilde zikrettirendir. Sonra sırasıyla bitkiler ve hayvanlar gelir. Bitkiler tevekküllerinden yerlerinden ayrılmazlar. Hayvanlara göre zikre daha bir tutkundurlar. Çünkü iradeleri hayvanlara göre daha bir azdır, daha bir Allah?a bağlıdır. Hayvanlar zikirde insanlardan öndedirler. İnsan kadar bir iradeye malik olmadıkları için yüce Allah onlara zikir nimetini daha çok tattırmaktadır. İnsanların bazılarına aşırı benliklerinden, bencilliklerinden dolayı zikir hiç nasip olmaz.
Hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, gökyüzünde bir karış boş yer bulunmamaktadır. Allah (c.c.) her yerde kendisini zikreden melekler yaratmıştır.
Şeytanlar hiçbir zaman bizden uzak değillerdir. İleri manevi hallerde varlıkları da görülebilir, daha doğrusu hissedilebilir. Onlar duman halinde tüm bedeni, organları sararlar. Letaiflerde nurların görülmesinde olumsuz etkilerde bulunabilirler. Sultani zikirle birlikte yapacağımız daimi zikirler (sayıya vurmadan yapılan zikirler) onların bellerini de kıracaktır.
Tasavvuf ve tarikat yolunun bazı temel esasları vardır. Bunlara uymadıkça zikir devleti pek ele geçmez. Geçse de zikirden lezzet alma nimeti pek bulunmaz. Bunlardan ikisine çok dikkat etmek gerekir: Birincisi nefsi her şeyden, herkesten küçük görmedir. Bu sayede başkalarından gelen kötülükler hoşnutlukla karşılanır. Nefse her kötülük az bile görülür. Bu da zikirde bu yoldan gelebilecek nefsani ve şeytani vesveselerin önünü tıkar. Zira başka zaman değil de tam ibadet sırasında nefis ve şeytanlar vesveseleri ile bu damarı çok kullanarak ibadetteki huzuru ve ihlâsı zedelerler. İkincisi dünyayı kalpten çıkarmadır. Dünya herkese başka türlü hitap eder. Çünkü herkes başka bir nimetine tutkundur. Ama para bu farklılıkları genellikle biraraya getirir, birarada toplar. Onun için zekât ve sadaka vermeye azami derecede dikkat etmek gerekir. Bu yolun, yani Nakşibendiyye tarikatının başında bulunan Hz. Ebubekir?in (r.a.) gerektiğinde her şeyini İslam dini için fedadan kaçınmaması boşuna değildir. Zekât ve sadaka verme gönlün dünyaya düşkün olmasını önler. Gönlü Allah?a bağlar.
Bu iki noktaya dikkat eden kişide Allah?ın izni ile zikir çekme aşk haline gelebilir. Özellikle gizli zikirde karşılaşılan büyük problemler, yani bu zikri çeken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri çekemediğini veya şeytanların ve nefsin müdahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması ve zikir sırasında dünyevi şeyleri, insanlarla olan ilişkilerini düşünme sorunları Allah?ın izni ile bu sayede çözüme kavuşur. İnsanların çoğu başkalarıyla kavgalarını ve dünyayı (parayı) Allah?la aralarına perde koydukları için Allah?ı (c.c.) gönül huzuruyla zikredemezler. Allah?ı zikretmek isteseler bile bu böyle bir durumda onlara nasip olmaz.
?Lafza-i Celal zikrinde? kişi canlı veya toprak olmuş bedenini ve evrendeki cansız maddelerin atomlarını zikir halinde canlandırırken, ?Kelime-i tevhit zikrinde? ise insanın kendi bedenini, tüm evreni Allah?ın Zatı karşısında yok etmesi amaçlanır. Ölüm insan için bunu sağlar, kıyamet de tüm evrenin yok oluşunu gerçekleştirecektir. İnsan ölünce tüm bedeni toprak olacaktır, kıyamet kopunca da tüm evren yıkılacak, maddenin en küçük parçası olan atomlar bile dağılıp aslı olan yokluğa dönüşecektir. Baki kalan sadece yüce Allah?ın Zatı olacaktır. İşte Kelime-i tevhit zikri çekilirken bu esasa çok dikkat etmek gerekir. Zikir sırasında Allah (c.c.) dışında her şeyi yok bilmek gerekir. Onların faniliklerini göz önüne getirmek bu açıdan yararlıdır. Yine kendimizi mezarda çürümüş, tamamen toprak olmuş gördükten, daha doğrusu hayal ettikten sonra evrenin büyük bir patlama ile yokluğa karıştığı imgesini gözümüzün önünde canlandırabiliriz. Bu hayallerden sonra Allah?ın Zatının ezeli ve ebedi olduğunu, baki kaldığını düşünmek gerekir. ?Yeryüzünde olan her şey fanidir, ancak celal ve ikram sahibi olan Rabbinin Zatı bakidir. (Rahman suresi, 26-27).?
Lafza-i Celalin hızlı çekilmesi gerektiğini belirtmiştik. Kelime-i tevhit zikrini de hızlı çekmek çok yararlıdır. Çünkü bu şekilde çekmek kişiye büyük bir coşku verir. Coşku da aşkı doğurur. Bir zikir aşkla çekildi mi kişiyi Allah?ın izni ile ileri makamlara ve hallere ulaştırır. Zikri çok hızlı bir şekilde çekmenin manası da aşktan ve aşk halini meydana getirmekten başka bir şey değildir. Aşk deliliğin en güzel şeklidir. Peygamberimiz (s.a.s) şöyle buyuruyor: ?Allah?ı o kadar çok zikredin ki size deli desinler.? Tespihi hızla çekme dolayısıyla ?la-ilahe? tespihin bir tanesine, ?illallah? diğerine denk düşebilir. Ama yine de bu iş kişiden kişiye değişebilir. Aslında tespih böyle bir anda sayıyı belirleyen bir alet değil, coşku sağlayan bir unsur olur. Elbette Nakşibendiyye tarikatında Kelime-i tevhit zikri kalple çekilmez. Kişinin kendi duyacağı bir ses ayarıyla zikredilir. Virtte doğal olarak sayıyı korumak hâkim olduğu için Kelime-i tevhit zikrinde tespih taneleri o kadar hızlı çekilemez. Ama sayısız zikirde coşkuyu artırmak için eldeki tespihi dediğimiz veya dilediğimiz tarzda kullanabiliriz. Zikrin o zaman tadına doyum olmaz.
İnsanın tek başına yalnız havas bilgileri ile (Allah?ın şu güzel ismini şu kadar çekersen şu faziletlere sahip olacaksın tarzında bilgiler?) zikre yönelmesi beraberinde büyük itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, mürşid-i kâmilin rehberliğinde çekilmedikçe insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sözünü ettiğimiz şey, Lafza-i Celal (Allah), Kelime-i tevhit gibi zikirleri çokça çekme ile ilgilidir. İnsan kararında oldukça, mürşid-i kâmilsiz, kendisi de yalnız başına zikir edinebilir. Bir takım haller yaşadığında bir mürşid-i kâmile danışabilir, başvurabilir. Esma-i Hüsna zikri de mürşid-i kâmile başvurmadan kişinin kendi isteğiyle çekilebilir. Ama yine de Esma-i Hüsnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf ve tarikat kültürünü hazmetmek gerekir. Tasavvuf ve tarikat kültürünün de temelini her an tövbe ve istiğfar halinde olma, nefisle mücadele etme, onu her daim küçük görme ve Allah rızasını amaç olarak kabul etme oluşturur. Çünkü şeytanlar hiçbir fırsatı kaçırmaz. Kılavuzsuz yola çıkanları çeşitli tehlikeler bekleyebilir. Örneğin yaptığı zikirle dualarının kabul edildiğini gören birisi istidraca (şeytani hallere) düşebilir. Benliği güçlenip kendisinde olmayan çeşitli büyüklükler görebilir, kibire ve ucuba kapılabilir. Çünkü zikrin neticesi birtakım haller yaşanmaya başlayacaktır. Bunların bazısı Rahmani bazısı da şeytanidir. Bunları insanın yalnız başına birbirinden ayırması imkânsızdır. Birbirlerine çok benzerler. Farkına varmadan şeytanın oyuncağı olabilir. Bunlar da insanı ebedi helake, pişmanlığa götürmeye yeter. Ayrıca vesveseye de düşebilir. Hele içinde bulunduğumuz çağda insanlar gerekli dini ve itikadi bilgilerden bile yoksunken onların ellerine verilecek böyle bir havas bilgisi Allah?ın (c.c.) güzel isimlerinin gereği ve amacı dışında zikredilmesine yol açacaktır. Onun için zikir yoluna gireceklerin bir mürşid-i kâmilin himayesine girmesi en doğru yoldur. Nefis tezkiye olmadıkça zikir, özellikle Esma-i Hüsna zikri ona yarardan ziyade zarar verecektir. Çünkü böyle bir kişi Allah?ın güzel isimlerine hep nefis hesabıyla bakacaktır. Bu da onu manevi olarak zarara sokacaktır. Hâlbuki Esma-i Hüsna zikrini çekmenin temel amacı Allah?ı övüp yüceltme veya O?nun güzel ahlakıyla ahlaklanmadır. O?nun rızası dışında her şey nefis hesabınadır. Allah?ın rızası dışında kendisine bir hedef çizen ve bu konuda Esma-i Hüsnadan umut bekleyen kişi ise yoldan çıkmıştır. Nefis ve şeytanlar onu aldatmıştır. Allah (c.c.) bu durumlara düşmekten bizleri korusun. Âmin. Evet, şu ayet-i kerime bu kişilere hitap etmektedir: ?En güzel isimler Allah?ındır. O halde O?na en güzel isimlerle dua edin. O?nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, ayet 180).?
Zikirde gafleti yok etmek için pratik bir çare olarak asla ihmal edilmemesi gereken şey, Allah?ın huzurunda olma duygusudur. Tabii aynı şey, namaz için de geçerlidir. Kişi gerek namazda gerekse zikirde Allah (c.c.) karşısında olduğu duygusunu kaybettiği zaman gaflete düşer. Bu durumda kıldığı namazlarda dünya meselelerini, kişilerle olan ilişkilerini düşündüğü gibi aynı şey zikir sırasında da geçerlidir. Yani sofinin kalbi ?Allah? demeye çalışır ama kafası dünya meşgaleleri ile insanlarla doludur. Dikkatini onlara vermiştir. İşte tam bu sırada iken hemen kendisini silkeleyip Allah (c.c.) huzurunda olduğu duygusuna sahip çıkıp bunu korumaya çalıştığında o dünyevi düşünceler, kişiler de kafasında uçar; zikir amacına uygun olarak çekilmeye başlar.
Kuşkusuz insan zikre koyulduğunda, hele bu Lafza-i Celal (Allah) zikri olduğunda şeytanlar derhal saldırıya geçeceklerdir. Şeytanların saldırıları vesvese yolu ile olmaktadır. Dinsel anlamda akla gelen kötü ve çirkin düşüncelere vesvese denir. Vesvese bilinçaltına yapılmaktadır. Kişi bunları sanki kendi düşüncesi imiş gibi algılar. Şeytanlar kalp ve letaiflere girebilmektedirler. Bu yüzden insanların duygu ve düşüncelerini takip edebildikleri gibi yine kalp ve letaifler yolu ile onu zikirden uzaklaştırmak için vesveseler (nabza uygun şerbet) vermektedirler. Şeytanlar kimin ne konuda zaafı olduğunu o kişiden daha iyi bilmektedirler. Şeytanlar en çok kompleksleri kullanırlar. Çünkü komplekslerde bastırılmış güçlü duygusal enerjiler (kişinin utandığı, ezildiği, sıkıldığı kimi yaşantı anıları ile birlikte) bulunur. Şeytanlar vesveselerde bunları günlük mesele ve kişilerle bağlantı haline getirerek zikrin gafletle çekilmesine neden olurlar. Kişi zikir sırasında bu vesvese dünyasında yaşamaya başlar. Onun için şeytanların bu hilelerinden hemen Allah?ın Zatının huzurunda olduğu duygusu ile silkinmek ve kendine gelmek gerekir. Allah?ın Zatının huzurunda olduğu duygusu bu tür kişisel zaafları ve şeytanların vesveselerini anında durdurur. Yok eder.
