| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Efendimiz'in Dilinden Günümüze Bakan Haberler MESİH-DECCAL-. | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Efendimiz'in Dilinden Günümüze Bakan Haberler MESİH-DECCAL-..iseviyyetin deccaliyti yok etmesi Ptsi Mart 22, 2010 8:22 am | |
| Efendimiz'in Dilinden Günümüze Bakan Haberler
Fethullah Gülen
Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) istikbale bakan hadisleri arasında günümüze bakanları var mıdır?
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini ele aldığımız yerde, O'nun gayba ait verdiği haberler üzerinde de fazlasıyla durmuştuk. [1] Bu mevzuda hadis ve megâzî kitaplarında, Efendimiz'e ait o kadar çok vak'a zikredilmiştir ki, sanki Allah Resûlü gaybbîn nazarıyla televizyon ekranının başında oturmuş da seyrediyor gibi kıyamete kadar meydana gelecek hâdiseleri teker teker müşâhede etmiş ve ümmetine haber vermiştir.
Meselâ, Allah Resûlü hilâfetin otuz sene olacağını –muteber hadis kitaplarında– haber vermiş, haber verdiği gibi çıkmıştır. Kureyş'ten iki çocuğun (Yezid ve Velid gibi) ümmet-i Muhammed'in başına musallat olacaklarını, çok eza ve cefada bulunacaklarını haber vermiş, haber verdiği gibi zuhur etmiştir. Zülhuveysıra'nın şahsında, elmacık kemikleri, burun ve kafa yapıları ve renkleriyle Moğol tipini anlatarak bir kısım kimselerin İslâm medeniyetini zir ü zeber edeceklerini tafsilatıyla haber vermiş ve haber verdiği şekilde Moğol istila ve işgalleri olmuştur. Bugünkü Müslümanları ilgilendiren haberlerden birisi de Deccal'la alâkalıdır. Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Deccal mevzuunda, tarikleri itibarıyla yüzden fazla hadis ve yine Hz. Mesih'in ineceğine dair de yüz kadar hadis vardır; kırk tanesi sahih, kırk kadarı hasen, yirmi kadarı zayıf denebilecek bu hadislerin hemen hepsiyle Hz. Mesih'in ineceği anlatılmaktadır. Buhârî ve Müslim'de adı zikredilmemekle beraber açık-kapalı Hz. Mehdi hakkında bir hayli hadis-i şerif vardır. Yine Efendimiz, ümmeti içinde, söyledikleri yalanlara kendileri dahi inanacak kadar yalancıların zuhur edeceğini, otuza yakın kimsenin nübüvvet iddiasında bulunacağını haber vermiş ve bunların da hepsi zamanla ortaya çıkmıştır. Daha Devr-i Risaletpenâhî'yi müteakip Tuleyha, Müseylimetü'l-kezzap gibi peygamberlik iddiasında bulunan yalancılar zuhur etmiş; bunlardan Tuleyha teslim olup sonra yine Müslüman olmuştur ama Müseylime küfrü üzerine öldürülmüştür. Daha sonraki devirlerde meşhur şair Mütenebbi gibi peygamberlik iddiasında bulunanlar da olduğu gibi, hulûle, ittihada inanan bir sürü sapık da zuhur etmiştir. Daha sonraları Hindistan'da meşhur Kâdiyâniliği tesis eden Gulam Ahmed de bir yalancı peygamber olarak nübüvvet iddiasında bulunmuştur. Böyleleri hep hulûliye ve ittihad akidesini savunmuş ve "Allah bana girdi, bende konuşan Allah'tır." gibi küfür ifade eden laflarla ortaya çıkmışlardır ki bunlar hep yalancı peygamberlerdir ve iddia-yı nübüvvette bulunmuşlardır.
Allah Resûlü, daha sonra zuhur edenlerden de meselâ Marks, Lenin, Engels, Troçkin ve Mao'ya kadar farklı anlayışlardan insanları, bazen işaretle, bazen remizle haber vermiştir ki, bunların hepsi inkâr-ı ulûhiyette bulunmuş deccallardır. Allah Resûlü'nün bunlardan haber vermesi daha ziyade remizle olmuştur; O, bunların kutb-i şimalîden zuhur edeceklerine ümmetini uyarmıştır. "Onun, bir günü sizin bir seneniz, bir günü bir ayınız, diğer bir günü de bir haftanız kadar olacak." demek suretiyle oralarda cereyan eden izafi gün keyfiyetinin ekvatora yakın mıntıkada cereyan eden günden farklı olduğuna parmak basmıştır. Bunların da hepsi haber verdiği gibi çıkmıştır. Kuzey kutbuna doğru gidildiğinde Lenin ve Marks'ın nereden zuhur ettiği görülür; evet, gidildiğinde görülecektir. Bütün bunlar günümüzde malumat-ı âdiye hâline gelmiş bilgilerdendir. Günlerin, gecelerin nasıl uzayıp kısaldığını, ekvator ve kutupların farklılığını çocuklar bile biliyor. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bunlardan haber verdiği gibi bir de umumî olarak ümmet-i Muhammed'in başına gelecek kıyamet alametlerinden olarak, meselâ zinanın yaygınlaşacağını haber veriyor; açıktan açığa eller, gözler, ayaklar ve diğer azalarla zina yapılacağına işaret ediyor ki; günümüzde sokaklardaki manzara bu mevzuda şahit aramaktan bizi vâreste kılacak kadar vâzıhtır. Sinema, dergi ve kitaplarda bu meselenin yaygınlıkla kullanılması ve fiilî durum; herkesin ırz ve namusundan endişe eder hâle gelmesi, insana "Fesadaka Resûlullah - Allah Resûlü dosdoğru söylemiş." dedirtiyor.
Tirmizî'deki bir hadis-i şerifte Allah Resûlü faizin yaygınlaşacağını ifade ediyor. Faiz o kadar taammüm edecek ki, ondan kaçınanların dahi yedikleri şeyler içinde faiz bulaşığı, tozu, dumanı bulunacaktır. Hassasiyet ve titizlikle sadece aldıkları maaşa kanaat eden memurların durumu düşünüldüğünde faizle muamele yapan bankalardan aldıkları maaşa faizin tozunun nasıl bulaştığını görmek mümkündür.
Cömertliği ile meşhur Hâtem-i Tâî'nin oğlu Adiyy ibn Hâtim Hıristiyan idi. Babası Allah Resûlü'nün getirdiği hidayetle tanışamamıştı. O gelip Efendimiz'e hayat-ı seniyyelerinin sonunda teslim olmuştu. Allah Resûlü'nde (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvet nişaneleri görmüştü; bunlar Ceziretü'l-Arab'da umumî güvenin teessüs edeceği, Müslümanların çok zenginleşeceği türden haberlerdi ve Adiyy'in (radıyallahu anh) itirafıyla hepsi de gerçekleşmişti.
Sonuncusu hariç buraya kadar anlatılan vak'alar hep İslâm dünyasında tedenni ve sukutu haber veren hadislerdir. Vâkıanın bir de olumlu kısmı vardır. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahir zamanda evsaf ve ahvaliyle tıpkı sahabeye benzer bir cemaatin zuhur edeceğini de müjdelemiştir.
O bir hadislerinde, "Ta kıyamet kopuncaya kadar ümmetimden bir cemaat dine omuz verecektir." buyururlar. Hadisin başka bir ilavesinde, hasım olan kimselerin onlara zarar veremeyeceklerinden de bahsedilir. Yani onlara karşı kurulan bütün dolaplar, entrikalar ve hileleri yapanların kendi başlarına çevrileceği ifade edilir. İşte ahir zamanda zuhur edecek evsaf ve ahvaliyle sahabe-i kirama benzeyen bu cemaati Allah Resûlü haber vermiş ve biz Efendimiz'in haber verdiği sair şeyler gibi bunun da çıktığına/çıkacağına inanırız.
Biz, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) istikbale dair verdiği haberlerden şimdiye kadar yüzlercesinin zuhur ettiğine şahit olmuşuzdur. Hadis kritikçilerinin büyük bir titizlikle ele alıp inceledikleri nice hadisler vardır ki, o hadislerde Efendimiz, ümmetinin üst üste kırılmalar, çözülmeler yaşadıktan sonra yeniden belini doğrultacağını ve devletler muvazenesinde hâkim bir unsur hâline geleceğini haber vermektedir ki biz ona da inanırız.. evet öyle ümit ediyoruz ki, şu âna kadar olan şeyler zincirine bu da gerçekleşmiş bir halka olarak takılacak ve devam edecektir. Onun için buna yarısı oldu, yarısı olmadı diyoruz. Bu yarının olması için de olduracak sebepler lâzımdır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahval ve keyfiyet itibarıyla durumu anlatır: "Din, garip olarak, (yani hâlden, dilden anlamayan insanların içinde) başladı. (Ona canlı kanlı bir cemaat sahip çıktı. Ve sonra da her yana yayıldı, hâkim oldu.) Yine ona gariplik arız olacak. (Ahir zamanda da yeniden böyle olacak. Âdeta cemaat-i İslâm'ın karşısına bir nevzuhur hâlinde çıkacak. Dost da düşman da buna şaşacak.)", "…Ekicilerin hoşuna gider, kâfirleri de öfkelendirir."[2] âyetinde ifade edildiği gibi tohumu atan dahi şaşacak, "Nasıl oldu? Ben de hayret ediyorum; birdenbire böyle büyümemesi gerekiyordu!" diyecek. Evet, Devr-i Risaletpenâhî'de olduğu gibi her yanda bir inkişaf yaşanacak.
Kurtarıcı neslin, ashab-ı kirama benzetilmesinde bir kısım farklı mânâlar vardır. Çünkü ashab-ı kiram din-i İslâm'ı neşretmek için yurt ve yuvalarını terk ettiler. Şimdilerde yurtdışına sadece para kazanmak için gidenleri görünce insanın aklına sahabe ve onları takip edenler geliyor. Bizim ecdadımız ve Müslümanlıkta bu altın silsilenin başı olan sahabe-i kiram ve tâbiîn-i fihâm efendilerimiz, yurt ve yuvalarını, memleketlerini, ocaklarını tek bir gaye için terk ediyorlardı; o da hakkı neşretmekti. Ebû Eyyub el-Ensarî hazretleri, ta Arap yarımadasından kalktı İstanbul önlerine kadar geldi; bu, oralarda da Allah'ın adını duyurmak içindi. "Benim cenazemi alın ta Bizans'ın içlerine doğru götürebildiğiniz yere kadar götürün" diyor ve ekliyordu "Ben arkadan gelen fatih orduların kılıç şakırtılarını duymak istiyorum."
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür; kadınıyla erkeğiyle bütün bir millet, yurdunu yuvasını evlâd u iyâlini terk ediyor, dünyanın dört bir yanına Allah'ı anlatmak için gidiyordu. Tabiî yurt dışına sadece para kazanmak için gidenler ise bunun tam tersi bir manzara sergiliyorlardı. Buna rağmen yine de karamsar olmamak lâzım. Rahmet-i ilâhîden ümit ediyoruz ki, oralara daha fazla bir şeyler kazanmak için giden bu insanlar, ilk niyetlerinin hilâfına hayırlı bir işe öncülük edecekler; oraya giden talebelere sahip çıkacak ve sonradan irşad için gelenlerin hâmîleri olacaklardır. Onlar bilmeyerek tohumlar attılar, ihtimal bir gün gördükleri inkişaf karşısında, "Biz ne maksatla geldik, encam nasıl oldu!" deyip kendileri de şaşacaklardır. Ecdadın, Allah'ın adını duyurmak için gittiği yerlere bugün yabancı para için gidiliyor. İnşâallah bu da sona erer. Bu, benden bir tefe'ül ve rahmet-i ilâhî açısından da bir ümittir. Eğer bütün bu yıkılışlardan sonra, yeniden ümmet-i Muhammed'in kaldırılması düşünülüyorsa sahabe-i kiram gibi gerektiğinde yurt ve yuva terk edilmeli, en azından mü'min yurt, yuva ve evlâd u iyâl kaydından kurtulmalıdır. Izdıraba, çileye talip olanlara, irşad için mehâliki iktiham edenlere binler selâm..! [1] Bkz.: Sonsuz Nur, 1/120-153 [2] Fetih sûresi, 48/29.
*************************
M. Fethullah Gülen Hocaefendi Cevap Veriyor:
Mehdi Kim? Mesih Nerede?
Fethullah Gülen
Soru: Mesîh ve Mehdî kimdir?
Cevap: Mesîh, Hazreti İsa aleyhisselâmın isimlerinden biridir. İsa aleyhisselâma; her türlü günâhtan korunmuş olması; dokunduğu hastaların Allah’ın izni ile şifa bulması; yeryüzünde çok seyâhat edip sesini-soluğunu her tarafa duyurması sebebiyle bu ismin verildiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, Mesîh, İbrânî dilinde mübârek mânâsındadır. Hazreti İsa’nın şeref ve fazîletini ifade etmek için de ona Mesîh denilmiş olabilir. Diğer taraftan, kıyâmete yakın ortaya çıkacağı bildirilen Deccâl’a da, gözünün biri âdeta silik olduğu veya ortaya çıktığında, yeryüzünü kısa zamanda dolaşacağı için Mesîh denmiştir.
Mehdî ise, hidayete ermiş, sırat-ı müstakîme yönlendirilmiş kimse demektir. Mehdî, zulüm ve adaletsizliğin her tarafı kapladığı bir zamanda gelip yeryüzünü adaletle dolduracağı ve İslâm’ı hâkim kılacağı söylenen, Ehl-i beytten olacağı işaret edilen halaskârdır.
İtikadî bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelâtın tamamen gözden çıkarıldığı dönemlerde kurtarıcı bir zatın beklenmesinin tarihi çok eskilere dayanır. Yahudiler de, Hıristiyanlar da hatta onlardan önceki insanlar da ömürlerini hep bir kurtarıcı bekleyişi içinde geçirmiş; özellikle de zulme uğradıkları, gadre maruz kaldıkları zamanlarda böyle bir halaskâr beklemişlerdir. Peygamberlik silsilesinin devam ettiği devirlerde beklenen bir peygamber, bir Mesîh’tir; Peygamber Efendimiz’den sonra da hemen her dönemde bir müceddid, bir kurtarıcı beklenmiştir; ama artık beklenen, bir peygamber değil, O’nun soyundan gelecek bir rehber, bir Mehdî olmuştur. Fakat, o da, Allah tarafından gönderilmiş bir elçi gibi algılandığından ve Fukahâ-yı Erbaa’dan (İmam-ı Azam, İmam-ı Malik, İmam-ı Şafiî ve İmam Ahmed b. Hanbel), kutuplardan, gavslardan ve hatta Kutbu’l İrşad’dan daha büyük olduğuna işaretler bulunduğundan ona gösterilen ta’zimi ifade etmek için “er-Rasûl” sıfatı ile beraber Mehdî-i Rasûl şeklinde anılagelmiştir.
Soru: Bir mehdî beklentisi içinde olmak dinimizin esaslarına uygun mudur? Mesîh ve Mehdî bekleyişinin dinî temelleri nelerdir?
Cevap: Zamanla bir kurtarıcının gelip, o dinin mensuplarını, yaşadıkları sıkıntılardan kurtaracağı inancı bütün dinlerde vardır. Öteden beri böyle bir kurtarıcı, bir halaskâr, hidayet edici bir insan, bir Mesîh ve bir Mehdî hep beklenmiştir. Bu bekleyiş, bir yönüyle de ehl-i imanda kuvve-i mâneviyeyi takviye etmek için değişik tecdid dönemlerinde insanların yenilenme azmini kamçılamıştır. Hatta denebilir ki, böyle bir bekleyiş belli ölçüde Hazreti Musa ve Hazreti İsa gibi peygamberlerin etrafında kümelenmeye vesile olmuştur. O devirlerdeki insanlar “Daha evvelki peygamberlerin haber verdiği güçlü irade, güçlü azim bu!” demişlerdir. Mesela, Hazreti Yahya, Ahd-i Cedîd’in ifadelerine göre, “Ben sizi suyla vaftiz ediyorum, ama benden daha güçlü olan geliyor. Ben O’nun çarıklarının bağını çözmeye bile layık değilim. O sizi Kutsal Ruh’la ve ateşle vaftiz edecek.” deyip durmuş, kendisi de bir peygamber olmasına rağmen aynı zamanda halazâdesi olan Hazreti İsa’yı, o pek parlak Nâsıralı genci dinleyince, onun cemaat üzerindeki tesirini, dolu dolu heyecanını görünce, “Beklediğimiz Mesîh bu zattır!” demiştir. Onun müjdesi herkeste bir heyecan ve intizar hâsıl etmiş; Hazreti İsa’ya şehadeti de, havârîlerin onun etrafında toplanmalarını hızlandırarak kuvve-i mâneviyelerini güçlendirmiştir.
İsrailoğulları tarihleri boyunca sürekli bir Mesîh beklemişler, kendilerini “vaad edilmiş topraklar”a götürecek bir lider arayışında olmuşlardır. Kutsal kitaplarında da, bekledikleri halaskârın vasıflarını, özelliklerini görünce intizarları âdeta nâra dönüşmüş, bir kurtarıcı arayışıyla kavrulmuşlardır. Ne var ki, kutsal metinler tercüme edilirken ya da nesilden nesile aktarılırken aslî kaynaklar tahrif edilmiş ve ifadeler değiştirilmiş; neticede o ince meseleyi de bir buğu sarıvermiş. Bir buğulu cam arkasındaki eşya ne kadar net görünüyorsa, işte o mevzu da o kadar görünür, anlaşılır olmuş. Nihayet, İsrailoğulları, senelerce bekledikleri kurtarıcıyı karşılarında bulsalar da, çepeçevre kuşatıldıkları buğu ve sisten dolayı bakış zâviyesinde bir kırılma yaşamış ve inkara sapmışlar. Re’fet ve şefkatle gelen, herkesi kucaklayan Hazreti Mesîh’i inkar etmiş, sürgünlere göndermiş, eziyetlere maruz bırakmış ve hatta onu asmak için darağacı bile hazırlamışlar. “Sen o değilsin.” demiş durmuşlar.
Hazreti Mesîh’ten sonra da bir kurtarıcı bekleyişi devam etmiş; hem Hazreti İsa, hem de ondan önceki peygamberler tarafından müjdesi verilen, bütün vasıflarıyla bilinen ve aranan bir peygamber olarak, İnsanlığın İftihar Tablosunun, asırlarca yolları gözlenmiştir. Şam yolunda rahip Bahîra Allah Resûlü’ne: “Sen peygamber olacaksın. Ah keşke senin nübüvvetini ilân ettiğin güne yetişebilsem, yetişebilsem de ayakkabılarını taşısam ve sana hizmet edebilsem.” derken böyle bir beklentiye tercüman olmuştur. Aşere-yi mübeşşereden meşhur sahâbî Said b. Zeyd’in babası ve Hz. Ömer’in amcası olan Zeyd, “Ben bir din biliyorum ki onun gelmesi çok yakındır; gölgesi başınızın üzerindedir. Fakat bilemiyorum ki ben o günlere yetişebilecek miyim?” diyerek son nefeslerini alıp verirken o arayışı seslendirmiştir. Ne var ki, O gelince, pek çokları yine aynı hataya düşmüş, değişik sâiklerle yine “Sen o değilsin.” demişler. Bununla beraber, peygamber kendilerinden olmadığı için ya da dünyalık menfaatlerini kaybetme korkusuyla bazıları O’nu kabul etmese de senelerce dilden dile dolaşan müjde ilk sahabe efendilerimizin İslâm saflarında yerlerini almalarında, Ensâr’ın gelip Akabe’de Efendimize bağırlarını açmalarında çok etkili olmuş. Evet, Ashab-ı Resûl’ün, müşriklerin o kadar saptırma ve baştan çıkartma gayretlerine rağmen Efendimiz’in etrafında bünyan-ı marsus gibi kenetlenmeleri, Uhud darbesi karşısında sarsılmamaları ve Hendek savaşında dimdik ayakta durmalarında o meselenin önemli tesiri vardır. Efendimizin şahsiyetinin, görüntüsünün, mesajının, inandırıcılığının, emniyetinin, sadakatinin, vefasının ve fetânetinin tesiri olduğu gibi öyle bir bişâretin tesirinin olduğu da inkar edilemez.
Meselenin dinî temellerine gelince; Hazreti Mesîh’in âhir zamanda tekrar dünyaya döneceğini ve bu nüzûl keyfiyetini bildiren yaklaşık yüz kadar hadis-i şerif vardır. Bu hadislerden en az kırk kadarı, hadis kriterleri açısından sahih sayılır, yani erbabınca itimat edilen hadislerdir. Yirmi kadarı da hasen kabul edilmektedir, yani, ondan bir derece düşük de olsa sıhhatine güven duyulan hadislerdir. Yirmi-otuz tane de zayıf hadis vardır. Meselâ, Kütüb-i Sitte’nin çoğunda rivayet edilen bir hadiste Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, adaletli bir hükümdar (hâkim, hakem) olarak Meryem oğlu İsa’nın aranıza inmesi yakındır. Haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve bolca mal dağıtacak. Mal o kadar çoğalacak ki, artık kimse onu sadaka olarak kabul etmeyecek.” buyurmaktadır. (Buhari, Büyû 102, Enbiya 49; Müslim, İman 242; Tirmizi, Fiten 54; Ebu Davud, Melâhim 14; İbn Mâce, Fiten 33) Yine Müslim ve Müsned’de rivayet edilen bir başka hadiste de: “İsa b. Meryem nâzil olunca Müslümanların emiri: ‘Buyurun bize namaz kıldırın.’ diyecek, Hazreti İsa da: ‘Hayır, siz birbirinizin emirisiniz. Bu Allah’ın İslâm ümmetine bir ikramıdır.’ diyecektir.” buyrulur. (Müslim, İman 247; Ahmed bin Hanbel, Müsned 3/384. Az farkla: İbn Mâce, Fiten 33; Müsned 3/368)
Kur’ân’da bu konuyu sarih olarak ifade eden bir ayet yoktur. Fakat bazı büyük âlimler, mesela bu mevzudaki hadisleri de cem’ eden Hindistanlı Allâme Keşmirî, dört ayetin ahirzamanda Hazreti Mesîh’in ineceğine işaret ettiğini söylemişlerdir. Bu ayet-i kerimeler şunlardır: “Beşiğinde de, yetişkinliğinde de insanlara hitap edip onlarla konuşacak, salih insanlardan olacaktır.” (Âl-i İmran, 3/46); “Kitap ehlinden her biri ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir.” (Nisâ, 4/159); “Doğduğum gün, öleceğim ve diri olarak gönderileceğim gün bana selâm olsun.” (Meryem, 19/33) ve “O, kıyamete bir alâmettir.” (Zuhruf, 43/61).
Mehdî ile alakalı hadis-i şeriflere de iki örnek vermek yerinde olsa gerektir: “Mehdî bizden, Ehl-i beyttendir. Allah onu bir gecede zafere erdirecektir. Mehdî, Fatıma evlâdındandır” (İbn Mâce, Fiten 34; Dârimî, Mehdî 1). “Dünya hayatının sona ermesine bir gün bile kalsa, Allah zulümle dolu olan dünyayı adaletle dolduracak Ehl-i beytten birini gönderecektir” (Müsned, 2/117-118).
Cenâb-ı Hak, rahmetinin eseri olarak her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih, bir müceddid, bir halife-i zîşan, bir kutb-u âzam, bir mürşid-i ekmel ya da bir nevi mehdî hükmünde mübarek zatları göndermiş, fesadı izale edip milleti ıslah etmiş, din-i Ahmedîyi muhafaza buyurmuştur. Bu hususu nazara veren ve siyaset sahasında Mehdî-i Abbâsî, diyanet âleminde Gavs-ı Âzam, Şâh-ı Nakşibend, Aktâb-ı Erbaa ve on iki imam gibi zatları misal gösteren Bediüzzaman der ki, ”Madem O’nun âdeti öyle cereyan ediyor, âhir zamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır. Bediüzzaman, Mehdî ile alakalı hadislerin zayıf olduğu iddiasına karşı da, “Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hattâ İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddisin bazı sahih ehâdîse mevzu dediğini, âlimler taaccüple nakletmişler. Hem her zayıf veya mevzu hadîsin mânâsı yanlıştır demek değildir. Belki an’aneli sened ile hadîsiyeti kat’î değildir demektir. Yoksa mânâsı hak ve hakikat olabilir.” buyurmuştur.
Soru: Mesîh ve Mehdî bekleyişinin suiistimal edildiği dönemler de olmuş mudur?
Cevap: İslâm Tarihi’nde mehdiyet makamına yakın bir konum ihraz eden pek çok insan gösterilebilir. Mesela; ciddi ıslahatı, çizgisindeki istikameti, seleflerine karşı saygısı, Sahabe’ye hürmeti, dini meselelerdeki mûtedil ve müstakim düşüncesi gibi hususiyetleriyle Abbasîler’den Mehdî (Rahmetullahi aleyh) bir mânâda mehdî’dir. Emevîler içinde Ömer bin Abdülaziz bir mehdîdir. Ebû Hanîfe’den İmam-ı Rabbanî Faruk-u Serhendî’ye, ondan da İmam Gazzalî ve Mevlânâ Halid-i Bağdadi’ye kadar mehdiyet vasıflarını hâiz gibi görülen bazı büyükleri zikretmek mümkündür. Onlar iddiasız, samimi, beklentilere girmeden dine hizmet etmişler, mehdîlik iddiasında kat’iyen bulunmamışlar, onların faziletlerini gören halk da etraflarında toplanmış ve bir hizmet salih dairesi oluşturmuşlardır. Ne var ki, diğer taraftan da bu mülahaza, bir kısım fırsatçılar tarafından sürekli istismar edilmek istenmiştir.
Daha Peygamber Efendimiz hayattayken, Müseylimetü’l- Kezzab, Tüleyhâ, Esvedü’l-Ansî ve Secâh misal peygamberlik iddiasıyla ortaya atılan pek çok yalancı türediği gibi her dönemde “Âhir zamanda gelecek zât benim!” diye meydana çıkan kimseler de olmuştur. O ilkler ve Efendimiz’in vefatından hemen sonra “Ben de Peygamberim” diyen sekiz tane Deccal gibi her dönemde “Ben Mesih’im” diyen; hatta Efendimiz hakkında –hâşâ– “O Araplara gönderilmişti, ben daha umûmîyim.” şeklinde şeytanî iddialarda bulunan hasta ruhlular her zaman var olmuştur. Dahası, Mehdî ile alakalı hadis-i şeriflerde “Âl-i beytimden bir tanesi zuhur edecek, ismi benim ismime muvafık olacak” dendiği için; yani, Mehdî’nin adının Muhammed, Ahmed gibi bir isim olacağına, Efendimizin ismiyle Mehdî’ninkinin -günümüzdeki moda tabirle- örtüşeceğine işaret buyurulduğu için az ileri yaşlarda adını değiştiren bir sürü insan çıkmıştır.
Mesela, Şâtıbî’nin bildirdiğine göre, Mansuriye fırkasının reisi Ebu Mansûr kendisine “Kisf ” ismi vermiş, kendisinin Mehdî olduğunu ve Kur’ân-ı Kerim’deki “Ve in yerav kisfen mine’s-seâi sâkitan...” (Tûr, 52/44) ayetinin kendisine işaret ettiğini, ayetteki “kisf ”in kendisi olduğunu iddia ederek hemen etrafında bir sürü insan toplamıştır. Güya o “semadan inen bir parça”dır. Ayetin asıl mânâsına gözünü yumarak sadece semadan inmesi hususiyetini düşünerek, insanların başına inen bir taş gibi olması mülahazasıyla “Ben Kisf ’im” demiştir. Yine Şâtıbî’nin anlattığına göre; Kendisini Mehdî diye isimlendiren Rafizî Ubeydullah’ın iki tane müsteşarı varmış; birinin adı Nasrullah, diğerininki de Fetih imiş. Sözde Mehdî onlara “Siz Allah’ın kitabında ‘İzâ câe nasrullahi ve’l-feth...’ diye anılan insanlarsınız. Ayet bize bakıyor. İslâm’a fevc fevc dehalet de bizim elimizle olacak.” diyerek güya mehdîliğine deliller gösterirmiş. Şâtıbî gibi ciddi bir insanın anlattığı bu iki misal bile isimlerin ve vasıfların bazen nasıl suiistimal edildiğini, nasıl bir fitne unsuru olduğunu ve bir coğrafyayı nasıl kan seylâplarına mahkum ettiğini göstermesi bakımından yeterlidir.
Bir kurtarıcı bekleme ve bunun istismar edilmesi mevzuu sadece dinî hayatla da sınırlı kalmamıştır. Mesela, insanların bazıları ekonomik hayat adına da bir kurtarıcı beklemiştir; sosyal hayat adına da bir halaskâr beklemişlerdir. Ekonomi adına kurtarıcı bekleyenler, bütün işçi hareketlerinin sonunda Avrupa’nın kan-irin içinde çağlaması karşısında Karl Marx’a dikkat kesilmişler; yazdığı yazılara, “Manifesto”suna ve “Das Kapital”ine bakarak onu insanlığın, hususiyle de işçi sınıfının, proletarya’nın halaskârı olarak görmüşlerdir. Doktor İkbâl’in –makamı Cennet olsun– “Peyâm-ı Meşrik” (Şarktan Haberler) kitabında, “Rusya’da bir insan çıktı, kitapsız peygamber; halkın telakkisini seslendiriyor”; yani cahil, görgüsüz, din bilmeyen, çok çeşitli beklentiler içinde bulunan bir tip şeklinde resmettiği Marx’ı bazıları bir Mesih gibi istikbal etmişlerdir. Lenin’den Troçki’ye kadar daha bir sürü kezzab, bazı insanlar tarafından bir halaskâr gibi alkışlanmıştır. Bazı dönemlerde, İslâm dünyasında da, Mısır’dan Sudan’a, Suriye’den Somali’ye kadar hemen her yerde bazılarına kurtarıcı nazarıyla bakılmış, hatta –hâşâ– “O Arapların Peygamberiydi, Medine’nin Peygamberiydi, bu da bizim ki!..” deme dalalet, cehalet, gaflet ve küfründe bile bulunulmuştur...
Mesela; Râfizî düşünce, tarih boyunca sürekli Mehdî çıkarmıştır. Muvahhidîn devletini kuran insan Mehdî’dir. Emevî ve Abbasî tarihleri boyunca ortaya çıkan birçok siyasî grup hep liderlerinin Mehdî olduğunu söyleyedurmuşlardır. Hatta Kuzey Afrika’da kurulan ve daha sonra Mısır’a da hâkim olan Şiî Fatımî devletinin ilk hükümdarının Mehdî olduğu inancı bu devleti kuran ve sürdüren kimseler tarafından inanılan bir husustur. Fâtımî devletinin başına bir çocuğu getirmişler; peygamber torunu dedikleri o uydurma kurtarıcının etrafında toplanmış ve o meseleyi suiistimal etmişlerdir; etmişler ve Müslümanların Haçlı seferleriyle, daha önce Moğol işgalleriyle sarsıldığı bir dönemde onlar istiklallerini ilan ederek fitne ve iftirak çıkarmışlardır. İşte, tahta atın içinde, devlet bünyesine sinen bu insanlar Haçlı ordularına kapıları açmış ve düşmanların istilasını kolaylaştırmış, İslâm’ı arkadan hançerlemişlerdir. Karmatîler de aynı hususu istismar ederek senelerce fitne ve iftiraka sebep olmuşlardır.
Yakın tarihe doğru gelince, Somali Mehdî’sinden Sudan’da çıkan büyük Mehdî’ye –ki onu İngilizler öldürmüş, yakmış, külünü Nil’e savurmuşlardır ve Doktor İkbâl ondan çok dâsitânî bahseder– bir Mesîh-i Mev’ud olarak alkışlanan Bahâullah’tan, Hind Yogasıyla, meditasyonla meşgul olan, ruh gücünü ortaya çıkarmaya mâtuf bazı riyâzetlerle başı dönünce halüsinasyonlar görmeye başlayan, kendisine önce müceddid, sonra Mehdî-i Mev’ud, İmam-ı muntazar ve en sonunda Mesîh-i Mev’ud diyen Gulam Ahmed’e, ondan da kendisini peygamber ilan eden Alija Muhammed’e kadar pek çok insan mehdîlik mevzuunu suiistimal etmiş ve fitnelere sebep olmuşlardır.
Hususiyle de Râfizîler mehdiyet mülahazasını çok canlı tutmakta, “On iki imamdan birisi hayatta iken gizlenmiş, âhir zamanda çıkacak” demektedirler. Ne gariptir ki, Abbasî’lerin şerrinden kaçtığına ve saklandığına kâil oldukları kurtarıcının âhir zamanda Abbasî fitnesinden daha büyük bir fitnenin olduğu deccaliyet döneminde birden bire zuhur edeceğine, Kaf dağının arkasından çıkıyor gibi çıkacağına inanmaktadırlar. Bu mesele akîde bakımından da sorgulanacak bir husustur: Nasıl gelecek? Gökten mi inecek? Sırr-ı teklif nasıl olacak? Birinin içine girip ondan mı çıkacak? Siz reenkarnasyona mı kâilsiniz? Ulûhiyet hakikatini taşıdığına inanıyorsanız, bu mülahazanızla acaba hulûl ve ittihaddan mı bahsediyorsunuz? Bu, usulüddin açısından münakaşası yapılacak husustur; ama onlar öyle inanıyorlar.
Aslında, fevkaladeden bir Heraklit bekleyişi mazlum ve mağdur milletlerin kaderî mülahazaları olmuştur. Hani M. Akif,
“Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mû’tâdı, Ne sandın? Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı? Bugün, sen kendi kendinden ümid et ancak imdâdı; Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı Cihan kanûn-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı! Ne yaptın? “Leyse li’l-insâni illâ mâ se’â” vardı.”
der ya; işte, kendi cehd ve gayretleriyle o bîdâdı kaldırma hakikatine kapalı bir kısım tembel ruhlar, miskin ve âciz fıtratlar gökten gelecek böyle bir Heraklit beklemektedirler. Sünnî dünyaya göre de bunun bir hakikati ve Mehdî bekleme temayülü vardır; fakat ehl-i sünnet anlayışına göre ona insanüstü özellikler atfedilmez; toplumu İslâm’a yöneltecek bir yönetici, bir ilim, kalb ve ruh adamı olabileceği ifade edilir.
Soru: Hazreti İsa’nın tekrar dünyaya inişi nasıl olacaktır? O iniş mânevî bir iniş midir; yoksa şahsen ve cismen nüzûl de gerçekleşecek midir?
Cevap: İslâm âlimlerinden bazıları, Hazreti İsa’nın şahsen nüzûlünü, Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine aykırı bularak, bu nüzûle “şahs-ı mânevî” nüzûlü olarak bakmışlardır. Bazıları da âyet ve hadisleri daha değişik şekilde te’vil etmişlerdir. Bediüzzaman Hazretleri ise, Hazreti Mesîh’in nüzûlünün şahsen olacağını nefyetmemekle beraber, daha çok şahs-ı mânevî üzerinde durmuş ve Hazreti Mesîh’in nüzûlünü, Hıristiyanlık âleminin İslâm’a iktida etmesi şeklinde anlamıştır. Hıristiyanlığın tasaffisi için Hazreti Mesîh’in şahsen nüzûlünü de uzak görmemek gerektiğini ifade ederek, “Evet, her vakit melekleri semâvattan yere gönderen, bazı vakitte Hazret-i Cibril’in Dıhye suretine girmesi gibi onları insan suretine vaz’ eden, ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretinde temessül ettiren, hattâ ölmüş velilerin ruhlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazreti İsa’yı, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya gönderirdi.” demektedir. Üstad, temelde meseleye böyle yaklaşırken, nüzûl keyfiyetiyle alâkalı hadislerde zikredilen Şam’da Ak Minare’ye inmesi, bir atın üzerine binmesi.. vb. hususlarda da kat’iyen tafsilata girmemiştir.
Evet, Hazreti Mesîh’in bir şahs-ı mânevî olarak inmesini çok uzak görmüyorum. Olabilir, o ruh, o mânâ inebilir. Buna kimsenin itiraz etmeye de hakkı yoktur. Şahs-ı mânevî olarak gelecek demek, bir şefkat ruhu, bir merhamet mânâsı öne çıkacak, insanlar üzerinde bir rahmet esintisi belirecek.. insanlar birbirleriyle anlaşacaklar, uzlaşacaklar demektir. Daha önce de arz etmiştim; diyalog ve hoşgörü adına değişik kiliselere gidilip “Gelin Kur’ân’ı beraber okuyalım.” deniliyor. Değişik yerlerde “Siz de bizim İncil derslerimize iştirak edin.” diyorlar. Bu gidip gelmelerle Kur’ân’a göre bir Hazreti İsa inanışı çıkıyor ortaya. Kiliseden, Efendimiz’e de inanan, kendilerine “Müslüman İsevîler” diyen insanlar çıkabiliyor. Bunu, İseviyetin tasaffisi, mesihiyet ruhunun mukaddimesi saymada bir mahzur görmüyorum.
Soru: Mesîh ve Mehdî’nin gelişine inanmamak insanı dinden çıkarır mı? Nüzul-ü İsa ve zuhur-u Mehdî’ye iman dinin esaslarından mıdır?
Cevap: Mesîh ve Mehdî ile alakalı hadis-i şerifler ve ümmetin kabulü esas alınınca nüzûl-ü İsa’ya ve zuhur-u Mehdî’ye inanmak Efendimiz’e îtimadın ve güvenin ifadesidir denilebilir. Fakat bu mevzu Maturidî ve Eş’arî gibi Ehl-i Sünnet imamlarının eserlerinde işlenmemiş ve ele alınmamıştır. Ayrıca fer’î bir konu olduğundan ve âhad habere dayandığından dolayı bunu inkâr küfre sebep olmadığı için ilk dönem akaid kitaplarına da yansımamıştır. Bununla birlikte, Şia’nın bütün kollarında Mehdîlik önemli bir husustur ve Mehdî beklentisi sürekli işlenerek hep canlı tutulur. Şia’nın gizli imamı Mehdî’dir. Şia’ya göre bu gizlilik mutlaka bir gün sona erecek, yeryüzündeki bu zulüm ve adaletsizlikler yok olacak ve tarih boyunca haksızlığa uğratılan Ehl-i beytin intikamı alınacaktır.
Evet, bu mevzu mü’minlerin “âmentü” erkânına inandıkları gibi inanmaları gerekli olan meselelerden değildir. Âmentü’de ifade ettiğimiz altı iman esası; Allah’a, Meleklerine, (bütün) kitaplarına, (bütün) peygamberlerine, ahiret gününe (ve ahiret ahvaline) ve kaza-kadere (hayır ve şerrin Allah’tan, O’nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. İmanın rükünleri kabul ettiğimiz bu altı esas arasında hurûc-u Mehdî ve nüzûl-ü Mesîh yoktur. Eğer bunlar erkân-ı imaniye ölçüsünde mutlaka inanılması gereken, inanmayanı küfre götüren meseleler türünden olsaydı, bunları da Sahib-i Şeriat erkân-ı imaniye arasında sayardı. Erkân-ı imaniye’nin sayıldığı hadis-i şeriflerde Mehdî ya da Mesîh’in zikri yoktur. Yine olsaydı, ehl-i sünnet imamları bunlara da erkân-ı imaniye arasında yer verirlerdi. Fakat, az önce de dediğim gibi ne Maturîdî ne Eş’arî ne de bir başka ehl-i sünnet imamı Mehdî ve Mesîh’e imanı erkân-ı imaniyeden biri olarak saymamışlardır. Bu sözüme itiraz edilebilir ve “Evet, mutlak mânâda erkân-ı imaniye içinde yok ama, Kitab’a inanmakla mükellef değil miyiz? Kur’ân’da dört ayetin Hazreti Mesîh’in ineceğine, Mehdî’nin zuhur edeceğine işaret ettiğinden bahsediliyor.” denebilir. Hazreti Mesîh’in ve Mehdî’nin âdil, muksıt bir insan olacağına, “kıst”ı (insaf, merhamet ve adaleti) temsil edeceğine dair işaretler varsa da bu konuda sarâhat yoktur. Şüphe ve tereddüde meydan vermeden yani sarih bir şekilde ifade edilmediğine göre bu işaretler müteşâbihtir. Müteşabih olunca da, o mevzuda mülahazaya alınabilecek pek çok mânâlar vardır. Bir kelimeyi, bir mefhumu ve bir mantuku ortaya koyduğunuz zaman, o nass ölçüsünde bile olsa, sarih ifade edilmemiş ve bir zahire bağlanmamışsa pek çok ihtimal ve yorumdan herhangi birine mutlak inanmak şart değildir. İşaret edilen, adalet vasfıyla resmi çizilen, fotoğrafı ortaya konan insan, mesela, Ömer bin Abdulaziz de olabilir, Mehdî-i Abbasî de. Öyleyse, Mehdî-i Muntazar çoktan gelip gitmiştir.
Hatta bir başkası, hadis-i şeriflerin ortaya koyduğu fotoğrafın Hazreti Fatih’e çok yakıştığını, ona uygun geldiğini söyleyebilir. Fatih’in asıl adı da Muhammed’- dir, hadislerin ifade ettiği gibi Efendimiz’in ismine tam uyuyor. Hâkim’in Müstedrek’inde geçen İstanbul’un fethiyle alakalı hadis-i şerifi de nazara alırsanız, zaten Efendimiz’in iltifatına ve övgüsüne de mazhar olmuş bir insan. Dahası denebilir ki, şekli şemâili de Efendimiz’in şemâiline çok benziyor. Soyunun Ehl-i beyt’e dayanmadığını da kimse söyleyemez. Öyleyse, boşuna bir Mehdî-i Muntazar bekliyorsunuz. İşte Fatih; gelmiş, fonksiyonunu eda etmiş; dünyanın, hususiyle Bizans cebri ve zulmüyle inlediği bir dönemde bir sulh, sükun ve huzur devleti tesis etmiş ve adl u kıst ile doldurmuş dünyayı ki bu tam Mehdî’ye göre bir iş. Fakat, biri dese ki, “Ben Fatih’in Mehdî olduğunu kat’iyen kabul etmiyorum.” Bunu söyleyen bir insan yine mü’mindir, dinden çıkmış olmaz; zira onun mehdîliği te’vile, yoruma açık bir mevzudur ve ona inanmak dinin esaslarından değildir. Bu açıdan günümüzde de bir deli, bir ruh hastası çıksa ve “Ben Mesîh’im veya ben Mehdî’yim.” dese, onun bu iddiası bizi hiç ilzam etmez.
Soru: Din düşmanları, bazı samimi Müslümanları ya da onların değer verdiği kimseleri karalamak için “Mesîh veya Mehdî olduğunu iddia ediyor.” gibi iftiraları da kullanıyorlar. Onların bu iftiralarını ve bazı insanların kendilerini Mesîh ya da Mehdî zannetmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cevap: Enbiyâ-ı izâm Cenâb-ı Hakk’ın Zâtî tecellilerini temsil ederler. Hemen her insan üzerinde de, Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri daha hâkimdir. Dolayısıyla aynı ismin tecellisine mazhar olan insanlar, bazen birbiriyle karıştırılabilir. Diyelim ki, Hazreti Mesîh bir reşhadır. Bir başkası ise, velâyet-i kübrâya mazhar olduğundan, seyr-i ruhânîsinde onunla aynı yörüngeyi paylaşır ve seyrini o zatın izinde, onun ekseninde sürdürebilir. Dolayısıyla o zata bakılınca, bazen “asl”a iltibas da söz konusu olabilir. Yani bazen gölge ile asıl karıştırılır. Mesela; Hızır’ın geçip gittiği yolda bir an yürüyenler bazen Hızır’ın kendisiymiş gibi zannedilebilir. -Bir kısım hüsn-ü zan kurbanları ve haddini bilmez benciller müstesna- bazı kimselerin mesihiyet ve mehdiyet iddiaları da işte böyle bir iltibastan kaynaklanmıştır/ kaynaklanmaktadır.
Mesîh ve Mehdî inancı tarih boyu suiistimallere maruz kaldığı gibi günümüzde de hâlâ suiistimal ediliyor olabilir ve bundan sonra da peygamberlik iddiasındaki yalancılar, mütenebbîler, Mehdî taslakları ve müteşeyyihler çıkabilir.
Eğer bir insan Kisf gibi, Sudan Mehdî’si ya da Somali Mehdîsi gibi kendisinin Mehdî olduğuna inanıyor, Mesîh olduğunu iddia ediyorsa, bu büyük bir iddia ve bir mübalağa olur. O zaman da meseleyi akîde açısından ele alıp analiz etmek gerekir. Ne demek istiyor o iddiasıyla? Mesîh’in ona duhûl ettiğini söylemek istiyorsa, bir kısım kimselerin Hazreti Mesîh’te mütecessid bir uluhiyet gördüğü gibi, o da kendisini öyle görüyorsa, bu Müslümanlığa göre küfürdür; onu ifade etmek için dalalet kelimesi hafif gelir; evet, öyle bir iddia açıktan açığa küfürdür.
Eğer, o söz ve iddiasıyla, Hazreti Mesîh’in yörüngesinde seyr u süluk-i ruhânî yaptığını ve kazandığı şeffafiyetten dolayı kendisine bakanların onda bir Mesihiyet gördüğü mülahazasını kastediyorsa, işin doğrusu, bu da o ufka ait bir insan olmayı iddia etme açısından çok büyük bir tekebbürdür. Şâh-ı Geylanî gerçekten bir Mehdî olabilir; fakat hiçbir zaman böyle bir iddiada bulunmamıştır. Muhammed Bahâuddin Nakşıbendî böyle bir Mehdî olabilir ama kendisini hiçbir zaman o mertebede görmemiştir. İmam Rabbânî bir nevi Mehdî’dir; ne var ki, kendisine insan olma payesini bile çok görmüştür. Zaten o ufkun erbâbı, iddiadan, kendine makam ve mevki biçmekten uzak kimselerdir.
Evet, meseleyi doğru analiz etmek lazım. Bahis konusu olan söz seyr u süluk-i ruhânîde yörünge birliğinden dolayı bir iltibas mı? Çevrenin hüsn-ü zannından kaynaklanan bir yanılma mı? Çevrenin bu iltibasına tercüman olmak mı? Yoksa gerçekten o insan kendisini “vazifeli” mi zannediyor? Eğer öyle zannediyor ve bununla Mehdîliği kastediyorsa bu bir dalalettir. Mesihiyet iddiasında bulunuyorsa, o da küfürdür. Hiç kimse, “Ben Mesîh’im” diyemez. Çünkü Hazreti Mesîh gelmiş, içimizden ayrılmış ve gitmiştir. Peygamber olarak gitmiştir. Birisinin kalkıp da, “Mesîh’im” demesi peygamberlik iddiası olur, dolayısıyla da küfürdür. Hazreti Mesîh de kendisine “Ben peygamber değilim” deseydi O da aynı çukura düşerdi. Tehlikeli şeyler bunlar.. Peygamber “peygamber değilim” diyemez. Peygamber olmayan da “peygamberim” diyemez.. Öyleyse peygamber, peygamberliğini inkar edemediği gibi, onu ifade etme mecburiyetinde olduğu gibi; o meselenin şemmesini duymamış, reşhasına şahit olmamış, onu ihsâs etmemiş bir insanın kalkıp o iddiada bulunması da aynen küfürdür. Bu açıdan da, bir insan ehl-i sünnet çizgisinde ise, mişkât-ı nübüvvet altında yürüyorsa, hiçbir zaman böyle bir iddiaya kalkmayacaktır.
Az önce de ifade ettiğim gibi, “Din–i mübin–i İslâm’ın yeniden dünyanın değişik yerlerinde kendisini ifade etmesi için ihtiyaç varsa Hazreti Mesîh, öteki âlemin ta öbür ucunda bile olsa böyle önemli bir fonksiyon için döner gelir!” diyor Bediüzzaman Hazretleri. Fakat, genel yorumu itibarıyla nüzûl-ü İsa’yı şahs–ı mânevî olarak yorumluyor. Mesihiyetin, bir cemaat ya da bir zümre tarafından temsil edileceği şeklinde bir yorum getiriyor. Ne var ki, bu konuda bir isim belirleme, onu bir insanda tecessüm etmiş şekilde görme, “falan şahıs odur” deme... işaret edilen şahıs Fatih de olsa, İmam Rabbânî de olsa, bu bir küfürdür. Hakiki mü’minlerin karşısında tir tir titreyeceği ve uzak duracağı şeytanî bir iddiadır.
Maalesef, soruda da ifade ettiğiniz gibi, bazı dönemlerde suiistimal edilen bu mesele, din düşmanlarının samimi mü’minleri karalamak için kullandıkları bir sermaye haline gelmiştir. Bir kısım cahiller, hüsn-ü zan ettikleri kimseler hakkında “Mehdî” tabirini kullanabilirler. Daha insaflı bazıları, “Belli bir zaman içinde bir mânâda Mehdî’nin bir vazifesini ifâ ediyor.” diyebilirler. İmam Gazalî, İmam Rabbânî ve hatta Bediüzzaman hakkında böyle diyenler çıkabilir. Her şeyden önce bu umumun kanaati değildir. Hele ondan sonrakiler hakkında öyle diyen de zaten yoktur. Öyle bir iddiada bulunan bir safderûn varsa şâyet, onu kendi safderûnluğuna mahkum etmek lazım. Aklı başında bir mü’min ne öyle bir dalalete tâlib olur, ne de -hâşâ ve kellâ- Mesîhlik iddiası gibi bir küfrün arkasına düşer.
Diğer taraftan, kendisi öyle itikad etmese bile etrafındaki insanların hüsn-ü zanlarına, o türlü lâf-ı güzafına göz yuman, o iddialara karşı sükut duran insan da küfre ve dalalete karşı sessiz kalıyor demektir. Öyle bir insan hakkında da, Efendimiz’in beyanlarından aldığımız bir sözle “dilsiz bir şeytan” desek sezâdır. Şayet bir kimseye, etrafındakiler “Mesîh” diyorlarsa, o da bunu bildiği halde sessiz duruyor ve bu dalalete karşı onları ikaz etmiyorsa, o kimse, dilsiz bir şeytandır. O iddiayı kabulleniyorsa kendisi de kafirdir. “Mehdîyim” iddiasıyla ortalıkta dolaşıyorsa o kimse de dalalete sürüklenmiş bir zavallıdır. Bir Müslüman’ın o tür iddiaları kabul etmesi mümkün değildir.
Fakat, bu mesele bir yönüyle karalamaya mâtuf istimal ediliyor. Bazıları bu iddialarla belli güçler tarafından ortaya çıkarılıp Müslümanların aleyhine kullanılıyor. Bazı kimseleri hapishanede ilaç içirtip delirtiyorlar! Sonra da ona bin bir türlü küfür sözleri söyletiyorlar. Dünyanın değişik yerlerinde oluyor bunlar. Türkiye’de de ehl-i dalalet, ehl-i küfür, diplomalı cahiller, Türk milletinin veya dünyadaki Müslüman milletlerin kaderine hakim kaba kuvvetin temsilcileri bazı Müslümanları karalama, bazı kimseleri ademe mahkum etme adına bu türlü iftiralarla kara çalma komploları kuruyorlar. Mesela diyorlar ki, “Falanın çevresindekiler ona Mesîh nazarıyla bakıyorlar.” Oysa maksatları hep karalama olan bu din düşmanlarının Mesîh’ten hiç haberleri yoktur. Mehdî’nin kelime mânâsını bile bilmezler. O mevzuda usulüddinin, fıkıh metodolojisinin ne dediğini hiç bilmezler, hatta Kitab’ı bilmez, ona inanmazlar. Ama gelin görün ki, Müslümanları karalama adına hiç bilmedikleri bu meseleleri bile kullanır, mü’minlere iftira ederler.
Oysa ki, aklı başında, Kitab’ı ve Sünnet’i bilen bir mü’min ne öyle bir meseleyi kabul eder, ne de öyle bir mesele çevresi tarafından dillendiriliyorsa sükut eder. Arz ettiğim gibi, o tür iddiaları küfür sayar, sükutu da dilsiz şeytanlık kabul eder. Bu açıdan yedi dünya bilmeli ki, ehl-i dalalet ve ehl-i küfür bu tür iddiaları mü’minleri karalamaya matuf olarak bizzat kendileri ortaya atıyorlar. Ve yine yedi dünya bilsin ki, ehl-i iman hiçbir zaman bu lâf-ı güzâflara inanmayacak, bu iftiralara kanmayacaktır. Onlar kılı kırk yararcasına, Kitap ve Sünnet’in emirlerini yerine getirecek, o türlü büyük iddialara asla girmeyecek, Müslümanlığın tevazu, mahviyet ve hacâletten ibaret olduğunu kabul edecek, kulluğu her türlü payenin üstünde görecek ve Hazreti Mevlânâ gibi “Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” diyeceklerdir.
(Fethullah Gülen, Ümit Burcu, 33-49) ********************************************
İsevîliğin Deccal'ı Öldürmesi
Ali Ünal, Zaman 29.10.2007
Hadis-i şeriflerde, Âhir Zaman'da çıkacak birtakım şahıslardan söz edilir. Her zaman, her şart ve her seviyeye hitap eden Kur'ân-ı Kerim'de nasıl yer yer mecaz, temsil, istiare gibi san'atlar kullanılmışsa, aynı şekilde, benzer özellikteki hadis-i şeriflerde de yine söz konusu san'atlara yer verilmiştir.
Bunun yanı sıra, mutlak hakikatlerin zamana, şartlara ve kişilere bağlı izafî yansımaları ve hayatımızda izafî hakikatlerin mutlak hakikatlerden daha çok bulunması sebebiyle Kur'ân-ı Kerim'de ve hadis-i şeriflerde müteşabih ifadeler yer almakta, hattâ Kur'ân âyetleri arasındaki münasebetler ve her bir âyetin Kur'ân'ın bütünüyle münasebeti açısından Kur'ân'ın tamamı müteşabih olma özelliği arz etmektedir. Özellikle Âhir Zaman'la ilgili hadis-i şerifler de müteşabih olma özelliğine sahiptir. Dolayısıyla, Âhir Zaman'da çıkacağından söz edilen Deccal, Süfyan ve onların karşı kutbu olarak Mehdî gibi zatlar, mutlak manâda belli şahıslar olmaktan çok, elbette ve öncelikle lider konumunda belli şahıslarca temsil edilmekle birlikte birer akım, birer şahs-ı manevî olarak ele alınmalıdır.
Hadis-i şeriflerde, Deccal'ın gayrimüslim dünyada çıkıp Tanrılık iddia edeceğinden, yani "Tanrı"nın yerini alma iddiasında bulunacağından, Süfyan'ın ise Müslümanlar arasında çıkıp, özellikle hayatı tanzim edici yanı itibarıyla İslâm ile mücadele edeceğinden söz edilir. Âhir Zaman hadiselerini söz konusu hadis-i şerifler çerçevesinde ele aldığımızda, Bediüzzaman hazretlerinin de yorumları üzere Deccal, fen ve felsefeden gelen ve Allah'ı (cc) ve ulûhiyeti inkârı esas alan akım veya akımlardır. Nasıl Kur'ân Allah'ın Kelâm Sıfatı'ndan gelen bir kitap ise kâinat da O'nun İrade ve Kudret sıfatlarından gelen bir kitap olup, bu iki kitap, Allah'ın varlık âleminde tecelli ettirdiği bütün İsimlerine mazhar bir başka kitap olan insan ile birlikte Allah'ı bize tanıtan üç küllî tanıtıcı, aynı manânın farklı malzemelerce ifade edilmiş üç tezahürüdür. Bundan dolayı Müslüman hikmet ehli, Kur'ân'a "Vahyedilmiş Kitap", kâinata "Yaratılmış Kitap" demişlerdir. Gerçek bu iken ve kâinat, baştan sona Allah'ı tanıtan âyetler meşheri olmasına rağmen, son asırlarda Batı'da gelişen bilim ve felsefe, bu muhteşem kitabı inkâra vesile yapmış, bilim ve felsefeden gelen tarihte görülmemiş inkâr fırtınaları, insanlığın içtimaî hayatında da korkunç sarsıntılara sebep olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
İşte, hadis-i şeriflerde Deccal ve Süfyan'ın karşısında Mehdî olarak adlandırılan zat, söz konusu fırtınalar karşısında insanlığın hidayetine vesile olacak iman akımıdır. Bu iman akımının en önemli ve temel özelliği, iman ve Kur'an hizmetini esas alması, inkâra vesile yapılan kâinat kitabını aynen Kur'ân gibi okuyup, iman adına Tasavvuf'taki şühudî yakînden daha öte ve hem zihni hem kalbi doyuran ilmî yakîn vermesidir. Kesin kanaatimce ve bir asra yakındır gelişen hadiselerin de doğruladığı üzere, bu akımın en azından en önemli temsilcisi Risale-i Nur'dur. Fakat ne yazık ki, Türkiye'de ve İslâm âleminde milyonlarca insanın imanına vesile olmuş olmasına rağmen Risale-i Nur'un henüz Kur'ân ile kâinat kitabı arasındaki özdeşliği âyet âyet, cümle cümle, kelime kelime, harf harf görebilecek şekilde okunup anlaşıldığı söylenemez. Bunu yapacak olan da öncelikle, kâinata Kur'ân gibi baştan başa Allah'ı anlatan âyetler meşheri olarak bakabilecek ve bu bakışla bilimlere yepyeni bir menfez açacak ilim adamları olacaktır. Bunların bilhassa Batı'dan çıkacağına inanıyorum. Risale-i Nur hakkında okuduğum değerlendirmeler içinde onu en özlü ve aslî mahiyetiyle en güzel tanıtan yazı, İngiltere'nin Durham Üniversitesi'nden Collin Turner'e aitti ve şu ana kadar Fethullah Gülen Hocaefendi'nin eğitimcilik yanını en güzel değerlendiren de, kanaatimce Thomas Mitchell oldu.
Âhir Zaman'da Hz. İsa'nın ineceğiyle ilgili hadis-i şerifler de büyük oranda bu gerçeğe bakmakta, "Fethullah Gülen Hareketi"yle ilgili en son İngiltere'de yapılan sempozyum türü çalışmalar da yine bu gerçeğe ışık tutmaktadır.
| |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Geri: Efendimiz'in Dilinden Günümüze Bakan Haberler MESİH-DECCAL-. Ptsi Mart 22, 2010 9:14 am | |
| FETHULLAH GÜLEN: "...Hz. Mehdi (a.s.)'ın geleceğine dair hadis-i şerifler vardır ki inkar etmeye adeta mecal (imkan) yoktur." "Bu işin ehli değilim, ehli gelinceye kadar benim gibiler, emsalimle (benzerlerimle) beraber bu işi devam ettireceğiz, öyle anlaşılıyor. Ehli gelince onlara terki silah edeceğiz, işi onlara bırakacağız. Ehli değiliz bu işin. Liyakatlileri (layık olanlar), doğrunun ve gerçeğin hakiki tercümanı olacak ve ölü gönüllerimizi ihya edecekler. Bunu kemali (olgun) samimiyetle intizar ediyorum (ümit ediyorum), Rabbimden bekliyorum, ama o güne kadar biz anlatacağız." 2 "Fatih'ten bahsederken; ne güzeldir o emir, buna mazhar (sahip) olmak için 21-22 yaşındaki genç serdar (kumandan). Maddi manevi fizat hislerinden fedakarlıkta bulunuyordu. 20. asırda Kuran'a sahip çıkmasını beklediğimiz GENÇ DELİKANLIMIZ'ın yaşındaydı büyük hünkar." 3 "Mesih (as) ve Mehdi (as) ile alakalı hadis-i şerifler ve ümmetin kabulü esas alınınca nüzûl-ü Îsâ'ya (Hz. İsa'nın tekrar yeryüzünü gelişine) ve zuhur-u Mehdi'ye (Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışına) inanmak Efendimiz (sav)'e itimadın ve güvenin ifadesidir denilebilir." 4
1. http://www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp?id=7205, 1.10.2006 2. Sohbetler, Müeyyidat, 11. Kaset, 11 Ocak 1980 3. Ruh Ufku Serisi, 1.Cd, Gönül Dünyamızdan Konferansı, 1.Kaset, Nil Yapımcılık A.Ş. 4. Mesih Nerede? Mehdi Kim? isimli makaleden http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/kirik.testi/a12729.html
**********************************
SAİD-İ NURSİ ATATÜRK İÇİN NE DEMİŞTİ
Başbakan Kemalistleri bu sefer çok kızdırdı 05.10.2009 00:00 Karakter boyutu : Başbakan Erdoğan, AKP 3. Olağan Kongresi’nde AKP’nin manevi tavrını şu cümleler ile çizdi : ''Seversiniz sevmezseniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz... Ama Ahmedi Hani'siz, Bitlisli Said-i Nursi'siz bir Türkiye'nin maneviyatı noksan kalır''
Ahmedi Hani, Ahmet Kaya, Nazım Hikmet gibi Başbakan’ın adını andığı isimler bir yana Saidi-Nursi’nin adını anması ******çü çevreleri kızdırdı. Bunun nedeni Said-i Nursi’nin eserlerinde sıklıkla bahsettiği “Deccal” kavramı ile ******’ü işaret ettiği iddiası.
İslami literatürde “Deccal” en ağır hakaret sayılan ifadelerden biri. Deccal; yalan söyleyen, aldatan, karıştıran kişi anlamına gelir. İslami fikriyata göre Deccal’in ortaya çıkması kıyamet alametlerinden biri olarak da görülüyor.
Said-i Nursi’nin Deccal teorisini oluşturan satırlar şöyle sıralanabilir:
“Ben bir manevi alemde, İslam Deccalini gördüm. Yalnız bir tek gözünde teshirce bir manyetizma gözümle müşahade ettim ve onu bütün bir münkir bildim. İşte bu inkarı mutlaktan çıkan bir cüret ve cesaretle mukaddesata hücum eder.(...) Fakat kahraman ve mücahit ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur–u iman ve Kur’an ışığıyla hakikat–i hal–i göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılıyor.” (Şualar458–459,Siracun Nur 247)
Saidi Nursi, başlangıçta şifreli olarak işaret ettiği Deccal’in kim olduğunu daha sonra şöyle anlatıyor: “Ölmüş gitmiş dünyadan ve hükümetten alakası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadis–i Şerif’in ihbariyle Kur’an’a zararlı bir adam çıkacak demiştim.Sonra Mustafa Kemal’in o adam olduğunu zaman gösterdi. (Emirdağ Lahikası I/278,Yirmiyedinci mektuptan Sabık Reis–i Cumhur’a ve üç makama gönderilen istida)
Saidi Nursi, Mustafa Kemal’e yönelik Deccal suçlamasında daha da ileri giderek şunları yazar: “...Lozan Muahedesinde söz veren ve pek şiddetli ve dehşetli hücumlarına rağmen hiçbir hakiki Müslüman Türk’ü Protestan yapamayan ve Millet–i İslam için pek zararlı olduğunu ef’aliyle ispat eden ve Hadis– Şerif’in haber verdiği o müthiş şahıs kendisi olduğunu(yani Deccal, y.n) hayat ve mematiyle gösteren Mustafa Kemal’e bir mahrem eserde ‘din yıkıcı Süfyan’ dediğimizi (...)” (Emirdağ Lahikası I,50–51;Yirmiyedinci Mektuptan Mahkeme–i Kübra’ya Şekva ve Müdafaatın Bir Haşiyesi olan Parçanın Hülasasıdır, Ayrıca Müdafaalar, 226–227)
İşte Başbakan’ın Said-i Nursi’ye yönelik atıfları bu nedenle ******çüler’i kızdırdı. | |
| | | | Efendimiz'in Dilinden Günümüze Bakan Haberler MESİH-DECCAL-. | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| » MİT, FACEBOOK VE TWİTTER'DAN İZLİYOR MİT, Facebook, Twitter, böcek komisyonu, brifing, akıllı telefonlar, dinleme, telekulak, haber, haberler, güncel haberler » kehf süresi ve deccal » Efendimizin Şemaili » [b] PEYGAMBER EFENDİMİZİN SOYAĞACI [/b] » Efendimizin Kişisel Eşyaları
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|