Mecnun'a Leyla'sına ulaşmak için nice dağları, tepeleri aştıran duygu neydi acaba? Ya kanının her damlasıyla vefa soluklayan Hz. Ebu Bekir'in hicret esnasında 7-8 yaşlarındaki kızı Hz. Aişe'nin, Hz. Ömer'in de küçük oğlu Abdullah'ın yanlarında olmaması?
Hz. Ebu Bekir mağarada, peygamberimize olan derin sevgi ve muhabbetinden ötürüdür ki -o uyurken-, ısırılmaması için topuğu ile yılan deliğini kapatır. Yılan gelir ve Hz. Ebu Bekir'in ayağını ısırır. Zehir yavaş yavaş vücuduna yayılırken gözlerinden yaşlar süzülür. Bu yaşlar Efendimiz'in yüzüne damlayınca Peygamberimiz uyanır ve durumu anlar. Bu akılları donduran tabloyu nereye koyacağız?
Ebu Eyyüb el Ensarî hazretlerinin sekseni geçkin yaşıyla o zor şartlarda at üstünde İstanbul önlerine kadar gelmesini hangi duyguyla izah edeceğiz? Onu harekete geçiren Kutlu Rehber'inin o çağları aşan sözü değil mi? Fatih'in Rumeli Hisarı'nı yine en doğru sözlü Efendisi'nin adını nakşederek yapması aynı duygunun devamı değil midir?
Bir âşığın maşukuna, bir dava adamının davasına ve bir idealistin ülküsüne her şeye rağmen sadık kalmasıdır vefa. Bu uğurda her şeye katlanması ve her şeyi sineye çekmesi. Gerçek dava adamına düşen vazifelerin en önemlisidir belki de, davasına karşı göstermesi gereken vefa. Ki niceleri o vefa sayesinde hedefine ulaşmış ve tarihe mal olmuştur.
Lûgatlar; 'Sözünde durmak, sevgi ve dostlukta sebat ve devam, ödemek, yetişmek' diye açıklıyor vefayı. İnsanların birbiriyle kaynaşıp bütünleşmesini temin eden, fertleri birbirine bağlayan yüce bir duygu, bir mıknatıstır âdeta. İki hecelidir, ama ilişkileri en üst seviyeye ulaştıran paha biçilmez bir değer, bir sır...
Vefa birçok boyutludur. Kırık mızrabıyla ülkesine karşı vefa hissiyle dopdolu 'gülen' adam ne güzel dile getirir: 'Fert, vefa duygusuyla itimada şayan olur ve yükselir. Yuva, vefa duygusu üzerine kurulmuş ise, devam eder ve canlı kalır. Millet bu yüce duygu ile faziletlere erer. Devlet kendi vatandaşına karşı ancak bu duygu ile itibarını korur. Vefa düşüncesini yitirmiş bir ülkede, ne olgun fertten, ne emniyet va'deden yuvadan, ne de istikrarlı ve güvenilir bir devletten bahsetmek mümkün değildir. Vefanın olmadığı bir ülkede, fertler birbirlerine karşı kuşkulu, yuva kendi içinde huzursuz, devlet vatandaşa karşı uğursuzlardan uğursuz ve herşey birbirine karşı yabancıdır, tıpkı cansızlar gibi... Üst üste ve iç içe olsalar bile...'
Fakat bakmayın siz 'vefa'nın bu kadar derin mânâları dile getirdiğine. Bazen hem hisler, hem de bunların tercümanı kelimeler de gurbete çıkar; fetret dönemi yaşarlar. İnsanların gönlüne taht kurabilmenin hasretiyle yanıp tutuşurlar yıllar boyu. Vefa da gurbettedir, gariptir, her ne kadar hoş nağmeli olsa da. Bir zamanlar taht kurduğu gönüllerden uzak kalmanın hicranıyla inler. Ama bunu kimseye hissettirmez. Sadece lûgatlarda kalmış olmanın hüznünü yaşar. Gariptir, vefalı insanlar kadar.
Evet Doğu, vefanın; ferdin ve toplumun hayatına, muhayyilesine karışabildiği/sinebildiği bir zemin ve iklime sahiptir. Çünkü yüzü metafiziğe dönüktür, oradan beslenir. Batı ise realisttir; kalpten çok aklı öne alır. Başkasını, 'öteki'yi kendi yerine koymayı, hattâ onun gülmesini gerçekleştirmek için ağlamayı tercih etmek ancak kalb kültürüyle gerçekleşebiliyor.
Merhum Cemil Meriç, 'Batı kültürün vatanıdır, Doğu irfanın' demişti. Aynı sözü biraz değiştirip şöyle de söyleyebiliriz: "Batı menfaatin vatanıdır, Doğu vefanın." Batı toplumu 'vefa'yı terkedeli uzun zaman geçti. Teknolojinin sanal dünyasında 'vefa'nın pabucu dama atıldı, daha bir sürü 'değer' ifade eden kavramlarda olduğu gibi. İnsan gittikçe manevî değerlerden yoksunlaştı. Bireycilik ifrat derecede yaygınlaştı. Menfaat insanları bir araya getiren unsur oldu. Egoizm kültürlerinin ayrılmaz bir parçası hâline geldi. İnsanı erdemli kılan kavramlar karşı bayıra gömüldü garpta, belki de dirilmemek üzere. Belki de Anadolu'dan kopup gelen 'vefa'lıların, kendilerini burada da gerçekleştirecekleri güne kadar...
Anadolu, sıradağlar gibi bitevî vefa doluydu. Gülü vefa der kokar, bülbülü vefalı öterdi. Nasırlı elleriyle, yanık türküleriyle asırlarca işledi Anadolu insanı vefayı. Peki Anadolu'dan (Doğu'dan) gelip de Avrupa'da yetişenler ne kadar vefa hissine sahipler? Biraz abartılı bulabilirsiniz, ama bilmiyorum, 'vefa'nın anlamını kaç genç bilir ki, onu yaşasın. Ve edep, muhabbet, basiret, sıdk, mertlik, diğerkâmlık, irfan gibi garip kalan nice kavramlarımızın yerini acaba nasıl dolduracağız? Ana dilini gereğince bilmeyen insanlarda öz şahsiyet oluşabilir mi?
Vefalı Anadolu insanının torunlarının bu denli 'vefa'sız kalışının sebeplerinden birisi, buralarda 'vefa'yı şahsında cisimleştiren prototiplerin olmayışıdır. Pratikte karşılığı olmayan bir hassasiyetin varlığından bahsetmek ve onu anlatmak zordur. Bireyi sosyalleştirmeyen, pozitif yönden davranışını değiştirmeyen kuru bilgilerin ne kadar işe yaradığı ise meçhul. Dolayısıyla, insanı 'en şerefli varlık' olmaya taşıyan iç dünyamıza karşı olan vefasızlık, aynı zamanda yerel değerlerimize karşı da afakî bir vefasızlığı doğuruyor.
Diğer taraftan bencillik, şehvet, şiddet, hissizlik, cehalet ve de şahsiyetsizlik buhranı içinde yuvarlanan bir hayat düşünün...
Ufku ancak nefsini tatmin sınırına kadar ulaşabilenler vefa ufkunu da yakalayamazlar; hergün ayrı bir döneklik sergilerler. İnsanı gerçek insanlık ufkuna çıkaran o güzel nağmeli kelimelerimiz bilinmiyorsa, anlaşılmıyorsa o ufka ulaşılabilir mi? Bu yüzdendir ki, Anadolu'dan uzak bir yerde yetişen gençlerimizin bir bölümünün ufku dar, hisleri zevksiz, kendileri yüreksiz, kültürleri de yoz! Vefasızlığın da bedeli vardır; bu bedeli ödüyorlar belki de. Vefa gösterip de anlayamadığımız şâir, vefasızlığı ne güzel ifade ediyor:
'Vefa yok, ahde hürmet hiç... Emanet lafzı bî medlul;
Yalan rayiç, hiyanet mültezem her yerde, hak meçhul!'
Elbette böylesine tefessüh etmiş bir iklimde geniş ufuklu, basiretli, vefa hissiyle dopdolu ve de irfanlı insanlar yetişmeyecektir. Zira ilişkilerin kıvamını bulduğu bir andır vefa hissi.
Genç insanımızı, bencillikten, nefsin azat kabul etmez kölesi olmaktan kurtarmadıkça; onu fizikî, ruhî ve sosyal yönlerden ele alıp olgun insan olma ufkuna ulaştırmadıkça; vefayı da, basireti de, irfanı da öğretemeyiz.
Kalp ve kafa bütünlüğü içinde irfanlı olmadıkça vefa nereden bilinecek, basiret nasıl anlaşılacak? Hele Allah'ın kapısından bir an olsun ayrılmama esprisini yakalayamayan, vefayı doruk noktada temsil eden Yunus Emre'yi tanıyamayan, büyük şâir Nâbî'nin,
'Sakın terki edepten kûyı mahbûbı Hûdâ'dır bu
Nazargâhı İlahîdir Makamı Mustafa'dır bu.'
mısralarındaki espriyi yakalayamayanlar, elbette vefayı da kavrayamayacaktır.
Öyleyse, kırk yılda bir kere olsun vefayı hatırlayalım; gençlerimizi cefadan kurtarmak için onlara evvelâ vefayı öğretelim. Hayır öğretmeyelim, önce yaşayalım... Şu iddiasiz mısralarla hatırlatması bizden:
Vefalı çıkarır dostluğun tadını,
Vefasızlar alır dostunun âhını.
Muhabbet, basiret, diğerkâm, irfan ve vefa kelimelerini çok seviyorum; insanı insan yaptıkları, varlıkların en şereflisi hâline getirdikleri için. Bu kavramlar karakterimizin birer parçası hâline gelirse, işte o zaman sahici birer insan olacağız.