Fakat şeytanlar zorlu düşmanlardır. Sinsi sinsi yine yaklaşırlar. Zikirde olan sofinin zaaflarını ve komplekslerini kullanarak onu yine gaflete sürüklemeye çalışırlar. Onun zaaflarını ve komplekslerini günlük bazı hadiselerle ve şahıslarla alakalandırarak zikrini yine gaflet durumuna sokmaya gayret ederler. Şayet sofi Allah?ın huzurunda olma duygusunu yitirmezse ve korumaya çalışırsa şeytanların tüm çabaları boşa gidecektir.
Allah?ın Zatının huzurunda olmayı duygusal bir durum olarak tasvir ettik. Zira Allah?ın Zatı tasarlanamaz. Bu hadis-i şeriflerle de yasaklanmıştır. Allah (c.c.) varlıklara ait özellik ve niteliklerden uzaktır. Allah?ın Zatı ile ilgili akla gelebilen her hayal, Allah?tan (c.c.) uzaklaşmadır, yanlış bir yola sapmadır. Böyle Allah?ın Zatı ile ilgili akla gelen düşünceler ancak şeytanların vesveseleri sonucu oluşur. Kul bunlardan sorumlu değildir. Onun için takıntı yapamaya, suçluluk duygusu duymaya gerek yoktur. Ama hemen edep gereği Allah?ın Zatı bunlardan tenzih edilmelidir (Subhanallah, estağfirullah denmelidir.).
Gerek namaz kılarken gerekse zikir çekerken aslolan şey, Allah?ın Zatının huzurunda olma duygusudur. Bu öyle yüce bir duygudur ki, insan kendi küçüklüğünü, alçaklığını derinden hissederek yüce Allah?ın (c.c.) karşısında edep ve haya duyguları içerisinde bulunur. Buna ihsan hali denir.
Tasavvuf ve tarikat yolunun amacı bu ihsan halini daima canlı tutmaktır.
İhsan adı üstünde bir lütuftur. Allah?ın (c.c.) kuluna verdiği büyük bir armağandır. Bu nasıl büyük bir lütuf ve armağan olmasın ki?.. Bu evrenin sonsuz büyüklüğü karşısında bir toz tanesi kadar küçük olan dünyamızda iman sahibi bir insan ibadetleri sırasında tüm bunları yaratan yüce Allah?ın (c.c.) huzurunda olma duygusu ile şereflenmektedir. Bu şerefe ihsan hali demek ne kadar da uygun düşmektedir!..
İhsan halini bu ümmete bizzat Allahu Zülcelâl meleği Cebrail?i göndererek tarif ettirmiştir. Hadis mealen kısaca şöyledir:
Bir gün Peygamberimiz (s.a.s) mescitte oturuyor ve ashabıyla sohbet ediyordu. Bu sırada üstünde yolculuk yaptığına dair bir alamet olmayan, beyaz giysili ve siyah saçlı bir genç gelerek peygamberimizin (s.a.s) karşısına oturdu. Ona bazı sorular sormaya başladı. İslam nedir, iman nedir sorularından sonra ihsan nedir diye sordu. Peygamberimiz (s.a.s) ihsanı şöyle tarif etti: ?İhsan, senin Allah?ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Zira sen Allah?ı göremezsen de O seni görmektedir.?
Demek ki ihsan, ibadetlerin kadrini yükselten büyük bir nimettir. Belki ibadetlere Allah rızasını koyan büyük bir iksirdir. İbadetler ihsan hali olmadığı zaman yoksullaşmakta, anlamlarını yitirmektedirler. İhsan hali bakırı altın yapan iksir gibi ibadetlerin suretlerini Allah rızası ile şereflendirmektedir.
Peygamberimizin (c.c.) ihsanı tarifi de dikkat celbedicidir. Bizim yaptığımız gibi ibadetler sırasında Allah karşısında olma duygusu diye tarif etmemiş, kulların Allah?ın Zatını kafalarında canlandırmalarını engellemek için dikkati Allah?ın kullarını gözetlemesinde toplamıştır: ?İhsan, senin Allah?ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Zira sen Allah?ı göremezsen de O seni görmektedir.?
Peygamberimizin bu ihsan tanımında murakabenin de yer aldığını belirtelim. Murakabe, kişinin Allah?ın gözetimi ve denetimi altında olduğunu düşünmesidir.
Lafza-i Celal zikrini çekerken bu zikri çekemediğini veya başka bir şey zikrettiğini sanan kişi, Allah karşısında olma duygusu ile de büyük yararlar kazanır.
Lafza-i Celal zikri sırasında Allah (c.c.) karşısında tüm varlıkların zikir halinde olduğu; mikro âlemden makro âleme kadar her şeyin Allah?ı (c.c.) zikrettiği düşüncesi büyük kazanç getirir. Bunun dışındaki düşünceler, tefekkür grubuna girse de zikre zarar verirler.
?Andolsun Davud?a tarafımızdan bir üstünlük verdik. ?Ey dağlar ve kuşlar onunla birlikte tespih edin!? dedik. Ona demiri yumuşattık (Sebe Suresi,10).? Burada Hz. Davud?a (a.s.) verilen nimet, fazilet, üstünlük zaten doğaları gereği zikreden varlıkların (dağların yani yeryüzünün ve kuşların) Hz. Davud?un (a.s.) Allah?ı zikrettiğinde zikirleriyle ona iştirak etmeleridir. Kuşlar bildiğiniz gibi öterler. Öterken Allah?ı zikrederler. Dağlar (yeryüzü) en küçük yapı taşı olan atomlarıyla ve kozmik hareketleriyle yani yeryüzünün önemli bir parçası olarak gerek kendi ekseni gerekse güneş çevresinde dönüş hareketleriyle zikirdedir. Nasıl bir Mevlevi kalbinin etrafında dönerken (sağdan sola doğru) ?Allah? kelimesini iki hamlede iki hecede söylüyorsa gezegenler de böyledir. Bugünkü teknoloji ile gezegenlerin dönüşlerinde çıkardıkları (yüksek frekanslı) sesler Nasa kanalıyla tespit edilmiştir, bunlar internette bulunabilir. Kuşkusuz bu azim bir zikirdir. Hz. Davud Aleyhisselam bu varlıkların zikir halinde oldukları bilgisi ve bilinci ile zikrettiği için yüce Allah (c.c.), ona bu varlıklarla birlikte zikretme nimetini ve faziletini nasip etmiş olabilir. Zira hadis-i şerifte peygamberimizin (s.a.s) ifade ettiği gibi ameller niyetlere göredir. Zikirde bütün varlık âlemi ile birlikte zikretme niyeti böyle büyük bir ameli doğurmuş olabilir. Allah (c.c.) lutf u ihsanıyla her birimize bu büyük nimeti nasip ve müyesser eylesin. Âmin.
Biz ilk zamanlarımızda bu nurlara karşı çok meraklı idik. Tabii varlıklarını kitaplardan okurduk. Acaba gerçekten görebilecek miyiz, diye kendi kendimize söylenip dururduk. Bizden önce bu yola girenlere, ileri derecede zikir çekenlere bu ilahi nurları görüp görmediklerini sorardık. Onlar nedense konuşmak istemezler, Nakşibendiyye yolunda her şey gizlidir, sırlar söylenmez, kavilinden cevaplar verirlerdi. Dedikleri doğruydu. Bir insanın durduk yerde hallerini etrafa anlatması edebe aykırıdır. Tasavvuf ve tarikat yolu ise baştan sona edeptir. Bir de o kişinin gurura, ucuba düşmesine neden olabilir. Bu da telafisi mümkün olmayan büyük zararlar getirebilir. Ayrıca nazar tehlikesi de bunun cabasıdır. Allah her birimizi bu afatlardan korusun. Âmin. Kuran-ı Kerim?de yüce Allah, pek çok yerde ?böbürlenenleri? ve ?övünenleri? sevmediğini beyan buyurmuşlardır (Hadid suresi 23, Lokman suresi 18, Nisa suresi 36, Kasas suresi 76, vb.). Tasavvuf ve tarikat yolu nefsi ezmek ve hiç etmek sanatıdır. Kişi bu yolda kendisinde çok az da olsa bir varlık gördüğü zaman anında manevi ilerlemesi durur, çeşitli sıkıntılar yaşamaya başlayabilir. Bu büyük tehlikelere karşın Allah?a sığınarak ve sadatlardan manevi himmet dileyerek insanların bu konulardaki meraklarını gidermek, onlara tavsiyelerimizin daha etkili olması için, ayrıca onları rabıta ve zikre teşvik etmek gayesiyle yaşadığımız tecrübelerden birazcık da olsa kısaca bahsetmek istiyoruz:
Gerçekten sultani zikirde tüm vücudun veya bazı organların hücreleri titreşimdeki cep telefonu misali akıl almaz bir hızla zikretmektedir.
Gerçekten kalp ve letaifler açıldığında bu noktalardan, daha doğrusu göğüsten, ibadetler sırasında (namaz ve zikir gibi) çok büyük hazlar alındığı gibi gözler kapalı olduğunda değişik renklerdeki nurlar da görülmektedir.
Gerçekten değişik renkteki nurlar görüldükten epey bir zaman sonra saydam bir nur halesi, daha doğrusu nur kalesi insanı kuşatmaktadır. Bu insanı şeytanlara karşı korumaktadır.
Böyle nimetleri kullarına bahşeden Rabbimize kelimeleri adedince şükürler, hamd u senalar olsun.
Sofiler rabıta ve zikirlerine dikkat ederlerse kısa zamanda bu söylediğimiz halleri yaşayacaklardır. Tabii tasavvuf ve tarikat yolunda bu halleri yaşamak önemli değildir. Bu konuda vesveselere düşmemek de gerekiyor. Çünkü insan bunlarla da imtihan edilebilir. İnsan bir ömürde bu halleri yaşamasa bile Allah?ın (c.c.) rızasına erebilir. Önemli olan da budur. Bu tür halleri yaşayan kişilerin de Allah?ın rızasına erdiğini düşünmek doğru değildir. Son nefeste imansız gitme tehlikesi peygamberler dışında herkes için geçerlidir. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s) de dediği gibi Allah (c.c.) ahrette bizleri yaşadığımız manevi hallerden sorguya çekmeyecektir. Önemli olan Allah?ın emir ve yasaklarını (şeriatı) ve peygamberimiz (s.a.s) sünnetlerini yerine getirip Allah?ın rızasına ermedir. Rabıta ve zikirde amaç, Allah rızasıdır. Hal elde etmek değildir. Böyle bir isteğin kalpte olması bile bir fitnedir. İmtihan konusudur. Allah?ın rızası ile araya giren aşılmaz bir perdedir. Allah hepimizi bu tür afatlardan korusun. Âmin.
Özellikle rabıta sırasında insan nefsini çok ezmeli, kendini toprak misali yok bilip sadatlardan gelecek feyze ve nura talip olmalıdır. Aslında bu bütün ibadetlerde, hatta yaşamın her anında böyle olmalıdır.
Allah fazl u ikramıyla bizlere son nefese kadar zikrini ve mürşid-i kâmile yapılan rabıtayı sevdirsin ve bizlere her daim rızasını nasip eylesin. Âmin.

Muhsin İyi


https://forum.memurlar.net/konu/1544895/
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Empty
MesajKonu: Geri: Letaif nedir İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları    Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Icon_minitimeSalı Şub. 22, 2022 4:15 pm

Letaif zikir, vesvese, bir Kamil Mürşid!

Mutlaka okuyalim gurbanlar çok
Önemli bir sohbet

Soru :

Ben özellikle vesveseye karşı etkili olucak bir ders almak istiyorum çünkü aşırı derecede vesveseliyim.letaif zikri yeni okudum bu kelimeyi yeni öğrendim ilmimde bilgimde gayet zayıf ve ben ne zaman namaza vs dinime sarılsam bu vesvese yüzünden terk etmeme sebep olmuştur.

Büyüklerimden istediğim şey bana letaif zikri veya okumam için günlük veya haftalık bir ders sunmaları ,zira gelişigüzel zikirde yapılmıyor bildiğim kadarı ile belirli sayılarda çekiliyor zikirler.bana zikir dersi önerebilirmisiniz ?

Cevab :

vesvese ´ye aldirmayacaksin, üsütnde durmayacaksin, sanki bir rüzgar gelmis gecmis...

Kalb Zikri ve Letaif Zikrine gelince bu herkez veremez, kendi basinada cekilmez bir Kamil Mürside varib onun usulünce cekilmesi gerek, günde belirli sayida Zikir Vird haline getirilmemesi gerekiyor yoksa kendi basina insan seytanin ve nefsin hilelerine uyar onlarin oyuncagi haline gelir...TV´de ve ortalikda dolasan örneklerinden görüldügü gibi...

illede insan cekmek istiyorsa sayi tutmaksizin cekebilir, heb ayni sayiyi veya belirli zamanlarda artirarak vid edinmek bir Allah Dostuna baglanmadan manevi desteksiz, tanisabilecegi bir üstad olmadan nefsin ve seytanin o merhalelerdeki hilelerini bilen ve gecmis olan birisi olmadan insanin helakina sebeb olabilir...

Menzildeki mübaregin usulünce Kalb Zikrinde belirli bir sayiya geldikden sonra verilir Letaif Zikri...nadiren ilk tövbesinden veya ilk zikrinden sonra (ihlas/muhabbet/halavetine göre) bu zikre gecenlerde olmus ama bunu mübarekler belirliyor öyle durumlarda...

cekilisini söylemekde bunun icin dogru bulmuyoruz, birisi kalkar baslar cekmeye degisik haller zuhur eder , Nefs ve Seytan oyuna getirir , rüyada gösterilen makamlar olsun, istidrac (olaganüstü haller gücler kabiliyetler) yoluyla olsun, o da kalkar ben suyum,buyum,oldum, seyhim der alir kendine bir post oturur ve daha nice haller ...seytan nefs ikilisi istedigini elde eder. bediüzzaman hz.lerinin sözü olacakdi Allah-ül alem aldatmazlar aldanirla, seytan onlari aldatmisdir...yani kendileride samimiyetle öyle olduklarini , sanirlar.

onun icindirki bir Kamil Mürside varmazsan olmaz demisler, yada bir vekiline...size acizane tavsiyemiz kalb zikri olsun letaif zikri olsun , kim olursa olsun söyle cek böyle cek sukadar cek, diyenleri dinlememenizdir eger bir kamil mürsid yoksa baslarinda, hayatda degilse mübarek vede kendi yerini alacak halifede birakmadiysa...yani bu isler gelisi güzel olmaz...biz tarikat degiliz ama cekiyoruz olmaz, zarar kendilerinedir

Letâif, insan vücuduna yerleştirilmiş manevi, nuranî cevherlere verilen bir isimdir. Bunlar gizli, sırlı ve iç bünyede saklı cevherlerdir. Baş gözüyle görülmezler, ancak gördükleri vazifelerden varlıkları anlaşılır. İnsanın aslı bunlardır. Bu cevherler mümin kafir her insanda mevcuttur. Kâmil mürşidler bu cevherleri ilim, tecrübe ve müşahede ile tanıyıp yerlerini ve vazifelerini tespit etmişlerdir. Bu konudaki açıklamaların özeti şudur:

Cenab-ı Hakk (c.c) insanı on asıl şeyden yaratmıştır. Beşi mahlukat alemi denilen hâlk alemindendir. Bunlar toprak, su, hava ateş ve nefistir. Bunların başkanı ve hakimi nefistir.

Ölçü ve hesap ile bilinebilen, gözle görülen ve incelenebilen cisimlerden oluşan aleme ‘hâlk alemi’ denir.

Diğer beş unsur ise, asılları alem-i emirden olan insani kalb, ruh, sır, hafi ve ahfadır. Bunların başkanı ve hakimi kalptir.

Ruhun sarayı kalptir. Ruh kalbe hâkimiyetini kurunca, kalp bedeni ona göre yönetir; ruh vasıtasıyla aldığı ilâhi feyiz ve terbiyeyi bedenin bütün işlerine yansıtır.

His, hayal, yön ve mekanla sınırlanmayan, mesafe ve maddesi olmayan, Allahu Teala’nın ‘ol’ emri ve iradesinin tecelli etmesiyle yaratılan şeylere ‘emir alemi’ denir.

Allahu Teala yüce kudreti ve ince hikmetiyle her iki alemin latifelerini aşk yoluyla aralarını birleştirmiş ve kaynaştırmıştır. Öyle ki bunlar birbirinden ayrılmak istemezler. Bu aşktan dolayı hâlk aleminin latifeleri emir aleminin latifelerini hükmü altına almıştır.

Letaiflerin Vücuttaki Yerleri:

Kalb, sol memenin dört parmak altındadır. İlahi huzur ve tecelliyat mahâllidir.

Ruh, sağ memenin dört parmak altındadır. İlahi aşk ve muhabbet mahâllidir.

Sır, sol memenin iki parmak üstündedir. İlahi marifet mahâllidir.

Hafi, sağ memenin iki parmak üstündedir. ilahi tecelli ve nurlar içinde kaybolma mahallidir. Buna istiğrak denir.

Ahfa, göğüs kafesinin üst ucundan yani gırtlak çukurundan iki parmak kadar aşağıdır. İlâhî sır mahallidir. Gizli ilimler ve tecelliler merkezidir. Burada elde edilen duruma izmihlal denir.

Nefs latifesinin yeri iki kaşın ortasıdır.

Bütün latifelerin merkezi kalptir. Kalb ruhun sarayı hükmündedir. Terbiye olmamış nefs, devamlı kötülüğü emreden sıfatıyla kalbi tamamen hükmü altına aldığı zaman, kalbden Allah için hiç bir hayırlı amel çıkmaz. Bu durumda ruh da, nefsin arzularına bağımlı hâle gelir. Artık kalb ve ruh asli vazifelerinden uzaklaşmış ve ölmüşçesine gaflete düşmüş olurlar. Bu hâl kalbin perdelenmesi ve günahlarla kararmasıdır.

İnsanın bu durumdan kurtulması için çok ciddi bir tedaviye ihtiyacı vardır. Bu tedavinin en güzel ve en kolay yolu bir mürşid-i kâmilin elinden tövbe alıp, kendisine intisap edip manevi terbiyeden geçmektir.

Mürşid-i kâmil, kendisine intisap eden müride önce güzel bir tövbe yaptırır. Sonra zikir telkin eder. Bu zikrin nuru ilk olarak kalbe, sonraları diğer letaiflere sirayet eder. Zikre devam edildiğinde kalpten Allahu Teala’nın sevmediği ve razı olmadığı düşünceler silinip gider. Zikir kalbe iyice yerleşince her hâlde zikretme hâline geçer, böylece gaflet yok olur. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir, insanda Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu ahlak ve sıfatlar oluşur.

Mesela münafıklık, nefsin kötü sıfatlarından birisidir. Vücuttaki su unsurunun özelliği ile irtibatlıdır. Suda, bulunduğu kabın şeklini ve rengini alma özelliği ve bulunduğu şartlara göre değişme sıfatı vardır. Bu sıfat, insana yansır ve iki yüzlülük meydana gelir. Ancak bu sıfat, mürşid-i kâmilin terbiye, himmet ve tasarrufu ile alçak gönüllü olmaya dönüşür. Kalpten nifak ve yalancılık gider, yerini samimiyet ve mertliğe bırakır.

Ateş unsurundan kaynaklanan zulüm ve hiddet sıfatı, İslam’ın emir ve hükümleri karşısında gayrete, ince davranmaya ve rahmani taraftarlığa dönüşür.

Havadan ileri gelen kibir ve üstünlük taslama sıfat, izzet, vakar ve heybete dönüşür.

Toprak unsurundan kaynaklanan tembellik, uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve efendilik sıfatına dönüşür.

Letaifleri hakiki vazifelerine döndürmek gevşemeyi gidermek için onların zikir nurları ile aydınlanması, temizlenmesi ve beslenmesi gerekir.

Minah-10 :
İnsanın kalbine gelen gayr-i ihtiyari vesveseler, zararsız olsada mürid bunlar için istiğfar etmesi gerekir.

Minah-34 :
Letaifi yükselirken halk aleminden kesilmeyen mütemekkin meczub, avam için daha faydalıdır. Avam tabakası bunlara, seyri sülukunu tamamlayıp dönenelerden daha fazla itibar gösterir. Onlarla aralarındaki münasebet fazla olduğundan, tanımaları daha kolay olur.

Minah-35 :
Ademoğlu başangıçta unutgandır. Çünkü alemi ervahdaki ahdini ve başından geçenleri unutmuştur. İnsanın bilgi sahibi olması ancak, letaiflerin alem-i emirdeki yerlerine ulaşmalarından sonradır.

Minah-36 :
Müridlerden biri Gavs (k.s) H.z.'lerinden sordu :

- '' Mürid fazileti olan nefs muhasebesiyle uğraşırken bazen fenaya sebeb olan (fena-fi şeyh) rabıtadan gafil kalıyor.'' buyurdular.

- '' Nefs muhasebesi kendisini var görenler içindir.''

(Muhasebe kendini var gören kişiye fayda verir. Bu nedenle rabıta hali daha üstündür. Rabıta fenaya ulaştırırsa muhasebeye lüzum yoktur. Kısaca buradan anlaşılan Gavs (k.s) H.z.'nin rabıtayı tercih etmesidir.)

Minah-37 :
Gavs (k.s) H.z.'lerinden soruldu : '' Letaifler meşhur olduğu üzere ayrı ayrımıdır ? Zoksa bazı meşayihlerin dediği gibi bir tektirde, makama göre isimleri mi değişir ? ''

Cevaben : '' Ayrı ayrı birer hakiattır.'' dedi.

Minah-38 :
Letaifler alem-i emire yükselmeğe başlayınca ekseriya müridde ağlama hasıl olur. Halbuki Letaifler kendileri için gurbet sayılan bu alemden, asıl vatan olan, emir alemine gidiyorlar. Bunun misali gelin olan kızın asıl evi olan kocasının evine giderken ağlamasında görülür.

Minah-56 :
İstiğrak halinde bulunan salik, içinde bulunduğu manevi halini, letaifleri, yükselip fenafillah'a ulaşıp dönen ile değiştirmek istemez.Halbuki letaifleri fenafillah'a ulaşıp dönen daha kamildir.

Minah-65 :
Nefsin yaratlışında liderlik ve başkanlık vardır. Letaifler makamlarına ulaşmadan önce, nefse bulunduğu kötülük hali üzerine hizmet ederler. Letaifler makamlarına ulaştıkları zaman nefis yalnız ve hizmetçisiz kalır. Bu ise nefsin tabiatına aykırı olduğundan, nefis bu hale sabredemez. Nefis de Letaiflerin peşinde, onların makamına çıkar. Yine onlara baş olur fakat hayır üzere emr eder.

Minah-66 :
Bazen salikin letaifi yükselir, fakat salikin bundan haberi olmaz.

Minah-67 :
Bazen letaifler birlikte yükselirler, Kendi alemlerine yönelirler.Bu durumda letaifler karışıp tek sütun gibi görülürler. Süluk ednlerde bu halet kuvvetli olup, böyle olanların halka menfaatleri daha çok olur. Letaifler zati olarak birdir diyenlerin sözü buradan kaynaklanmıştır.

Letaifler kendi alemine yönlirken bazende birbirini takib ederek sırayla giderler. Bu sğlukta zayıflıktır. Hem de böylelerinin halka menfaati az olur.

Minah-68 :
Letaifler nuranidirler. Salik hayr amelini bunlarla görür. Letaifin yükselmesinin belirtisi, salikin hazır amelleri görmemesidir.

Minah-69 :
Letaifler yükselirken, tecelliyat kalbe inmeye başlar. Letaifin yükselişini farkeden salik, kendisinden bir şey yükseldiğini ve üzerine sis gibi bir şeyin yağdığını hisseder.

Minah-70 :
İnsanın letaifi yükselince, letaif sütununun kökü bedende kalır. Bedenden temelli ilişiği kesilmez.

Minah-71 :
Tecelli-i berkiden önceki bütün tecellilier sıfatların tecellisidir. Ancak tecelli-i berki de Cenab-ı Hakk (c.c)'ın zatının tecellisi başlar.

Minah-72 :
Muteber olan fena (fenaillah) daimi fenadır. Gelip geçici olan berki fena muteber değildir. Berki fena tarikata yeni girende, hatta avamda da olur. Bu hal sonu başa getirmenin bir semeresidir.

Hizmet nimettir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Empty
MesajKonu: KALB VE LATÎFE-İ RABBANİYE kalbin zümrüt tepeleri fethullah gülen    Letaif nedir   İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları  Icon_minitimeSalı Şub. 22, 2022 4:17 pm

Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.
İ. Hakkı
Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki mânâda kullanılır: [size=18]Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve daha çok da çam kozalağına benzeyen, aynı zamanda yapısı ve dokusu itibarıyla da bedendeki her uzuvdan farklı bulunan; ihtiva ettiği harika karıncık ve kulakçıkları, bütün his ve duygulara merkeziyeti, bütün damarlara ve damarcıklara merciiyeti ve insan uzuvları arasında bizatihî müteharrik olma gibi imtiyazı; hem bir motor gibi çalışması hem de bir emme-basma pompası gibi faaliyet göstermesi itibarıyla çok hayatî bir organdır ki bu organa biz yürek de deriz.i[/size]
Kalbin melekûtî buudu
[size=18]İkincisi ise, öncekinin dublesi, alternatifi, melekûtî buudu ve aynı zamanda, şuur, idrak, ihtisas, akıl ve irade gücünün de merkezi ruhanî bir latîfedir ki, tasavvufçular ona “hakikat-i insaniye”ii filozoflar da “nefs-i nâtıka” demişlerdir.iii İnsanın asıl hakikati de işte bu kalbdir. İnsana bu mânevî buudu itibarıyla “âlim”, “ârif”, “müdrik” denir. Ruh bu latîfenin esası ve bâtını, biyolojik ruh da bineğidir.iv Allah’a muhatap olan, sorumluluklar yüklenen, ceza gören, mükâfat alan, hidayetle kanatlanan, dalâletle yuvarlanan, aziz kabul edilen, hor görülen ve ilâhî mârifetin “mir’ât-ı mücellâ”sı olan hep bu latîfedirv.[/size]
Kalbin konumu
Kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen hususiyette bir yapıya sahiptir. İnsan; ruhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb ruhun gözü gibidir. Basîret,vi kendi dünyasına göre onun nazarı; akıl ruhu; irade de iç dinamizmidir.vii
Maddi kalb ile Melekûtî kalbin alakası
Umumiyet itibarıyla biz “gönül” derken de bu ikinci kalbi kastederiz. Gönül ve kalb farklılığı, bunların mecazen birbirinin yerinde kullanılması bir yana, bu ruhanî latîfe cismanî kalble sımsıkı alâkalıdır. Bu alâkanın keyfiyeti, dünden bugüne filozofları ve İslâm hukemâsını bir hayli meşgul etmiştir. Ancak, bu münasebet ister evvelen ve bizzat, ister sâniyen ve bi’l-araz, ister kalbin faaliyeti açısından, ister onun kabiliyetiyle irtibatlı olsun, sinelerimizde taşıdığımız “sanevberiyyü’ş-şekl” et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan “latîfe-i rabbâniye”nin, bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur.viii Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, ruh, akıl ve idrakin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.ix
Melekuti Kalbin en önemli hedefi
Kur’ân’da, dinî ilimlerde, ahlâkta, edebiyatta, tasavvufta kalb dendiği zaman, daha ziyade bu ikinci mânâdaki kalb kastedilir. Aynı zamanda iman, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhanî de, bu mânâdaki kalbin “ille-i gâiyesi” ve varlığının hakikî hedefleridir.
Melekûtî kalbin fonksiyonu; âhize-nâkile
Kalb, iki yönü olan öyle nuranî bir cevherdir ki, bir yönüyle devamlı ruhlar âlemine, diğer yönüyle de cisimler âlemine bakar. Cisim, şer’î ölçülerin birleştiriciliğinde ruhun emrine girmişse, kalb, ruhlar âlemi yoluyla aldığı feyizleri bedene ve cisme taşır; orada da huzur ve itmi’nan esintileri meydana getirir.x
Melekûtî kalbin kalb ve ruh hayatındaki önemi
Kalb, eskilerin ifadesiyle “nazargâh-ı ilâhîdir.” Allah, insana insanın kalbiyle bakar. وَلٰكِنْ يَنْظُرُ إِلٰى قُلُوبِكُمْ Allah sizin cisim ve suretlerinize değil, kalblerinize nazar eder.” (Müslim, birr33) fehvâsınca da, insanla muamelesi kalbe göre cereyan eder. Zira kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesabesindedir. Kalb ayakta ise, bu duygular da hayatta sayılır; o, yıkılmış veya bir kısım mühlikâtla sarsıksa, bu latîfelerin hayatiyetinden, devam ve temadisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk:
أَلَا إِنَّ فِي الْجَسَدِ مُضْغَةً إِذَا صَلَحَتْ صَلَحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، وَإِذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ؛ أَلَا وَهِيَ الْقَلْبُ.
[size=18]Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir.”[/size] (Buhârî, îmân 39; Müslim, müsâkat 107) buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkatleri çekmiştir.xi
Kalbdeki nokta-i istimdad ve nokta-i istinad
Kalbin bundan da ehemmiyetli yanı, mahiyetindeki istinat ve istimdat noktaları itibarıyla her zaman Cenâb-ı Hakk’ı göstermesi, varlık kitabıyla tafsilen anlatılanları, ihtiyaç ve ihtiyaçların karşılanması diliyle insan gönlüne sürekli ihtar etmesidir ki, hadis diye rivayet edilen bir mübarek sözde onun bu lâhutî buudu nazara verilmektedir.xii İbrahim Hakkı, o sözü nazmen şöyle tercüme eder:
Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil madeninden.xiii
Kalbin kıymeti
Böyle, mârifet-i ilâhiyenin pürüzsüz, mücellâ ve yalan söylemeyen sâdık bir lisanı olması itibarıyladır ki, insanî mülkün melekûtu sayılan kalb, Kâbe’den daha eşref görülmüş ve Zât-ı Hak adına bütün kâinatların ifade edebileceği yüce gerçeği beyanda biricik hatip kabul edilmiştir.
Kalbin korunması
Kalb, düşünce sıhhati, tasavvur sıhhati ve ruh sıhhati, hatta beden sıhhati için âdeta bir kale gibidir. İnsanın maddî-mânevî duyguları bu kaleye sığınır ve korunmuş olurlar.xiv Bu açıdan insan için bu kadar önemli olan kalbin de karantinaya ve gözetilmeye ihtiyacı vardır. Zira o, yaralanınca tedavisi çok güç ve ölünce de hayata döndürülmesi çok zor bir latîfedir. Kur’ân bize: رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا [size=24]“[/size][size=18]Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalblerimizi kaydırma…” (Âl-i İmrân sûresi, 3/8) duasını öğütlemekte, Efendimiz de sabah-akşam el açıp hem de defaatle:[/size]
اَللّٰهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَى دِينِكَ
[size=18]Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Kalbimi dininle sabitleyip perçinle!”[/size] (Tirmizî, kader 7, daavât 89, 124; İbn mâce, duâ 2) tazarruunda bulunmakla bu çok önemli korunma ve karantinayı hatırlatmaktadır.xv
Kalbin hayırlara köprü, vesvese ve dürtülere açık olması
Evet, kalb, bütün hayırların, bereketlerin insana ulaşmasında önemli bir köprü vazifesi gördüğü gibi, aynı zamanda şeytanî ve nefsanî bütün dürtülere ve bütün hâtıralara vize verebilme mevzuunda da tehlikeli işlere alet olabilir. O, Hakk’a tevcih edilebildiği sürece, bedenin en karanlık noktalarına kadar her yanına ışıklar yağdıran bir projektör olur; yüzü cismaniyete dönük kaldığı zamanlarda da şeytanın zehirli oklarının hedefi hâline gelir…xvi
Kalbi hayatın düşmanları
Kalb, iman, ibadet ve ihsan ruhunun vatan-ı aslîsi ve her zamanki otağı.. Allah-kâinat-insan arasında ince ince akıp duran duyguların yüksek debili bir ırmağı olmasına rağmen, bu cihanbahâ latîfeyi yerinden etmek ve bu ırmağa mecrâ değiştirtmek için, onun, sayılmayacak kadar da düşmanları vardır. Kasvetten küfre, ucubdan kibre, tûl-i emelden hırsa, şehvetten gaflete, menfaatten makam düşkünlüğüne kadar yığın yığın düşman, taarruz vaziyetinde onun zaaf ve boşluklarını kollamaktadır.xvii
﴿رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ﴾
وَصَلِّ وَسَلِّمْ يَا رَبِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى أَصْحَابِهِ الْكِرَامِ
i KALBİN BİR BAŞKA TARİFİ: Kalb dendiğinde ilk akla gelen, göğsün sol yanında, sol memenin altında, hem sinir hem kas esaslarını câmi; karıncıkları, kulakçıkları bulunan ve insan uzuvları arasında kendi kendine hareket etme özelliği taşıyan; atar ve toplardamarların kökü, merkez noktası; solunum ve akciğer hareketleriyle de ilgi ve paralelliği olan ve yürek de dediğimiz çam kozalağı şeklindeki malum organdır ama, biz burada, cismanî bu kalbden daha ziyade gönül de diyeceğimiz, vicdanın dört temel unsurundan biri sayılan, bütün duygu, düşünce, şuur, sezgi, idrak ve mânevî âlemimizin merkezi, “ruhanî ve ilâhî latîfe” olarak bilinen kalb üzerinde durmak istiyoruz ki, bizce insan hakikatinin özü, esası da işte bu kalbdir. (“Kalb ve Ruh Hayatı”, Beyan)
KALBİN BİR BAŞKA TARİFİ: Kalb, insan anatomisi açısından, göğsün sol tarafında sanevberî (çam kozalağı şeklinde), önemli, hayatî bir uzuvdur. Sürekli hareket halindedir ve adeta emme-basma pompası vazifesi gören bir dinamo mahiyetindedir. Maddî yapısı yanında, cesedin ruha kılıf olması misillü, o da batınî yanı ve bir latîfe-i rabbâniye olma keyfiyetiyle, hayvaniyet ve cismaniyet hususiyetlerinin üstünde, ruh ve sır ufkuna yükselmede bedene nispeten ikinci, sonraki mertebeler itibarıyla da birinci basamak konumundadır; sofîlerce de hakikat-i insaniye olarak yâd edilmektedir. O, maddî yanı itibarıyla insan bedeni için ne ölçüde ehemmiyet arz ediyorsa, latîfe-i rabbâniye unvanıyla onun manevî hayatı, terakkî ve tedennîsi, milk üstü melekûtla münasebeti açısından da bunun kat kat üstünde ehemmiyeti hâiz, muazzez bir mekanizmadır. Evet, maddî kalbin sıhhat ve salâhı insan hayatı için ne ölçüde önemliyse, batınî ve latîfe-i rabbaniye yanıyla da o, yaratılış gayesi adına bunun çok çok üstünde bir misyonu edaya namzettir. (“Kalb ve Latife-i Rabbaniye” Kalbin Zümrüt Tepeleri)
ii HAKİKAT-I İNSANİYE: İmam(İmam-ı Gazali) ruh konusunda Sünnî ulemânın önemli bir müdafii durumundadır. O, sık sık mahiyet-i insaniyede bedenden ayrı bir ruh bulunduğunu hatırlatır ve bu konuda sürekli tahşidatta bulunur. Bazen nefs-i nâtıka, bazen ruh, bazen nefis, bazen de kalb der ve yerinde bunlar arasındaki nüanslara da işaret eder; ama, hemen her zaman bu kelimelerle hep aynı konu etrafında döner durur ki, o da hakikat-i insaniyedir.
iii NEFS-İ NATIKA: Bazıları da nefsi, nefs-i nâtıka olarak ele almış ve farklı ad ve unvanlarla yâd edegelmişlerdir. Kimilerine göre o, ruhtan ibaret bir latîfe, kimilerince kalbin ta kendisi, diğer başkalarına göre de hakikat-i insaniyedir. Bir kısım sofiler ise “O, ruh-i mücerretten başka bir şey değildir.” şeklinde kesip atmışlardır. Bunlara göre ruhun bâtınî ve melekûtî yönü sır, sırrın üstü sırru’s-sır, onun ötelere açık mafevki ve maverası hafî, daha ötelere ait en derin ve idrak-i nâkâbil olanı da ahfâdır. (“Nefis-4”, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
iv BİYOLOJİK RUH: Üçüncüsü; eskilerin ruh-u hayvanî dedikleri biyolojik ruhtur ki, ruh-u menfûh veya nefs-i nâtıkanın matiyyesi, ceset ile insanî ruh arasında bir iltisak unsurudur; buna ruhun izzet, letâfet ve nezahetinin ism-i Zâhir’e bakan bir perdesi de diyebiliriz. Nefha-i ilâhî olan ruha gelince o bir cevher-i mücerred olduğu gibi aynı zamanda mahlûkiyet çerçevesinde de bir mânâda münezzehtir. İnsanların, saadet ve şekavet arası gel-gitleri tamamen ruh-u hayvanî perdesine bağlı cereyan etmektedir. Öyle ki, eğer ruh-u menfûh müstakillen dinlenilebilse, ondan hep saadet nağmelerinin yükseldiği duyulacaktır. Ruh-u insanînin hâkim olduğu kimselerde, ruh-u hayvanînin âlâm ve ızdırapları, ruh-u menfûh için birer terakki ve tekâmül vesilesidir. Aksine, ruh-u menfûh itibarıyla güçlü bulunmayanlar, tabir-i diğerle vicdanlarıyla diri olamayanlar Allah’la münasebetleri açısından ölü sayılır ve çektikleriyle kalırlar. Ruhun en önemli mekanizması vicdandır; vicdan ise Hak temâşâsına açık bir rasathanedir. (“Ruh ve Ötesi”, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
v İDRAK EDEN, İDRAK EDİLEN 1: Gönül sözcüğüyle de ifade ettiğimiz bu latîfe, insanî kemalâta uzanan bir merdiven, cismaniyet âleminde ötelerin bir izdüşümü, insan bünyesinde ruhanî âlemlere açık en geniş kapı, benliğimizin şekillenmesinde biricik laboratuvar ve hayrın da, şerrin de en önemli bir test merkezidir. Bizim ruhla münasebetlerimiz, aklımızı olumlu istikamette harekete geçirmemiz, beşerî temayüllerimizi kritik etmemiz hep bu merkeze bağlı cereyan eder. İşte bu kalbdir ki, zamanla ruhumuzun gözü-kulağı hâline gelir; gelir de, nokta-i istinat ve nokta-i istimdat buudlarıyla sezgimiz onun bakışı, aklımız kritikçisi, iradelerimiz de sevk ve idarecisi olur.
vi BASİRET KALB MÜNASEBETİ 1: Sözlüklerin; idrak, fetanet, delil ve şahit kelimeleriyle karşılamaya çalıştıkları basîret, kamus ve târifât kitaplarında: “Kalb gözünün açıklığı, idrak genişliği, daha başlangıçta iken neticeyi görüp-sezme ve yarınları bugünle beraber değerlendirebilme melekesi.” olarak tarif edilmiştir. (“Basiret ve Firaset”, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
BASİRET KALB MÜNASEBETİ 2:Basiret; ilim ve tecrübe yanında meseleleri kalbin kadirşinas kıstaslarıyla ele alma, analiz ve senteze tâbi tutma ve böylece onları başı ve sonuyla, önü ve arkasıyla değerlendirebilecek idrak genişliğine ulaşma demektir. Basar, maddî gözle eşya ve hâdiseleri okumak ise, basiret kalb gözüyle eşya ve hâdiseleri kavrayıştır. Bu açıdan basiret, insanın hem hak ve hakikati bulmasında hem de başkalarını hak ve hakikatle buluşturmasında ışıktan bir rehber konumundadır.(“Basiret Ha hu”, Yolun Kaderi)
vii İDRAK EDEN, İDRAK EDİLEN 2:Ceset bütün muhtevasıyla âlem-i halk’a ait insana bir emânet-i rabbâniye; kalb-i cismânînin ruhu mahiyetindeki latîfe-i sübhâniye ise, tıpkı ruh-u insan gibi zîşuur bir kanun-u emrîdir. Bu itibarla da Zât-ı Akdes’in münezzehiyetine münasip espri içinde, akıl, mantık ve muhakemeden daha ziyade bu latîfe-i sübhâniyenin ihsas ve ihtisasları sayesinde “Bildim!” mülahazası soluklana gelmiştir. Bu konuda, hassas bir marifet sarrafının, “Hayvaniyetten çık, cismâniyeti bırak; kalb ve ruhun derece-i hayatiyesine yüksel!..” beyanı, lâl ü güherden bir anahtar mahiyetindedir. Öyle anlaşılıyor ki meseleye bu zaviyeden bakmayınca لَا يَسَعُنِي سَمَائِي وَلا أَرْضِي، وَلٰكِنْ يَسَعُنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِYer-gök ihâta edemez Beni, ama mü’min kulumun kalbi (bir meclâ, bir mazhar olarak) öyle değil.” ifadesi de anlaşılamayacaktır.(“Kendi Derinliğiyle Latîfe-i Rabbâniye –2”, Çağlayan Dergisi, Aralık 2017)
viiiKALB VE LATÎFE-İ RABBANİYE MÜNASEBETİ: Aslında bu rükünlerden her birinin bir zâhir bir de bâtın yanı, bir mülk bir de melekût çehresi, bir fizik bir de metafizik derinliği vardır. Latîfe-i rabbâniyenin, zâhir yönü, mülk ciheti, fizikî yanı sayılan, bizim sine dediğimiz “sadır” onun, bâtınî ve melekûtî derinliklerine, ceberûtî televvünlerine bir mahfaza ve mânânın maddedeki resmi mahiyetindedir. Bu mahfaza içinde kalb;gönül dünyasının dışa bakan ve içi rasat etme konumunda bulunan değişik tecellî dalga boyundaki feyizlere bir “beyt-i lâhut”, “fuâd” da diyeceğimiz latîfe-i rabbâniye ise, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası, âlem-i ceberûtun –inkişafı ölçüsünde– bir müşahid-i hâssı, iman nuru ve iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i irfanın matla’ı, keşf ü ilhamın âhizesi ve ilâhî vâridâtın da mahzeni ve nâkilesidir. Böyle bir konum ve misyonu itibarıyla onun “şağaf” dediğimiz derinliği, her zaman iştiyak ateşiyle alev alev yanan, âdeta bir fırın ve ocak gibidir ki, çevresinde sürekli aşk u vuslat çatırtıları duyulur. “Sır” ise, o ihata edilmez fevkânîliğiyle her zaman latîfe-i rabbâniyenin omuzlarında, ona dayalı, daire-i ulûhiyete müteveccih lâhûtî bir dürbün veya mücellâ bir aynadır ki, her zaman nüzûl unvanıyla bir kasr-ı tecellî kabul edilegelmiştir; mâsivâ kirlerinden pak olduğu sürece her dem misafiri bulunan bir kasr-ı tecellî.. evet, böyle bir tecellînin vukû ve temadîsi için şuur, idrak ve ihsas ufkunun cismaniyete ait isten-pastan pak olması şarttır. (“Vicdan”, Kalbin Zümrüt Tepeleri)
ix GÖNÜL KALB MÜNASEBETİ 1: İnsan mahiyetindeki bu ruhanî kalbin, bedenî kalble, tıpkı cisim ve ruhun birbiriyle münasebetine benzer sırlı bir münasebeti vardır; ama, şimdiye kadar bu iki münasebetin keyfiyeti ile alâkalı net herhangi bir şey söylemek mümkün olmamıştır. Biz, prensip açısından bugüne kadar söylenebilmiş sözlerin hemen hepsinin bir mahmili olabileceğine açık durmakla beraber, şu anda bu kabîl bir teferruata girmeyi de gereksiz buluyor ve geçiyoruz. (“Kalb ve Ruh Ufku”, Beyan)
KALB GÖNÜL MÜNASEBETİ 2: Bu iki kalbin birbiriyle çok sıkı alâkası vardır ama, insanların çoğu bu alâkayı tam olarak anlayamamaktadır. Şu kadar var ki, insanın bedenine nispeten cismanî kalbi ne ise, ruhuna nispeten latîfe-i Rabbâniyesi de odur. Binaenaleyh nasıl ki, cismanî kalbin çalışması, vücuttaki bütün mekanizmaların fonksiyonlarını eda etmesine vesile olmakta, öyle de latîfe-i Rabbâniye de çalıştığı nispette insanın ruhanî hayatının yükselmesine, ruh plânında seyr-i ruhanisine, kemalâtın zirvesine tırmanmasına vesile olmaktadır. (Bir İ’caz Hecelemesi)
KALBE LATİFE-İ RABBANİYE DE DENİR: Emma ba’dü: Ey hakikatın âşıkı!.. Eğer vicdanımı mütalaa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latife-i Rabbaniyenin pası ve zengârı hükmündeolan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca’ etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za’fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir. (Bediüzzaman, Muhakemat)
xKALBİN ALICI VE VERİCİ OLMASI: Kalb ,”KULUB”’in çoğuludur. Esasen kalb, “yürek” ve “gönül” olmak üzere iki mânâda kullanılagelmiştir. Bunlardan biri, göğsün sol tarafında bulunan, atar ve toplar damarların merkezi olup kendi kendine hareket eden, ayrıca karıncık ve kulakçıkları bulunan, vücuda kan pompalayan, çam kozalağı şeklinde –eskilerin tabiri ile “sanavberiyyüşşekl”– cismanî kalbdir ki daha ziyade tıp ilminin meşguliyet alanı sayılan kalb işte bu kalbdir. Diğeri ise, başta Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve tasavvufta kastedilen, aynı zamanda latîfe-i Rabbâniye denilen kalbdir ki, “kalbsiz, yüreksiz, temiz kalbli veya kalbi çürük…” vb. sözlerle ifade edilen ve mahall-i mârifet olan esas kalb de budur. Keza, insan mahiyetinden hedeflenen, vicdanın duyuş ve sezişleri, kuvve-i akliye ve idrâkiyenin madeni, merkezi de işte bu latîfe-i Rabbâniyedir. Bu yönüyle kalb, insanın engin bir derinliğinin unvanıdır ve ruhun da santralidir. Cismanî kalb, insan vücudu için hayatî bir uzuvdur; bunun yanında o, insanın maddî yapısını mânevî yapısıyla irtibatlandıran, onu uyaran ve yerinde düğmesine dokunuyor gibi beden-ruh münasebeti çerçevesinde onunla münasebettar olan çok fonksiyonel bir mübarek organdır. Evet, yapısı itibarıyla bir çam kozalağı şeklinde olan bu cismanî kalb, latîfe-i Rabbâniye denilen mânevî kalbimiz için âdeta bir anahtar ve bir düğme mahiyetindedir. (Bir İ’caz Hecelemesi)
xiKALBİN HİZMETÇİLERİ: İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır. Ve keza o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatıyla hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal -meselâ- en zaîf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıdlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacer-ül Esved’in altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacer-ül Esved’e muhafaza için tevdi ettirir. (Mesneviye-i Nûriye)
xii Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, ez-Zühd s.81; Ebu’ş-Şeyh, el-Azame 2/608.
xiii NOKTA-İSTİMDAD: Sual- Bu âyette kalbin sem’ ve basara takdimindeki hikmet nedir?
C- Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilân eden, kalb ile vicdandır. Zira kalb, hayat malzemesini düşünürken, en büyük bir acze maruz kaldığını hisseder etmez, derhal bir nokta-i istinadı; kezalik emellerinin tenmiyesi (nemalandırmak) için bir çare ararken, derhal bir nokta-i istimdadı aramaya başlar. Bu noktalar ise, iman ile elde edilebilir. Demek, kalbin sem’ ve basara hakk-ı takaddümü vardır.
İhtar: Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır. Binaenaleyh o latife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki; o latife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet nasılki bütün aktar-ı bedene mâ-ül hayatı neşreden o cism-i sanevberî bir makine-i hayattır. (İşârâtü’l-İ’caz)
NOKTA-İ İSTİMDAD VE NOKTA-İ İSTİNADIN TATMİNİ:
Hatalı yaklaşımlar ve yapılması gereken:
İnsana düşen, egonun gerçek mahiyetini tanıyarak, zâtında âciz ve fakir bir varlık olduğunu idrakle, hakîkî kudret ve servet sahibine yönelmek ve her şeyin O’nun tasarrufu altında olduğuna inanmaktır. Fakat, gerek eğitim sistemimizle, gerekse depremden sonra yapılan yayınlarla, kalblere tam bir tabiatperestlik (natüralizm) aşıladık. Depremi, sadece bir tabiat hadisesi olarak görüp, fayların kırılmasına bağladık. Oysaki Allah, hikmetinin gereği, dünyevî icraatine bazı sebepleri perde yapar. Fakat bu sebepler ince birer perde olmaktan çıkarılıp, hadisenin müsebbibi, yaratanı haline getirilirse, artık bu hadiseler karşısında insanın yapacağı hiçbir şey kalmaz. Çünkü, meselâ depremi, kesin bir ilmî gerçek olmamakla birlikte, fay hatlarındaki kırılmaya bağlayarak, tamamen tabiî bir hadise olarak izaha kalkıştığımızda, insanın deprem ânında yapacağı hiçbir şey olmayacak; o anda her şeyin bittiği vehmi içinde bir boşluğa yuvarlanan böyle biri, depremden sağ çıksa bile, artık her an deprem olabileceği korku ve endişesi içinde, düştüğü bu boşluktan bir daha çıkamayacaktır. Oysa, insanı hayata bağlayan, her türlü felâket karşısında ümit ve azminden hiçbir şey eksiltmeyen, onun rûhunda hissettiği nokta-i istinad ve nokta-i istimdad (dayanma ve yardım isteme merkezi) kaynağı olarak Allah inancıdır. Geldiği zaman karşısında hiç bir şey yapılamayacak herhangi bir felâket ânında, yani bütün sebeplerin, bütün çarelerin tükendiği noktada insanın yöneleceği işte bu kaynaktır ki, ondaki korkuyu alıp götürecektir. Evet, hakîkî imanı elde eden insan, yeryüzü bir bomba olup patlasa hiçbir endişe duymaz; aksine onu, bir icraat-ı İlâhiye olarak hayranlıkla seyreder. İnsan, böyle bir felâket karşısında hayatını kaybedecek bile olsa, bu onda bir korku meydana getirmeyecektir; getirmeyecektir çünkü, bu hayat, ebedî hayatın sadece bir tarlası ve onu kazanma yeridir. Sonsuz değildir ki, bizatihî gaye olsun. O, ister bir hastalık, ister bir felâket, musibet, isterse bir başka sebeple mutlaka bitecektir ve onun bitme zamanı da, insan daha hayata gelmeden kararlaştırılmıştır. İnsan için, bu dünya hayatına gelişi gibi, buradan ayrılış tarihi de önceden takdir edilmiştir ve asla değişmez. Asıl hayat, Âhiret hayatıdır. İşte, bu inançtaki bir insan, dünyada başına gelen musibetleri, “günahlarıma keffarettir veya derecemi artıracaktır” diyerek, sabrın ötesinde hattâ şükürle karşılar ve: “Ecelim seninle ise, Âhiret’e gidiş biletim sen isen, hoş geldin; benim şehid olarak gitmeme ve dolayısıyla ebedî saadeti kazanmama vesile olacaksın; yoksa, sen benim canımı alamazsın” diyerek, kalb huzurunu seslendirir. (Amerika’da Bir Ay)
