Bazı Deyimlerin Hikayeleri
Püf Noktası
Vaktiyle testi ve çanak çömlek imal edilen kasabalardan birinde,uzun yıllar bu meslekte çalışan bir çırak ,kalfa olup artık kendi başına bir dükkan açmayı arzu eder olmuş .Ne yazık ki her defasında ustası ona:
-Sen demiş,daha bu işin püf noktasını bilmiyorsun ,biraz daha emek vermen gerekiyor .
Ustanın bu sonu gelmez nasihatlerinden sıkılan kalfa , artık dayanamaz ve gidip bir dükkan açar .Açare açmasına da yeni dükkanında güzel güzel yaptığı testilere,küpler.vazolar,sürahiler onca titizliğe ve emeğe rağmen orasından burasından yarılmaya yer yer çatlamaya başlar.Kalfa ,bir türlü bu çatlamaların önüne geçemez.Nihayet ustasına gider durumu anlatır.Usta:
-Sana demedim mi evladım ;sen bu işin püf noktasını henüz öğrenmedin.Bu sanatın bir püf noktası vardır.
Usta bunun üzrine tezgaha bir miktar çamur koyar ve:
-Haydi,der,geç bakalım tezgahın başına da bir testi çıkar .Ben de sana püf noktasını göstereyim
Eski çırak ayağıyla merdaneyi döndürüp çamura şekil vermeye başladığında usta,önünde dönen çanağa arada sırada "püf " diye üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan bazı küçük hava kabarcıklarını patlatıp giderir.Böylece çırak da bu sanatın püf dednilen noktasını öğrenmiş olur.
Her sanatın incelik gereken nazik kısmına da o günden sonra püf noktası denilmeye başlanır.
Sarı Çizmeli Mehmet Ağa
Önce Barış Manço ya rahmetle şu mısraları okuyalım:
Yaz dostum yoksul görsen besle kaymak bal ile
Yaz dostum garipleri giydir ipek şal ile
Yaz dostum öksüz görsen sar kanadın kolunu
Yaz dostum kimse göçmez bu dünyadan mal ile
Yaz tahtaya bir daha tut defteri kitabı
Sarı çizmeli Mehmet ağa bir gün öder hesabı
Evet ! Hesabı ödemeyen Sarı Çizmeli nin hikayesi şöyle:
Sarı çizmenin moda olduyğu bir zamanda,İzmir eşrafındanbirisi,uşağını çağırıp tembih etmiş :
-Bak a efendi Aydın dan Mehmet Ağa isminde birisi, gelecek.Harman zamanında sarı çizme alması için on dört akçe vermiştim.Borcunun vadesi geldi ,bugün defterden borcunu sildim .Şimdi faytona bin doğru istasyona! Uzun boylu,orta yaşlı,efe bıyıklı biridir ,hemen tanırsın.
Uşak istasyona varmış.Tren boşalmaya başlamış bir müddet ,tarife uygun adam aramışsada nafile .Bari çizmesinden tanıyayım diye bu sefer ayakları tarassuda başlamış.Ne varki sarı çizme lerden giyen giyene .Nihayet çaresizlik içinde en benzer kişiye seslenmiş :
-Mehmet Ağa ! Bizim bey seni konakta bekliyor.
Tesadüf bu ya ,sarı çizmeli adamın adı mehmet olup Aydın da kendisine ağa diye çağırırlarmış .Beraberce konağa varmışlar .Bey bakmış ki gelen sarı çizmeli onun borçlusu Mehmet Ağa arasında bir benzerlik yok .Elindeki defterin alacak hanesine birr yandan Mehmet Ağa nın adını yaniden yazarken , diğer yandan uşağı paylamaya başlamış.
Nihayet uşak :
-Bey ,demiş,burası koca bir şehir , sarı çizmeli de çoktu Mehmet Ağa da .Seninkini yaz deftere bir daha !
Bu hikaye halk arasında yayıldıktan sonra,kim olduğu ne olduğu belli olmayan birisnden bahsedilirken "Sarı çizmeliMehmet Ağa " deyimi kullanılmaya başlanmıştır.
İskender Pala
--
MÜNASEBETSİZ MEHMET EFENDİ
Hiç uygun olmayan bir vakitte hiç uygun olmayan bir hareket yapan, yahut lâf söyleyenler hakkında kullanılan bu deyimin hikâyesi şöyle:
Sultan II. Mahmut devrinde Mehmet Efendi isminde bir zat yaşarmış. Münasebetsizlikle şöhret bulmuş. Padişah bir gün onu dinleyip, münasebetsizliğinin derecesini ölçmek istemiş. Efendiyi huzura getirmişler. Uzunca bir sohbet olmuş; ama adamda hiçbir münasebetsizlik yok. Nihayet sohbet sona erince Mehmet Efendi, birkaç kese ihsan alarak oradan ayrılmış.
Aradan günler geçmiş. Sultan Murat, Babıâli'yi teftişten döndüğü bir sırada faytonuyla Cağaloğlu yokuşunu çıkmakta iken Mehmet Efendi, arabacıya seslenmiş:
— Hünkâra arzım vardır, bildiriniz.
Sultan Mahmut sesi tanıyıp, "Galiba önemli bir maruzatı var!" diyerek arabacısına bir lâhza beklemesini söyler. Ne var ki yokuşun en dik olduğu noktada durmuşlardır ve atların orada zapt edilmeleri zordur; ayakları yokuş aşağı kaymaya başlar. Mehmet Efendi gayet sakin, sorar:
— Padişahım, acaba zurna çalmasını bilir misiniz? Padişah biraz şaşkın, biraz da meraklı:
— Hayır, bilmem, der.
— Bendeniz de bilmem efendim.
— Öyle mi der, padişah, sözün sonunu bekleyerek. Bu sırada fayton da geri geri kaymaya başlamıştır. Mehmet Efendi devam eder:
— Evet Efendimiz! Bursa'da halamın damadının bir yaşlı teyzezadesi vardır?
— Eee!?..
— 0 da zurna çalmasını bilmez efendimiz.
— Ya!..
— VAllahi efendimiz, hatta...
Arabanın yokuş aşağı gideceğinden korkan Sultan Mahmut dayanamayıp adamlarına bağırır:
— Çekin şu münasebetsiz Mehmet Efendi'yi yolumdan, yoksa ya ben bayılacağım; yahut atlar!..
İskender Pala
--
TASI TARAĞI TOPLA(T)MAK
Bağdat dilencilerinden, meşhur bir Abbas Oş var imiş. Mevsimine göre ya cerre çıkmak; yahut dilencilik yapmak suretiyle zengin olmuş. Bütün Bağdat'ın tanıdığı bu adamın şöhretinden istifade etmek isteyen bir sefil, Abbas'ı kollamaya başlamış. Nihayet bir ramazan gecesinde hamama girdiğini görüp ardınca içeri dalmış ve kurna başında yanına yaklaşıp şöyle demiş:
— Efendim! Bendeniz dilenciliğe başlamaya karar verdim. Umarım ki bu asil sanatın inceliklerini bu kulunuzdan esirgemezsiniz. Ne guna usul ve kavaidi var ise bilcümle öğrenmek isterim, şu mübarek geceler hürmetine, lütfediniz!..
Abbas, bu girizgâhtan sonra şevke gelip cevap vermiş:
— Peki evlât, öğreteyim. Dilenciliğin başlıca üç kuralı vardır; kulağına küpe olsun. Bir, her nerede olursa olsun isteme-
li. İki, her kimden olursa olsun istemeli. Ve üç, her ne olursa olsun istemeli.
Yeni yetme dilenci hemen o anda Abbas'ın elini öperek demiş ki:
— Ustam, ben fakirim, Allah rızası için bir şey!.. Abbas şaşırmış.
— Burası hamam bre! Burada dilencilik mi olur?
— Her nerede olursa istemeli dedin ya usta!
— İyi ama ben zaten senin kadar fakir bir dilenciyim.
— Öyle ama, ikinci kural, istemek için adam seçmemek gerektiğini bildirmiyor muydu?
— Fe subhanalllah! Bu kurna başında, ben şimdi sana ne verebilirim be adam? Elbisem dışarda. Paralarım evde. İşte ortada bir tasım bir tarağım var.
— Usta, şimdi senden öğrendiğim kuralların üçüncüsü der ki, her ne olursa olsun istemeli. Ben tasa tarağa da razıyım.
Abbas şaşkın, etraftan onları dinleyenler hayrette, adam tası tarağı almış ve hamamdan çıkıp gitmiş. O günden sonra Abbas dilenciliğe tövbe etmiş ve soranlara da;
— Tası tarağı toplattık! Gayri bizden bu işler geçmiş, diye yakınırmış.
İskender Pala
--
Altından Çapanoğlu Çıkar
Tarihimizde Çapanoğlu lakabıyla alınan bir sülale vardır. Yozgat şehrini kuran Ahmet Paşa bu sülalenin ilk tanınmış kişisi olup 1764 yılında Sivas valisi iken önce azledilmiş, ardından da idam ettirilmiştir. Ahmet Paşa’nın büyük oğlu Mustafa Bey ve ardından da Süleyman Bey, vali olurlar. Yozgat şehrini bayındır hale getiren ve Osmanlı hükümet boşluğundan istifade ile Amasya, Ankara, Elazığ, Kayseri, Maraş, Niğde ve Tarsus’u içine alan bir hükümet kurup adını Celaliler listesinin serlevhasına yazdıran odur. Süleyman Bey zamanında sadece halk arasında değil; devlet kademelerinde de Çapanoğlu adı. korku ve çekingenlikle anılmaya başlar.
İşte o dönemde devlet memurlarından biri, verilecek bir yolsuzluk kararını soruşturmak üzere müfettiş tayin olunur. Araştırmalar ona , Çapanoğullarından birkaç kişinin de yolsuzluklarda parmağı olduğunu gösterir. Çapanoğlu Süleyman Bey’in nüfusundan çekinen memur , durumu yakın bir arkadaşına anlatıp fikrini ister.
Aldığı cevap şöyledir; Bu işi fazla kurcalama altından bir Çapanoğlu çıkarsa başın belada demektir.
Müfettiş ne yapsın; soruşturmalarını yarıda bırakıp yuvarlak cümlelerle sonucu yüksek mercilere bildirir.
Çapanoğlu Süleyman Bey yaşadığı zamanda takvimler 1700’lü yılların sonuna yaklaşmaktaydı. Şimdi 2000’li yıllardayız ve bir yerlerde yolları daima bir Çapanoğlu kesmiş oluyor.
Çizmeyi Aşma
Söyleyişten daha ziyade “Çizmeyi aşma!”, yahut “Çizmeden yukarı çıkma!” biçimindeki emir kipiyle ve boyundan büyük bir işe girişildiğini ima eder mahiyette kullanılan bu deyimin hikayesi şöyledir;
"Milad-ı İsa’dan üç asır evvel Efes’te Apel isimli bir ressam yaşarmış. Büyük İskender’in resimlerini yapmakla şöhret bulan Apel’in en büyük özelliği yaptığı resimleri halka açması ve gizlendiği bir perdenin arkasından onların tenkitlerini dinleyip hoşa gidecek yeni resimler için fikir geliştirmesi imiş.
Günlerden birinde bir kunduracı Apel’in resimlerinden birini tepeden tırnağa süzüp tenkide başlamış. Önce resimdeki çizmeler üzerinde görüşlerini bildirip, kunduracılık sanatı bakımından tenkitlerini sıralamış. Apel bunları dinleyip gerekli notları almış. Ancak bir müddet sonra adam resmin üst kısımlarını da eleştirmeye ve hatta teknik yönden, sanat açısından, renklerin kontrastı ve gölgelerin derecesi üzerine de ileri geri konuşmaya başlayınca Apel perdenin arkasından bağırmış:
- Efendi, haddini bil; çizmeden yukarı çıkma..!"
İskender Pala
--
VERMEYİNCE MABUT
Rivayet olunur ki, Sultan II. Mahmut, tebdil gezdiği bir ramazan gününde, Üsküdar'da mücerret bir kunduracının, boş örse çekiç vurarak her hamlede "Tıkandı da tıkandı" dediğine şahit olmuş. Merak saikiyle içeri girip bunun sebebini sormuş. Ad**yasak kelime** anlatmış:
— Bir gece rüyamda gördüm. Çeşmeler vardı. Bazılarından şarıl şarıl sular akıyor, bazılarından sızıyor, bir tanesi de şıp şıp damlıyordu. O sırada bir pir-i nuranî belirdi. Ona bu çeşmeleri sordum. "Şu şarıl şarıl akanlar, padişahımızın talihidir. Sızanlar devlet erkânından filânca paşaların ve falanca zenginlerin talihleridir. Şu damlayan da senin talihindir," deyip kayboldu. Yerden bir çöp aldım ve benim talihim olan çeşmeye yaklaştım. Çöple biraz kurcalayıp lüleyi açmaya çalıştım. Ah, ellerim kırılsaydı! Filvaki çöp kırıldı ve artık o eski damlalar da damlamaz oldu. O günden sonra müşterim kesildi, kazancım bitti. İflâs ettim, bu hale geldim. Şimdi de talihimden şikâyet ile "tıkandı da tıkandı" zikriyle boş örsü dövüyorum.
Padişah kendini aşikâr etmez ve saraya dönünce adamın söylediklerini tahkike memur gönderir. Meğer, adamcağız herkes tarafından "Tıkandı Baba" diye tanınmakta ve nasipsiz-liğiyle bilinmekteymiş. O kadar ki, çeşmeden su doldurmaya gitse çeşmeyi bir kurbağa tıkar; bir mal almak için pazara uğrasa, ona sıra gelmeden mal bitermiş.
Sultan, mübarek ramazan ayında garibi sevindirmek ister ve bir tepsi baklava yapılmasını, her dilimin altına da bir sarı altın konulmasını emreder. Sonra, tepsiyi bir zengin konağından iftarlık geliyormuş gibi gönderir.
Nasipsizlik bu ya; Tıkandı Baba, bir tepsi baklavayı bir iftarda yiyip bitirmek yerine satıp parasıyla birkaç gün iftar etmeyi düşünerek tepsiyi pazara çıkarmış.
Padişah durumu öğrenip üzülmüşse de niyetine sadakat ile aynı minval üzere ertesi gün nar gibi kızarmış bir hindi dolması yaptırıp yine içini altın ile doldurarak Tıkandı Ba-ba'ya yollar. Baba'dan baklava tepsisini satın alarak parsayı toplayan uyanık müşteri, bu sefer yine kapıya dayanıp Ba-ba'nın aklını çelmenin yollarını aramaktadır. Der ki: -Bre Tıkandı Baba ya! Sen bir garip âdemsin. Tek başına bu hindiyi nice yiyeceksin. Gel sen de bu hindiyi bana sat.
Pazarlık tamam olup hindi de kanatlanınca, padişah bu derece saf-derunluğa, aşırı derecede öfkelenip derhâl Tıkandıyı saraya çağırtır. Çavuşlar eşliğinde iftar vaktine yakın, karga tulumba sarayın yolunu tutan Tıkandı Baba, telâşlanır. "Bir suç işlemiş olmalıyım, ama ne ola ki!" diye kara düşünceler içinde huzura alındığında, neredeyse bayılmak üzeredir. Bu hâle padişahın yüreği dayanmaz ve öfkesi merhamete döner. Sultan, olup bitenleri anlattığı zaman, Tıkandı Baba hayretler içinde hünkârın ayaklarına kapanıp, dualar, şükürler okumaya başlar.
Padişah, ona son bir hak daha tanımayı isteyip doğruca ha-zine-i hassa odasındaki altın ve mücevher dolu sandıklardan birinin huzura getirilmesini buyurur. Sandık gelir. Sultan Mahmut, selâmlık dairesinin çini sobasının altını yoklayıp küreği eline alır ve:
— Tut şu küreği! Sandığa daldır. Ne kadar alırsa hepsini sana bağışladım, der.
Tıkandı Baba, makûs talihinin böyle bağteten muradına muvafık harekâtından fazlasıyla heyecanlanır. Sevinçten titre-ye titreye küreği sandığa daldırır. Bir müddet iteleyip çalkalar ve itina ile kaldırırsa da kürek ters dalmıştır ve ancak sap kısmında bir tek kızıl altınla çıkar. Baba, düşüp bayılır. Şair ruhu taşıyan hisli padişah ise seçili bir üslûpla o tarihe geçen sözünü söyler:
— Vermeyince Mabut, ne yapsın Mahmut!?..
İskender Pala
SAMAN ALTINDA SU YÜRÜTMEK
Vaktiyle bir ova köyünde köylüler tarlalarını sulamak için ırmağın suyunu nöbetleşe kullanmak üzere anlaşmışlardır. Irmak boyunca bulunan tarlalar açılan kanallar vasıtasıyla sıra ile sulanıyor, herkes ziraatı ile meşgul oluyormuş. Köyün açıkgözlerinden birisi daha fazla su alabilmek için tarlasından derin ama ince bir kanal kazıp ırmaktan su çalmayı aklına koymuş. Kanalı gizlemek maksadıyla da üzerine çalı çırpı ve taşlarla örtüp araziye uydurmuş. En üstüne de saman yığınları koymuş ki kimse kanaldan şüphe etmesin.
Bir müddet sonra ırmağın daha? aşağındaki tarlalara giden suyun azalması üzerine köylüler durumu araştırmaya karar vermişler. Ne çare ki arayıp taramaları sonuçsuz kalmış. Daha yukarıda akan suyun birden bire azalmasına anlam verememişler. Nihayet tarlaları dolaşıp bakmaya başlamışlar. Kaçak su alan köylünün tarlasına geldiklerinde bostan havuzunun hep dolu oldukları dikkatleri çekmiş. Üstelik? saman yığınları su üzerinde yüzmekteymiş. Bu suya bu samanlar nereden geliyor diye araştırınca diye araştırınca saman yığınlarına ulaşmışlar ve hileyi anlayıp samanları eşeleyince kanalı bulmuşlar. Bunun üzerine köyün ihtiyar heyeti toplanmış ve köylüyü falakaya yatırmışlar. Değneği vururken diyorlarmış ki:
- saman altından su yürütürsün ha! Al bakalım hak ettiğin cezayı!...
bugün deyim, başkalarına sezdirmeden menfaat temin eden, yahut insanları birbirine düşürüp ortalığı karıştıranlar hakkında kullanılır.
İskender Pala