TEPKI MI, METOD MU?
T. Dursun'un yazıları bir metoda mı dayanıyor? Yoksa (Don Kişotça) bazı itilimlerden doğan tepkiler midir? İslami kaynakları değerlendirmede hiçbir metoda dayanmayışı, İslam'ın temelinden olmayan (İslam’ın temeli Kuran ve ona uygun rivayetlerdir) kitaplardan eleştirebileceği parçaları alışı; buna karşın işine gelmeyen bölümlere gözünü kapayışı onun tepkisel olduğunu gösteriyor. Buna birkaç örnek vermek istiyoruz;
1) Şeytan ayetleri masalını anlatırken; "Olayın kalan bölümü, sayılamayacak kadar çok hadis ve tefsir kitaplarında var" (Din Bu I: s101) diyor. Halbuki sayılamayacak kadar çok dediği 3-4 kitabı geçmiyor. T.Dursun ayrıca bu rivayetleri reddeden (Kadı Iyaz, Fahreddin Razi, Alusi, Kadı Beyzavi, Muhyiddin Arabi, İzmirli İsmail Hakkı, Muhammed Abduh, Muhammed b. İshak b. Huzeyme, Beyhaki, Şevkani, Kurtubi, Ayni vs.) birçok alimi yok saymıştır.
2) Ayetlerin geliş tarihine ilişkin kesin bir bilgi ileri sürülemez (s104) diyerek şeytan ayetleri masalını ispatlamaya çalışırken her nedense ayetlerin tarihine ilişkin kesin bilgi veren kaynakları unutuveiyor!
3) Arap dilindeki mecazi (benzetme, sembolik) kavramları, sanki anlamlarını bilmiyormuş gibi kasıtlı çevirmektedir. Mesela Allah'ın gözetlemesi demek olan "Allah'ın gözü" deyimini "insanın gözü gibi göz" diye tercüme etmiştir.
4) Eş kelimesini karı diye çevirerek okuyucunun zihninde olumsuz anlamlar uyandırıyor. Mekr kelimesini düzen yerine kasten tuzak olarak çevirerek yine aynı anlam saptırmasına başvuruyor.
5) Tefsirlerdeki bilgilerden işine geleni alarak farklı yorumları gözardı etmekte, hatalı bir tefsirde gördüğü hatayı, İslam’ın görüşüymüş gibi vermektedir. Mesela: Ayın yarılması konusunda (s217) İbnül Cevzi'nin tefsirini kendi yorumuna ters düştüğü için reddetmektedir. s230'da ise İbnül Cevzi'yi güvenilir bir müfessir olarak kabul etmektedir.
Biz T. Dursun un bu "bilimsel!" yöntemli uygulamalarını objektif düşünme ve değerlendirme hassasiyetine zıt buluyor ve reddediyoruz.
6) Bazı konularda tefsirleri kanıt olarak bir hünermiş gibi sıralarken nedense Arapların kızlarını öldürmesi konusunda "güvenilir" dediği tüm tefsirleri bir çırpıda arkasına atıyor, reddediyor ve şöyle diyor: “Tefsirler Ferezdak'ın iki dizesi üzerinde durur. Ne var ki tefsirlerde bu iki dize hep aynı sözcüklerden oluşmuyor. İki dize de değişik biçimde yer alıyor, dizelerin değişik olması göz önünde tutulursa sonradan uydurulduğu bile düşünülebilir (s204)”
Aynı akıl yürütmeyi şeytan ayetleri konusunda nedense yapmıyor. Halbuki şeytan ayetleri denen uydurma dizeler 20 değişik şekilde aktarılmıştır. Şeytan ayetleri bu yüzden uydurmadır deseydi T.Dursun'un samimiyetine inanabilirdik. Şu durumda ise tepkiselciliğine ve sübjektifliğine şahit oluyoruz.
7) Nefislerinizi öldürün ayetini mecburi anlayış istikameti gibi kendinizi (birbirinizi) öldürün diye anlamak gerektiğini söylerken nefsi, insanın eğilimleri olarak anlayanları bilgisizlikle ve Arapçayı bilmemekle suçluyor (s222). Halbuki aynı kitabın 254. sayfasında Şerif Cürcani'nin Tarifat'ından aldığı tanımda nefsin doğal eğilim anlamına geldiğini söylüyor. Göstermek bizden, takdir sizden, çarpıtma T.Dursun'dan...
Aslında kendisinin de güvenilirliğinden şüphe ettiği bazı hadisleri delil olarak öne sürüyor. Halbuki kendisi bunların uydurma olduğunu kabul ediyor. İşte itirafı: "Gerçekten de hadis kitaplarının en güçlü sayılanları bile uydurma hadislerle doldurulmuştur" (2.Kitap, s158)
Bazı yerlerde sorduğu sorular ise saçmalığın doruğunu zorlar nitelikte; işte ilginç soruları: "Neden son peygamber bir Arabi. Muhammedi seçmiş hem neden son Peygamber?" Bu soruda neye itiraz ettiği anlaşılmıyor. Son peygamber kavramına mı? Onun Arap (ki başka bir milletten olsa idi yine aynı şekilde soracaktı) oluşuna mı? Adının Muhammed oluşuna mı? (Aslında son Peygamber bir Türk de olabilirdi, hatta adı T.Dursun da olabilirdi!) Ama Allah kime katından bir rahmet (Peygamberlik) indireceğini bilir. (bkz. İbrahim, 11)
Allah teala, Hz. Muhammed'e vahiy gelmesi karşısında o dönemdeki insanların itirazlarını aynen şöyle aktarıyor: "Onlara bir ayet gelince Allah'ın elçilerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe katiyyen inanmayız dediler. Allah elçiliğini kime vereceğini daha iyi bilir." (Enam:124)
Görülüyor ki 1400 yıl evvelinin inkarcılarıyla T.Dursun’un mantığı ve itirazı arasında pek fark yok.
"Onlar kendilerinden bir uyarıcı gelmesine hayret ettiler ve o kafirler dediler ki; bu yalancı bir sihirbazdır." (Sad: 4)
Neden son peygamber sorusuna ise şu kısa cevabı vermekle yetineceğiz. Kuran'dan sonra gerek olmadığından (İlahi öğreti korunduğundan dolayı) yeni bir peygamberin gönderilmesine ihtiyaç kalmamıştır. Dolayısıyla Hz. Muhammed doğal olarak son peygamber olarak kalmıştır.
Görülüyor ki, T.Dursun'un kitapları bir metoddan yoksundur. Sadece İslam'a duyduğu tepkiden doğan kimi yerde duygusal, kimi yerde muhakemesiz yargılardır. T.Dursun iyi niyetli olsaydı ve din kavramına şu iki açıdan bakabilseydi böyle bir bataklığa sürüklenmezdi:
A - Din tarih boyunca özbirliğe sahiptir. Bununla beraber dinin pratikleri geldiği toplumun düşünsel, kültürel ve sosyal yapısına göre farklılık gösterir. Bu farklılık (ve değişim) kainattaki diyalektiğin gereğidir.
Gönderilen her dinde inanç esasları (Allah'ın varlığı ve birliği, iyilik ve kötülüğün karşılıksız kalmayacağı vs) birdir. İbadet ve insanlar arasındaki ilişkiler ve bunlarla ilgili hükümler ise toplumdan topluma değişirler.
B - Din tarih boyunca karşı din (karşı devrim) taraftarlarınca ya yok edilmeye çalışılmış ya da çarpıtılmıştır. Bu çarpıtmanın dinamiğini üç grup oluşturmaktadır:
a) Kuran'da Firavun ile özdeşleştirilen iktidar sahipleri,
b) Karun ile örneklendirilen sermaye sahipleri (burjuvazi),
c) Bel'am ile tarihsel örneği verilen sahte, özünden uzak, şekilci oportünist, revizyonist din adamları.
Bu dinamiklerin tarihte çok örnekleri vardır. İşte birkaçı:
-Sabiilikteki ruhanilik (aşkınlık), Mezopotamya astrolojisi tarafından materyalize edildi.
-Hz.İbrahim'in Tevhid dini, Arapların tabiatperestlik ve putperestliği ile örtüldü.
-Musevilik dini, Yahudi ırkçılığı ile evrenselliğini yitirdi.
-Hıristiyanlık, Aziz Pavlos tarafından Roma'nın hukuki ve sosyal yapısı ile neo-platonizme adapte edildi.
-İslamiyet (uygulama ve uydurma rivayetler ile) Emeviler'in kabileci (milliyetçi), müşrik ruhlu materyalist saltanatları tarafından çarpıtılmaya çalışıldı.
-T.Dursun'un kullandığı tarih ve tefsirlerdeki rivayetlerin ve israiliyatın çoğu Emevilerin döneminde uyduruldu ve yazıldı. İslam savaş ve ceza hukukunu (uygulamada ve uydurma rivayetlerle) zulüm kanunlarına dönüştürmeye çalıştılar. Bu noktada akıl ve vicdan sahibi her insan İslam'ı bulanık olmayan kaynaktan (Kuran'dan ve ona uygun rivayetlerden) alarak ilahi tekamül yolunda ilerlemeli, uydurma ve çarpıtmalara karşı uyanık olmalıdır. Allah doğru olanların yardımcısıdır. (29:69)
Kız Çocukların Diri Diri Gömülmesi Yalan Mı?
Kadını cennet üstü bir varlık olarak gören Peygamber, geldiği Arap toplumunda, kadının statüsünü yükseltmiştir. T.Dursun'un iddialarının aksine, kadın, o dönemde İslam toplumunda ikinci sınıf değildi.
Peygamberimiz en hayati konularda bile eşleriyle görüş alışverişinde bulunmuş, hatta Hudeybiye Barışında Hz.Seleme'nin tavsiyesini doğru bularak yerine getirmiştir. O, bununla; kadınla erkeğin birbirlerine yardımcı olması gerektiğini vurgulayarak; kadının fikrine değer verilmemesi anlayışına en ağır darbeyi indirmiştir. İşte o dönemin anlayışlarından biri de kız çocuklarından çok, erkek çocuklara değer verilmesiydi. Kuran bu düşünceyi şöyle ifade ederek kınıyor:
16/58-59. Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden, halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar!
Görüldüğü gibi, Arapların bir kısmı, kız çocuğunu ileride savaşamayacağı, ailenin şeref ve namusuna leke getirebileceği düşüncesiyle, kızları olduğu zaman üzülürlerdi. Bu düşünceden dolayı Arapların ilkel bazı kabileleri (hepsi değil), çocuklarını öldürürlerdi. Bunun birkaç nedeni vardı:
Birinci neden; ekonomik idi. Fakirlik korkusundan, aile fertlerinin az olması isteniyordu. Erkek çocuklar, büyüdükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyordu (İsra 31). Fakat kız çocuklarının böyle bir katkısı olmadığından bazen öldürülüyorlardı.
İkinci neden; kız çocukları savaş zamanlarında işe yaramadıkları gibi korunmaları da gerekiyordu. Bazen esir düşüp cariye olma ihtimali de vardı. İşte bu nedenlerden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürebiliyorlardı. Kız çocuklarını öldürme adeti; Kinde, Temim gibi bazı ilkel Arap kabilelerinde vardı (bkz. İslam Ans. Cahiliyye mad.).
Kureyş ve diğer Mekke kabilelerinde bu yanlış ve çirkin davranış yoktu. Çünkü Mekke civardaki çöl kabilelerine göre zengin sayılırdı. İşte bu nedenle Arap şiirinde bu gelenek çokça yer almamıştır... Ferezdak aşağıdaki şiiriyle dedesinin bu yaptığı isten (öldürülecek kız çocuklarını fidye vererek kurtarması) dolayı övünmüştür;
"Dedem ki kız çocuğunu gömenleri men ederek çocukları yaşattı, o zavallılar gömülmediler"
T.Dursun'un iddiasına göre, Arapların hiçbirinde bu adet yokmuş. Şimdi düşünelim; Kuran hiç yapılmayan birşeyden bahseder mi? Bahsederse kendini yalanlamaları için kafirlere büyük bir koz vermiş olmaz mı? Halbuki Kuran böyle bir adetin yapıldığını söylemiş, hiç kimse de bu yapılmıyor diye itirazda bulunmamıştır. T.Dursun böyle bir itirazın yapıldığını söyleyemiyor.
İşte bu adetin Kuran'da yasaklanması çok önemli bir devrimdir. Peygamberimiz bu yanlış anlayışların tam aksine, kız çocuklarının terbiye edilmesi ve onların iyi birer hanımefendi olarak yetiştirilmesini teşvik etmiştir... İşte bu talimatlar sadece Araplarda değil İslam nerelere yayılmışsa, orada da kadın hakkındaki düşünceleri değiştirmiştir.
T.Dursun bu konunun sonunda (s244) kız çocuklarını öldürmekle ilgili bir rivayeti aktarıyor: "Kız çocuğunu öldüren de ölen de ateştedir"
Hadis usulünde şöyle bir kural vardır: "Kuran'a zıt rivayetler senedi ne kadar sağlam olursa olsun kabul edilemez, reddedilir" Zaten bu hadisin senedi de zayıftır...
Kuran'da öldürülen çocuğun masumluğu kesinkes vurgulanırken ve bunu yapanlar kınanırken yukarıdaki rivayetin uydurma olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır: "İnleye inleye toprağa gömülen kız çocuğu, hangi günahtan öldürüldü? diye sorulunca..." Tekvir 8-9
Bu ayete dayanarak diyebiliriz ki: Ebu Davud Kitab-üs Sünne'de geçen müşrik ve kafir çocukları ile ilgili olan 9 hadis, değişmez bir kader zihniyetini oluşturmak için uydurulmuştur. Peygamberin anlayışıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü; İslam inancında, masum insanların hiçbir zaman sorumlu olamayacağı kesin bir kuralken, müşrik çocuklarının kaderlerini babalarının kaderleriyle bir saymak, tipik bir kadercilik tezidir.
Bilindiği gibi; hadislere önem vermeyen Mutezile ekolü kaderi inkar ederken, bunlara tepki olarak hadisçi ekol, herşeyi önceden tesbit edilmiş bir kader zihniyetiyle izah etmeye çalışıyorlardı. İşte yukarıda aktarılan "hadis" de, bu yaklaşımın bir sonucu olarak uydurulmuştur. Zaten bu hadis de aynı bölüm içinde yer almıştır.
Turan Dursun'un Psikolojik Yapısı ve Düşünce Boyutu
Nasrettin Hoca anahtarını kaybetmiş, onu ararken bir adam gelmiş, birlikte aramaya başlamışlar, en sonunda adam "burada düşürdüğünden emin misin?" diye sormuş. O da evinde düşürdüğünü söyleyince adam kızmış ve neden burada aradığını sormuş, Hoca da şöyle demiş: "Burası evimden daha aydınlık ta ondan!"
Bunu niye anlattık, T.Dursun "Yüzyıl Dergisi"nde (sayı:6) aydınlanma savaşçısı olarak lanse edilince yukarıdaki hikaye aklımıza geldi. T.Dursun yukarıdaki olaya benzer bir şekilde Dinin özünü Kuran'da arayıp bulmuyor.
Bunun yerine uydurma olduğunu kendisinin de kabul ettiği bazı sözlerle dinin ne olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Ve iste "Din Bu" diyor (aslında "kin bu").
Neden böyle yapıyor, dersiniz. Çünkü yanlış aktarılmış bazı hadisler ve israiliyattan etkilenmiş tefsirlerle dini kötüleyebileceğini düşünüyor. Mesela Peygamberimizin savaşta kadın, çocuk ve ihtiyarlara dokunulmamasını emreden yüzlerce hadisini görmezlikten geliyor, buna karsın uydurma birkaç hadisle bunun aksini iddia ediyor.
Şimdi T.Dursun'a soruyoruz: ortaya koymak istediğin dini neden böyle uydurma rivayetlerde arıyorsun? Cevabı herhalde şu olacaktı; "Burası karanlık da ondan!"
Sıradan Bilinç ve Yüzeysel Düşünüş
Bir baba şaşı olan oğluna: "Oğlum, sen herşeyi birken iki görüyorsun değil mi?" dedi. Oğul, "Nasıl olur?" diye cevap verdi; "eğer öyle olsaydı, gökyüzünde iki ay yerine dört ay olması gerekirdi"
Biz dinlerin tek bir ilahi kaynaktan geldiğini göstererek aralarında bu yüzden benzerlik olacağını söylediğimiz halde, o hala kutsal kitapların birbirinden kopyalandığını söylüyor. Halbuki aynı kaynaktan gelmiş şeylerin aynı özellikleri taşımasından daha doğal ne olabilir. Ona göre Kuran'daki hiçbir bilgi Tevrat, Zebur ve İncilde geçmemeli. Geçerse kopyaladığını iddia ediyor. Geçmese, herhalde birbirinden farklı şeyler nasıl aynı kaynaktan olabilir, diyecekti...
Turan Dursun’u Tanımak
Turan Dursun, kendisini ateist olmaya götüren düşünce dolu bilimsel deneyini(!), Yüzyıl Dergisi, sayı 6'da kendi ağzından şöyle anlatır: "Allah'a inanıyordum. Ancak deneyimler yaptım kendi kendime. Su dolu kovanın içine süpürgeyi batırıp duvara sürdüm. Şekiller bir rastlantı.. Dünya'nın oluşumu da öyle olmasın.. Bu arada o da tümden silindi."
Evet T. Dursun duvardaki şekillere bakarak, dünyanın da böyle bir rastlantı sonucu olabileceğini savunuyor. Yani duvardaki şekiller=dünyadaki düzen. Aklı ve mantığı olan hiçbir insan bunu kabul etmez. Bir düşünün güneş sistemi, gezegenler, dünyanın etrafını saran atmosfer ve tüm bunları kıyasladığı duvardaki şekiller!
T. Dursun'un zekasının durduğu ve ilme nasıl yaklaştığı böylece tescil edilmiş oluyor. Lakin, bilim bu arada boş durmuyor, işin gerçeğini şöyle açıklıyor: "Yapılan hesaplara göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kovadrilyonundan azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer. Üstelik evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır." (Bilim ve Teknik, Sayı 201, s.16)
T. Dursun'un ateizm deneyi gibi, ilgi çekme deneyi de çok çarpıcı; "Şişman bir kıza aşık olmuş, kızın ilgisini nasıl çeksin, kendini nasıl beğendirsin. İç çamaşırını görürse belki. Çok çaba harcamış ama olmamış" (Yüzyıl, s6).
Yine T.Dursun İslamın akıl ve ilimle olan bağlantısını çarpıtıyor, düşünce ve akılla ilgili yüzlerce ayeti gözardı ederek şöyle diyor: "Din varken kafanızı daha ileri daha güzel şeyleri yapmaya kullanamıyorsunuz. Kullandığınız zaman engeller çıkıyor" (s16) Şimdi soruyoruz;
Harizmi (9 yy) sıfırı bulup kullandığında İslam buna engel mi oldu?.. El-Cezeri tarihte ilk robotları yaparken, Abdüsselam kendisine 1979 Nobel Ödülünü kazandıran teoriyi düşünürken din engel mi oldu?..
Din Afyon Mudur?
“Din afyon mudur?” sorusuna verilecek doğru yanıt “Evet afyondur” ya da “Hayır afyon değildir” demek olamaz. Bu soruya önce “siz hangi dinden sözediyorsunuz?” diyerek ilk “yanıtı“ vermek gerekir. Marks’ın dediği gibi evet bazı dinler afyondur. Ama hangileri? İşte Marks’ın soramadığı bu soru onun çelişkisidir.
Kuran birçok ayette dini; çıkarları hesabına kullanan, değiştiren, ekleme ve çıkarma yapanlara dikkatimizi çekmektedir. Kuran’da hak dine karşı çıkanlar üç sınıfa ayrılmıştır:
a) Kendilerini Allah’ın yerine koyarak hüküm koyan veya onları saptıran din bilginleri...
b) Hak dinden dolayı çıkarlarını kaybeden, sömürü çarkları bozulan sermaye sahipleri (Marks’ın kulakları çınlasın)...
c) Hak dinin gelişiyle iktidarları yıkılan (veya yıkılacak olan) iktidar sahipleri...
Şimdi insafla soralım;
İktidar sahiplerini yerlerinden eden, sömürücü sermaye sahiplerinin rahatını ve keyfini kaçıran, din yoluyla kendilerine çıkar sağlayanları uyaran ve onlara cehennemi müjdeleyen bir din (İslam) afyon olabilir mi?
Böyle bir dine afyon diyenin ya aklı ve vicdanı yoktur ya da afyonla uyuşmuştur... Yahut kendi yaptığı yeni bir din ile insanları uyuşturmak istemiştir.
Evet soruyoruz:
İnsanları köleleştiren Mekke aristokrasisine başkaldırmayı emreden din mi afyondur? Köle olan Bilal’e efendisine! başkaldırma bilinci veren din mi afyondur? Sömürü düzenleri bozulmasın diye Peygambere para, kadın ve mevki teklif eden Mekke burjuva ve diktatörlerine, “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz de ben bu dinden vazgeçmem” diyen Peygamber’in getirdiği din mi afyondur?
Kızını öldüren müşrik Ömer’den, adaletin zamanlar üstü örneği olan Hz.Ömer’i çıkaran din mi afyondur?
Hak ve adaletin yeryüzünde yayılması için bütün varlığını feda eden, kadınlık timsali Hz.Hatice’yi şekillendiren din mi afyondur?
15-20 yılda İran’ı, Bizans’ı, Afrika’yı sarsan ve fetheden insanları yetiştiren din mi afyondur?
Okuma-yazma öğretmeleri karşılığında savaş esirlerini serbest bırakan bir din mi afyondur?...
Korku; En büyük sorumluluk sevgiden doğar!
İslam’ın korku dini olup, korkuya dayalı olduğu yargısı doğru değildir... "Rahmeti her şeyi çepeçevre kuşatan" (Araf 156) Allah'a korkutucu Tanrı diyenler biraz daha düşünmelidirler. Öyle ki, 114 kez Besmele ile Allah kendisini, Rahman ve Rahim (sımsıcak bir sevgili) olarak tanıtmaktadır.
Ümitsizliği ve ziyana uğrama korkusunu insanın kendi kendine zulmetmesi olarak nitelendiren (Zümer 5) Kuran, Allah’ın rahmet ve sevgisi ile her şeyi kuşattığını belirtmektedir.
İman ve İslam'ın temeli sevgidir. Sevgi asıldır, korku sevgiden sonra duyulur ki, bu korku, sevgiyi yitirme korkusudur. Nitekim Allah ile müminler arasındaki asıl ve temel ilişki sevmek ve sevilmek gerçeğidir ki, aşağıdaki ayet bunu belirtmektedir:
« Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse iyi bilsin ki, Allah (sizin yerinize) öyle bir topluluk getirir ki, O onları SEVER, onlar da O'NU SEVER. » Maide 54
Görülüyor ki, müminlerin temel sıfatı Allah'ı sevmek olduğu gibi, Allah’ın temel sıfatı da müminleri sevmektir... Yine, başka bir ayette Allah inananları söyle tanıtıyor:
« İnananlar ise Allah'ı çok, hem de pek çok severler. » Bakara 165
Meryem 96'da Allah, kendisine inanan ve inandığını yaşayanlara vereceği şeyin sevgi olduğunu bildirmektedir:
« İman edenler ve salih amel isleyenler için Rahman (olan Allah yüreklerinde) bir sevgi yaratacaktır. »
İslam korku dinidir diyenler acaba şu ayetlere ne derler:
« De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. » Ali İmran, 31
« Allah tövbe edenleri sever. », « Allah arınanları sever. » Bakara, 222
« Allah sabredenleri sever. » Ali İmran, 146
« Allah iyilik yapanları sever. » Bakara, 195
Peki Allah Kuran’da insanları bazı şeylerden korkutmuyor mu? Evet korkutuyor. Öyleyse bu sevginin yanında bu korku nedir?
Evet bu korku kötü olma, bozulma, çürüyüp gitme, filizlenememe korkusudur. İnanan insan için "cehennem korkusu" cezalandırmanın çok ötesinde alçalmaktan, basitlikten, özünü yitirip bir madde haline gelmekten korkmaktır. Daha üst planda Kuran’da korkma ile belirtilen şey, Allah’ın sevgisini yitirmekten korkmaktır. ("Haşyet" sözcüğünün korku biçiminde çevrilmesi eksik ve hatalı bir çeviridir)
Allah'tan korkmak, Onun rahmetinin şefkatine yol bulup sığınmak demektir. Korku bir kamçıdır, insanı Allah’ın kucağına atar. Nasıl ki bir ana yavrusunu korkutup kucağına çeker. O korku da, o yavru için oldukça tatlı, lezzetli bir duygudur. Çünkü şefkatin kucağına götürüyor. Düşünün ki bütün anaların şefkatlerinin toplamı, ilahi rahmet ve şefkatin tek bir parıltısından ibarettir. (BSN)
Allah Gökte Midir?
"Men fissemai" gökte olan... Burada gökte olandan maksat meleklerdir. "Men" sözcüğü tekil olmakla birlikte anlam olarak çoğuldur, genelleme anlamını verir. F. Razi, bundan kasıt "Allah’tır" demiyor, "Allah’tır" diyenlerin görüşünü alıp yanıt veriyor. Çünkü kendisi Eşari'dir. Eşariler Allah'a mekan isnat etmeye şiddetle karşıdırlar.
Bakara 210'da geçen "Allah’ın gelmesi" deyimi bütün İslam düşünürlerince "Allah’ın azabı" olarak yorumlanmıştır. Ve bu anlam, Nahl Suresinin şu iki ayetinde çok belirgin olarak görülmektedir; Bilindiği gibi Allah’ın azabı, radyasyon, zehirli yanardağ dumanları, şiddetli fırtınalar olarak bulutlar şeklinde görünür ve gelir.
“Onlardan öncekiler düzen kurmuşlardı. Bunun üzerine Allah, binalarının temelini çökertti de tavanları başlarına yıkıldı. Azap, onlara farketmedikleri yerden geldi.” Nahl 26
Zerre kadar dil mantığını bilen birisi, bu ayetin öbür ayete bir açıklama olduğunu görür... Şu ayet ise konu edilen ayetin net ve yorum götürmez bir ifadesidir:
“Onlar kendilerine yalnız meleklerin veya senin Rabbinin buyruğunun gelmesini mi bekliyorlar? Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmemişti, ama onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” Nahl 33
Elbette ki Allah’ın azabı, radyasyon, kükürt, fırtına seklinde bulutlar olarak göründüğü gibi; Allah’ın rahmeti, gecenin temiz, sakin, huzurlu kısmı olan seher vaktinde görünür.
Gecenin seher vaktinde insanın ruh ve bedeni dinlenir, insan, içindeki derinlik ve enginliği yakalar. Evrenin içini ve dışını kuşatan engin rahmet ve huzurun gizemini görmüş olur.
İslam Savaş Hukuku - İslamda Cihad Niçin Yapılır?
Şunu açıkça belirtmek isteriz ki cihad denince akla hemen silahlı savaş gelir. Halbuki cihad çok geniş bir kavramdır. Cihad, çaba, mücadele, gayret anlamlarına gelen bir kavram olup sözlü ve fiili düşünsel, psikolojik ve fiziksel tüm çaba ve mücadeleleri içine alır. Bu kısa açıklamadan sonra merak edilen silahlı savaş konusuna geçelim.
İslamda savaş asla dini zorla kabul ettirmek için yapılmaz. Bu konuda Allah'ın emri açıktır. "Dinde zorlama yoktur." (Bakara:256)
Savaş saldırıyı püskürtmek için yapılır. Bu konuda Kuran'ın şu ayetini görüyoruz. "Kim sizin üzerinize saldırırsa, sizde tıpkı onların saldırdıkları gibi (saldırılarına karşılık olarak) saldırın. Allah'tan sakının. Ve, Allah'ın sakınanlarla beraber olduğunu bilin." (Bakara:194)
Bu ayetlere göre Kuran, inananlara saldırmayanları kendileriyle iyi geçinilmesi gereken kimseler olarak görür. Ama Müslümanlara saldırdıkları zaman Müslümanlar bu saldırıya cevap verir. "Sizinle din konusunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik yapmak ve adaletli davranmaktan Allah sizi men'etmez; çünkü Allah adaletli davrananları sever. Allah sizi ancak sizinle savaşan, yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder." (Mümtehine:8-9)
Saldırıyı önlemek söz konusu olduğu zaman; Kuran saldırının ilk işareti görülür görülmez savaşa girilmesine izin vermez. Hatta saldırı başladıktan sonra bile savaşa meydan vermeden mümkünse onu durdurmaya çalışır: "Eğer herhangi bir ceza ile karşılık verecekseniz size yapılanın aynısı ile karşılık verin. Sabrederseniz andolsun ki; bu elbette daha hayırlıdır." (Nahl:126)
İşte, oldukça açık yargılar taşıyan bu ayetler ispat etmektedir ki; Peygamber uygulamasında kendini bulan, İslam Dini'ne göre savaşın sebebi; bir ideolojiyi veya bir dini başkalarına zorla kabul ettirmek değil aksine bir saldırının önünü almaktır.
Peygamberimiz zamanında savaş iki nedenle yapılmıştır:
1- Düşmanlar saldırılarını doğrudan doğruya Peygambere yöneltiyorlardı; O da bunlara karşılık veriyordu.
2- Müslümanları inançlarından döndürmeye zorluyorlardı. Bu durum karşısında Peygamber, düşünce ve inanç hürriyetine dokunulmasına engel olmaya çalışıyordu. Gerçekten de eğer Peygamberimiz savaşa girmişse bu sadece düşünce hürriyetini sağlamak ve inananları inançlarından döndürmeye çalışan kimselere karşı savunma içindi. Bu kesinlikle anlaşılmalıdır ki; Müslüman değil diye hiç kimse öldürülemez. İnançsızlığı yüzünden kimseye dokunulmaz.
Şimdi Kuran'daki diğer ayetlere geçelim.
"Size savaş açanlarla, siz de Allah yolunda savaşın, ancak aşırı gitmeyin. Şüphesiz Allah aşırı gidenleri sevmez; onları (size savaş açanları) nerede yakalarsanız öldürün. Onları sizi çıkardıkları yerlerden (işgal ettikleri yerlerden) çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür. Onlar Mescid-i Haram yanında orada sizinle dövüşünceye kadar siz de onlarla dövüşmeyin. Fakat sizi öldürürlerse siz de onları öldürün. Bununla beraber vazgeçerlerse siz de bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Fitneden eser kalmayıncaya, din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık edilmez." (Bakara:191-192-193)
Bu ayetler "İslamın savaş tüzüğü" olarak kabul edilmektedir. İslam bilginleri bu ayetlerden savaşın ancak saldırıyı püskürtmek amacı ile yapılabileceği sonucunu çıkarmış ve şu yargıları ortaya koymuşlardır:
1- Size savaş açanlarla Allah yolunda "İlahi adaleti ve barışı yayma yolunda" siz de savaşın. Şu halde Müslümanlara savaş izninin verilişi, düşmanların saldırısına bağlanmıştır.
2- Ancak aşırı gitmeyin.
Ayete göre savaşmayan kimseler ve savaş meydanında hiç bir fonksiyonu bulunmayan ve asla savaşa katılmayan insanlara saldırmak yasaktır.
3- Fitneden eser kalmayıncaya kadar, onlarla savaşın. Savaşın amacı; baskıyı, sömürüyü kaldırmak barış ve adaleti sağlamaktır. Herhangi bir dinin, ideolojinin zorla benimsetilmesi de fitnedir. İslam bunu da reddeder ve bununla mücadele eder.
4- Düşmana, davranışının aynısıyla karşılık verilmelidir. Fakat saldıranlar ahlak kurallarından uzaklaşmışlarsa İslam savaşçısı bu yolda düşmanı izleyemez.
Ahlak dışı konularda karşılıklı davranış kanunu uygulanamaz. Mesela onlar kadınlara saldırırlarsa biz de aynı şekilde davranamayız. Ölülerimizin cesetlerine saygısızlık yaparlarsa bizler hiç bir zaman onları bu yolda taklit edemeyiz.
5- Savaşta meşru olan ve olmayan hareketler:
a) Din adamlarına dokunulmaz.
b) Savaşla ilgili olmayan insanlara dokunulmaz.
c) Çocukları, ihtiyarları ve kadınları öldürmek yasaktır.
d) İslam bir toplumu imhayı reddeder.
e) Savaşılan ülkeyi tahrip yasaktır. (M. Ebu Zehra. İslamda Savaş Kavramı)
Savaş Esirleri:
Savaşta bile insan onuruna saygı gösteren İslam, Müslümanları esirlere karşı da merhametli olmaya çağırır. Peygamberimiz "Esirlerinize iyilikle davranınız!" demiştir. Bedir Savaşında alınan esirlere iyilikle ve saygılı bir şekilde davranılmasını emretmiştir. Müslümanlar da bu emre uyarak yiyecek konusunda esirlere öncelik tanımışlardır.
Savaş esirleri konusunda İslamın temel direktifleri nelerdir? Onlara hürriyetlerini mi verir yoksa kendilerinden fidye mi alır?
Bu konudaki ayetler şöyledir:
"Nihayet onların gücünü kırdığınız zaman artık bağı sıkı tutun(onları öldürmeden ve yaralamadan tutsak edin). Ondan sonra ya iyilik yapın (karşılıksız serbest bırakın) yahut fidye alın." (47:4)
Kuran’ın bu ayeti iki şıktan birinin seçilmesi gerektiğini göstermektedir. Ya karşılıksız serbest bırakma, yahutta fidye ile serbest bırakma, bunun dışındaki uygulamalar İslami değildir.
Savaşta bile işkence yasaktır.
"El, ayak, burun, kulak keserek cezalandırmak yasaktır."(Sünen-i Ebu Davud, Tercemesi, Cilt:10 sh. 217)
"Öldürmede bile insanların en iffetlisi, merhametlisi müminlerdir."(Ebu Davud Hds. No:2666)
Buradaki iffetli (merhametli) kelimesi en şefkatli, en merhametli ve yaratıkların organlarını kesmek ve bağlamak şeklinde onlara işkence etmekten en çok sakınan manalarına gelir. Çünkü İslam "Şüphesiz Allah her şeyde iyi ve mükemmel olanı farz kılmıştır. O halde siz öldürdüğünüz zaman, öldürmeyi (merhametlice) yapın. Bir hayvanı keseceğiniz zaman bıçağı iyice bileyin ve hayvanı dinlendirin." (Tirmizi diyet:14, İbni Mace Zebaih:3) (Ahmed Bin Hanbel 4:123125) İslam, bu gibi buyruklarla Müslümanların kalplerine merhameti ve şefkati yerleştirmiştir. Bu nedenle gerçek Müslümanlar bir şefkat ve merhamet örneği oldukları için savaşta düşmanı öldürürken dahi onun organlarını keserek ona işkence yapamazlar. Bu kesinlikle yasaktır. (Ebu Davud C.10 s. 270)
Savaşta kadınları öldürmek yasaktır.
Abdullah bin Ömer'den rivayet edildiğine göre: Resulullah'ın bulunduğu savaşlardan birinde bir kadın ölü bulundu. Bunun üzerine Resulullah kadınlarla çocukların öldürülmesinin İslamda yasak olduğu söyledi. (Ebu Davud, Hds. No:2668, Buhari Cihad 147-148, Müslim Cihad 25-26, Tirmizi Siyer 19, İbni Mace Cihad 30, Darimi Siyer 24, Muvatta Cihad 29, Ahmed Bin Hanbel c. 2: 23-22, 76, 91)
Yani savaşta savaşmayan insanlarla savaşılmaz, silahsız insanlara dokunulmaz. (Aliyyül Kari, Mirkatül Mefatih c. 4:237)
Peygamberimiz Mekke fethinde Mekke halkına şöyle seslenmiştir: "Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne yapacağımı tahmin edersiniz?" diye sordu. Kureyş topluluğu: "Sen kerem ve iyilik sahibisin. Bize hayır ve iyilik yapacağını umarız" dediler. Bunun üzerine Peygamberimizi; "Benim halimle sizin haliniz, Yusuf'un kardeşlerine yaptığı gibidir. Hz.Yusuf kendisine komplolar kuran kardeşlerine şöyle seslenmiştir: `Bugün ve bundan sonra benim tarafımdan size başa kakma ve serzenişte bulunma gibi herhangi bir eza ve cefa düşünmeyin. Ben hakkımı helal ettim` " diyerek hepsini AFFETTİ. (Taberi, İbni Sad)
Hz.Peygamber daha Medine'ye gelir gelmez yerli ahali ve Yahudilerle imzaladığı vesikayla karşılıklı hak ve yükümlülükleri açıkça tanımladı. Ve ortak bir konsensüs sağlamayı başardı. Buna göre Müslüman olmayanlar kendi din ve düşüncelerinde yaşama biçimleri ve ibadetlerinde özgür olacak, kimse onlara müdahale etmeyecek ve İslam Devletine verdikleri vergi karşılığında yabancı saldırılara karşı korunacaklardı. Hz.Ali, Mısır Valisi Malik bin Eşter'e gönderdiği mektubunda bunu sistemli bir hukuki ifadeye döktü. Hz.Ali'ye göre Müslümanların yönetiminde yaşayan insanlar iki gruba ayrılıyordu. Biri "dinde kardeşlerimiz olan Müslümanlar" diğeri de "yaratılışta eşlerimiz olan gayri müslimler" Her ikisinin de korunmuş hakları vardı. Tarihte hiçbir kültür kendinden başkasını böylesine ontolojik ve insanı bir temele oturtup yüceltebilmiş değildir. Nitekim Hz.Ali'nin bu çarpıcı tanımı Kuran’ın bütün insanları tek bir nefisten yarattığına ilişkin bir ayetine ve Peygamberin "bütün insanlar Adem'in çocuklarıdır. Adem de topraktandır" hadisine bir vurguydu.
Müslüman olmayan cemaat ve halkların kendi din ve hukuki inanışlarını sürdürme haklarını teminat altına alan bu geniş ve özgürlükçü perspektif, İslam toplumunda sosyal kültürel temele dayalı bir çoğulculuğun gelişmesine yardım etti ve Hıristiyan, Yahudi, Mecusi, Hindu, Budist ve benzeri din ve inanışlara bağlı kültür ve cemaatlerin günümüze kadar din ve kültürel varlıklarını koruyup sürdürmelerini sağladı. Şu bir gerçektir ki, eğer Müslümanlar, batılılar gibi diğer kültürler, dinler ve halklar karşısında baskı ve asimilasyon politikası uygulasalardı, İslam'ın devlet olduğu ülkelerde ne Hıristiyan ne de Budist ve benzeri kalırdı. Örneğin; İslam (Endülüs Emevileri) İspanya'da yüzyıllarca devlet olmasına rağmen Hıristiyanları {ve Yahudileri} inançlarında zorlamamış, onları asimile etmemiştir. Buna karşın Hıristiyanların hakimiyetindeki İspanya'da tek bir Müslüman kalmamıştır...
Din Özgürlüğü ve Mürted Konusu
Kuran’da mürtedin (İslam'ı terkedip başka bir dine girenin) öldürülmesini emreden bir ayet yoktur. Tersine Kuran bunun cezai müeyyidesinin ahirette verileceğini birçok ayette ifade etmiştir. Şöyle ki:
3/90. İnandıktan sonra inkar edip, inkarda aşırı gidenler var ya, onların tevbeleri kabul edilmeyecektir. İşte sapıklar onlardır.
4/137. Doğrusu inanıp sonra inkar edenleri,sonra inanıp tekrar inkar edenleri, sonra da inkarları artmış olanları Allah bağışlamaz; onları doğru yola eriştirmez.
5/54. Ey İnananlar! Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O'nu sevdiği, inananlara karşı alçakgönüllü, inkarcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah’ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
Görülüyor ki, bu ayetlerde iman ettikten sonra küfre sapanlara dünyevi herhangi bir ceza yoktur... İslamda mürtedin öldürülmesi ancak Müslümanlarla savaşması şartına bağlıdır. Açıkçası öldürülme nedeni İslamdan dönmesi değil, Müslümanlarla savaşmasıdır. (İslam'dan dönenler eğer fiili mücadelede bulunmazlarsa öldürülmezler. Çünkü "Dinde zorlama yoktur" Bakara 256)
Hz.Ebubekir'in mürtedlerle savaşması dinden dönmelerinden dolayı değil, İslam toplumunu parçalamaya ve düzenlerini bozmaya çalışmalarındandı...
"Dinini değiştireni öldürünüz" rivayetine gelince:
İslam dininden dönen eski Arap müşrikleri direkt olarak Müslümanlarla savaş haline geçiyorlardı (Yani sadece İslam'dan dönmekle kalmıyorlardı). Ayrıca bazı Yahudiler insanların Müslüman olmalarını önlemek için şöyle bir yol bulmuşlardı: Önce Müslüman olduklarını ilan ediyor, bir süre sonra da dönüyorlardı. Ki bu yolla Müslümanlar aleyhine konuştukları şeyler inandırıcı olsun. İşte yukardaki öldürme emri savaşan bu müşriklere ve bu Yahudilere karsı bir tedbirdir.
Unutulmamalıdır ki bazı Müslüman ailelerin çocuklarına İslam'ı zorla kabul ettirme girişimlerini Hz.Peygamber menetmistir. Öyle ki, İslamın kuvvetinin zirvesinde bulunduğu bir dönemde " Dinde zorlama yoktur " ayeti nazil olmuştur.
S. Sevri, Ebu Hanife ve arkadaşları kadın mürtedin öldürülmemesinde müttefiktirler. İbnü Aliyle, Ata, el-Hasan da bu görüştedir. Bunların delili İbnu Abbas'ın mürted olduğu halde bir kadını öldürtmemesidir.
"Müslüman olmayanlar" Müslümanların Koruması Altındadır
Bir İslam toplumunda daha önce değindiğim gibi herkes, dilediği inanç ve görüşü seçme hakkına ve seçimine göre yaşama, örgütlenme imkanlarına sahiptir. Bu ve başka temel hükümler İslam’ın temel insan hakları bağlamında insan olan herkese tanıdığı hak ve özgürlüklerdir. Elbette bir İslam toplumunda gayri müslimler de olacak ve onların da temel hak ve özgürlükleri bulunacaktır. Hz.Ali'nin formüle ettiği gibi Müslüman olmayanlar "bizim yaratılışta eşlerimizdir". Bu genel tanım içinde Müslümanlar, farklı din ve siyasi görüş sahiplerinden sadece genel asayişe itaat ve onlara götürülecek hizmetler karşılığında, güçleri oranında vergi (cizye) isterler. Siyasi görüşlerin açıklanması ve siyasal katılım kanalları açıktır. Ancak bir fikri zor ve şiddet kullanarak benimsetmek yasaktır. Meşru bir yönetime karsı silahlı eylemde bulunan (bağy) aynıyla karşılık görür. Ama devlete karşı islenmiş suçlar olmadığı için, silahlı eylemden vazgeçenler (ayetin tanımıyla tevbe edenler) kendi hallerine bırakılırlar. Bu arada adam öldürmüş, kan akıtmışsa bunun hesabını verir.
Şüphesiz bunlar en ekstrem durumlardır. Asıl normal sistemde yürürlükte olan ise akıllara durgunluk verecek kadar çarpıcı bir özgürlüktür. Ve bizce henüz Batı hukuku İslamiyet’in azınlıklar veya siyasal muhalefeti temsil eden gruplarla ilgili getirdiği hukukun seviyesine yaklaşabilmiş değildir. İslam, ilke olarak gayri müslim her dini veya kültürel grubu kendi hukukuyla başbaşa bırakır. Peygamberimiz Yahudilerin anlaşmazlığında onlara; "Size hüküm vermemi ister misiniz? İnandığınız Tevrat'a göre mi, yoksa Kuran’a göre mi?" diye sormuş ve talepleri üzerine Tevrat'a göre onlara hüküm vermiştir. Bu, tam anlamı ile dini ve adli/hukuki özerkliktir. Şimdi bu konuda gayri müslim bir tarihçi olan Lübnan Hıristiyanlarından Prof. Philip K. Hitti'nin tanıklığına başvuralım;
"...Müsamaha gören dinlere mensup olanlar, yani vahye dayanan kitaplara sahip dini camialardan meydana gelir ki, Hıristiyan, Yahudi ve Sabii olan bu gibi kimselere Ehlu'z-Zimme adı verilir; Müslümanlar, bu gibi kimselerle çeşitli şartlar taşıyan müahedeler yapmışlardı. Kitap sahibi dinlerin mevcudiyetlerinin bu şekilde tanınmış olması, Hz.Muhammed'in getirdiği en basta gelen yeniliklerden biridir. Bu dinlere mensup olanlar, İslam cemiyetinde silah taşımayacaklar ve İslam devletinin kendilerine tanıdığı "himaye" (zimmet) hakkına mukabil ona vergi (cizye) ödemeye rıza göstereceklerdi. Bu hukuki statü muvacehesinde Zimmiler zümresi, arazi vergisi (haraç) ve cizye ödemelerine mukabil, geniş surette müsamaha gördüler. Bir Müslümanın taraf olduğu hukuki ihtilaflar müstesna, bu teba zümresi, hukuk davalarında ve hatta ceza davalarında kendi dini başkanlarının adli teşkilatlarına ve usullerine tabi tutuldular. İslam hukuku bu çeşit gayri müslimlere tatbik edilmekten alıkonulmuştur. Bu ayrı statüye tabi tutulma (adli muhtariyet) sistemi, Osmanlı devletinde son devirlere kadar, Irak’ta ve Filistin'de kurulan İngiliz manda idaresinde meriyette kalmıştır"
"Köken itibariyle Kuran-ı Kerim de (9/19, 26/105 ve 109, 36/69-72 vd) gösterilen Ehli Kitab'a hasredilen ve ilk İslam devletlerinde meriyette tutulan bu müsamahakar statü, daha sonraları Müslümanlar tarafından Harranlı Sabiiler ve Berberiler'e teşmil edilmiştir"
Zaman zaman hukukta katılıklar gözlenmedi değil. Ama yine Hitti'nin tespitiyle bu katılığa başvuranlar, Müslüman kökenli hukukçulardan çok, daha sonra Müslümanlığı kabul eden Yahudi ve Hıristiyan kökenli Müslüman hukukçular olmuştur. Bunlara ek olarak Hz.Ömer’in yoksul ve çalışamayacak durumda olan gayri müslimlere devlet bütçesinden maaş (işsizlik sigortası) bağladığını hatırlatmamız yerinde olur. Müslümanlar tarih boyunca Müslüman olmayanlara bütün bu hakları verdikleri gibi, bazan onlar için savaşmayı da göze almaktan çekinmemişlerdir............
Dünün zimmileri ile bugünün gayri müslim grupları arasında ilginç bir benzerlik kurmak mümkün. Ancak buna geçmeden önce birkaç hatırlatmada bulunmak istiyoruz;
Müslümanlar zimmiler hukukunda bu kadar esnek ve insan haklarına saygılı davranmış olsalar bile, bütün bunlara rağmen Müslümanlar asla adam öldürmez diye kimsenin inanmayacağı bir düşünceyi öne sürüp İslam’ı gereksiz ve ikiyüzlü savlarla "şirin" göstermeye de ihtiyaç yoktur... Elbette hukukun üstünlüğünün hakim olduğu bir ülkede bütün yargı yolları ve savunma kapıları açık olarak ve suçun bireyselliği ile cezanın kollektif ve intikamcı olmamasına dikkat ederek idamı hükmeden cezalar da vardır. İslam taammüden adam öldürme fiiline kısas uygular. Ama bu mutlaka uygulanır demek değildir, maktulün yasal varisleri bundan vazgeçme hakkına sahiptirler.
Kuran "yeryüzünde fitne çıkaranlar"ın zor kullanarak bastırılması hükmünü getirir. Siyasal rejime muhalefet bağlamında burada sözü edilen "fitne" herhangi bir siyasi görüsü anlatma, açıklama, taraftar toplama veya seçimle işbasına gelmeye çalışma değil, doğrudan şiddet ve baskı yöntemlerine başvurma eylemidir. Bugün en demokratik ülkelerde bile durum bundan farklı değil ve siyasi terör örgütleri kurulu demokratik rejimlerin silahıyla mukabele görmektedirler.
Arap Dilinin Temel Özellikleri
Kuran, insanları başka insanlara kul olmaktan kurtarmak için "insanların Maliki {sahip ve başkanı} Allah'tır" {Nas, 2} diyor. Onlara manen şöyle bir mesaj veriyor; "nasıl her yerin, her memleketin bir yöneticisi varsa, dünyanın da, kainatın da öyle bir yöneticisi vardır. Evrensel yasalar diye ifade edilen İlahi hukuka tecavüz yapıldığı zaman, O bu tecavüzü cezalandırır. Yani yaratılmışların, haksızlığa uğramışların intikamını alır. Allah, bütün yüce değerlere sahip, maddi olmayan bir varlıktır. Kainattaki bütün yüce değerler O'ndan kaynaklanmaktadır"
Bu mecaz ve benzetmeler yanında; Arapça'da bir şeyin önemini, büyük bir değere sahip olduğunu bildirmek için onunla "yemin edilir". Bir şeyin adiliğini, iğrençliğini bildirmek için de "o şeye beddua edilir" {Bir nesnenin önemini belirtmek veya bir konunun doğruluğunu göstermek için yemin edilebilir; kanım üzerine, ekmek üzerine gibi!.. Yine birinin kötülüğünü belirtmek üzere "körolasıca" deriz!..}
Evet, Kuran insanoğlunun üstün, mükerrem bir yaratık olduğunu vurgulamakla beraber {17/70}, hiçbir değere inanmayan, hayvanlar gibi yaşamak isteyen, insanlığı alçaltan insanların da aşağı olduklarını bildirmek ve onların bu özelliklerini vurgulamak için Allah Kuran'da "onlara beddua ediyor" Beddua ifadelerinin esas amacı budur. Yoksa Allah isterse, hepsini bir emir ile yok edebilirdi.
Kuran'ın yaptığı yüzlerce yeminlerden örnek olarak birkaç tanesinin yorumunu sunuyoruz; {29. Mektuptan}
"Yüce Allah, Kuran'da çok şeylere yemin etmiştir. Kuran yeminlerinde birçok incelik ve sırlar vardır. Mesela "Güneşe ve aydınlığa and olsun" mealindeki yemin, evreni mükemmel bir saray, bir şehir niteliğinde bize gösterir. Yani evrende mükemmel bir düzen ve ahengin hakim olduğunu bildirir. "Hikmetli {ilim ve ahenk dolu} Kuran'a and olsun" yemini, Kuran'ın mucizeliğini, yüceliğini, onunla yemin edilecek bir saygınlıkta olduğunu hatırlatır. "Yıldıza ve düştüğü zamana and olsun", "Yıldız mevkilerine and olsun, eğer bilseydiniz bunun büyük bir yemin olduğunu, anlardınız" yemini, yıldızların muazzam büyüklüklerini ve son derece ahenkli bir düzen içinde yerleştirilmelerini ve gezegenlerin, hayret verici bir tarzda döndürülmelerindeki yararlılığı hatırlatıyor.
"Zerrelere {atomlara} and olsun", "Salıverilen havaya and olsun" yeminleri ise, hava moleküllerinin dalgalanmaları ve dolaştırılması ile içindeki yararları hatırlatıyor. Manen diyor ki; tesadüfi, rastgele sanılan unsurların ve elementlerin ince faydaları, görevleri vardır... Hem mesela; "İncire ve zeytine and olsun" mealindeki ayetin bir inceliği şudur; Yüce Yaratan incir ve zeytine yemin ederek kudretinin büyüklüğünü, rahmetinin mükemmelliğini, insanlara verdiği büyük nimetleri hatırlatıyor. Ümitsizliğe, hayatın saçmalığı düşüncesine kapılan insanın yüzünü olumluya çevirip ibadet, düşünme ve iman ile olgunlaşabileceğini bildiriyor. Nimetler içinde özellikle incir ve zeytinin anılmasının sebebi; o iki meyvenin çok nitelikli ve faydalı olması, yaradılışlarında harikalık bulunmasıdır. Çünkü zeytin çok yönlü bir kullanım niteliğine sahiptir. İncirin anılması ise zerre gibi bir çekirdeğinde incir ağacının her birimini {kökünü, gövdesini, dalını, meyvesini} şifre olarak taşımasındaki olağanüstülüğü anlatmak içindir. Yenilmesinde, vücuda yararlılığında, muhafaza edilmesindeki nitelik ve faydaları hatırlatmak için Kuran onunla yemin ediyor. Böylece insanı ilahi sevgiye yöneltip onu iman ve ibadetle yüceltmek, yüce değerlere ulaştırmak istiyor"