Rabıta
Fethullah Gülen
14.02.2000
Rabıta nedir, rabıtada hangi esaslara dikkat edilmelidir?
Rabıta; 'bağ' ve 'irtibatlandıran' manalarına gelir. Sofiler onu, dervişin şeyhine özel teveccühü yerinde kullanırlar ki, bunu şu şekilde açabiliriz: Salik, doğrudan doğruya envar-ı tecelliyattan tam istifade edemediği -bu kendini liyakatsız görmeden de kaynaklanabilir- şeyhinin atmosferinde fani olarak onun teveccühünün gölgesinde İlahi tecellileri duymaya çalışmaktır ki, gölgeden çıkıp vesayetten sıyrılınca Hakk'la muamelesini bizzat da sürdürebilir. Bidayette mürşit böyle bir istifadeye vesile olduğundan, bir üstad ve rehber olarak ona saygıda da kusur edilmez. Aslında belli bir çerçevede, Kur'an da, diğer kitaplar da, enbiya-ı izam da -asliyet-zilliyet, metbuiyet-tabiiyet hususları mahfuz- bir'e vesiledirler. Ve vesileleğin vüsati ölçüsünde, 'İnsanlara teşekkür etmeyen Allah'a da şükretmemiş demektir' fehvasınca onların şahsında Allah'a teşekkürde bulunmuş oluruz.
Diğer bir yaklaşımla rabıta, maddi-manevi, muhtemel ya da muhakkak saldırı ve ızrarlara karşı, din ve dince mukaddes sayılan şeylerin muhafazasına kendini adama demektir. Daha geniş bir çerçevede ise, bölünmez, parçalanmaz, kopmaz bir bütünün bünyan-ı mersus haline gelip sonra da bu yekvücud heyetin, İslam'ın harim-i ismetine uzanacak ellere karşı fevkalade bir hassasiyet ve titizlikle mukabelede bulunması da diyebiliriz. Bunun değişik konulardaki tezahürü farklı farklıdır; mesela askerlerin, hudut boylarında namusumuza, toprağımıza göz diken kimselere karşı, nöbet tutmaları bir rabıtadır. İşte böyle bir rabıtanın, -bu esasları bize anlatan Sahib-i Şeriatin beyanlarına göre- bir saati bir sene ibadet yapmaya eş değerdir.
Milli Kimliği Korumak
Bir ülke insanının, sahip olduğu değerleri, mübarek ve mukaddes düşüncelerini koruma altına almak için beraberlikler tesis etmeleri, organize faaliyetlerde bulunmaları dini, milli kimliklerini koruma mücadelesi vermeleri veya iç ve dış tehditlere karşı kitleleri uyarmaya çalışmaları irşad platformunda bir rabıtadır. Yukarıdaki hususların müdafaa ve muhafazasıyla alakalı açılan çığırda, hizmet etme durumunda bulunan fertler: 'Kardeşimin namusu benim namusum, onun haysiyeti benim haysiyetim, onun izzeti benim izzetim, onun hizmeti benim hizmetim; biz hepimiz bir sefinede hizmet eden hademeler hükmündeyiz; birimizin gafleti, bu vapurun batmasına, alt üst olmasına sebebiyet verebilir. Biz hepimiz bu fabrikada ayrı ayrı çarklar hükmündeyiz, birimizin tevakkufu, bütün bu fabrikadaki çarkların hepsinin ataletine sebebiyet verebilir. Öyleyse hepimize teker teker, teyakkuz düşüyor.' diyerek birbirlerine çok ciddi bir bağla bağlanmaları da ayrı bir rabıtadır.
Rabıta-yı Canan
Sofilerin üzerinde durduğu rabıta -yeri Kalbin Zümrüt Tepeleri- dar, ferdi ve özel bir rabıtadır. Bu şekildeki rabıtayı kabul etmede bir beis yoktur. Nasslara göre izahı kabil ve vesilelik manasındaki rabıtayı inkar ise bir bağnazlık ve bir taassuptur. Tabii onu, sadece şeyhi, mürşidi veya Allah Rasulünü tezekkür ve tahattur etme şekline irca etmek de rabıtanın engin manasını daraltma demektir.
Tarikatlar rabıtayı şu şekilde uygular: Mürid, mürşid bildiği zatı kendi iki kaşının ortasında, kendisini de onun iki kaşı ortasında gibi mülahaza eder. Onun şemailini, hayat tarzını, siretini, iç alemini tezekkür ve tahattur ederek, onun gibi olmaya çalışır ve kendini öyle olmaya zorlar.
Burada bir bakıma Allah (cc) ile kul arasına başka birisi konmuş gibi oluyor. Ancak bunun öyle olmadığı da açıktır. Bize göre bu anlamda rabıta emekleyen bir insanın, tavus kuşu gibi göklerde pervaz eden birinin arkasına takılması ve hedefine ulaşmak için hızını artırması demektir. Bu meseleyi biraz açacak olursak; kişi ister vadinin dibinde, ister dağın zirvesinde olsun, her zaman ellerini Allah'a kaldırıp O'na maksatlarını açar, içini şerheder, rahatlıkla 'Senin abd-i kemterin olan benim, Sen'den istediklerim şunlardır.' diyebilir. Fakat meseleyi murakabe platformu içinde ele aldığı, günahlarını hatırladığı, Rabb karşısında acz ve fakrını mütalaa ettiğinde, zaman zaman ümitleri kırılabilir, inkisara düşebilir ve 'Ben kim, şu büyük şeyleri isteme kim?..' -bu mülahaza yanlış olabilir- diyebilir. İşte bu noktada kul murakabeden rabıtaya çekilip 'Allahım benim dilbeste olduğum mürşid-i kamil şudur, O'nun el kaldırmalarının gölgesinde ellerimi sana kaldırıyorum. O'nun teveccühünün arkasında Sana teveccüh ediyorum. O'nun bülbül gibi söyleyen dilinin arkasında ben de acizane bu hissiyatımı ifade etmeye çalışıyorum. Beni bu duruma iten, aczim, fakrım ve O'nun hakkında hüsn-ü zannım, benim makbul olmayışım onun da makbuliyetidir. O'nun yüzü suyu hürmetine dualarımı kabul eyle..' diyebilir ki işte rabıtanın gerçek manası da budur. Görüldüğü gibi burada mürşid veya mürşidin mürşidi, Allah ile kul arasına girmiyor, belki kul acz ve fakrını itiraf içinde, haddince bir duruma giriyor ki, bu manadaki rabıta, seyr-i sülukun bir zatın gölgesi veya vesayası altında tamamlanmasına, acz ve fakrı idrakle o zata bağlılık ve iktida içinde yapılan, ibadetü taatın ünvanı oluyor. Böyle olunca da Allah'la (cc) kulları arasına kimse girmiş olmuyor. Allah'a (cc) kulluk için böyle bir vesile şart olmasa da, onun Allah'la (cc) kul arasında vesateti esas kabul eden sapık mesleklere benzetilmesi de doğru değildir -ki ben böyle rabıta yapan hiçbir tasavvuf ehli veya ekolu tanımıyorum- Değil herhangi bir şeyhi, Hz. Mesih'i Allah ile kendi aralarına koyma anlamında bir rabıta hatadır, hatta -neuzü billah- şirktir.
Rabıta İnsanı
Rabıta kavramı bu temeller üzerine oturtulduktan sonra, ona konu alan zatın kimliği çok önemli değildir. Mesela benim hayatımda kullukları ile çok ciddi izler bırakmış derin, engin insanlar vardır. Bunlardan birinin -ki sizin çok değer atfetmeyeceğiniz bir insandı ama benim nazarımda çok büyüktü- dua ederken yüzüne bakardım. O duasında boynunu bir tarafa büker, bazen dudaklarını kıpırdatamaz, bir müddet sonra elleri de dudakları da titremeye başlardı. Şahsen ben o zat hayatta iken, onunla beraber namaz kıldığım her anda, onun duasını, dudaklarındaki o kıpırdanışı, yüzündeki o ciddi teessür ve tahassürü, yakalamaya çalışırdım. O zatın vefatından sonra da çok defa ellerimi kaldırdığımda, onu, o titreyen elleriyle, kıpırdayan dudaklarıyla, buruk boynuyla tezekkür ettim ve ondan ders almaya çalıştım. Eğer bu rabıtaysa böyle bir rabıtada hiçbir mahzur yoktur ve bu katiyen tevhide gölge düşürmemektedir.
Evet, katı bağnaz bir kısım kimselerin düşündüğü gibi meseleyi ele alarak, Ebu Yezid el-Bistami, Cüneyd el-Bağdadi ve İ. Şibli'lerden başlayıp günümüze kadar gelen selef-i salihini, hususiyle Hz. Şah-ı Nakşibendi gibi, alem-i İslam'ın önemli bir güneşi olan bir zatı ve onun açtığı çığırda bu işi yapanları hatalı ve kusurlu görme büyük bir günahtır. Hata edenler, işi çığırından çıkaranlar varsa, elimizde ehl-i sünnet ve'l-cemaatin düsturları vardır, biz her şeyi onlara tevfikan -Allah'ın inayetiyle- doğruyu bulabiliriz