NOKTAİ İSTİNAD VE İSTİMDAD VE AHİRETE İMANIN FAİDESİ: O Hâlık’ıma dayanıp tanıdıktan sonra, düşman suretini alan bütün şeyler, düşmanlıklarını terkettiler; ağlattıran hazîn haller, beni neş’elendirmeye başladılar. Hem çok risalelerde kat’î bürhanlarla da isbat ettiğimiz gibi, o hadsiz arzulara karşı iman-ı bil’âhiretten gelen nur ile öyle bir nokta-i istimdad verdi ki; değil küçücük ve muvakkat, kısa, dünyevî ahbablara karşı arzu ve rabıtalarıma, belki ebed-ül âbâdda, âlem-i bekada, saadet-i ebediyede hadsiz uzun arzularıma kâfi gelebilir bir nokta-i istimdad verdi. Çünki bir cilve-i rahmetiyle, muvakkat bir misafirhanesi olan bu dünyanın bir menzili olan şu zeminin yüzünde, o misafirlerini bir iki saat sevindirmek için, bahar sofrasında hadd ü hesaba gelmez san’atlı, şirin nimetlerini, her baharda ihsan edip bir kahvaltı hükmünde o misafirlere yedirdikten sonra, mesken-i ebedîlerinde sekiz daimî Cennet’i hadsiz bir zamanda, hadsiz enva’-ı nimetiyle doldurup ibadına ihzar eden bir Rahmanurrahîm’in rahmetine iman ile istinad edip, intisabını bilen elbette öyle bir nokta-i istimdad bulur ki; en edna derecesi, hadsiz ebedî emellere meded verip idame eder. (Lem’alar)
xiv KALB, MELİK:
القلب ملك، وله جنوده؛ فإذا صلح الملك صلح جنوده، وإذا فسد الملك فسدت جنوده
Kalp hükümdardır, onun birtakım askerleri vardır. Hükümdar düzgün olunca askerler de düzgün olur, bozuk olunca askerler de bozuk olur.” (Câmiu’s-Sağîr)
KALB LETAİFİN KUMANDANI: Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır. (Sözler)
KALB HARİTASI: Evet şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbibinler âlemin harita-i maneviyesi hükmündedir. (Mektubat)
KALBİN VÜS’ATİ: Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde, kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hâfıza, bir kütüphane hükmünde binler kitab kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki: Kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir. (Lem’alar)
KALBİN GENİŞLİĞİ: İkincisi: Küre-i Arz her ne kadar semavata nisbeten çok küçüktür, fakat hadsiz masnuat-ı İlahiyenin meşheri, mazharı, mahşeri, merkezi hükmünde olduğundan; kalb, cesede mukabil geldiği gibi, Küre-i Arz dahi, koca hadsiz semavata karşı bir kalb ve manevî bir merkez hükmünde olarak mukabil gelir. (Lem’alar)
xv KALBİN KORUNMASI: Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılaraçeken ağırlıklar gibidir. Ruh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Tersi yönde, nefis beslendikçe ruh küçülür,sıkışır, ağırlaşır… Bunun neticesinde de kalb, duygu ve latîfelerde bir hantallaşma meydana gelir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde, şeytan insanın damarlarında dolaşır durur. O hâlde “Siz” diyor,“Onun dolaştığı yerleri biraz daraltın.” Evet onu açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırın.Aklına her estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması gayetnormaldir. Binaenaleyh, iradenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çokmühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana açık kapı olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez.Nefsin fenalıklara götürücü büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihad”ın yapılması gereken birdüşman olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a (celle celâluhu) yaklaşmaistikametinde atılmış ilk adımlardandır. (“Ledünnî Meseleler”, İnancın Gölgesinde)
KALBİ HAYATIN KORUNMA YOLLARI: Latîfe-i Rabbâniyenin temizliği ve pâk kalması, ahlak-ı rezîleye karşı kararlı durmaya, ubûdiyet ve ubûdet hassasiyetine, her zaman O’nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket etmeye, hayatı temkîn yörüngeli sürdürmeye, kendini küçük görmeye, kulluğunda ihlaslı olmaya, oturup-kalkıp hep rıza soluklamaya ve dahası bunları tabiatının bir derinliği haline getirmeye bağlıdır. Evet, bütün bunlar ve emsâli hususlar, gönül dünyasını ilahî tecelli ve teveccühlere açık tutma adına olmazsa olmaz esaslardandır. Zira o latîfe-i rabbâniye, Hakk’ın tecellisi adına bir meclâ-i hâss-ı ilâhî, bir beyt-i nazargâh-ı celâl ve vasıta-i inşirah-ı cemâldir. İşte bu yüce maksatlar için fevkalâde donanımlarla insan irade ve düşüncesine emanet edilen bu latîfe, şayet şeytânî ve nefsânî kirlerle kirlenir ve hikmet-i vücudundan cüdâ düşerse, dünya ve ukbâ hızlânı kaçınılmaz olur. İradesinin hakkını verip bu meclâ ve beyti pâk ve teveccühlere açık tutanları ise, o beytin gerçek sahibi “mak’ad-ı sıdk” âlî makamı lütfuyla lütuflandırır ve bunlar ettikleriyle “Kudret Sahibi, mülk ü melekûtu yücelerden yüce Allah maiyyetine ermiş olurlar.” (Kamer, 54/55)
Kalbî hayatın diriliği ve onun sürekli ruh ufkuna müteveccih olabilmesi -sebepler açısından-öncelikle Hakk’a tahsis-i teveccühte bulunarak ona bir mir’ât-ı mücellâ nazarıyla bakıp bu latîfe-i rabbâniyeyi asla ikilem içinde bırakmamaya vâbestedir. “Allah, insanın içinde iki kalb yaratmamıştır.” (Ahzab, 33/4) ayeti de zannediyorum delaletlerin bir türüyle bunu hatırlatmaktadır. Evet, kalb işte böyle bir tecelligâh-ı ilahîdir ve “bî kem u keyf” Hakk’ın kâinatlara denk bir meclâ-i etemmidir. (“Kalb veya Latîfe-i Rabbâniye”, Çağlayan Dergisi, Ekim-2017)
xvi KALBİN DÜRTÜLERE MARUZ KALMASI: Hem bazan şeytan, kalb üstündeki lümmesi cihetinde Cenab-ı Hak hakkında fena sözler söyler. O adam zanneder ki; onun kalbi bozulmuş ki, böyle söylüyor. Titriyor. Halbuki onun titremesi ve korkması ve adem-i rızası delildir ki: O sözler, kalbinden gelmiyor, belki lümme-i şeytaniyeden geliyor veya şeytan tarafından ihtar ve tahayyül ediliyor.
Hem insanın letaifi içinde teşhis edemediğim bir-iki latife var ki, ihtiyar ve iradeyi dinlemezler; belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o latifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar. O vakit şeytan o adama telkin eder ki: “Senin istidadın hakka ve imana muvafık değil ki, böyle ihtiyarsız bâtıl şeylere giriyorsun. Demek senin kaderin, seni şekavete mahkûm etmiştir.” O bîçare adam, ye’se düşüp, helâkete gider. (Lem’alar)
Öyle de: İnsanda kalbin bir köşesinde lümme-i şeytaniye denilen bir âlet-i vesvese ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla konuşan bir şeytanî lisan ve ifsad edilen kuvve-i vâhime, küçük bir şeytan hükmüne geçtiğini ve sahiblerinin ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket ettiklerini hissen ve hadsen herkes nefsinde görmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir. Ve bu lümme-i şeytaniye ve şu kuvve-i vâhime, bir kulak ve bir dil olduklarından, ona üfleyen ve bunu konuşturan haricî bir şahs-ı şerirenin vücudunu ihsas ederler.(Lem’alar)
xvii KALBİN TECELLİLERE KAPANMASI:“Hayır! Gerçek öyle değil! Asıl onlardır ki yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı da, onun için ahireti inkâr ederler.” (Mutaffifîn, 83/14) âyetini açıklama sadedinde Resûlü Ekrem (aleyhi ekmelüttehâyâ) şöyle buyurmuştur: “Kul bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer tevbe edip vazgeçer, af dilerse kalbi yine parlar. Ama tekrar günaha dönerse, o leke büyür, nihayet bütün kalbini ele geçirir. İşte, Kur’ân’da Yüce Allah’ın ‘Yapmaya alıştıkları kötü işler, gitgide kalblerini paslandırdı.’ (Mutaffifîn, 83/14) âyetinde bildirdiği pas budur.” Evet, manevî hayatımızda meydana gelen öyle bir leke veya pas, Allah’tan gelen tecellilerin mahiyetimize tam aksetmesine mâni olur, orada bir körlük oluşturur. Her bir günah, ikinci bir günaha çağırıcıdır. Bir hata, ikinci hata için bir davetiyedir. Bir kere düşme, insanın ikinci kere ciddî olarak düşmesinin mukaddemesi sayılabilir. Bir kere kayınca toparlanmaya muvaffak olursanız, o mekânda kayıldığını ve yine kayılabileceğini düşünerek oradan uzaklaşmanız iktiza eder. Fakat yine yürümeye devam ederseniz, biraz da sarsılma psikolojisi ile kayıp tekrar düşmeniz mukadderdir.
Aslında, daha baştan, öyle bir atmosfere hiç girmeme; sürekli tedbirli, temkinli yaşama; tasavvuftaki teyakkuzun baktığı ufukta dolaşma; yani, sürekli ona ait duyguların feverânını, feyezânını hissetme ve insanı hep onun huzuruna çekecek bir çevrede bulunma çok önemlidir. İnsan, veli bile olsa, kat’iyen nefsine güvenmemeli. İyi bir yol arkadaşı seçmeli. Gözleri hep üzerinde olacak, arkadaşının gözleri onun üzerinde oldukça da bir başka nazarla asla çarpılmayacak bir hayırhah bulmalı. Onun gözleri de diğerinin üzerinde olmalı. Muayene diyebiliriz buna; yani, karşılıklı bakışma, iki dostun gözlerinin birbirini desteklemesi. Böyle bir irtibatta iki göz arasına bir üçüncüsü girip çarpamaz, Allah’ın inayetiyle. Böylece o iki arkadaşa da nazar değmez. (“Nefis ve Vicdan Mekanizması”, Kırık Testi)
MÜZAKERE SORULARI
  1. Kalb hangi kelimelerle anılır?
  2. Maddi kalbin özellikleri nelerdir? Kalb tarif edilirken bunlar niçin detaylı olarak izah edilmiştir?
  3. Farklı kalb tarifleri arasındaki nüanslara bakıldığında kalb, gönül, yürek, şağaf, fuad kelimeleri hangi manalara hamledilebilir?
  4. Kalb, kalb hayatı, kalbi hayat, kalbin dercat-ı hayatı ifadeleri kalbin hangi buuduna bakmaktadır?
  5. İnsanın ruh yapısında kalb nasıl bir konumda vazife görmektedir?
  6. Maddi kalble mekekutî kalb arasında ne gibi irtibat ve alakalar vardır?
  7. Kalb makalesinde kalbin gayetü’l-gayesi, yani nihai hedefi ifade edilirken neler zikredilmektedir?
  8. Kalbin kalb ve ruh hayatındaki önemi ve fonksiyonu nedir?
  9. Kalbde bulunan nokta-i istimdad ve nokta-i istinad hisleri nedir? Kalbi hayatla nasıl bir münasebeti vardır?
  10. Makalede Kalbin Allah ve kul nezdindeki konumu ve değeri için neler ifade edilmiştir?
  11. Kalb ve kalbî hayatın korunması için nelere dikkat edilmelidir?
  12. Kalb mülk ve melekut arasında nasıl bir vazife görmektedir?
  13. Kalbin maruz kaldığı saldırılar nelerdir? Bunlara karşı nasıl bir önlem alınmalıdır?




Tagged as ahize, akıl, Hakikat-ı İnsaniyye, irade, kalp, latife, melekut, müdrik, nakile, ruh.



Browsing All posts tagged under »Kalbin Zümrüt Tepeleri«

Sır, Hafâ ve Ahfâ

Haziran 2, 2011
0
Fethullah Gülen. Sır, Hafâ ve Ahfâ. Sızıntı.   Haziran 2011, Yıl :33, Sayı :389.   Sır; bilinmeyen, duyulmayan, gizli olan, anlama ve açıklamada aklın âciz bulunduğu şey ve insanda bir latîfe; hafâ, sırra göre daha kapalı, daha gizli ve melekât-ı akliye ile idrak edilemeyen insan ruhunda bir ihsas sistemi; ahfâ ise, bunlardan daha mahfî ve bilinip […]

Kalb

Şubat 4, 2011
0
Fethullah Gülen. Sızıntı, Nisan-Mayıs 1992, Yıl :14, Sayı : 159-160. Gulen, M. F. (2001) Kalbin Zümrüt Tepeleri I. Izmir: Nil Yayınları.   Dil beyt-i Hudâdır ânı pâk eyle sivâdan Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde. (İ. Hakkı) Gönül ve yürek olarak da tanıdığımız kalb başlıca iki mânâda kullanılır: Birisi, göğsün sol tarafında, sol memenin altında ve […]

İnsan-ı Kamil

Aralık 12, 2010
0
Fethullah Gülen. Sızıntı, Nisan-Mayıs 2000, Cilt 22, Sayı 255-256 Bkz: Kalbin Zümrüt Tepeleri, 2001, Nil Yayınları Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. "Mutlak zikir kemaline masruftur." esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye’dir (sav). Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve […]
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
Letaif nedir İnsana dercedilen letaifler nelerdir; Letaif-i aşere nedir? tanımları
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: İslami ilimler ve dini kültür :: Tasavvuf-Gönül Dünyamız-
Buraya geçin: