İNSAN BEDENİNİN FİZYOLOJİK FAALİYETLERİ
İnsan Bedeninin Faaliyetleri
Bilinç hallerimiz zaman içinde ve bir vadi boyunca akan nehir gibidir. Tıpkı nehir gibi, değişerek devam ediyoruz. Diğer hayvanlardan çok daha fazla olarak çevre bağımsızlığımız var. Zekamız bizi ondan kurtarmıştır. İnsan her şeyden önce silâh, alet ve makine yapıcısıdır. Bunlar onun bütün canlılardan ayrılan özelliklerini belirliyor. Bu özelliklerini, bu karakterlerini, heykellerle, ibadethanelerle, üniversiteler, hastaneler, laboratuarlar ve fabrikalarla objektif bir şekilde ifâde ediyor. İnsan böylece yeryüzüne başlıca faaliyetlerinin, yâni estetik, din ve ahlâk duygularının, zekâsının ve ilim merakının damgasını vurmuş bulunuyor.
Bu güçlü faaliyetler ocağına içinden ve dışından bakabiliriz. İçeriden bakılınca, kendimizden başkası olmayan yegâne gözlemciye düşüncelerimizi, eğilimlerimizi, arzularımızı, neşe ve ıstıraplarımızı gösterir. Dışarıdan bakılınca, önce kendi vücudumuz ve aynı zamanda bütün benzerlerimizin sâhip olduğu insan vücudu olarak görülür.
Demek ki, birbirinden tamamen farklı iki görünüş var. İşte bundan dolayıdır ki, insan vücut ve ruh olmak üzere iki parçadan yapılmış telâkki edilir. Fakat ruhsuz bir vücut, vücutsuz bir ruh asla görülmemiştir.
İnsan, bizler tarafından bütünü ile kavranamayacak kadar komplekstir. Onun üzerinde ancak gözlem usullerimizle bölümlere ayırmak suretiyle çalışma yapabiliriz.
Vücudumuzun Şekli ve Boyutu
İnsan vücudu büyüklük dereceleri içinde, atomla yıldız arasındaki yolun ortasında bulunur. Bir hidrojen atomu ile kıyas edilince tasavvur edilemeyecek kadar büyüktür. Fakat dağ veya dünya ile mukayese edilince küçücük olur.
Işığın bir saniyede kat ettiği yolun insan boyundan yüz elli milyon kere daha uzun olduğu ve yıldızlar arasındaki mesafelerin de ışık yılları ile ölçüldüğü malûmdur. Vücudumuz işte bu ölçülere göre tasavvur edilemeyecek kadar küçüktür.
Bir hayvanın vücudunun yüzeyi hacmine göre ne kadar geniş olursa, metabolizmasının da o kadar aktif olduğu çok iyi bilinmektedir. Sonra, hacim küçüldükçe yüzeyin hacme nispeti artıyor. Bundan dolayı, metabolizma büyük hayvanlarda küçük hayvanlara göre daha zayıftır.
Meselâ, atın metabolizması farenin metabolizmasından daha az aktiftir. Boyumuzun çok uzaması, kimyasal değişimlerimizin yoğunluğunu azaltacaktır. Şüphesiz sezme gücümüzü ve çevikliğimizi de kısmen azaltır.
Uzun ve kısa boylu ırklar vardır: İsveçliler ve Japonlar gibi. Belirli bir ırkta çeşitli boyda insanlara rastlanır. İskelet hacimlerindeki bu farklar endokrin bezlerinin durumundan ve onların zaman ve mekân içinde karşılıklı faaliyetlerinden kaynaklanır. Demek ki, bunların derin bir manası var. Bir milleti oluşturan fertlerin boylarını, uygun bir yaşayış tarzı ve besin ile uzatmak veya kısaltmak mümkündür. Umumiyetle en hassas, en çevik ve dayanıklı insanlar uzun boylu değildirler. Dahi insanlar için de durum aynıdır. Mussolini orta boylu, Napolyon ise kısa boylu idi.
Aynı ırkta fertlerin şekilleri yaşayış tarzlarına göre değişir. Hayatını mücadele ile geçiren, hava değişmelerine ve tehlikelere meydan okuyan Galile'nin keşifleri, Leonardo da Vinci ve Michel Ange'ın şaheserleri ile heyecanlanan Rönesans insanının şekil ve görünüşü; hayatı bir büroda, kapalı arabalarda ve saçma filmler seyrederek, radyo dinleyerek, golf veya briç oynayarak geçen modern devrin insanınınkinden çok farklı idi.
Vücut güzelliği kasların ve iskeletin bütün kısımlarının ahenkli bir şekilde gelişmesinden ileri geliyor. Yüzün, ağzın, yanakların, göz kapaklarının ve diğer bütün hatların şeklini, deri altında ve yağ içinde hareket eden düz kaslar tespit eder.
Yüzümüz, bizim haberimiz olmadan, yavaş yavaş bilinç hallerimizin modeli olur. Ve yaşın ilerlemesi ile de, duyguların, iştihaların, insanın bütün tutkularının en doğru imajı haline gelir. Bir gencin güzelliği, yüz hatlarındaki tabii ahengin bir sonucudur. Bir ihtiyarın pek nadir görünen güzelliği ise, onun ruh halinin bir yansıması olarak görülmelidir.
Yüz, şuur etkinliklerinden çok daha derin şeyleri de ifâde eder. İnsanın yüzünden yalnız kusurlarını, meziyetlerini, zekâsını, aptallığını, duygularını, en gizli alışkanlıklarını değil; vücut yapısını, organik ve aklî hastalıklarını, yeteneklerini de okumak mümkündür. Vücudun görünüşü bize organların durumu hakkında da bilgi verir.
Yüz, bütün vücudun bir özetidir. O aynı zamanda endokrin bezlerinin midenin, bağırsağın ve sinir sisteminin işleyiş durumunu da yansıtır. Fertlerin hangi hastalıklara eğilimi olduğunu gösterir.
İnce uzun boylu insanlarla, kısa ve geniş insanlar arasında büyük bir oluşum farkı vardır. Uzun boylu astenik veya atletik tipler, vereme ve erken bunamaya meyillidirler. Kısa boylu geniş tipler ise, deliliğe, şeker hastalığına, romatizmaya ve damla illetine meyilli olurlar.
Vücudun Yüzeyleri
Vücudun dış yüzeyini örten deri, gaz ve su geçirmez. Yüzeyinde yaşayan mikropların içeri girmesine engel olur. Dışa attığı maddelerle bu mikropları yok etme gücü de vardır. Fakat, virüs dediğimiz son derece küçük ve tehlikeli varlıklar deriden içeri geçebilirler.
Burnun, ağzın, anüsün, idrar yolunun hizasında deri, vücudun iç yüzeyini kaplayan mukozlar, yâni ince zarlar halinde devam eder. Fakat burun müstesna, bu delikler kas halkaları ile kapalıdırlar. Demek ki deri, kapalı bir âlemin hemen hemen mükemmel şekilde korunan sınırıdır.
Vücut, çevresindeki her şey ile deri vasıtasıyla ilişki kurar. Bütün yüzeyine dağılan duyu zerreleri, basınca, acıya, sıcağa ve soğuğa karşı hassastırlar.
Duyular fizikî âlemin bize nüfuz ettiği kapılardır. Kişinin kalitesi kısmen kendi yüzeyinin kalitesine bağlıdır. Çünkü beyin, dış çevreden sürekli kendine gelen mesajlara göre şekilleniyor. İşte bunun için, hayat alışkanlıklarımızla fikrî yapımızı değiştirmeyi hafife almamalı, bundan kaçınmalıyız.
İç sınırımız ağız ve burunda başlar, makatta sona erer. Dış âlem, sindirim ve solunum organlarına işte bu deliklerden nüfuz eder. Deri, su ve gazı geçirmez ama bağırsak ve akciğerdeki yapışkan ince zarlardan bu maddeler geçer. Bunlar vasıtasıyla biz çevremizle devamlı kimyasal bir temas sağlarız. İç yüzeyimiz derinin yüzeyinden çok daha büyüktür. Akciğer gözcüklerinin yassı hücrelerle kaplı sahası çok geniştir; aşağı yukarı boyu elli, eni on metre olan bir dikdörtgenin alanına eşittir.
Demek ki, vücudumuz bir yandan deri ile, öte yandan sindirim ve solunum organlarının mukozları ile sınırlı, kapalı bir âlem oluşturuyor. Bu yüzey herhangi bir noktasından tahribe uğradığı zaman, kişinin varlığı tehdit altında demektir. Sathî de olsa bir yanık, derinin büyük bir kısmını kaplarsa, ölüm getirebilir.
İç bünyemizi kozmik çevreden mükemmel bir şekilde ayıran bu zarf, bu iki âlem arasında en geniş şekilde fiziksel ve kimyasal ulaşımlara da imkân verir. Hem kapalı, hem açık bir sınır olmak mucizesini gösterir.
Vücudumuzun İç Yapısı
Hücreler organizma içinde, karanlık ve ılık bir ortama dalmış küçük su hayvanları gibi davranırlar. Bu muhit deniz suyuna benzer. Fakat deniz suyundan daha az tuzlu, bileşimi ise çok daha zengin ve değişiktir. Vücudun en küçük odacıkları olan hücreler, dokular ve organlar dediğimiz toplulukları oluşturuyor. Çok küçük olmasına rağmen her hücre çok karışık bir organizmadır.
Tıpkı hayvanlar gibi hücreler de birçok ırklara ayrılır. Bu ırklar hem bünye karakterleriyle, hem de fonksiyonel karakterlerle belirirler. Ayrı ve uzak bölgelerden, meselâ tiroid bezinden, dalaktan veya deriden gelen hücreler, doğal olarak çeşitli farklılıklar gösterirler. Fakat anlaşılmaz bir konu var ki o da, daha sonraki zamanlarda aynı uzak bölgeye ait hücreler alındığı zaman bunların da ayrı ırklar oluşturmalarıdır.
Organizma, zamanda olduğu gibi mekanda da heterojendir. Her tip hücrenin özel vasıfları vardır ve vücuttan yıllarca ayrı kalsalar bile özelliklerini korurlar. Hücreler hareketleri, birbirleriyle birleşme tarzları, topluluklarının manzarası, artış oranı, dışarıya attığı maddeler, istedikleri besinlerle şekil ve karakterlerini kazanırlar. Her hücre topluluğu, yâni organ, kendi kanunlarını bu temel özelliklere borçludur.
Hücreler yalnız anatomistlerin bildiği karakterlere sâhip olsalardı, organizmayı oluşturma yeteneğinde olamazlardı. Bilinen özellikleri ve çevrenin değişimlerine cevap verebilecek çok sayıda özellikleri sayesinde, normal hayat sırasında yeni durumlara ve hastalıklara karşı koyabilmektedirler. Düzenli bir şekilde, bütünün fonksiyonel ve yapısal ihtiyaçları tarafından yapılan yoğun kütlelerle birleşirler.
İnsan vücudu yoğun ve hareketli bir bütündür. Ahengi, hem kan ve hem de bütün hücre gruplarının donatıldıkları sinirlerle sağlanır. Dokuların varlığı sıvı bir çevrenin varlığı olmadan anlaşılamaz. Organların şeklini, hücrelerin besleyici damarları ile olan ilişkiler belirler. Vücudun bütün iç düzeni anatomik unsurların besleyici ihtiyaçlarına uyar.
Kanın Özellikleri
Kan, bütün diğer dokular gibi bir dokudur. Yaklaşık olarak 30 milyar alyuvar ve 50 milyar akyuvardan meydana gelmektedir.
Kan, hareketli bir dokudur ve vücudun her tarafına sokulur, her hücreye ihtiyacı olan besini ulaştırır. Aynı zamanda, doku hayatının dışkılarına ana lâğım vazifesi görür. Fakat vücudun ihtiyaç duyulan bölgelerinde organik düzeltme yapabilecek kabiliyette hücreler ve kimyasal maddeler de ihtiva eder.
İç yapılanmada kan hücreleri, al ve akyuvarlar, baş rolü oynarlar. Gerçekten plazma havanın oksijeninden pek azını eritebilir. Eğer oksijen alyuvarların üzerine yapışmasaydı, plazma, vücudu hapsedilmiş muazzam miktarda hücrelerin istediği oksijeni temin edemezdi. Alyuvarlar canlı hücreler değildirler. Bunlar hemoglobin dolu torbacıklardır. Akciğerlerden geçerken, az sonra organların doymak bilmez hücreleri tarafından alınacak olan oksijeni yüklenirler. Bu hücreler aynı zamanda kanın içindeki asit karboniklerini ve öteki tortuları atarlar. Akyuvarlar, aksine, canlı hücrelerdir. Bazen damarlardaki plazmada yüzer, bazen buradan sinircikler vasıtasıyla çıkar, mukozların, bağırsağın ve bütün organların yüzeyine tırmanırlar. Kan hem sıvı hem katı çevredeki hareketli doku rolünü de, nerede ihtiyaç varsa orada icra ettiği tamir edici rolünü de işte bu mikroskobik unsurlar sayesinde oynar. Organın bir bölgesini kuşatan mikropların etrafına hızla toplanır, bu mikroplarla savaşır. Akyuvarlar ve alyuvarlar birleşerek yarayı tamir etmeye başlar.
Doku ve Organlar Âlemi
İç çevreyi oluşturan sıvılarla doku ve organlar âlemi arasında, devamlı kimyasal değişmeler vardır. Besleyici faaliyet, dokuların, şekil ve bünye gibi, bir varoluş tarzıdır. Beslenmeleri durur durmaz, organlar çevreleri ile denge kurar ve ölürler... Beslenme, var olmanın bir başka ifadesidir. Canlı dokular oksijene pek düşkündürler ve onu kan plazmasından âdeta sökerek alırlar.
Metabolizma, vücut tam istirahat halinde iken, emilen oksijen ve çıkarılan karbonik asit miktarı ile ölçülür. Metabolizma küçük çocuklarda yetişkinlerden, hayvan yavrularında da büyük hayvanlardan daha kuvvetlidir. İnsan boyunu işte bu sebepten belli bir ölçünün üstüne çıkarmamalıdır.
Beslenmenin ritmini yavaşlatmak çok güçtür. Organizma kimyasal değişimlerin normal faaliyetini en güç şartlarda bile devam ettirir. Dıştan gelen şiddetli bir soğuk bizdeki metabolizmayı azaltmaz. Vücut ancak ölüm yaklaştığı zaman soğur. Fakat ayı, dağ sıçanı ve fareler kış gelince hararetlerini azaltır, yaşayışlarını yavaşlatırlar.
Eğer insanları da zaman zaman kış uykusuna yatırmak mümkün olsaydı, belki hayatı uzatmak, bâzı hastalıkları tedavi etmek, yetenekli insanlardan daha uzun süre yararlanmak da mümkün olurdu.
Cinsel Faaliyetler ve Üreme
Üreme organları ilkel hayatta olduğu gibi, yalnız cinsin devamını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda bizim fizyolojik, zihinsel ve ruhsal faaliyetlerimizi de artırır. Hadımlar arasından önemli işler yapanlar veya katiller çıkmamıştır. Testis ve yumurtalıkların çok yaygın bir fonksiyonu vardır. Kadında yumurtalığın ömrünün kısa olması, yaşlanan kadına erkeğe göre cinsel yönden pasiflik verir. Aksine testis, ileri derecede ihtiyarlık devrine kadar aktif kalır.
Gerçekte kadın erkekten önemli derecede farklıdır. Kadının vücudundaki hücrelerin her biri cinsinin izlerini taşır. Organik ve bilhassa sinir sistemleri için de durum aynıdır.
Kadınlar yeteneklerini kendi tabiatları doğrultusunda geliştirmeli, erkekleri taklit etmeye kalkmamalıdırlar. Medeniyetin ilerlemesinde kadınların rolü erkeklerinkinden daha yüksektir. Bu rolü terk etmemeleri gerekir. Yeni doğan bir canlı, rahim mukozunun üzerine aşılanmış bir hücreden oluşmuştur. Bu hücre iki parçaya ayrılır ve ceninin gelişmesi başlar.
Yeni organizmanın bütün hücrelerini doğuran çekirdek hücrenin oluşumuna baba ve anne eşit olarak yardım ederler. Fakat anne, yumurtalığa, çekirdekçiğin yarısından başka, çekirdeği saran bütün protoplazmayı da verir. Bu suretle ceninin oluşmasında babadan daha önemli bir rol oynar. Şüphesiz, anne ve babanın karakterleri çekirdek yoluyla çocuğa geçer. Fakat bugün bilinen kalıtım kanunlarının mevcut teorileri, bu konuyu aydınlatamamıştır.
Üremede erkeğin işi kısadır. Kadının vazifesi ise dokuz ay sürer. Çocuk annesinden dokularını yapan kimyasal maddeleri alırken, anne de çocuğunun dokuları tarafından salgılanan bâzı maddeleri alır. Bu maddeler faydalı veya zararlı olabilirler. Gerçekte cenin, hem annenin hem de babanın çekirdekçiğinden yapılmıştır. Bu orijin bakımından kısmen yabancı bir canlıdır ve kadının vücuduna yerleşmiştir. Bütün gebelik süresince kadın bu tesirin altındadır.
Çocuğu olmayan kadınlar daha az dengeli ve ötekilere göre daha sinirlidirler. Kadının anne olmasını önlememelidir.
Sinir Sistemi
İnsan, sinir sistemi sayesinde kendisine dış çevreden gelen uyarıları kaydeder ve bunlara organları ve kasları ile uygun bir şekilde cevap verir. Varlığı için vücudu ile olduğu kadar şuuru ile de mücadele eder. Bu bitmeyen kavgada kalbi, akciğerleri, karaciğeri de ona kasları, yumrukları, aletleri, makineleri, silâhları kadar çok gereklidir. Bundan dolayı da iki sinir sistemine sahiptir. Biri merkezî sistem veya beyin ve ilik sistemidir ki, şuurlu ve iradelidir; kaslara kumanda eder. İkinci sistem, birinci sisteme bağlıdır. Bu çift cihaz vücudumuzun kompleksliğine, dış dünyadaki aksiyonu için gerekli olan basitliği verir.
Merkezî sistemde beyin, beyincik, beyin sapı ve ilik vardır. Sinir sistemlerinde on iki milyardan fazla hücre var. bu hücreler birbirlerine, her birinin birçok kolları olan liflerle bağlıdırlar. Bu lifler sayesinde kendi aralarında birkaç trilyon kere birleşirler.
Beyin maddesinden, sinirlerden, kaslardan ve kıkırdaklarından oluşan bir organik sistem daha vardır ki insanın bütün diğer varlıklardan üstün olmasında onun da el kadar faydası vardır. Bu, dil ve gırtlaktan ve onların sinir cihazlarından oluşan uzuvdur. Onun sayesinde düşüncemizi ifâde edebilir, seslerle konuşabiliriz. Heceli lisan olmasaydı medeniyet olmazdı. Sözün kullanılması, elin kullanılması gibi beynin gelişmesine çok yardım etmiştir.
Vücudun Yapısı
Vücut bize son derece kompleks, milyarlarca çeşitli hücre ırklarının büyük bir topluluğu olarak görünüyor. Bunlar kendi ürettikleri kimyasal maddelerle besinlerden gelen maddelerden yapılan sıvıların içinde yüzmektedir. Vücudun bir ucundan öbür ucuna kadar, salgıladıkları maddelerle birbirlerine birleşirler. Bundan başka kendi aralarında sinir sistemi ile de birleşirler.
Dokularımız yapı bakımından homojen değildir. Karaciğer, dalak, kalp ve böbreklerin her biri belli sınırlara sahiptir. Meselâ iskelet, vücudun sâdece bir çatısı değildir. O, aynı zamanda kan dolaşımı, solunum ve besin sistemlerinden biridir, çünkü ilik sayesinde lökositleri ve alyuvarları üretir. Karaciğer safra çıkarır, zehir ve mikropları yok eder, bütün organizmada şeker metabolizmasını ayarlar ve heparin üretir. Pankreas, böbrek üstü bezleri dalak v.s. için de durum aynıdır.
Hücreler, geometrik peteklerini kuran, ballarını yapan, embriyonlarını besleyen ve her biri matematik, kimya, biyoloji biliyormuş gibi bütün toplumun yararına hareket eden arılara benzerler.
Vücudumuz çok sağlamdır. Her iklime, kuraklığa, rutubete, kutup bölgelerinin soğuğuna, tropikal sıcağına uyar. Aynı zamanda gıdasızlığa, fena hava şartlarına, yorgunluklara, üzüntüye ve fazla çalışmaya da tahammül eder. İnsan bütün hayvanlardan daha dayanıklıdır. Bununla beraber organlarımız naziktirler. Küçük bir darbe ile zedelenirler.
Kan dolaşımı durur durmaz organlar da dağılır. Beyin, parmakla hafifçe bastırılınca ezilir.
Sağlıklı vücut sessiz yaşar. Onun çalışmasını duymayız, hissetmeyiz. Yaşayışımızın ritmi, sessizlik ve gözetim altında olduğumuz zaman, bilincimizi işgal eden büyük bir motorun tatlı mırıltısı gibidir. Organik fonksiyonların ahengi huzur duygusu verir. Bir organın varlığı bilinç eşiğine ulaşınca, bu organ fena çalışmaya başlar. Ağrı bir imdat işaretidir. Birçok insanlar, hasta olmadıkları halde sıhhatli değildirler. Dokularından bazıları kötü kalitelidir.
Vücudu zayıflatan pek çok sebep vardır. Çok kuvvetli veya çok zayıf bir gıda, alkolizm, frengi, kan uyuşmazlığı evlilikleri, refah, eğlence ve tembellik organların ve dokuların kalitesini azaltmaktadır.
Hastalıklar
Hastalık, fonksiyonel ve yapısal bir düzensizlikten ibarettir. Fakat hasta vücut, normal vücut gibi birliğini muhafaza eder. Vücut bütünü ile hastadır. Hiçbir hastalık tamamen bir tek organa münhasır kalmaz. Hekimleri her hastalıktan bir ihtisas işi çıkarmaya sevk eden şey, canlı varlık hakkındaki eski anatomi anlayışıdır.
İki büyük hastalık sınıfı; mikroplu hastalıklar, dejenere edici hastalıklardır. Birinciler, vücuda virüs veya bakterilerin girmesinden ileri gelir. Virüsler, çıplak gözle görülmeyen küçük varlıklardır, bir albümin molekülünden biraz daha iridirler. Hücrelerin içinde yaşayabilirler.
Bir ağacın yaprakları dumanın geçişine ne kadar mani olabilirse, hücreler de virüslere o kadar karşı koyabilirler. Bakterilere gelince, virüslerle kıyaslandıkları zaman gerçek birer dev gibidirler. Bununla beraber onlar da bağırsak mukozlarından, burundan, gözden, boğazdan veya bir yaradan kolayca vücudumuza girerler.
Dejenere edici hastalıklar, ekseriya kalp hastalıkları, mikroplu hastalıkların sonucudurlar. Organlar iç çevreden muhtaç oldukları malzemeyi alamadıkları zaman mikroplara karşı dayanıklılığını yitirir, fena gelişir, zehir imal ederler.
Mikroplu hastalıklar yüzünden ölüm oranı azalmıştır, daha ıstıraplı ve daha uzun süren dejenere edici hastalıklar yüzünden ölüm artmıştır. Herkesin bildiği gibi özellikle kanser, korkunç bir hastalıktır.
Modern sağlık ömrü bir hayli uzatmışsa da hastalıkları yok etmekten uzaktır. Sâdece onların mahiyetlerini değiştiriyor.