PROF. DR FARUK BEŞER HOCAMIZ İLE GÜNCEL MESELELER ÜZERİNE–1
Bu yazı : 2062 defa okunmuştur.
Büyük resmi görmek için resmin üzerine tıklayın...
Bir tebliğ eri, daima muhatabının durumunu, seviyesini göz önünde bulundurmalı ve konuşacaklarını ona göre konuşmalı. Çünkü irşatta mühim olan, verilen mesajın muhataplarca en güzel şekilde alınmasıdır. Bu da mesajın mümkün olduğu kadar açık, anlaşılır, net ve pürüzsüz olarak verilmesine bağlıdır.
Nitekim Nebiler Sultanı, kendisine isnat edilen bir sözünde, “Biz daima insanların seviyelerine iner ve onlarla anlayabilecekleri şekilde konuşuruz.” (Zebidî, İthaf, 2/65); başka bir beyanında ise “İnsanlara akılları nispetinde konuşun.” (Ebû Davud, Edeb, 20) buyururken tebliğ ve irşatta vazgeçilmez bir kaideyi ifade buyuruyordu.
Akademik terbiye çoğu zaman bunu engelleyebiliyor. İlahiyat hocalarımızın eserlerine bakıldığını bunu rahatlıkla görebiliyorsunuz. Meseleler ilmi bir dille kaleme alındığı için anlaşılmakta zorluklar çekilebiliyor.
Ülkemizde hem akademik kariyer yapıp hem de halkın kolayca anlayabileceği bir üslûpla yazıp konuşan hocalarımız da yok değil elbette. O hocalarımızdan birisi de İslam hukuku uzmanı Prof. Dr. Faruk Beşer. Kendisini gerek yaptığı televizyon programlarından, gerek konferanslarından, gerekse de kitaplarından tanıyorsunuz.
Faruk Beşer Hoca, o gökçek çehresi, alanına vukûfiyeti ve de anlaşılır üslubuyla bizleri aydınlatmaya devam ediyor. Biz de cevaplar.org ailesi olarak hocamızı, siz kıymetli ziyaretçilerimizle buluşturmak istedik ve kendisiyle Sakarya İlahiyat Fakültesinde, güncel meseleler etrafında bir söyleşi yaptık. Hocamıza hizmet dolu hayırlı ve sağlıklı bir hayat dilerken, sizi röportajımızla baş başa bırakıyoruz. Saygılarımla. Salih Okur
-Muhterem Hocam, Türkiye’de Ehl-i Sünnet anlayışını, bu konudaki tartışmaları sağlıklı görüyor musunuz?
-Biliyorsunuz, Ehl-i Sünnet kavramı “sünnet ehli” demek, sünnete bağlı olan insanlar demek. Benim görebildiğim kadarıyla Ehl-i Sünnet kavramı İslami geleneğin baş taraflarında yok. Yani, en az belki 100–150 sene yok. Orada İslam var. Ve şu husus çok önemli; Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de buyuruyor ki: “Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn” (Fussilet:33): Şu adamdan daha güzel sözlü birisi olabilir mi? (herkes bir şey söylüyor ama) bir adam düşünün, Allah’a çağırıyor, salih ameller yapıyor ve “ben Müslüman’ım” diyor. Bundan daha güzel adam olabilir mi?” diyor Allah.
Peki, niye Ehl-i Sünnet dendi? Benim gördüğüm kadarıyla bunun sebebi şu; Hz. Ali’ye tâbii olanlar siyasi bir kavga olan imamet meselesini akidevi yönden desteklemek maksadıyla bazı düşünceler geliştirince, kendilerine farklılıklarını ortaya koymak maksadıyla Şii dediler. Aslında Şia kelimesi taraftar demek. Şiatu Ali; Aliye taraftar olanlar demekti. Bu anlamda o zaman biz de şiiydik. Yani Ebu Hanife de şiiydi. Onun gibi olan diğer âlimler de şiiydiler, Hz. Ali’den yana idiler, bu ayrı bir şey.
Akidede farklılıklar oluşunca saflar ayrıştı. İlk grup “Nahnu Şiatu Ali” “Biz Ali’nin taraftarlayız” deyince, karşı taraf da buna tepki olarak “Nahnu ala sünneti Muhammed” “Biz de Muhammed’in (Aleyhissalatu vesselam) sünneti üzereyiz” dediler. Yani Sünni adını aldılar.
Dolayısıyla, benim anladığım kadarıyla, bir defa Ehl-i Sünnet ya da Sünni ifadesi tepkisel bir isimlendirme. Bu açıdan bu isimlendirme sağlıklı mıdır, değil midir? Tartışılır.
Amma bununla şu kastediliyorsa durum değişir; Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) kurtuluşa eren, erecek olan fırkayı anlatırken buyuruyor ki; “Ma ene aleyhi ve ashabi” “benim ve ashabım gibi yaşayanlardır. İşte bu yol fırka-yı naciyedir, ya da kurtuluşa erecek olan yoldur.” Yani Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve selem) gibi ve O’nun ashabı gibi yaşayan insanlar. Eğer Ehl-i sünnet ile bu kastediliyorsa, o zaman hepimiz Ehl-i sünnetiz. Bundan gocunmanın bir anlamı yok. Sünni’yiz, ehl-i sünnetiz elhamdülillah. Yani, Rasulüllah gibi ve Rasulüllah’ın ashabı gibi yaşamaya çalışıyoruz. Yanlış yaparız, ederiz. Yanlışlarımızı söylerler, düzeltiriz. Ama yol bu, başka bir yol yok.
Oradan günümüze gelirsek, tarih boyunca ehl-i sünnet hep değişmiş. Bir sürü ehl-i sünnet var. Mesela Eşariler ehl-i sünnet, farklı bir ehl-i sünnet. Maturidiler ehl-i sünnet, farklı bir ehl-i sünnet. Bunlar itikadi mezhepler.
Bir de ameli mezhepler var. Şafiiler var, Malikiler var, Zahiriler var vs. Bakın, biz Zahirileri ehl-i sünnet olarak görmüyoruz. Oysa Zahiriler de Sünni. Bütün bu kelam sınıflandırmalarında Zahiriler de Sünni olarak görülüyor. Oysa biz bugün Zahirileri red ediyoruz. Veya birileri red ediyor. Oysa Zahiri mezhebi İslam fıkhı açısından müthiş bir hazine. Ondan yararlanmamız lazım.
Günümüze geldiğimizde bu ayrımlar daha basitleşiyor. Yani, ben altmışların sonlarından itibaren hatırlıyorum.. Ben Necip Fazıl edebiyatıyla büyüdüm. Ve o zamanlar, Necip Fazıl ne derse benim için o nastı. Hatta Necip Fazıl felsefeye karşıydı, ben de felsefeye karşıydım. Necip Fazıl diyordu ki, “Felsefe tek bildiğini tekte değil çokta, Hak bildiğini Hakta değil batılda aramanın sanatıdır.” Ben de öyle kabul ediyordum.
Efendim, Necip Fazıl, Mevdudi’ye “Merdudi” diyordu. –Allah affetsin- bizde “Evet, demek ki Mevdudi, İslam’ı yıkmak için çalışan bir sapık adam” diyorduk. Necip Fazıl, Hamidullah Hoca’ya “baidullah” diyordu, biz de öyle zannediyorduk.
Ve benim hayatımda hep yandığım bir şey vardır; Hamidullah Hoca iki sene bizim dersimize geldi. Ve ben, Necip Fazıl’ın etkisiyle onun belki bir buçuk senesini Hamidullah hoca’ya karşı şartlı, önyargılı geçirdim. “Acaba- af buyurun- zehirini ne zaman kusacak? Nerede ne söyleyecek, nereden ne çıkacak?” filan , “bu adam sahtekâr bir adam” diye baktım.
Sonra anladım ki, bu adam evliyaullah yani! Bu adam Evliyaullahtan değilse kim evliyaullah? Hamidullah Hoca ki, evlenmemiş, 36 kilogram dev bir adam. Sonunda kaç ay kaldıysa, ondan adam gibi istifade etmeye çalıştık. Baktık ki Allah’ın veli bir kulu. Necip Fazıl’la, İslami yaşayışı, İslami bilgisi, İslami anlayışı filan hiç kıyaslanmaz.
Şimdi Necip Fazıl bunu niye yapıyordu? Bir takım cemaatler kendilerine bir ehl-i sünnet şablonu çizmişler. Necip Fazıl da -Allah rahmet eylesin- İslam’ı iyi bilmiyor. Ona bu anlayışı empoze etmişler; “budur Ehl-i sünnet. Yol budur, bir başka yol yoktur” demişler. Ondan sonra, “Seyyid Kutup kâfirdir” demişler, “Mevdudi merdudidir” demişler vs. O da bu nakaratları bize tekrarlamış.
Dolayısıyla, diyorum ki ehl-i sünnet eğer Rasulüllah (Aleyhissalatu vesselam) ve ashabının yaşadığı İslam’sa ki öyle, ben de öyle anlıyorum, öyle olmaya çalışıyorum, bu anlamda ehl-i sünnetim. O zaman, bugün ehl-i sünneti tekelinde bulunduran bizim cemaatlerimiz içinde tam anlamıyla ehl-i sünnet olan kaç cemaat kalır?
Çünkü Rasulüllah’ın (Sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında, sahabenin hayatında olan pek çok şey bunlarda yok. Bunlarda olan pek çok şey de onların hayatında yok. Bunlar bazı şeyleri şaşmaz kabuller olarak alıyorlar. Onlara “ehl-i sünnetin gereği budur” “böyle olan ehl-i sünnettir” diye sarılıyorlar. Hâlbuki o kabullerin hiçbir tanesi ashabın hayatında yok. Ve onların hayatında olan İslam anlayışı da bunların hayatında yok. O zaman ya onlar ehl-i sünnet değil ya da bunlar ehl-i sünnet değil.
Ben şahsen tercih yapacaksam Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun ashabını tercih ederim. Onlar gibi bir ehl-i sünnet olmaya çalışırım. Eğer ehl-i sünnet olmam gerekiyorsa “muhakkak bu sınıflandırmalardan birinde olacaksınız” derlerse ehl-i sünnetim ben. Ama böyle bir isim alma şartı da yok.
Kendinizi isimlendirin derlerse o zaman da ben Allah’ın bana verdiği isimle isimlenmek isterim. Ben Müslüman’ım. Nasıl Müslüman? Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiram gibi yaşamak isteyen bir Müslüman. Niyetimiz samimi olursa Allah ona muvaffak eder inşallah. Ne kadar muvaffak ederse o kadar beceririz.
-Hocam, Server Tanilli adlı yazarın “İslam Çağımıza Yanıt Verir mi?” adlı bir kitabı var. Bu tip din cahili sol tandanslı yazarları muhatap almak istemem. Ama bunu iyi niyetle soran birine ne cevap verirsiniz?
-O şahsı tanımıyorum. Aslında böyle bir şey söylemiş olması bizi çok fazla meşgul etmemeli. Bunu söyleyen sadece o değil ki? Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında da söylenmiş bu söz. “Efendim, böyle şey olmaz, İslam şudur, budur, esatirül evvelindir, geçmişlerin masallarıdır, Kur’an onları naklediyor” denmiş.
Ama İslam gelmiş, Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte çok süratli bir şekilde gelişmiş, Hz. Ömer (RA) devrinde de Azerbaycan’ın kuzeylerine kadar çıkmış, doğuda Hindistan’dan, batıda Endülüs’e kadar her tarafa medeniyet götürmüş.
Şimdi biz bakıyoruz ki, İslam belli bir zirveye çıktıktan sonra, Müslümanlar rehavet dönemi yaşadı, inişe geçtiler. Başkaları İslam’a tepki olarak geliştiler. Yani, bilimde geliştiler, teknolojide geliştiler ve İslam’ı değil ama Müslümanları mağlup ettiler. Müslümanlar dünyada mağlup. Batıllar ve diğer hâkim medeniyetler “artık İslam Medeniyeti kalkamaz, dirilemez” dedikleri bir sırada baktılar ki canlanmaya başladı.
Yetmişli yıllarda “Aaa bu hâlâ canlı” filan dediler. Seksenlerden, doksanlardan sonra “kalktı, diriliyor” demeye başladılar. Bakın şimdi batının bütün teknoloji ve bilimsel gelişmelerine rağmen “kalktı, dirildi, şu an birinci lige çıktı” diyorlar.
Hatta doksandan sonra, birinci ligde. Mağlup oluyor ama yine birinci ligde. Yani, yeniliyor ama birinci ligde. Ondan önce, üçüncü ve dördüncü liglerde bile sayılmıyordu. Şu anda ise, sahnede batı var ve İslam var, başka bir şey yok. Bunu herkes söylüyor. Belki kroşe yiyor, gözü şişiyor. Çünkü yanlış yapıyor, ne yapacağını bilmiyor. Ama yeri burası.
Uzun yıllardır devam eden bir rehavetin, bir gelenekten kopmanın, bilgi üretememenin sonucu olarak yanlış yapıyoruz. Müslümanlar çok yerlerde yanlışlar yapıyorlar. Ama bütün bu yanlışlar doğruları görmemize sebep oluyor.
Böylece birinci lige çıktık ve ciddi ciddi şu anda “bu güç, diğer gücü mağlup edecek” korkusu dünyayı sardı. Dünyada bu korku var. Müslüman’dan Müslüman korkmuyor. Ya da Müslüman’dan dünyayı sömürmeyenler, kâfir de olsalar korkmuyorlar. Çünkü Müslümanlar tarih boyunca sömürmeyen, vurmayan, ezmeyen insanlara huzur getirmiş, sükûn getirmiş. Dolayısıyla, korkanlar kim? Dünyayı sömürenler.
Demek ki bir güç var. Bu bile gösterir ki, İslam dünyaya pek âlâ cevap verir, Allah’ın izniyle. Biz bunu ispata hazırız. Bundan sonra, dünya bin yıl da yaşasa İslam dünyaya nizam verir, sükûn getirir, merak etmesinler.
-İslam’ın bazı hükümlerinin tarihselliği söz konusu mudur?
-Bu çok uzun bir mesele. Benim de son yıllarda, belki beş-on yılımı meşgul eden konular bunlar. Tarihsellikle ilgili çalıştım, yazdım. Bu çok uzun ve biraz da ilmi bir mesele. Fakat bütün bu dedikoduların, bütün bu- bağışlayın- lafı güzafın sonunda ortaya çıkan meyvenin de çok fazla olmadığını gördüm.
Ama size özet olarak şunu söyleyebilirim; Tarihsellik dediğimiz zaman, bir tarihe ait olmayı anlıyoruz, bir tarihle sınırlı olmak demek. Hükümlerle ilgili bunu düşünürsek, bir hükmün tarihi şartlar sebebiyle, sadece o şartlara, o olaya, o noktaya ait olması demek. Sonraki zamanlara geldiğinizde şartlar değiştiği için o hükümlerin değişmesi demek.
Tarihselcilik ise bundan farklı bir şey. Tarihselcilik, bütün hükümleri tarihsel okumak demek. Yani tarihi ile sınırlı görüp, demek istediğini o noktalarda görmek, oraya ait olarak görmek, bugün için söylemek istediğinin başka bir şey olduğunu ileri sürmek, demek.
Tarihselciliğin başka anlamları da var, fütürizm anlamına da geliyor, ileri doğru bakma anlamına geliyor. Ama bizde söz konusu edildiğinde, hükümleri tarihsel bir yaklaşımla okuyup, bugün söylediklerini başka bir şey olduğunu çıkarsamaya çalışmak kastediliyor.
Bu anlamda bakıldığında, bütün olarak İslam’a böyle bir şey söylemek, İslam’ı anlamamak olur. Bir defa, Kur’an-ı Kerim’in tamamı Allah’ın kelamıdır. Ve tamamı bütün dünya için gelmiştir. Dolayısıyla tarihsel bir okuyuşla onu okuyamayız. Kur’an-ı Kerim’deki bütün ayetler, sabittir, evrenseldir, sonuna kadar aynen geçerlidir. Ne diyorsa odur. Uygulanma şartı bulunmadığı için uygulanamayan hükümler olabilir. Ama ne diyorsa odur.
Burada şöyle bir şey vardır; O tarihi şartların gerektirdiği şekilde, üslupta, cümlede, ifadede farklılıklar var mıdır? Elbette vardır. Kur’an-ı Kerim onu kendisi söylüyor zaten. Kureyş lehçesi ile gelmiştir, Arapça olarak gelmiştir, Çünkü o zaman orada onlar vardır, Onların dili ile başlamıştır.
Dolayısıyla, Kur’an-ı Kerim’in Arapça olması, Kureyş lehçesi ile gelmiş olması, önce Arapları muhatap alması, Mekke’yi, Medine’yi muhatap alması ve halkayı gittikçe genişletmesi, bunlar elbette, orada, o şartlarda, o gün geldiği için öyledir. Başka yerlerde gönderilmiş olsaydı muhtemelen başka olacaktı. Ama bunların böyle olması Kur’an-ı Kerim’in söylediklerinin tarihsel okunmasını gerektirmez. Bu ayrı bir şey, bunun tartışmasına her zaman hazırız.
Oradan buraya doğru geldiğinizde, bendeniz sünnetin bazı birimlerinde çok azda olsa böyle şeylerin olduğunu sanıyorum. Yani sünnette tarihsel hükümlerin olduğunu düşünüyorum. Bununla da şunu kastediyorum; Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve sellem) efdal-ul beşerdir. Beşerin en üstünüdür. Fakat beşerdir. İlah değildir. Dolayısıyla, beşer olması, onun bir noktada bulunmasına, o nokta ile düşünmesine onu zorunlu olarak götürecektir. Bunda bir problem yoktur.
Rasulüllah’ın (Sallallahu aleyhi ve sellem) bazı söyledikleri sadece o örfü anlatıyor olabilir. Sadece o anı anlatıyor olabilir. Örnek olarak Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve sellem) diyor ki; “Buğday keylidir” Yani kile ile, hacim ölçüsü ile işlem görür. Ona göre faiz olur ya da olmaz demek istemiştir, Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve selem) efendimiz. İmam Ebu Yusuf zamanına gelindiğinde o; “buğday veznidir” demiştir. Yani kilo ile, tartı ile işlem görür. Ona demişler ki; “Bakın Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve selem) böyle söylüyor, keylidir diyor. Ebu Yusuf da diyor ki “Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve selem) bir durum tespiti yapıyor. O zaman buğday keyliydi. Zaman değişti, şimdi vezni oldu. Dolayısıyla şimdi bizim buğdayı vezni olarak düşünmemiz lazım.” Kimse de bu görüşe itiraz etmemiştir.
Bu bir örnektir. Bunun gibi belki on, belki yirmi tane örnek sünnetten çıkarılabilir. Ama Rasulüllah’ın (Aleyhissalatu vesselam) İslam’ın bütününü anlatan sözleri yine evrenseldir. Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in söyledikleri Kur’an’ın açılımıdır. Yani, ben sünneti şöyle anlıyorum; Kur’an-ı Kerim’i Allah göndermiştir. Kur’an-ı Kerim’i ideal ölçüler içinde, görevlendirdiği bir elçiye yaşatmıştır. Kur’an mükemmel yaşanırsa, canlı olarak yere inerse işte böyle olur diye Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve selem)’ın hayatıyla bize göstermiştir.
Dolayısıyla, Peygamberimizin Hayatı dediğimiz şeyler, onun sünnetidir. Sünnet, Kur’an-ı Kerim’in kusursuz beşer uygulamasında, beşer tatbikatında görülmesinden ibarettir. Yani sünnet, canlı bir Kur’an’dır. Ama öyle de olsa, orada bazı muamelelerde beşerilik başlamıştır. İşte o beşeriliğin olduğu yerlerde bu tarihsellik olabilir.
Fıkha gelirsek, fıkıhta tarihsellik çoktur. Bunun çok örnekleri vardır. Bu ne demektir? Yani fıkıhçılar söyledikleri pek çok şeyi, bulundukları şartların, hükümlerin, arka planların, -bekraund diyorlar şimdi- etkisinde kalarak söyleyebilirler.
Elbette fıkıhta da bazı hükümler evrenseldir. Mesela, Faizin haramlılığını söyleyen fakih, evrensel bir söz söylemektedir. Çünkü bu, Kuranı Kerim’de vardır.
Ama fıkıhta, evrensel olmayan, kendi şartlarla sınırlı hükümler de pek çoktur. Problem işte burada başlıyor. Biz diyoruz ki, eğer bizler fıkhın tarihselliğini, fıkıh derken isterseniz anlamanın ya da yorumlamanın deyin, tarihselliğini kabul etmezsek, çıkmaza gireriz. O zaman da birileri Kur’an’ın dahi tarihselliğinden söz ederler.
Size çarpıcı bazı örnekler vereyim. Ebu Hanife’nin namazlarda Fatiha’nın Farsça veya başka bir dilde okunabileceğini söylemesi tam anlamıyla tarihsel bir hükümdür.
-Sonradan dönmüş..
-Sonradan dönmüştür diyorlar, dönmemiştir aslında. Öğrencileri dönmediğini söylüyor. Biz döndüğünü söylüyoruz. Çünkü İmam Ebu Yusuf ve diğerleri “olmaz böyle bir şey” demişler, biz de “zaten onun bu görüşünden döndüğü söyleniyordu” demişiz. Ama döndüğü kesin değil. Dönsün ve ya dönmesin bu görüş tarihseldir. Neden tarihseldir?
Vakti zamanındaki yönetim, gayr-i meşru uygulamalar yapmaktadır. Mesela vatandaşa vergi vurmaktadır. Âlimler de buna karşı çıkmaktadırlar. Demektedirler ki; “Allah Teala bu ümmete zekât dışında bir vergi koymamıştır. Siz nasıl vergi koyar, bunu saray harcamalarında kullanırsınız? Olmaz böyle şey” deyip karşı çıkmışlardır. Bunun üzerine yönetim bakmış ki çare yok, âlimler karşı çıkıyor, âlimlerin otoritesi çok güçlü o zaman. Tutmuşlar, gayr-i müslimlerin, zimmîlerin baş vergisi olan cizyeyi arttırmışlar. Çünkü onun sınırı yok, yönetime bırakılmıştır.
Çoğu Fars asıllı olan, Sasani kökenli olan bu zimmîler bakmışlar ki, çare yok, Müslüman olmaya başlamışlar. Toptan, köy köy, kasaba kasaba Müslüman olmaya başlamışlar. Bundan yönetim korkmuştur. Çünkü kaynaklar kuruyor. Müslümanlardan istediklerini alamıyorlar. O zaman, bu yeni Müslüman olanlara demişlerdir ki; “Siz yalan söylüyorsunuz, Müslüman olmadınız. Müslüman olan adam namaz kılar, en azından Fatiha’yı bilir. Hadi okuyun bakalım, Fatiha’yı.” Onlar da okuyamamışlar. Bunu üzerine idareciler; “Gördünüz mü bakın! Siz yalancıktan Müslüman oldunuz. Verin vergiyi” demişlerdir.
Ebu Hanife de buna tepki göstermiştir. “Bu adam Müslüman’ım diyorsa Müslüman’dır kardeşim” İlla Fatihayı aslından okuma zorunluluğu yoktur. Tutar bunu, Fars ise Farsça okuyabilir, bir başka dilden ise o dille okuyabilir. Bunun namazı yine olur. Müslüman’ım diyorsa Müslüman’dır” diye diretmiş, karşı koymuştur.
Şimdi, o şartlarda doğan bir fetvadır bu. Muhtemelen bunda Ebu Hanife’nin Fars asıllı olmasının da etkisi vardır. Ben araştırıp bu konuda bir makalede yazdım. İnsan tabii olarak kendi kavmini sever. Bu cibilli bir duygudur. Bunu siz insanlardan çıkaramazsınız. Dolayısıyla bu, tarihsel bir fetvadır. Hemen arkasından, öğrencileri, başka fakihler de; “Allah rahmet eylesin, Ebu Hanife böyle bir şey söylemiştir ama bu olmaz kardeşim” demişler. Zamanımız varsa birkaç çarpıcı örnek daha sayabilirim.
-Buyrun Hocam.
-Hanefiler kendi içtihatları ile önceleri demişlerdir ki; Cuma namazını sıhhati için yönetimin, halifenin, devlet başkanının veya onun tayin ettiği kişilerin kıldırması gerekir.”
Sonradan Moğollar 1258’de Bağdat ve havalisini işgal edip, her taraf Moğol istilasına uğrayınca “Ne yapacağız, kılmayacak mıyız? diye düşünülmüş. “Kılacağız. Peki, nasıl kılacağız?” Bu şartı yumuşatmışlardır; “Mütegallibe /işgalciler de adalet ile hükmederler ise orada yine Cuma namazı kılınır demişlerdir, daha önce koymuş oldukları içtihadi şart ortadan kalkmıştır.
Bir örnek daha vereyim isterseniz, çarpıcı olduğu için. Bizim zimmî vatandaşlarımız (idaremiz altındaki gayr-i müslimler) vardır. Rasulüllah Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve selem) onlara çok iyi bakmamızı vasiyet etmiş ve demiştir ki; “Bizim haklarımız nelerse, onların da hakları odur.” Dinlerini, ırzlarını, namuslarını, meskenlerini, mülkiyetlerini koruyacaksınız filan. “Men âza zımmiyen fekad âzani” (Kim bir zımmiye eza ederse, bana eza etmiş olur” buyurmuştur. Ondan sonra da Müslümanlar bu emre aynen uymuşlardır.
Ama ne zaman ki Haçlı seferleri başlamış, iş değişmiştir. Bildiğiniz gibi Alparslan 1071 Malazgirt zaferiyle Anadolu’ya girmiştir. Artık Anadolu ve Avrupa için tehlike başlamıştır. Avrupalılar 15 sene gibi kısa bir sürede toparlanmışlar ve 1086’da ilk Haçlı seferlerini başlatmışlardır.
1086’ya kadar olan fıkıh kitaplarını alır okursanız, zimmîlerle ilgili edebiyat biraz evvel söylemiş olduğumuz edebiyat gibidir. “Aman ha sakın kimse dokunmasın, bunlar bizim korumamız altında olan vatandaşlarımızdır, istedikleri gibi hareket etsinler” gibi bir edebiyat vardır.
Ne zaman ki Haçlı seferleri başlamış. Yakmışlar, yıkmışlar, Kudüs’ü almışlar, uzun süre orda kalmışlar, katliamlar yapmışlar. Ondan sonra yazılan fıkıh kitaplarımızdaki söylem “Uktuluhum haysü sekiftumuhum” edebiyatına dönüşmüştür. “Bulduğunuz yerde bu hainleri öldürün” edebiyatıdır bu. İşte bu, tarihsel şartların getirdiği bir durumdur.
Aynı şekilde, bugün Avrupa da tarihsel düşünüyor. Yani başörtüsünün problem olmadığı yerlerde “özgürlük, demokrasi vardır kardeşim. Tabi bağlayacaklar, Üniversiteye de girerler, her yere de girerler” demektedirler. Nerede başını örtenler çoğalmaya başlıyorlarsa, tehlike arz etmeye başlıyorlarsa, bakıyorsunuz Fransa’daki gibi, önlerini kesmeye başlıyorlar. İşte bunlar, bu düşünceler, bu hükümler tarihseldir.
Onun için, bizim fıkhımız ve anlama tarihimiz, tefsir tarihimiz büyük oranda tarihseldir. Ancak Kur’an-ı Kerim’de böyle bir şey yoktur. Kur’an-ı Kerim’de hiçbir ayet yoktur ki, o zaman öyleydi de, bugün böyle değildir diyebilesiniz. Ha, hükümlerin şartları vardır. O şartlar oluşmazsa uygulanamazlar. O ayrı bir şeydir.
Diyelim ki İslam’da Recm var mıdır? Kur’an-ı Kerim’de yoktur. İslam’da Recm vardır. Uygulanabilir mi, uygulanabilir. Rasulüllah (Sallallahu aleyhi ve selem) uygulamış mı, uygulamış. Peki, uygulanmayabilir mi? İşin püf noktası burasıdır. Evet, uygulanmayabilir de.
Bugün de güçlü bir İslam ülkesi olsa diyebilir ki; “Arkadaş! Bu zinanın, fuhşiyatın önünü almak gerekir. Recm uygulayacağım” der ve uygular. Buna mâni hiçbir şey yoktur.
Bunun tarihselliği yoktur, şartları vardır sadece. Ondan çok daha zalimce, gaddarca, gayri insanice bir uygulamadır, bir insanı elektrikli sandalyede idam etmek. Ben evvelki senelerde duymuştum. Naklen yayın yapmışlar. Amerika’da 14 dakikada, çırpınarak öldü bir adam. Bundan daha vahşi bir şey olabilir mi? Ama kimse Amerika’yı suçlamaz, suçlayamaz. Niye, çünkü güçlüdür, kuvvetlidir. Ondan daha vahşi bir öldürme yöntemi olamaz. Üstelik belki de o insanın yaptığı şey ölümü gerektirecek bir şey değildir.
Bu sabah internete girdim, gördüm, baktım ki, 50–60 sene evvel yaptıkları vahşet var. Koca hendekler açmışlar. Kur’an-ı Kerim’deki Hendek ashabı gibi aynen, oraya insanları yığmışlar, yüzükoyun, canlı canlı.. Hamsi kızartır gibi.. Biz tavada hamsiyi dizeriz, öyle yaparız. Üzerlerine dozerlerle toprağı yığarak insanları öldürmüşler. Kimse bir şey demiyor, diyemiyor.(Hocamız, 1950’de Güney Kore hükümetinin ABD’lilerin gözü önünde onbinlerce muhalifi diri diri gömmesi hadisesinden bahsediyor)
Sadede gelirsek, Recm uygulanmayabilir. Bakın Rasulüllah da (Sallallahu aleyhi ve sellem) Recm’i uygulamak istememiştir. Bizi temizle diye gelen insanları özellikle, geri çevirmiştir. “Ya böyle bir şey yapmamışsınızdır, etmeyin, gitmeyin” filan demiştir. “Hayır, Ya Rasulüllah bizi temizleyin. Biz yaşamak istemiyoruz“ dediklerinde, akli durumlarının yerinde olup olmadığını tespit ettirmiş ve en nihayet “peki, bunların cezasını uygulayın” demiştir. Ceza uygulanırken acıya dayanamayıp kaçmaya çalışan birini yakalayıp cezalandırmaya devam ettiklerinde ise “bıraksaydınız, gitseydi” buyurmuştur.
Bütün bunları hesap eden âlimler demişler ki, “ha, demek Recmin uygulanacağı bir durum var; birisi “Ben dünyada cezamdan temizlenmek istiyorum” derse uygulanabilir. Başka türlü uygulanabileceğini sanmıyorum ben. Osmanlıda, 600 sene içinde bir kere uygulanmış, onda da kıyametler kopmuştur. Ama onun orada hukuken durması caydırıcılık anlamında çok manidardır. Onu belki kriminoloji açısından tartışmak lazım. Yani, hedef suçları ortadan kaldırmak ise, hedef insanlara yapılan haksızlıkları kaldırmaksa, o zaman ölçelim, biçelim arkadaş, akıllıca davranalım diyebilir insanlar, bunu düşünebilirler.
Kaldı ki Efendimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem): “Dar-ul Harpte insanların elini kesmeyin” buyurmuştur. Neden dediklerinde, “Çünkü onlara (hasım cepheye) iltihak eder” demiştir. Orada güçsüzsünüzdür, gücünüz yoktur. Böyle bir şey yapmış olmanız halinde, siz hakkı ortaya koyma durumundayken, bu sizi zayıf duruma düşürür.
Ben diyorum ki, bugün dünyada aynı şey vardır. Bugün İran’da Recmin uygulanması, Nijerya’da böyle bir Recmin uygulanması, bunun televizyonlarla dünyaya dağıtılması İslam adına çok büyük bir darbedir. Bunu biz yıllardır söylüyoruz. Allah’a hamd olsun ki, bu sene İranlılar bunu tartışmaya başladılar; “Uygulanmayabilir de mi?” filan diye. Oysa İslam “maslahatları celb etmek, mefsedetleri def etmek” için vardır. Bu uygulamanın, aksi mümkün iken, gerçekleştirilmesinin getirdiği mefsedet çok daha büyüktür.
Dolayısıyla ben şahsen, bugün kendisine İslam devleti denen bir devletin Recm’i ille de uygulamak zorunda olduğu kanaatinde değilim. Hatta maslahat açısından, uygulanmaması gerektiği kanaatindeyim. Çünkü bu, İslam’ın “behemehal bunu yapacaksınız” dediği bir şey değildir.
Bu kadarını söylemiş olmak, maksadının anlaşılması için herhalde yeterlidir.
Salih Okur