KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VE ÖRNEKLER

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VE ÖRNEKLER Empty
MesajKonu: PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VE ÖRNEKLER   PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VE ÖRNEKLER Icon_minitimePaz Mayıs 23, 2010 10:13 am

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI

Bütün peygamberler Allah Teâlâ tarafından seçilip ilâhî elçiler olarak insanlara gönderildiklerine göre, hepsi birbiriyle kardeş gibidirler. Onlar bir âiledendir ve bir tek cemaattır: Bütün peygamberler doğru sözlü, sâdık, emîn, akıllı, sağlam karakterli, uyanık kalpli, yüksek ahlaklı, dünyada ve âhirette itibarlı ve Allah'a en yakın olan sevgili kullar, ilahi elçilerdir.

Onların diğer insanlardan ayn, kendilerine ait ortak bazı sıfât ve özellikleri vardır. Bu sıfatlar sayesinde yüce yaratıcı ile kulları arasında elçilik yapma liyakatını kazanmış olurlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, peygamberliğini kime ve nereye vereceğini daha iyi bilir" (el-En'âm, 6/l?4). Bütün peygamberlerde ortak olan sıfatları şu beş maddede toplamak mümkündür: Emânet, sadakat fetânet, ismet, tebliğ.

1- Sıdk Sıfatı:DOĞRULUK
Sıdk, peygamberlerin, ilâhî hükümleri, emir ve yasakları insanlara tebliğde ve verdikleri her türlü haberde doğru sözlü, sadık olmalarıdır. Peygamberlerin yalan söylemeleri (kizb) asla caiz değildir. Aksi halde, insanları kendilerine inandırmaları ve onları irşad ederek doğru yola sevketmeleri mümkün olmaz. Çünkü yalan söylemek, büyük bir günah olduğundan, pey'gamberlerin "ismet" ve "emanet" sıfatlarıyla bağdaşmaz. Oysa Allah Teâlâ onların peygamberlik iddialarını tasdik etmek için her birine "Mucizeler" veriyor ve onunla adeta, "Kulum, peygamberlik iddiasında ve bendendir diye bildirdiklerinde sadıktır" diyor. Hak Teâlâ'nın yalancıları tasdik etmesi aklen mümkün olmadığına göre, peygamberlerin sıdk (doğruluk) sıfatı ile vasıflanmaları vâcib; yalan söylemeleri ise imkânsızdır.
Kur'an-ı Kerim'de Allah, peygamberlerini doğruluk vasıflarıyla methetmiştir: "Ey Muhammed! İnsanlara Kur'an'daki İbrahim kıssasını anlat. Şüphesiz ki o, özü sözü doğru, sıddîk bir peygamberdi" (Meryem, 19/41);
"Kitapta İdris'i de zikret. Çünkü o, çok doğru bir rıebî idi" (Meryem, 19/55); Hiç bir peygambere kavmi; "biz seni daha önce yalancı tanıyorduk" diyememiştir.
Peygamberlerin emânet sıfatı, onların diğer insanlarla münasebetlerinde güvenilir olmaları yanında; asıl vahiy üzerinde emîn olmayı, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara değiştirmeden, arttırıp-eksiltmeden tebliğ etmesidir. Kur'an'da, "O Peygamberler Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler, O'ndan korkarlar ve O'ndan başka hiç bir kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter" (el-Ahzâb, 33/39) buyurulur. Bir peygamberin emânete hıyânet etmesi, O'nun kutsal görevi ile bağdaşmaz. "Bir peygamber için emânete hıyânet etmek olur şey değildir” (Âl-i İmrân, 3/161)

2. Emanet sıfatı:GÜVENİLİR OLMA
Emânet Sözlükte, güvenmek, emin olmak, korkmamak ve güvenilir olmak anlamında bir mastardır.
Emânet, peygamberlerin kudsî görevlerini yerine getirmek hususunda ve her konuda emin ve güvenilir olmalarıdır. Bütün peygamberler son derece emin, güvenilen dürüst ve seçkin şahsiyetlerdir. Onlardan asla her hangi bir hiyânet meydana gelmez. Çünkü, Allah Teâlâ, ilâhî vahyini, peygamberlik şeref ve vazifesini hainlere değil, ancak her bakımdan emin olan sâdık kullarına verir. Peygamberlerini bu gibi emin, sâdık ve dürüst kulları arasından seçer. Şüphe yok ki Allah (c.c) peygamberlik derecesine kirnin daha lâyık olduğunu en iyi bilendir.

Kur'an-ı Kerim'de, geçmiş peygamberlerin emânet sıfatlarından söz eden ayetler vardır: Hûd peygamber, kavmine şöyle demişti: "Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçıyım" (el-A'raf, 7/68). eş-Şuarâ Suresi'nde Nuh, Hûd. Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin kavimlerine, "Şüphesiz ben, size gönderilen emîn bir peygamberim" dedikleri zikredilir (bkz. 26/108, 125, 143, 162, 178).

Peygamber olmadan önce Hz. Musa için Şuayb aleyhisselâmın iki kızından biri şöyle demiştir: "Babacığım, onu ücretle çalıştır. Çünkü o, ücretle tuttuklarının en hayırlısı, güçlü ve güvenilir bir adamdır" (el-Kasas, 28/26). Hz. Musa, Medyen'den Mısır'a peygamber olarak dönünce Firavun'un kavmine şöyle demişti: "Allah'ın kullarını bana bırakın. Çünkü ben size gönderilmiş emîn bir peygamberim" (ed-Duhân, 44/18).

Hz. Muhammed de gerek peygamberlikten önce ve gerekse peygamberliği sırasında toplum içinde en güvenilir bir üstün kişiliğe sahipti. Bu yüzden Mekke'de Kureyş toplumu ona "el-Emîn" lakabını takmışlardı. Nitekim peygamber olmadan beş yıl önce yapılan Kâbe tamiri sırasında Hacerul-esved'in yerine konulması şerefini paylaşamayan, Kureyşliler arasında, çatışmaya varabilecek bir anlaşmazlık çıkmıştı. Bu arada Ebû Ümeyye Velid b. Muğîre'nin, "Şu kapıdan ilk mescide girecek olanı hakem yapınız" teklifi kabul edildi. Biraz sonra, belirtilen Benü Şeybe kapısından 35 yaşlarındaki Hz. Muhammed'in girdiği görüldü. Kureyşliler topluca "İşte el-Emîn, güvenilir kimse, onun hakemliğine razıyız" dediler (İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, Beyrut 1391, I, 209; İbn Sa'd, Tabakât, I, 146; Abdurrazzâk, el-Musannef, V, 319; İbnül-Esîr, el-Kâmil, Beyrut 1385/1965, II, 45; Taberî, Tarih, Mısır 1.326, II, 201).


3- Fetânet Sıfatı AKILLI VE ZEKİ OLMA
Fetânet, peygamberlerin üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfıza ve yüksek bir ikna gücüne sahip olmalarıdır. Her peygamberin, şerefli ve yüce olduğu kadar da ağır ve çok mesuliyetli olan peygamberlik görevini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya ve yüksek vasıf ve yeteneklere sahip olması gerekir. Aksi halde, gönderildikleri milletlere karşı kuvvetli hüccet (kesin delil) ikame edemez, onları ikna veya ilzam işin gerekli güzel mücadeleyi yapamazlar; kendilerine inananları irşad ederek onları hak ve hidayete sevkedemezler.
O halde peygamberler, en akıllı, en zeki ve en kaabiliyetli mümtaz şahsiyetlerdir. Haklarında zayıf akıl ve zayıf hâfıza, delilik ve gaflet gibi noksan sıfatlar asla caiz değildir.
Kur'an'da peygamberlerin üstün zekâ ve kabiliyetlerine işaret eden ayetler vardır:
"Kur'an vahyedilirken, henüz bitmeden okumaya kalkma. Rabbim ilmimi artır, de" (Tâhâ, 20/114); "Ey Muhammed, Cebrâil sana Kur'an'ı okurken, acele ederek onunla birlikte dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir" (Kıyâme, 75/16-17). Vahyin gelişi sırasında ezberlemek işin dilini Kur'an'la hareket ettirmesi onun fetânet ve zekâsındandır. Yine vahiy tamamlanmadan önce, ayetleri yeniden okumak için acele etmesi, peygamberin zekâ olgunluğunu gösterir. Çünkü O, böylece, zaten Cenab-ı Hakkın yardımı sayesinde hâfızasına yerleşecek olan vahyi, kendi zekâ gücü ile ezberinde tutmaya çalışmaktadır.


4- İsmet Sıfatı GÜNAHA GİRMEME

İsmet, peygamberlerin gizli ve aşikâr her türlü masiyetten, günahtan ve peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzak bulunmalarıdır. İsmet'in, yani nezâhet ve mâsumiyetin zıddı olan, her türlü günah ve âdi davranışlar, peygamberler hakkında muhaldir. Çünkü, eğer peygamberlerin günâh ve suç işlemeleri veya ismet ve nezahete yaraşmayan uygunsuz hareketler yapmâları onlar hakkında caiz olsaydı, biz insanların da onlara uyarak çirkin şeyler yapmamız normal karşılanır ve günah sayılmazdı. Zira peygamberler bizim uymamız gereken güzel örneklerimizdir. Bu bakımdan, peygamberlere uymak ve onlara itaatla emredildik. Halbuki Allah Teâlâ, kullarına günah işlemeyi ve günahkârlara itaatı emretmez ve bu gibileri peygamber olarak seçip göndermez. Bu sebeble, Ehl-i sünnete göre; peygamberler asla büyük günah işlemezler. Sehven (yanılarak) "zelle" cinsinden küçük günah işlemeleri caizdir. Ancak, bunda ısrar etmezler, derhal ikaz edilirler ve bir daha aynı hataya düşmezler.
İsmet'in peygamberlerde bulunması gereken bir sıfat olduğunda, tüm İslâm bilginleri görüş birliği işindedir. Ancak niteliği ve kapsamı üzerinde han görüş ayrılıkları mevcuttur.

Maturidilere göre, peygamberin günahtan korunmuş olması, onu tâate zorlamadığı gibi; günah işlemekten de aciz bırakmaz. Ancak ismet, Allah'ın bir lütfu olup, peygamberi hayır yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkor. Fakat ilâhi imtihanın gerçekleşmesi için onda yine de irâde mevcuttur (Sabunî, el-Bidâye, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 121-122). İsmet, peygamberler iğin gerekli bir sıfattır. Çünkü peygamberlerin günah işlemeleri, yalan söylemeleri caiz olsaydı; verdikleri haberlerin doğruluğuna güvenilmezdi. Bu durum, onların Allâh'ın hucceti olma özelliklerine gölge düşürürdü.

Peygamberlerden günah (fısk) sâdır olsaydı, bu onların şâhitlik ehliyetini ortadan kaldırırdı. Kur'an'da: "Ey iman edenler! Size bir fâsık haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın" (Hucurat, 49/6) buyurulur. Yüce Allah fâsığın şehâdetini kabulde tedbirli olmayı ve duraksamaya emrediyor. Peygamberden fıskın sudûru halinde dünyadaki şahitliği düşünce; ahiretteki ümmetine olan şahitliği de düşer. Halbuki Kur'an'da, "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şâhit olasınız. Peygamber de size şâhit olsun " (el-Bakara, 2/ 143). Kıyamette şâhitliği bildirilen kimsenin, dünya şâhitiği de teyid edilmiş olmaktadır (er-Râzî, İsmetü'l-Enbiyâ, Kahire 1986, s. 41-42; Mefatih'ul Gayb, III, Cool.

Peygamberler iyiliği emir ve kötülükten sakındırmaya çalışırlar. Kendileri tâatı terkedip, masıyeti işleselerdi, şu ayetlerin muhatabı olurlardı:

"İnsanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz?" (el-Bakara, 2/44); "Ey insanlar, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz! Yapamayacağınız şeyi söylemek Allah nezdinde en sevilmeyen bir şeydir" (es-Sâf, 61/2-3). Diğer yandan, uyanlarının onları kötülükten menetmeleri gerekirdi ki bu, peygambere karşı bir zorlama ve eziyet olurdu. Kur'an'da bu yasaklanmıştır. "Allâh ve Resulüne eziyet edenleri, o, dünya ve ahirette lanetledi" (el-Ahzâb, 33/23; er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, III, 8; İsmetü'l E'nbiyâ, s. 42, 43).

Ehl-i sünnete göre, peygamberlerin masum oluşu vahiyden sonra sabittir. Kur'an-ı Kerim'de bazı peygamber kıssaları anlatılırken, onların günah işlediklerini düşündüren örneklere rastlanır. Hz. Adem'in cennette yasak meyveyi yemesi (el-Bakara, 2/35-37; el-A 'râf. 7/20, 21, 23); Nuh aleyhiselâmın iman etmeyen oğlunu gemiye almak iğin duâ etmesi (Hud, 11/45-47); Hz. İbrahim'in putları kendi kırdığı halde, kavmine kimin kırdığını büyük puttan sormalarını istemesi (el-Enbiyâ, 21/57, 62, 63); Hz. Lût'un eş cinsel erkeklere kendi toplumunun kızlarını teklif etmesi (Hud, 11/77-79); Hz. Musa'nın bir şahsın ölümüne sebep olması (Kasas, 28/15); Hz. Yunus'un kavmini izinsiz terketmesi (el-Enbiyâ, 21 /87-88); Hz. Davud'un davacıyı dinleyip davalıyı dinlemeden davacı lehine hüküm vermesi (Sâd, 38/21-25); Hz. Muhammed'in kâfirlerin reislerini İslâm'a davet ettiği sırada gelip, soru soran ve bir ama olan Abdullah b. Ümmü Mektûm'a yüzünü buruşturması ve sırtını dönmesi (Abese, 80/1-12) örnek verilebilir. Ancak bu ve benzeri peygamber kıssalarında görülen hallerin bazıları ya peygamberlikten önceye aittir veya bunlarla ilgili nakiller muteber değildir. Bazıları da peygamberlerin şanına yakışacak biçimde açıklanmıştır. Çünkü eğer peygamberlerin günah işlemesi mümkün olsaydı, onların sözüne güvenilmez ve böylece ilâhî huccet gerçekleşmiş olmazdı.


******************************************

Pey gam ber le rin Sı fat la rı

Bü tün pey gam ber ler de müş te rek bâ zı va sıf lar mev cut tur. Bun lar sıdk, emâ net, fe tâ net, is met ve teb lîğ dir. Pey gam ber le re îman, bu hu sû si yet ler çer çe ve sin de ta mam la nır:

Sıdk: Pey gam ber le rin, ilâ hî hü küm le ri, emir ve ya sak la rı in san la ra teb lîğ de ve ver dik le ri her tür lü ha ber de doğ ru söz lü, sâ dık ol ma la rı dır. On lar söz ve fi il le rin de dâ imâ doğ ru luk üze re dir ler. Söz ve fi il le ri bir bir le ri nin ay na sı du ru mun da dır. On la rın ya lan söy le me le ri müm kün de ğil dir. Al­lâh -cel le ce lâ lü hû-, pey gam ber le ri ni sa dâ kat le ri se be biy le med het miş tir:



وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَّبِيًّا

“Ki tap’ta İb râ hîm’e dâ ir an lat tık la rı mı zı da ha tır la! Şüp he siz ki O, sıd dîk (özü, sö­zü dos doğ ru) bir pey gam ber di.” (Mer yem, 41)124

Al lâh Te âlâ, pey gam ber le rin bir an bi le sıdk tan ay rıl ma la rı nın müm kün ol ma dı ğı nı şu şe kil de bil­dir mek te dir:



وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ

(44)

لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ

(45)

ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ

(46)

“Eğer (Pey gam ber) Biz’e at fen bâ zı söz ler uy dur muş ol say dı, el bet te Biz O’nu kuv­vet le ya ka lar dık. Son ra da hiç şüp he siz O’nun şah da ma rı nı ko pa rır dık.” (el-Hâk­ka, 44-46)

On la rın doğ ru luk la rı ken di le ri ne îmân et me yen ler ta ra fın dan da hî tas dîk edil miş bir ul vî lik te dir. İş te bu nun sa yı sız mi sâl le rin den bir ka çı:

Al lâh Ra sû lü -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-, dâ ve ti ni ilk açık la dı ğı gün ler de Sa fâ Te pe si’nde yük sek bir ka ya nın üze rin den Ku reyş li le re şöy le ses len di:

“–Ey Ku reyş ce mâ ati! Ben si ze, şu da ğın ete ğin de ve ya şu vâ di de düş man at lı la rı var; he men si ze sal dı ra cak, mal la rı nı zı gas be de cek der sem, ba na ina nır mı sı nız?”

On lar da hiç dü şün me den:

“–Evet ina nı rız! Çün kü şim di ye ka dar Sen’i hep doğ ru ola rak bul duk. Sen’in ya lan söy le di ği ni hiç işit me dik!” de di ler. (Bu hâ rî, Tef sîr, 26)

Bi zans İm pa ra to ru He rak li yus, Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- Efen di miz hak­kın da mâ lû mat edin mek için, he nüz îmân et me miş olan Ebû Süf yân’a yö nelt ti ği su âl ler den bi rin­de:

“–Hiç sö zün de dur ma dı ğı ol du mu?” di ye sor muş tu.

O sı ra lar Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-’e mu hâ lif ol ma sı na rağ men Ebû Süf­yân’ın ver di ği ce vap:

“–Ha yır! O, ver di ği her sö zü mut la kâ tu tar!” ifâ de sin den ibâ ret ol du. (Bu hâ rî, Bed’ü’l-Vahy, 1, 5-6; Müs lim, Ci hâd, 74)

Mek ke müş rik le rin den Übey bin Ha lef de, İs lâm’ın en azı lı düş man la rın dan dı. Hic ret ten ev vel Âlem le rin Efen di si’ne:

“–Bir at bes li yo rum; ona en iyi şey le ri ye di ri yo rum. Bir gün ona bi ne rek Sen’i öl dü re ce ğim!” der­di.

Ra sû lul lâh -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- de bir de fâ sın da ona:

“–İn şâ al lâh ben se ni öl dü re ce ğim!” şek lin de mu kâ be le et ti.

Uhud Har bi gü nü bu ah mak müş rik, Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-’i arı yor ve şöy le di yor du:

“–Eğer bu gün O kur tu lur sa, be nim işim bi tik de mek tir!”

Bu dü şün cey le Pey gam ber Efen di miz’e sal dır mak için ya kı nı na ka dar gel di. Sa hâ be-i ki râm da, he nüz uzak tay ken onun ba şı nı uçur mak is te di ler. Ra sû lul lâh -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-:

“–Bı ra kın gel sin!” bu yur du.

Übey bin Ha lef yak la şın ca Fahr-i Kâ inât Efen di miz, sa hâ be den bi ri si nin elin den mız ra ğı nı al dı. Bu se fer Übey ge ri kaç ma ya baş la dı. An cak Pey gam ber ler Sul tâ nı:

“–Ne re ye ka çı yor sun ey ya lan cı?” di ye rek mız ra ğı fır lat tı. Mız rak Ubey’in boy nu nu ha fif çe sı­yır dı. Fa kat o, bu ka dar cık la bi le atın dan düş tü; bir kaç ke re tak la at tı ve can hı raş bir şe kil de ko­şa rak ken di ta ra fı na kaç tı. Bir yan dan ko şu yor, bir yan dan da göz le ri yu va la rın dan fır la mış bir hâl de ba ğı rı yor du:

“–Ye min ede rim ki, Mu ham med be ni öl dür dü!..”

Ya nı na ge lip ya ra sı na ba kan müş rik ler:

“–Bu ba sit bir sıy rık!” de di ler.

Fa kat o tat min ol ma dı ve şöy le de di:

“–Mu ham med ba na Mek ke’de iken: «Ben se ni ke sin lik le öl dü re ce ğim!» de miş ti. Ye min ede rim ki, eğer O ba na bir tük rük de at sa, ben yi ne ölü rüm!..”

Ar dın dan ba ğır ma sı na de vâm et ti. Se si, san ki bir ökü zün bö ğür me si gi bi çı kı yor du.

Ebû Süf yân:

“–Şu kü çü cük sıy rı ğa bu ka dar ba ğı rı lır mı?” di ye onu ayıp la dı ğın da Übey, ona da şöy le de di:

“–Sen bi li yor mu sun, bu sıy rı ğı kim yap tı? Bu, Mu ham med’in aç tı ğı bir ya ra dır. Lât ve Uz zâ’ya ye min ede rim ki, bu ya ra dan duy du ğum acı yı bü tün Hi caz hal kı na da ğıt sa lar, hep si de yok olur. Mu ham med ba na Mek ke’de: «Ben se ni ke sin lik le öl dü re ce ğim!» de miş ti. Ben tâ o za man O’nun eliy le öl dü rü le ce ği mi ve O’ndan kur tu la ma ya ca ğı mı an la mış tım.”

Azı lı bir Pey gam ber düş ma nı olan Übey, ni hâ yet Mek ke’ye ulaş ma dan bir gün ön ce yol da öl dü. (İbn-i İs hâk, s. 89; İbn-i Sa’d, II, 46; Hâ kim, II, 357)

Bu hâ di se de gös te ri yor ki, Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-’i ya kî nen ta nı yan azı lı bir müş rik bi le, O’nun sö zü nün ne ka dar kuv vet li ve doğ ru ol du ğu na inan mak tay dı.

Ebû Mey se re der ki:

“Al lâh Ra sû lü -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- bir gün Ebû Ce hil ve ar ka daşla rı nın ya nı na uğ ra mıştı. On lar Haz ret-i Pey gam ber’i gö rün ce:

«–Ey Mu ham med! Val lâ hi biz Sen’i ya lan la mı yo ruz; Sen bi zim ka tı mız da sâ dık ve doğ ru bir ki şi­sin. Lâ kin biz, Sen’in ge tir miş ol du ğun şe yi ya lan lı yo ruz.» de di ler. Bu nun üze ri ne âyet-i ke rî me nâ zil ol du:



قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لاَ يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللّهِ يَجْحَدُونَ

«On la rın söy le dik le ri nin Sen’i üze ce ği ni el bet te bi li yo ruz; doğ ru su on lar Sen’i ya­lan cı say mı yor lar, fa kat zâ lim ler, Al lâh’ın âyet le ri ni bi le bi le in kâr edi yor lar.» (el-En’âm, 33)” (Vâ hi dî, s. 219)

Haz ret-i Mu ham med Mus ta fâ -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-’in harf siz ve söz süz bir şe kil de sâ de ce sî mâ sı bi le sa dâ ka tin mü ces sem bir ifâ de siy di. Öy le ki, ya hû dî le rin seç kin ule mâ sın dan Ab dul lâh bin Se lâm, O’nun gül yü zü nü gör dü ğün de:

“–Bu yüz ya lan cı yü zü ola maz!” di ye rek îmân et miş ti. (Tir mi zî, Kı yâ me, 42; Ah med, V, 451)

Ken di si ne pey gam ber lik ve ril me den ön ce ki ha yâ tın da bi le, in san la ra şa ka ni ye tiy le de ol sa ya lan söy le me yen bir in sa nın, Al lâh hak kın da ya lan söy le me si im kân sız dır. Zî râ Pey gam ber Efen di miz ya lan söy le me yi ni fak alâ me ti say mış ve üm me ti ni ya lan dan şid det le me net miş tir.125

Efen di miz -aley his sa lâ tü ves se lâm-, bir ha dîs-i şe rîf le rin de şöy le bu yur muş lar dır:

“Kul ya lan söy le me ye ve ya lan söy le me ni ye ti ni ta şı ma ya de vâm et tik çe, kal bi ne si yah bir nok ta vu ru lur. Son ra bu nok ta bü yür ve kal bin ta mâ mı sim si yah ke si lir. Bu kim se ni hâ yet Al­lâh ka tın da «ya lan cı lar» ara sı na kay de di lir.” (Mu vat ta’, Ke lâm, 18)

Nü fey bin Hâ ris -ra dı yal lâ hu anh- şöy le nak le di yor:

Bir gün Ra sû lul lâh -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-:

“–Bü yük gü nah la rın en ağı rı nı si ze ha ber ve re yim mi?” di ye üç de fâ sor du. Biz de:

“–Evet yâ Ra sû lal lâh!” de dik.

Ra sûl-i Ek rem -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- Efen di miz:

“–Al lâh’a şirk koş mak, ana ba ba ya ita at siz lik et mek.” bu yur duk tan son ra, yas lan dı ğı yer den doğ ru lup otur du ve:

“–İyi din le yin, bir de ya lan söy le mek ve ya lan cı şâ hit lik yap mak!” bu yur du. Bu sö zü o ka dar tek rar la dı ki, da ha faz la yo ru lup üzül me me si için sü kût bu yur ma la rı nı ar zu et tik. (Bu hâ rî, Edeb, 6; Müs lim, Îman, 143)

Kur’ân-ı Ke rîm’de de sa dâ ka tin ehem mi ye ti şu şe kil de be yân edil mek te dir:



قَالَ اللّهُ هَذَا يَوْمُ يَنفَعُ الصَّادِقِينَ صِدْقُهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِي

“Al lâh Te âlâ şöy le bu yu ra cak tır: Bu, sâ dık la ra, sa dâ kat le ri nin fay da ve re ce ği gün dür. On la ra, için de ebe dî ka la cak la rı, ze mi nin den ır mak lar akan cen net ler var dır. Al lâh on lar dan râ zı ol muş tur, on lar da O’ndan râ zı ol muş lar dır. İş te bü­yük kur tu luş ve ka zanç bu dur.” (el-Mâ ide, 119)

Emâ net: Bü tün pey gam ber ler son de re ce emîn, gü ve ni lir, dü rüst ve müm taz şah si yet ler dir. Ehl-i îmân ol ma yan lar bi le on la ra son suz bir gü ven du yar lar. Pey gam ber le rin emâ net sı fa tı, on­la rın her hu sus ta emîn ve gü ve ni lir ol ma la rıy la bir lik te, da ha zi yâ de va hiy üze rin de emîn ol ma la­rı nı, Al lâh’ın emir ve ya sak la rı nı in san la ra de ğiş tir me den, ar tı rıp ek silt me den teb lîğ et me le ri ni ifâ de eder.

Al lâh Te âlâ pey gam ber lik şe ref ve va zî fe si ni hâ in le re de ğil, an cak her ba kım dan emîn olan sâ dık kul la rı na ve rir. Âyet-i ke rî me ler de pey gam ber le rin üm met le ri ne:



أُبَلِّغُكُمْ رِسَالاتِ رَبِّي وَأَنَاْ لَكُمْ نَاصِحٌ أَمِينٌ

“Si ze Rab bi min vah yet tik le ri ni teb lîğ edi yo rum ve ben si zin için emîn bir na si hat­çi yim.” (el-A’râf, 68)



إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

“Şüp he siz ben, si ze gön de ri len emîn bir pey gam be rim.” (eş-Şu arâ, 107) bu yur duk la rı bil di ril mek te dir.126

Ni te kim Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- hak kın da söy le nen “Mu ham me dü’l-Emîn” tâ bi ri, müş rik le rin de dil le rin den düş mez di. Ni te kim on lar ken di yan daş la rı na de ğil, Ra­sûl-i Ek rem Efen di miz’e gü ve nip emâ net le ri ni tes lîm eder ler di. Hat tâ hic ret ede ce ği za man da hî, Haz ret-i Pey gam ber’in ya nın da müş rik le rin bir ta kım emâ net le ri var dı. Pey gam ber Efen di miz, ölüm teh li ke si ne rağ men Haz ret-i Ali’yi Mek ke’de bı ra kıp on la rı sâ hip le ri ne tes lîm et tir miş ti.

El-Emîn

vas fı, Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- Efen di miz’in âde ta ikin ci bir is mi ol muş­tur. Ni te kim Fahr-i Kâ inât Efen di miz 25 ya şı na gel di ğin de Mek ke’de sâ de ce el-Emîn (en em ni­yet li ki şi) is miy le çağ rı lı yor du.127

Kâ be ha kem li ği es nâ sın da O’nun gel di ği ni gö ren ler “el-Emîn ge li yor!” di ye rek se vin miş ve her hu sus ta ken di si ne îti mâd ede rek O’nun la is ti şâ re et miş ler dir. Uğ run da ca nı nı, ma lı nı ve her şe yi­ni fe dâ eden as hâb-ı ki râm ka dar, O’nun ca nı na kas te den ha sım la rı da Pey gam ber Efen di miz’in emîn li ği hi lâ fı na bir şey söy le ye me miş ler dir.

Pey gam ber ler emîn ol duk la rı gi bi, on la ra va hiy ge ti ren Ceb râ îl -aley his se lâm- da emîn dir. Ni te­kim Ce nâb-ı Hak:



إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ

(19)

ذِي قُوَّةٍ عِندَ ذِي الْعَرْشِ مَكِينٍ

(20)

مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ

(21)

“O (Kur’ân-ı Ke rîm), şüp he siz de ğer li, güç lü ve Arş’ın sâ hi bi (Al lâh’ın) ka tın da îti bar lı bir el çi nin (Ceb râ îl’in) ge tir di ği bir söz dür. O, ken di si ne ita at edi len, emîn bir el çi­dir.” (et-Tek vîr, 19-21) bu yur mak ta dır. Do la yı sıy la va hiy, se mâ da ki Emîn vâ sı ta sıy la yer yü­zün de ki Emîn’e in zâl buy rul mak ta dır.

Fe tâ net: Pey gam ber ler, in san lar için de bil has sa akıl, ze kâ ve fi râ set ol mak üze re her ba kım dan en üst de re ce de dir ler. On lar, kuv vet li bir hâ fı za, yük sek bir id râk, güç lü bir man tık ve ik nâ kâ bi­li ye ti ne sâ hip tir ler.

Fe tâ net, ku ru bir akıl ve man tık de ğil, de hâ nın da öte sin de bir id râk se vi ye si dir. Kal be bağ lı ak­lın, fi râ set ve ba sî re tin ifâ de si dir. Her pey gam be rin, va zî fe si ni ek sik siz ve mü kem mel bir şe kil de ye ri ne ge ti re bil me si için, böy le üs tün bir ze kâ ya sâ hip ol ma sı îcâb eder. Ak si tak dir de, gön de ril­dik le ri kim se le re kar şı kuv vet li de lil ler ge ti re mez, on la rı ik nâ ve ya il zâm ede mez ler.

Pey gam ber ler, en muğ lak ve müş kil me se le le ri da hî sü hû let le hal le der ler. Mev zû la rı îzâh eder­ken, sehl-i müm te nî ile ko nuş tuk la rı için, id râk se vi ye le ri bir bi rin den fark lı olan mu hâ tap la rı, on­la rı an la mak ta zor luk çek mez ler.

Bu sı fat, bü tün pey gam ber ler de fark lı fark lı te zâ hür et miş, Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley­hi ve sel lem-’in ise bü tün ha yâ tı bu te zâ hür ler le geç miş tir. Da ha ön ce de bah set ti ği miz gi bi Kâ be ta mir edi lir ken Ha cer-i Es ved’i ye ri ne koy ma me se le sin de do ğan bü yük ih ti lâ fı, o es nâ da Ha rem ka pı sın da gö rü nen Âlem le rin Efen di si, eş siz bir ba sî ret ve fi râ set ör ne ği ser gi le ye rek ko lay ca çöz müş, ka bî le ler ara sın da çı ka bi le cek muh te mel bir sa va şa mâ nî ol muş tur.

Yi ne O’nun İs lâm yo lun da yap tı ğı mu hâ re be ler de gös ter di ği di râ yet, ba rış ant laş ma la rın da, bil­has sa Hu dey bi ye’de or ta ya koy du ğu fi râ set, Mek ke’nin kan dö kül mek si zin fet hi ve hi dâ yet le re ve sî le olun ma sı, Hu neyn’de, Tâ if’te iz le di ği hâ ri ku lâ de tak tik ve gös ter di ği adâ let, hiç bir be şe rin kâ bı na va ra ma ya ca ğı bir fe tâ net ese ri dir.

Bir müs lü man da, pey gam ber ler de ki fe tâ net sı fa tın dan his se alıp, akıl nî me ti ni en ve rim li bir şe­kil de kul lan ma lı dır. Ki me, ne yi, ne za man, ne re de ve na sıl söy le ye ce ği ni ve ne şe kil de dav ra na­ca ğı nı iyi bil me li dir.

Me se lâ, Câ fer-i Tay yâr -ra dı yal lâ hu anh-’ın, Ha be şis tan Ne câ şî si’ne İs lâm hak kın da bil gi ve rir­ken tâ kib et ti ği in ce üs lûp, bir müs lü ma nın fi râ se ti ni gös ter me si ba kı mın dan pek ib ret li dir:

Hris ti yan olan Ne câ şî, Câ fer-i Tay yâr -ra dı yal lâ hu anh-’ın Kur’ân-ı Ke rîm’den bir kaç âyet oku­ma sı nı ta leb et ti ğin de o, ilk baş ta in kâr cı la ra mey dan oku yan Kâ fi rûn Sû re si’ni de ğil de, için de Haz ret-i Îsâ ve an ne sin den medh ü se nâ ile bah se di len Mer yem Sû re si’ni oku du. Haz ret-i Câ­fer’in ti lâ vet et ti ği âyet-i ce lî le le ri hu şû için de din le yen Ne câ şî, yaş lı göz ler le:

“–Şüp he siz şu din le dik le rim ile Îsâ’nın ge tir di ği, ay nı nûr kay na ğın dan fış kı rı yor!” de di ve bir müd det son ra da İs lâm ile şe ref len di. (İbn-i Hi şâm, I, 358-360)

Teb lîğ: Pey gam ber ler, ilâ hî emir le ri dos doğ ru ola rak, em re dil dik le ri şe kil de in san la ra bil di rir­ler. On la rın teb lîğ le rin de, ken di le rin den ne bir ilâ ve ne de bir ek silt me var dır. Teb lîğ, pey gam­ber le rin müş te rek sı fat la rın dan ve en mü him va zî fe le rin den dir. Âyet-i ke rî me de şöy le buy ru lur:



يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ

“Ey Ra sûl! Rab bin den Sa na in di ri le ni teb lîğ et. Eğer bu nu yap maz san O’nun ri sâ­let va zî fe si ni ye ri ne ge tir me miş olur sun…” (el-Mâ ide, 67)

Pey gam ber ler, teb lîğ va zî fe le ri ni ye ri ne ge ti rir ken, çe şit li sı kın tı lar la kar şı laş mış lar dır. Fa kat hiç bir za man dâ vâ la rın dan tâ viz ver me miş ler dir. Ha yat la rı bu hu sus ta ib ret li hâ di se ler le do lu­dur.

Pey gam ber Efen di miz, İs lâm’a dâ vet eder ken en ya kın la rın dan baş la mış, za man ve me kâ na gö re dav ran mış, mu hâ ta bı nın hâ let-i rû hi ye si ni ve an la yış se vi ye si ni gö zet miş, ted rî cî li ğe ri âyet et­miş, bul du ğu her fır sa tı de ğer len dir miş, hiç bir za man zor laş tır ma mış, dâ imâ ko lay laş tır mış, hep müj de le miş, as lâ nef ret et tir me miş tir.

Bü tün öm rü nü İs lâm’ı teb lî ğe vak fe den Ra sûl-i Ek rem -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- Efen di miz, Ve dâ Hut be si’nde de as hâ bı na hi tâ ben:

“Teb lîğ va zî fe mi yap tım mı?” di ye sor muş, on lar dan müs bet ce vap alın ca da:

“Al lâh’ım şâ hit ol!..” bu yu ra rak, va zî fe si ni yap mış ol ma nın haz zı nı ya şa mış tır.

Bü tün mü’min ler de Al lâh Ra sû lü’nün bu teb lîğ me tod la rı na kâ bi li yet le ri nis be tin de sâ hip ol ma lı­dır lar. Zî râ İs lâm’ı teb lîğ, müs lü man lar üze ri ne farz hük mün de dir.128

Ra sû lul lâh -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- Efen di miz şöy le bu yur mak ta dır:

“Siz den her kim bir kö tü lük gö rür se onu eliy le dü zelt sin, gü cü yet mez se di liy le dü zelt sin, bu na da gü cü yet mez se kal biy le buğ zet sin! Bu ise îmâ nın en za yıf hâ li dir.” (Müs lim, Îman, 78)

Bir ce mi yet te mâ rû fu (iyi li ği, doğ ru lu ğu) em re den, mün ker den (kö tü lük ten, çir kin lik ten) me ne­den kim se ler ol maz sa, çir kin iş ler za man la alış kan lık hâ li ne ge lir ve ha yat ta nor mal kar şı lan ma ya baş lar. Mâ nî olun ma yan kö tü lük, bir müd det son ra is ten se de mâ nî olu na maz hâ le ge lir. Hak la bâ tıl bir bi ri ne ka rı şa rak ha kî kat or ta dan kal kar ve in san lar Al lâh’ı unu tur lar. Bu nun ne tî ce si de o ce mi ye tin ta mâ men he lâk ol ma sı dır. Bu fe cî âkı bet ten kur tul mak için teb lîğ fa âli ye ti ne ehem mi­yet ver mek za rû rî dir.

İs met:
Pey gam ber ler, giz li ve âşi kâr her tür lü mâ si yet ten ve gü nah iş le mek ten uzak tır lar. Bu va sıf la rı se be biy le on lar, pey gam ber lik le rin den ön ce de son ra da şirk ba tak lı ğı na düş mek ten ko­run muş lar dır. Yi ne Al lâh’tan al dık la rı vah yi in san la ra teb lîğ eder ken unut ma la rı ve ya ha tâ et­me le ri müm kün de ğil dir.

Pey gam ber ler is met sı fa tı na sâ hip ol ma sa lar dı, ver dik le ri ha ber le rin doğ ru lu ğu na gü ve nil mez di. Bu du rum ise on la rın, Al lâh’ın yer yü zün de ki hüc ce ti ve şâ hi di ol ma hu sû si yet le ri ne göl ge dü şü­rür dü.

Ehl-i sün ne te gö re pey gam ber ler as lâ bü yük gü nah iş le mez ler. Seh ven ve bir ta kım hik met le re meb nî ola rak “zel le” iş le me le ri müm kün se de ha tâ la rı üze re bı ra kıl maz lar, der hâl âyet le tas hih ve îkâz edi lir ler.

Bu “zel le” de di ği miz gayr-i irâ dî be şe rî ha tâ lar; pey gam ber le rin de ac zi ye ti tat ma la rı ve be şer ol­duk la rı ha tır la tı la rak ken di le ri ne ulû hi yet izâ fe edil me si nin en gel len me si hik me ti ne meb nî dir.

Pey gam ber ler, ör nek alı na bil me si müm kün ola cak dav ra nış lar ser gi le mek du ru mun da dır lar. Ak­si hâl de in san lar, “Pey gam ber le rin em ret tik le ri bi zim tâ ka ti mi zin üs tün de dir.” di ye rek ilâ hî emir ve ne hiy le ri tat bîk hu sû sun da pek çok mâ ze ret üre tir ler di. Bu ha kî ka ti göz önün de bu lun dur ma­ya rak, pey gam ber le rin me lek ler den ol ma sı ge rek ti ği ni dü şü nen gâ fil ler de çık mış ve bun la ra Kur’ân-ı Ke rîm’de şöy le ce vap ve ril miş tir:



قُل لَّوْ كَانَ فِي الأَرْضِ مَلآئِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِم مِّنَ السَّمَاء مَلَكًا رَّسُولاً

“(Ey Ra sû lüm! On la ra) de ki: Eğer yer yü zün de hu zur için de yer le şip do la şan lar (in san de ğil de) me lek ler ol say dı, şüp he siz Biz de on la ra gök ten pey gam ber ola rak bir me­lek gön de rir dik.” (el-İs râ, 95)



وَمَا جَعَلْنَاهُمْ جَسَدًا لَّا يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَمَا كَانُوا خَالِدِينَ

“Biz on la rı (pey gam ber le ri), ye mek ye mez bi rer ce set (me lek) ola rak ya rat ma dık. On­lar (bu dün yâ da) ebe dî de de ğil ler dir.” (el-En bi yâ, Cool

Di ğer ta raf tan pey gam ber ler, üm met le ri nin ay nı ha tâ ya düş me me si ve ha tâ et tik le ri tak dir de na sıl ha re ket ede cek le ri ni öğ ren me le ri için de ör nek ol mak zo run da dır lar.

Me se lâ Nûh -aley his se lâm- 950 se ne lik sa bır do lu bir teb lîğ mü câ de le sin den son ra kav mi hi dâ­ye te gel me yin ce:



فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانتَصِرْ

“Rab bi ne: «(Yâ Rab bî) mağ lûb ol dum; ar tık ba na yar dım et!» di ye rek il ti câ et ti.” (el-Ka mer, 10)

Bu du âsı nın ne ti ce sin de kav mi su da he lâk olur ken mün kir oğ lu için de ba ba lık mer ha me tiy le:



رَبِّ إِنَّ ابُنِي مِنْ أَهْلِي

“…Ey Rab bim! Şüp he siz oğ lum da âi lem den dir…” (Hûd, 45) de di.

Ce nâb-ı Hak da kav mi ne bed duâ edip oğ lu na duâ et ti ği için:



إِنِّي أَعِظُكَ أَن تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

“…(Ey Nûh!) Ben sa na câ hil ler den ol ma ma nı tav si ye ede rim!” (Hûd, 46) bu yur du.

Nûh -aley his se lâm-’ın bu zel le si, kı yâ me te ka dar ge le cek bü tün üm met le re bir mi sâl ol muş tur.

“Lâ yuh tî: ha tâ et mez” vas fı, sâ de ce Ce nâb-ı Hakk’a mah sus tur. Kul lar için ha tâ dan uzak kal mak müm kün de ğil dir. An cak müs lü man, ha tâ la rı nı as ga rî ye in dir me gay re ti için de ol ma lı dır. Bu nun için Kur’ân-ı Ke rîm’de pek çok yer de zi kir, yâ ni kal bin Ce nâb-ı Hak ile be râ ber ol ma sı em re dil­mek te dir. Zî râ kalb “Al lâh” der ken bir hak sız lık ya pı la maz, yan lış bir dav ra nış ta bu lu nu la maz.

Al lâh Te âlâ şöy le bu yu rur:



وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

“Al lâh’ı unu tup da Al lâh’ın da on la ra ken di le ri ni unut tur du ğu kim se ler gi bi ol­ma yın; on lar yol dan çık mış fâ sık kim se ler dir.” (el-Haşr, 19)

Yi ne bu hu sus ta gaf let te bu lu nan lar hak kın da Al lâh Te âlâ:



فَوَيْلٌ لِّلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُم مِّن ذِكْرِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

“…Kalb le ri, Al lâh’ı zik ret mek hu sû sun da ka tı laş mış olan la ra ya zık lar ol sun; iş te bun lar apa çık da lâ let te dir ler.” (ez-Zü mer, 22) bu yur mak ta dır.

a

Pey gam ber le rin bu beş sı fa tı (sıdk, emâ net, fe tâ net, teb lîğ, is met) dı şın da, yal nız Haz ret-i Pey­gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-’e âit üç bü yük sı fat da ha var dır ki şun lar dır:

1. Ra sûl-i Müc te bâ -aley hi ek me lü’t-te hâ yâ- Efen di miz, Ha bî bul lâh’tır, bü tün pey gam ber ler den ef dal dir ve O, in san lı ğın en şe ref li si dir.

Şâ ir Ne cip Fâ zıl, O’nu kı sa ca şöy le tas vîr eder:

It rı nı süz müş ezel,

Bal Sen’sin var lık pe tek…

2. Ra sûl-i Ek rem -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- Efen di miz, bü tün in san la ra ve cin le re gön de ril miş­tir. Yâ ni Ra sû lü’s-se ka leyn’dir. Ge tir di ği dîn, kı yâ me te ka dar bâ kî dir. Di ğer pey gam ber ler ise ge çi ci bir za man için ve bâ zı la rı da mün ha sı ran bir kav me gön de ril miş ler dir. Bu ba kım dan her pey gam be rin mû ci ze si ken di za mâ nı na mün ha sır ken, Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-’in mû ci ze le ri bü tün za man la ra şâ mil dir. Bil has sa Kur’ân-ı Ke rîm, O’na ve ri len en bü yük mû ci ze ola rak kı yâ me te ka dar tah rîf ten ma sûn ola rak bâ kî dir.

3. Hâ te mü’l-en bi yâ, yâ ni pey gam ber le rin so nun cu su dur.

Bun lar dan ay rı ola rak bir de Haz ret-i Pey gam ber -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem-’e kı yâ met gü nü için ma kâm-ı mah mûd ve şe fa at-i uz mâ bah şe dil miş tir. Bu se bep le o mer ha met pey gam be ri, mah şer de üm me tin gü nah kâr la rı na şe fa at ede cek ve bu şe fa ati de mak bûl ola cak tır.129

a

Bir in sa nı se ve rek onun şah si yet ve ka rak te ri ne hay ran lık duy ma nın ve onu tak lî de ça lış ma nın fıt rî bir te mâ yül ol du ğu, in kâr edi le me ye cek bir ger çek tir. Bu ba kım dan in sa noğ lu için, en mü­kem mel ör nek le ri bu la rak on la rın izin den gi de bil mek, pek mü him bir hu sus tur. Bu yüz den dir ki lu tuf ve ke re mi son suz olan Ce nâb-ı Hak, in sa noğ lu na sâ de ce ki tap lar de ğil, bir de o ki tap la rın can lı ifâ de le ri de mek olan ve bin bir üs tün va sıf lar la mut ta sıf pey gam ber ler, yâ ni ör nek şah si­yet ler gön der miş tir. Öy le ör nek şah si yet ler ki, dî nî, il mî ve ah lâ kî dav ra nış lar ba kı mın dan ve her yön den mü kem mel lik arz eder ler. Ni te kim o pey gam ber le rin her bi ri, in san lık tâ ri hin de bel li bir ör nek dav ra nı şı zir ve leş ti re rek be şe ri ye te müs tes nâ hiz met ler de bu lun muş lar dır.

Me se lâ pey gam ber ler için de Haz ret-i Nûh -aley his se lâm-’ın ha yâ tı na ba kıl dı ğın da, ön ce lik le; îman dâ ve ti, ta ham mül, sa bır ve ne tî ce de de küf re ve kü für er bâ bı na kar şı şid det li bir buğz gö ze çar par.

Haz ret-i İb râ hîm -aley his se lâm-’ın ha yâ tı, şir ke kar şı aman sız bir mü câ de le ve put pe rest li ği yok et me uğ run da geç miş, ay rı ca Nem rud’un ateş le ri ni gül bah çe le ri ne çe vi ren Hakk’a tes lî mi­yet, te vek kül ve îti mâd hu sû sun da müs tes nâ bir nu mû ne ol muş tur.

Haz ret-i Mû sâ -aley his se lâm-’ın ha yâ tı, zâ lim Fi ra vun ve ava ne si ile mü câ de le hâ lin de geç miş ve o, da ha son ra ge tir di ği şe rî at ile mü’min ler için ic ti mâî bir ni zam te sis et miş tir.

Haz ret-i Îsâ -aley his se lâm-’ın teb lî ğâ tı nın fâ rik vas fı, in san la ra kar şı şef kat ve mer ha met le do lu bir kal bî rik kat tir. On da, in san la ra af ile mu âme le ve te vâ zû gi bi yük sek hâl ler dik kat çe ker.

Haz ret-i Sü ley mân -aley his se lâm-’ın dil le re des tan olan o göz ka maş tı rı cı sal ta na tı na rağ men, te vâ zû ve şü kür ile kal bî tav rı nı mu hâ fa za ede rek Hakk’a kul luk ta yü cel me si hay ran lık ve ri ci dir.

Haz ret-i Ey yûb -aley his se lâm-’ın ha yâ tın da be lâ la ra sab rın ve her ah vâl de Al lâh’a şük rün yük sek te zâ hür le ri mev cut tur.

Haz ret-i Yû nus -aley his se lâm-’ın ha yâ tı, Al lâh’a yö ne lip bağ lan ma nın ve ku su run dan do la yı ne dâ met gös te rip tev be ye sa rıl ma nın kâ mil bir mi sâ li dir.

Haz ret-i Yû suf -aley his se lâm-, esâ ret hâ lin dey ken da hî Hakk’a bağ lı lık ve dâ ve tin zir ve si ni ya şa mış tır. O; ser vet, şöh ret ve şeh vet sâ hi bi gü zel bir ka dı nın “Hay di gel se ne ba na” di ye­rek, nef si cez be di ci bir tek lif te bu lun du ğu za man da bi le bü yük bir if fet ser gi le miş tir. Onun yük­sek bir tak vâ ile mü zey yen gön lü, dav ra nış mü kem mel lik le ri nin muh te şem men baı hâ lin de dir.

Haz ret-i Dâ vûd -aley his se lâm-’ın ha yâ tı, ilâ hî aza met kar şı sın da ki ib ret say fa la rıy la do lu dur. O’nun haş ye tul lâh için de, göz ya şı dö ke rek hamd ü se nâ sı ve zik re di şi, ta zar rû ve ni yâz hâ lin de Al lâh’a yö ne li şi pek ib ret li dir.

Haz ret-i Ya’kûb -aley his se lâm-’ın sî re ti ise, in sa nın gö zün de dün yâ ka rar dı ğı za man bi le ye’se düş me yip, sabr-ı ce mîl ile Al lâh’a bağ lan mak ve O’nun rah me tin den ümit kes me mek lâ zım gel­di ği ne dâ ir bü yük bir ör nek tir.

Pey gam ber le rin ser ve ri olan Haz ret-i Mu ham med Mus ta fâ -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- Efen di miz ise, ken di sin den ev vel ge len, -ri vâ ye te gö re- 124 bin kü sur pey gam be rin bi li nen ve bi lin me yen bü tün fâ rik va sıf la rı nın ta mâ mı nın da ha öte si ne sâ hip ol muş, gü zel ah lâk ve has let le­rin zir ve si ni teş kil et miş tir. O’nun mü bâ rek sî re ti âde ta en gin bir der yâ; di ğer pey gam ber le rin sî re ti ise ora ya dö kü len ne hir ler me sâ be sin de dir.

a

Haz ret-i Âdem -aley his se lâm- ve Hav vâ vâ li de miz ile baş la yan in san lık âi le si, dî nî hu zur ve sa­âdet ik lî min de ya şa mak üze re; bu gün Mek ke’de ki Kâ be’nin ye ri ni ilk ibâ det hâ ne edin miş ler dir. Ha yâ tî ve ic ti mâî lü zum se be biy le et râ fa ya yı lan Âde mo ğul la rı, za man za man pey gam ber ler le ir­şâd olu na rak dî nî ha yâ tı de vâm et tir miş ler ve bu sû ret le ilâ hî ha kî kat le re sâ dık kal mış lar dır. Zî­râ ilâ hî ha kî kat ler, Haz ret-i Âdem -aley his se lâm-’dan iti bâ ren za man za man bir ta kım dîn tah­rip çi le ri ve câ hil ler ta ra fın dan tah rîf edil miş, lâ kin Ce nâb-ı Hak, mü te sel si len pey gam ber ler gön­der mek sû re tiy le bu tah rî bâ tı ber ta râf edip dî ni ye ni den ih yâ et miş tir. Bu sû ret le in san lık âle mi, fer dî ve ic ti mâî buh ran lar dan kur ta rıl mış tır.

Ni hâ yet, dün yâ gü nü nün ikin di si ne ben ze yen asr-ı sa âdet gel miş ve Pey gam ber Efen di miz Haz­ret-i Mu ham med Mus ta fâ -sal lâl lâ hu aley hi ve sel lem- ile dî nî ha yat ilk baş la dı ğı yer de, son bir ke mâl zir ve si gös ter miş tir. Ar tık zir ve teş kil eden ke mâl-i Mu ham me dî’den son ra ye ni bir ke mâl ta sav vu ru im kân sız dır. Zî râ pey gam ber ler gön der mek sû re tiy le dî nin tek rar ih yâ sı O’nun la ni hâ ye te er di ril miş, Al lâh’ın râ zı ol du ğu dîn, İs lâm ol mu
ş tur.


Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VE ÖRNEKLER Empty
MesajKonu: Geri: PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VE ÖRNEKLER   PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VE ÖRNEKLER Icon_minitimePerş. Ekim 14, 2010 11:53 pm

Şefkat Burcunda Fetanet Ufku

Özellikle fetanet sıfatı bu mevzuda önem arz eder. Allah Resûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) fetanet-i uzma sahibiydi. Bu sebeple, yaptığı bütün işlerde isabet buyuruyordu. Hareket ve faaliyetlerinde, "keşke böyle yapmasaydım" veya "öyle değil de böyle bir strateji belirleseydim" dediği hiçbir iş yoktu. Aynı şekilde belli işlerde tavzif ettiği insanlar için, "keşke onu değil de falan kişiyi tavzif etseydim" demesini gerektirecek hiçbir icraatı olmamıştı. Bu hususlarda vahiy yoluyla, mutlaka, Cenab-ı Hakk'ın Peygamber Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) aydınlatıp tenvir etmesi söz konusuydu. Fakat bilinmesi gerekir ki, pek çok iş de O'nun fetanet-i uzmasından nebean ediyordu. Bu yüksek düşünce kabiliyeti, dehanın çok çok üstündeydi. Deha sahibi, üstün bir insandır. Onun, birkaç insanın düşünce ufkunu birden ihtiva edebilen bir düşünce kabiliyeti vardır. Ancak fetanet bundan tamamen farklıdır. Fetanet-i uzma ise, Cenab-ı Hakk'ın, üstlendiği misyona göre özel bir donanımla seçkin kulunu serfiraz kılmasıdır ki, bunun insanlar üzerindeki tesiri dehanın tesiriyle kıyas dahi edilemez.

İşte hicretin başlangıcından itibaren Medine'deki o muazzam inkişafta böyle bir fetanetin ciddi tesiri vardır. Mesela Medine'deki dört bin beş yüz civarındaki müşriğin, Müslümanlar arasında nasıl eriyip gittiği anlaşılacak gibi değildir. Bu kadar kısa bir zaman içerisinde böyle bir neticeyi aklımın almadığını itiraf etmeliyim. Evet, putlara bağlı olan o insanlar nasıl oluyor da birer birer yön ve yörünge değiştiriyor; değiştirip Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) altın halkasına dahil oluyor, o halkanın bir unsuru haline geliyorlardı. Keza münafıklar da o dönemde büyük bir problemdi. Müslümanlardan biri gibi görünerek sürekli onları içten vurmaya çalışıyorlardı. Hz. Pir, münafıkların bu zararını anlatma sadedinde: "Kurt, gövdenin içine girdi. Korkarım ki cemiyetin bünyesi buna dayanamaz." buyuruyor. O münafıklardan birisi bir gün Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gelerek Müslüman olduğunu ve diğerlerini de getirebileceğini söylemişti. Ancak eşsiz fetanet sahibi Fahr-i Kainat Efendimiz buna müsaade etmemiş ve onları kendi hallerine bırakmıştı. İşte bizim aklımızın ermediği bu ve benzeri muameleler neticesinde, münafıklar da zamanla eriyip gitmişlerdir. Öyle ki, bildiğimiz kadarıyla, halifeler döneminde Medine-i Münevvere'de hiçbir münafık kalmamıştı.

Emanet ve İnandırıcılık

İşte siz bu başarıyı, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ın (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) raufiyet ve rahimiyetinin yanında, O'nun eşsiz fetanet ve idare kabiliyetine, Allah'ı hatırlatacak bir görünüşe sahip bulunmasına, emin ve güvenilir bir insan olmasına, zaferler zaferleri takip ettiği ve değişik yerlerden ganimetler akıp durduğu bir dönemde dahi daracık bir odada tevazu ve mahviyetle hayatını sürdürmesine ve burada zikredemediğimiz daha nice âlî vasıflarına verebilirsiniz. Bildiğiniz üzere, Hz. Aişe Validemiz'in rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre, Hazreti Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi efdalu't-tahiyyât ve ekmelü't-teslîmât), hücre-i saadetlerinde geceleyin ibadet için kalktıklarında "Ya Aişe, müsaade eder misin, Rabbime ibadet edeyim" diyerek Aişe Validemizden müsaade istiyordu. Demek ki, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatakta yanında bulunmayı eşinin hakkı gördüğünden, ehlinin hakkını yerine getirme mevzuunda kılı kırk yararcasına bir hassasiyet gösterip ondan izin istemektedir. Hz. Aişe Validemiz, bu dar hücrede, Peygamber Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) secdeye varınca, eliyle kendisinin ayaklarını itip oraya secde ettiğini; secdesini bitirince de kendisinin tekrar ayaklarını uzatıp uyumaya devam ettiğini anlatıyor ki, zannediyorum Efendiler Efendisi'nin yaşadığı hayatı anlatma adına bu tablo bize yeterli derecede bir fikir vermektedir.

Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun hayat-ı seniyyelerini geçirdiği ve ruhunun ufkuna yürüdüğü yer işte bu daracık odaydı. Diğer ezvac-ı tahiratın odaları da bundan farklı değildi. İşte bu, öyle inandırıcı bir faktördür ki, bu emniyet ve güven kredisini başka hiçbir şeyle elde edebilmeniz mümkün değildir. Siz on sene evvel bir hasır üstünde, üzerinize bir battaniye alıp yatıyorsunuz; sonra fethedilen yerlerden gelen ganimetin beşte biri size geliyor, ancak siz ondan kendinize bir şey ayırmayıp onu da başkalarına dağıtıyor ve aynı sadelik içinde hayatınızı devam ettiriyorsunuz. Evet, bütün bunlara şahit olan birinin, böyle bir zat hakkında güvensizliğe düşmesi mümkün değildir. Daha önce de değişik vesilelerle ifade edildiği üzere, Kâinatın Efendisi ruhunun ufkuna yürüdüğü esnada, ailesinin maişetini temin için, kalkanını bir Yahudi'ye rehin verip ondan borç almış bulunuyordu. Hâlbuki O, değil ifade etmek, "eşlerimin şöyle bir ihtiyacı var" imasında bulunsaydı, sahabe-i kiram efendilerimiz canlarını peyler yine de onu tedarik ederlerdi. Ancak O (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), ciddi bir istiğna duygusuna, başkalarına el açmama düsturuna sahipti.

وَمَۤا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلٰى رَبِّ الْعَالَمِينَ

"Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden bir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah'a aittir." (Şuara Suresi, 26/127) âyeti mucebince Allah'tan başkasından bir şey beklemiyordu.

Şimdi bir sene, iki sene, üç sene... on sene bir insanın nabzı tutulduğunda, o, hep aynı istikametini koruyor, hep olduğu gibi görünüyor, olduğu gibi yaşıyor ve olduğu gibi kalıyorsa, hiç şüpheniz olmasın o insan, gönüllerde hüsn-ü kabul görecektir. Zannediyorum, benim gibi ruhta kaba saba olan bir insan bile o dönemde olsaydı, "Vallahi bu inanılacak bir insan" derdi. Bu sebeple, netice itibarıyla diyebiliriz ki, Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenab-ı Hakk'ın kendi isimlerinden ayırıp O'na verdiği rauf ve rahim sıfatlarının yanı sıra, emniyet, fetanet gibi sıfât-ı nebeviyeye de en yüksek derecelere sahipti. Allah (celle celaluhu), sahip olduğu bütün bu sıfatlarıyla O'nu insanlara göndermiş ve insanlar da bu emniyet abidesine gönülden inanmışlardı.

Adanmış Ruhlar ve Beklentisizlik

Günümüzde de, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen değerleri başkalarına anlatma yolunda gayret gösteren irşat gönüllüleri için, zılliyet planında aynı evsafa sahip olmak çok önemlidir. Mahlûkata ve insanlara acıma, varlığa karşı şefkat duyma, mesleğimizin esaslarından biridir. Tabii, şefkatin de dereceleri vardır. Hususi bir derdi olan insana karşı şefkat duyup ona bağrını açmak veya bir aileye karşı şefkat duymak önemli olduğu gibi, bunlardan daha öte topyekûn milletine karşı acıyıp şefkat etme mevzuu daha engince bir şefkat anlayışıdır. Hz. Pir diyor ki: "Milletimin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm, gül-gülistan olur." İşte bu engin bir şefkatin ifadesidir. Aynı zamanda onda, şefkatin beraberinde getirdiği bir isar duygusu da vardır. Evet, o, kendi hayat ve huzurunu önemli görmüyor, din-i mübin-i İslam'ın ihyasına ehemmiyet veriyordu. Onun sahip olduğu bu engin şefkati şu sözlerinde de görebiliriz: "Şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!" Dolayısıyla onu bu haliyle gören çevresindeki insanlar da, ona yürekten inanıyorlardı.

Bu sebeple, irşad ekseninde yürüyen adanmış ruhlar gittikleri yerlerde, ilk günkü safvet, duruluk, beklentisizlik ve hizmet mülahazalarını devam ettirir ve her şeyi Allah rızası için yaparlarsa oradaki insanlar bir sene, iki sene, üç sene onları gözlemleyecek ve nihayet onların hep aynı çizgide olduklarını gördüklerinde, onlardan endişe etmek bir yana, onların müdafii olacaklardır. Kafalarını karıştırmak isteyen insanlara da; "Biz on senedir bu insanların nabızlarını dinliyoruz. Sizin dediklerinizin hiçbirisi doğru değil." diyeceklerdir. Her şeyden şüphe duyulduğu, paranoyanın hükümferma olduğu ülkelerde dahi, muhatapları onları deneyip test edecek, neticede uzun süre aynı karakteri temsil ettiklerini gördüklerinde gönüllerini onlara açacaklardır.

Evet, yapılanlar karşısında beklentisiz olmak, bir yönüyle hayatını o insanların hayatına vakfetmek, inandırıcılık adına çok önemlidir. Eğer şu anda dünyanın değişik yerlerinde, farklı milletler içinde, gönüllüler hareketi tutunabiliyorsa; Cenab-ı Hak, onlara bu ölçüde bir açılım lütfetmişse, demek ki, o insanlar gittikleri yerlere adanmışlık ruhuyla gitmenin ve beklentisiz iş yapmanın hakkını veriyor, güven vaad ediyor ve iyi bir emniyet tavrı sergiliyorlar. Muhatapları da, onlara inanıyor, güveniyor, gönüllerini açıyor ve onları hüsn-ü kabulle karşılıyorlar. Evet, giden insanların ihlas ve samimiyetine binaen Cenab-ı Hak da, muhatapların kalblerine sevgi vazediyor. O halde adanmış ruhlar, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da, yapılan hizmetler karşılığında, asla maddi-manevi herhangi bir beklentiye girmemeli; girmemeli ve hep ilk günkü safvet ve samimiyetlerini muhafaza gayreti içinde olmalıdırlar.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
PEYGAMBERLERİN SIFATLARI VE ÖRNEKLER
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» ALLAH'IN SIFATLARI
» peygamberlerin hayatları
» Allahın sıfatları ..video..açıklama
» Peygamberlerin Hayatı
» Peygamberlerin meslekleri

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: Din Kültürü Dersi-Eğitim Öğretim :: Din Kültürü Ahlak Bilgisi Dersi :: 6.sınıf-
Buraya geçin: