| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Sünnet Ve Hadislerin Vahy Olup Olmaması Meselesi | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
@bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Sünnet Ve Hadislerin Vahy Olup Olmaması Meselesi C.tesi Kas. 13, 2010 12:04 am | |
| Vahy-i gayri metluv meselesi <blockquote>Vahy-i gayri metluv meselesi
Allah(c.c.) insanları ve cinleri kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır. İnsanoğlu mükemmel ve mükerrem bir varlık olmasına karşılık, ilahi emir ve yasakları doğrudan doğruya alacak yapıya sahip değildir. Bu yüzden Allah(c.c)insanlar arasından seçtiği nebi ve resulleri Rab-Kul irtibatını sağlamak, emir ve yasaklarını onlara iletmekle görevlendirmiştir. Cebrail (a.s) adlı melek ile Allah(cc)- Peygamber irtibatı sağlanır ve peygamber gelen vahyi insanlara aktarır.
Yüce kitabımız Kur’an-ı kerim’in açıklamalarına göre, Hz. Peygamber son nebidir ve son Resuldür,[1] ancak ilk peygamber değildir.[2] Allahu teala ondan önce peygamberler göndermiş ve bütün peygamberler vahiy adını verdiği bir iletişim aracı ile gerekli gördüğü bilgileri iletmiştir. Hz. Peygamber’in Allah’tan vahiy yoluyla aldığı bilgilerin Kurandan ibaret olmadığı hem ilgili ayetlerden[3] hem de ona yüklenen vazifelerden ve bahşedilen vasıflardan anlaşılmaktadır. O’nu diğer insanlardan ayıran özellik vahya mahzar olmasıdır. [4]Ancak bu onun yegane özelliği değildir.hem vahi alabilmek için O’nun daha bir çok üstün vasıf ve özellikler bezenmesi şanına uygun bir terbiye alması gerekmiş, bunlar da bizzat Allahu tealanın lütfu ile gerçekleşmiştir. O alemlere rahmettir.[5] İnsanlar şahit müjdeleyici, uyarıcı Allah’ çağıran, davetçi ve çevresine ışık saçan kandil olarak gönderilmiştir.[6]
İlâhî vahyin beşer olarak ilk muhatapları olan peygamberlerin Allah Teâlâ tarafından bilgilendirilmesi nübüvvetin bir gereğidir. Peygamberlerin bilgilendirilmesinin en belirgin vasıtası kendilerine vahiy gelmesidir. Dini tebliğ ederek onu insanlara öğretip aynı zamanda onları eğitecek kişi olan peygamberin, önce kendisinin eğitim ve öğretime tâbi tutulması gerekmektedir.
Rasulullah (s.a.v.)’ı tebliğ ettiği Kur’an’dan ayırmak mümkün değildir. Hz. Peygamber Kur’an-ı tebliğ etmenin yanında- Rabbimizin O’na verdiği yetkiyle-[7] onu beyan etmiş, öğretmiş, kendisine havale edilen boşlukları doldurmuş onu yaşanan İslam olarak hayata geçirmiştir. Bu itibarla hz. Peygamber’in gerek hayatının gerekse sünnetinin özelde Müslümanlar, genelde de bütün insanlık için önemli bir yeri vardır. Din sürecini son kemal halkasını oluşturan, yıldızlar nisbetle güneşin doğuşu gibi kendisinden öncekileri hükümsüz kılan Yüce Kur’an’a ulaşmanın tek yolu Resulullah(s.a.v.)’tır.
İslam alimleri Kur’an'a “vahyi metluv(okunan vahy)”, sünnete de “vahyi gayri metluv(okunmayan vahiy)” ismini vermişlerdir.[8] Bununla da sünnetin vahiy olduğunu ima etmişlerdir. Müsteşriklere ve bu hususta onlara katılanlara göre ise vahiy değil, Resulullahın (as) kendi görüş ve yorumlarıdır. Onlara göre Resulullah (as) bu görüşlerinde zamanın şartlarından ve kendi tecrübesinden faydalanmıştır. Böylece, Kur’an'ın iki kapağı arasında ki yazılı olan vahiyden başka Allah Resulüne, acaba vahiy gelmiş midir, gelmemiş midir? şeklinde bir tartışma günümüz Müslümanlarının gündemini oluşturmaktadır.
Oryantalistlerin başlattığı ve bazı Müslümanlarca da kabul gören “sünnetin vahiy olmadığı” sloganları belli bir mesafe kat etmiş ve Müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Bugün artık okulda, camide, çarşıda, pazarda bu türden insanları bulmak mümkündür. Dinin çeşitli konularının tartışıldığı günümüzde, 15 asırdan beri Sünnetin vahyiliği görüşü; ümmet arasında hüsnü kabul görmüşken, akıllarını kutsallaştıran ve batılı oryantalistlerden esinlenen bazı araştırmacı yazarlar; Sünnet konusunda yeni şüpheler gündeme getirerek alimlerimizin sahih kabul ettiği hadisleri bile sorgulama veya reddetme noktasına gelmişlerdir.[9]
Sünneti hafife alan veya inkar eden bu kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün mesele Kur’an’dan başka vahyin Resulullah’a inip inmediğidir. Sünnetin öteden beri yapılan klasik müdafaasında kullanılan ayetlere, yürekleri sızlamadan teviller getiren insanlara, sünneti yine sünnetle temellendirme girişimleri elbette ki fayda vermeyecektir. Zira bu kimseler zaten sünnet için şüphe içerisindedirler. O yüzden biz burada diğer konulardan önce, Resulullah’a Kur’an’dan başka vahyin indiğine dair Kur’âni delillerinden bahsedeceğiz. Ardından da Sünnetten delilleri ve alimlerimizin görüşlerini nakledeceğiz.
[1] Ahzab 33/40, Maide 5/3
[2] Yusuf 12/109
[3] Şura 42/51, Enam 6/50, Yunus !0/15
[4] Kehf 18/110
[5] Enbiya 21/107
[6] Ahzab 33/45-46
[7] Nahl 16/44
[8] Hasan Karakaya,Fıkıh Usûlü,s.74,Buruc Yayınları,İstanbul-1998; Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet,s.143,Rağbet Yayınları,İstanbul-2004, İbn Hazm, İhkâm fi-Usuli’l-Ahkâm, I/95, 1. baskı,Beyrut,1985; Mevdudî, Sünnetin Anayasal Niteliği, s. 94, (çev. N. Ahmet Asrar), İstanbul, 1997, İzmiri, Muhammed Fadıl, Mir’atu’l Usul Haşiyesi, Bosnalı Hacı Muharrem efendi Mat.s. 197
[9] Bu konuda İbrahim Sarmış’ın, Hz. Muhammedi Doğru anlamak (Konya-2005) adını verdiği 2 ciltlik eseri örnek gösterilebilir.</blockquote><blockquote>A. KUR’AN-I KERİMDEN DELİLLER:
1-Yüce Rabbimiz Tahrim sûresinin üçüncü şöyle buyuruyor:
“Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber'e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi.”
Ayetten de anlaşıldığına göre Peygamber efendimiz, hanımlarından birine gizli bir söz söylüyor. Hanımı da bunu annelerimizden diğerine veya başka bir kimseye haber verince Allah-u zulcelal, Peygamber Efendimize vahiyle durumu bildiriyor. Allah (cc)’ın bildirdiği bu şeylerin bir kısmını, Nebi (as) hanımına bildiriyor, bir kısmını ise bildirmiyor. Böyle bir durumla karşılaşan hanımı ise bunu kimin bildirdiğini soruyor, Peygamber Efendimiz de “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi”.
Peygamberimizin zevcesine bildirdiği kısım hakkında bazı rivayetler varsa da [1]-başta belirttiğimiz üzere önce kur’âni delilleri sunacağız- söylemekten vazgeçtiği kısım hakkında ise hiç bir fikrimiz yoktur ve olamazda.
Kur-an’ı Kerimin her hangi bir yerinde Allah (cc), Resulüne bildirdiği bu şeyin metnini vermemiştir. Yani Resulullahın eşine bildirdiği kısım ile bildirmediği kısmın metni Kuran’da yoktur. Vahiy ise Allah’ın Resulüne olan bildirilerini taşır. İşte, yine böyle bir bildiriyi getirmiş olan Allah’ın vahyi, metniyle Kuran’da mevcut olmayıp “vahyi gayri metluv” vahiyle Resulullah’a bildirilmiştir.[2] Allah bildirdiğine şehadet ederken, Resul de “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi”. (Ahzab 53) derken artık bundan öte bir kimsenin, Kur’anın iki kapağı arasından başka bir vahyin Resulullah’a gelmediğini söylemesinin, La ilahe illallah, Muhammedun Rasulullah, şehadetiyle bağdaşabileceğini söylemek mümkün değildir.
Haram ve helallerle hayatı bir intizam altına alınan insanoğlu başıboş bırakılmamıştır. [3]O halde, yüce Allah’ın, hanımları arasında ki basit bir konuşma için Kur’an’dan ayrı, Nebisine vahiy indirdiğini kabul edip, külli kaideler içeren şu Kur’anın ayetlerinin açıklanmasında Allah’ın vahiy göndermeyeceğini iddia etmenin ilim ve irfan adına ifade edeceği hiçbir gerekçesi yoktur. Allah “indirdim” derken “indirmedi” diyen bu insanlar acaba, Kur’an’dan bir hakikati inkar etmenin sahibini dinden çıkaracağını bilmiyorlar mı?
2-“ Yüce Rabbimiz Ahzab sûresinin 37. âyetinde şöyle buyuruyor:
(Resûlüm!) Hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: Eşini yanında tut, Allah'tan kork! diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah'tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir.”
Yukarıdaki ayet-i kerimeyi literal bir biçimde anlamak mümkün değildir.O yüzden tefsir ve hadis kitaplarının yardımıyla anlamaya çalışalım.Peygamber efendimiz, halasının kızı olan Zeyneb binti Cahşı, Zeyd b. Harise’ye nikahlamak istemişti. Fakat Zeyneb (ra) ilk önce tereddüt etmiş mazeret öne sunmuştu. Bunun üzerine şu ayet:“Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [4]nazil oldu. Bu ayetten sonra Zeyneb, Zeyd ile evlenmiştir.Bir müddet iyi giden evlilikleri bozulmaya başlayınca Zeyd, Resulullah (sav)’e gelir ve aralarını ayırmasını ister. Efendimiz (as) Zeyd’e nasihat eder ve eşinden ayrılmamasını tavsiye eder. Aradan bir müddet daha geçince yürümeyen evliliğin tefriki için Zeyd, Peygamber Efendimize ikinci ve üçüncü defa gelir. Peygamber (as) her seferinde nasihat edip eşini nefsinde tutmasını ve Allah’tan korkmasını Zeyd’e tavsiye etmişse de artık başka çıkar yol kalmamıştı. Nihayet Zeyd ve Zeyneb’in aralarını tefrik eder. Ama bütün bunlar olurken Allah Resulünde bir korku bulunmaktaydı. Acaba bu korku neydi?
Zeyd, cahiliyyede Resulullah’a köle olmuş, ama Resulullahın azat edip kendisine evlatlık olarak aldığı bir sahabedir. Fakat Allah Zeyd’in, Resulullahın evladı olmadığını, İslam da böyle şeyin olmadığını ve evladı olmadığı için de kişinin evlatlığının eşini boşadığı zaman, onunla evlenmesinde bir mahzur olamadığını göstermek istemişti. Yani Allah (cc) evlatlığı ortadan kaldırmak istemiş ve kişinin, oğulluğunun boşadığı hanımıyla evlenmesinde şer’an bir mahzurun olmadığını göstermeyi istemiştir. Fakat cenabı Allah bu ilk uygulamayı Resulullahın bizzat kendi nefsi üzerinde uygulamayı dilemiş ve Resulullah’a, Zeyd’i Zeyneble evlendirip daha sonra Allah’ın onları tefrik ettiği gün de Nebi (sav)in Zeyneb ile evlenmesini Peygamber Efendimize emretmişti. Yani Resulullah (as), Zeyd’i Zeyneb ile evlendirirken daha işin başında ne olacağını biliyordu. Konuyla alakalı olarak İbn Kesirde şöyle bir rivayet geçiyor: İbn Ebu Hatim der ki, “Bize babam... Ali b. Zeyd ibn Cüdandan nakletti ki o şöyle dedi:. Hüseyin oğlu Ali bana. “Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor, insanlardan da gizliyordun.” Kavli hakkında ne dediğini sordu. Ben de ona anlattım. Sonra dedi ki: “Hayır, Allah Resulü onu Zeyd’le evlendirmezden önce, Zeyneb’in kendi eşleri arasında olacağını çok iyi biliyordu. .Zeyd eşinden şikayet etmek üzere Peygambere gelince, Resulullah ona Allah’tan kork ve eşine sahip ol, dedi. İşte bunun üzerine Allah Teala Resulüne buyurdu ki: Ben, seni onunla evlendireceğimi haber vermiştim. Sen ise“Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyorsun.” Suddi’den de bu şekilde söylediği rivayet edilir. İbn Cerir Taberi bu konuda şöyle diyor: Zeyneb’in Peygamberle evlendirilmesini isteyen Allah Azze ve Celle idi. [5]
Zeyd’in Zeyneb ile evlenmesini Peygamber (as)’a Allah (cc) emretmiş, ayrıldıklarında da Peygamberin, Zeyneb ile evleneceğini daha işin başında biliyordu. Bu evlendirme işini bizzat Cenabı Allah’ın emrettiği ayette:“Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman...”( Ahzab 36) ifadesiyle açıktır. Emir Allah’tan gelmiş, Resulullah uygulamıştır.O günkü Mekkeli Arapların geleneklerine göre bir baba, evlatlığının boşadığı eşiyle evlenemez idi. Bunu tarihi kayıtlarda görebileceğimiz gibi bir sonraki ayette geçen“...biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlatlıkları karılarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük olmasın.” (Ahzab 37) ibaresinden de anlamaktayız.
Dikkat ederseniz ayette şöyle bir ibare geçmişti, “Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun..”Peygamberin nefsinde gizlediğinin ne olduğunu tekrar edecek olursak, Zeyd, Zeyneble boşandıktan sonra Resulullahın, Zeyneble evlenecek olmasıdır. Allah’ın Resulü bunu insanlardan gizliyordu ve çekiniyordu.Peygamber Efendimizin ileride olacak olan böyle bir hadiseyi bildiğini Allah (cc) ikrar ediyor ve diyor ki; “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun.” Peygamber (as)’ın nefsindekini bilgiyi ve bu bilgiyi Kur’an’ın herhangi bir yerinde daha önce vahyedilmiş olarak da bulamayacağına göre bu bilgiyi nereden buldu?
O halde bu bilgi Resulullah’a, Allah (cc)’dan vahyin üç yolundan biriyle gelmiş bulunmaktadır. Ve bu bilgi Kur’anın iki kapağı arasında bulunmamaktadır. Demek ki, Allah’ın Resulüne Kur’an’da bulunmayan vahiyler de gelmektedir.
3- Yüce Rabbimiz Bakara sûresinin 144. âyetinde şöyle buyuruyor:
“(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara 144)
Peygamber (sav) Efendimiz, Mekke’de iken, Kâbe’ye doğru namaz kılmakta idi. Fakat daha sonra Allah’ın Resulü Medine’ye hicret edince, on altı ay veya on yedi ay Beyt-ül Makdise(Kudüs) doğru namaz kıldı. Peygamber Efendimiz ve müminler bu kadar bir süre Beyt-ül Makdise doğru namaz kıldıktan sonra Cenab-ı Allah, müminlerin Kabe’ye doğru dönmeleri için vahy göndermiştir. Resulullahın Kabe’ye dönmesini emreden ayetler bellidir. Peki Beyt-ül Makdise dönmesini emreden vahiy nerededir? Kur’an’ın her hangi bir yerinde Allah (cc), Resulünün Beyt-ül Makdise doğru namaz kılmasını emretmiş değildir. O halde bu emir Resulullah’a hangi yolla gelmiş olabilir? Elbette ki, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla. Demek ki, Resulullah (as) Kur-an’da mevcut olmayan veya mevcut olan mücmel ifadenin kapsamını, detaylarını nefsinden veya tecrübesinde değil, bizzat Allah Zülcelalden gayri metluv vahiyle almaktadır.[6]
4-“ Yüce Rabbimiz Haşr sûresinin 5. âyetinde şöyle buyuruyor:
“Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah'ın izniyledir ve O'nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.”
Nadiroğullarının Peygamber Efendimizi öldürme teşebbüslerinden dolayı, Müslümanlarla, Nadiroğulları arasında savaş olmuştur. [7]Bunun üzerine, Allah Resulü, Nadiroğulları’nın sağlam kalelerini muhasara etmiş, onların ümitlerinin kesilmesi ve teslim olmaları içinde, Nadiroğullarının hurmalıklarının belli bir bölümünün kesilmesini emretmişti. Bunun üzerine hurmalıkların bir kısmı kesilmiş, fakat daha sonra aralarında ihtilaf çıkmıştır. Resulullah’a gelip “Ey Allah’ın Resulü, kestiğimizden dolayı bize bir vebal, bıraktığımızdan dolayı da bir günah var mı?” diye sormuşlardır. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle Haşr suresinin 5. ayetini inzal buyurdu. İnen bu ayetle Cenabı Allah müminlerin düşmüş olduğu meseleye çözüm getirmiştir. Ayette Allah (cc) şöyle buyuruyor:“Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah'ın izniyledir ve O'nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.” (Haşr 5)
Ayetin ifadesinde de açıkça anlaşılacağı gibi, müminlerin arasında tartışmaya yol açan hurmalıkların kesilmesi, bizzat Allah’ın emriyle olmuştur. Kur’anın her hangi bir yerinde hurmalıkların kesilmesi hakkında daha önceden inzal olan bir ayet yoktur. Olaydan, yani tartışmadan sonra konuyla ilgili inen bu ayet tekdir. O halde Resulullah, Allah’ın izniyle olan bu hurmalıkların kesilmesi emrini, Kur’anda olmayan bu vahyi, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla almıştır.
5- Yüce Rabbimiz Bakara sûresinin 187. âyetinde şöyle buyuruyor:
“Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tövbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.”
Cenabı Allah müminlere orucu farz kılmıştır. Oruç, ilk farz kılındığı zaman yatsı namazından sonra başlıyor ve güneş batana kadar devam ediyordu. Yani sahur yoktu ve yatsı namazından sonra kadınlara yaklaşmakta haramdı. Rivayetler de, bazı sahabelerin Ramazan boyunca eşlerine yaklaşmadıkları ve bu yüzden de nefislerinden korktukları rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Allâhu Teala Bakara suresinin 187. ayetini indirdi.
İşte bu ayetle Allah Subhanehu, mümin kullarına merhamet etmekte, onlara eşlerine yaklaşmalarını ve sahur yemeğini helal kılmaktadır. Zira Allah (cc) müminlerin nefeslerinden korktuklarını ve bu suça irtikap edeceklerini bilmişti böylece indinden bir rahmet olarak bunları helal kılıyor. Kur’anda kadına yaklaşmanın ve sahurun helal kılındığına dair Allah’ın emri mevcuttur. O halde önceki haram emri nerede? Kur’anın her hangi bir yerinde bu haram mevcut değildir. O halde Resulullah bu emri Allah’tan nasıl aldı? Elbette ki vahyi gayri metluv ile.[8]
6- “Yüce Rabbimiz Ali İmran sûresinin 164. âyetinde şöyle buyuruyor:
Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.”
Bu ve benzer âyetlerde[9] açıkça, Hz. Peygamber’e kitabın yanında hikmetin de verildiği beyan edilmektedir. Bu hikmetin kitap olması mümkün değildir. Çünkü, eşsiz bir belâğat mu’cizesi olan Kur’an-ı Kerim’in içinde gelişigüzel kullanılmış kelimeler, maksadı bütün bütün kapalı ifadeler ve gereksiz itnab, yani gereksiz yere sözü uzatma olamayacağından , söz konusu âyet-i kerimelerde, hikmetten maksat, kitap veya kitabın bir kısmı olamaz; zira o zaman hikmet kitap üzerine atıf yapılmazdı. Birbirine atıfla yanyana zikredilen iki şey, birbirinden farklı olmalıdır . Hikmetin ne anlama geldiği tartışılabilir; ama şunu kesin olarak ifade ediyoruz ki, kitaptan maksat, Kur’an olduğuna göre, hikmet, Kur’an’ın dışında ve Rasûlüllah’ın misyon sahasına giren ve hemen Kur’an’dan sonra gelen bir şeydir.
İmam Şafii, bu konudaki âyetleri sıraladıktan sonra şu sonuca varır: Allah Teâlâ, “kitap” deyince Kur’an’ı, “hikmet” ile de görüşlerine katıldığım ehl-i Kur’an âlimlerinin dediği gibi Rasûlüllah’ın sünnetini kasdetmiştir. Bu görüş, Kur’an’ın ifadesine uymaktadır. Allah, en iyisini bilir. Çünkü Kur’an, önce kitabı, peşinden hikmeti zikretmiştir. Allah Teâlâ da kendilerine, kitap ve hikmeti öğretmekle kullarına yaptığı ihsanı zikretmektedir. Buradaki hikmetin, Rasûlüllah’ın sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek de uygun değildir. Sebebi şudur: Allah Teâlâ, hikmeti, kitapla yanyana zikretmiştir. Ayrıca Peygamberi’ne itaati ve herkese onun emrine uymayı farz kılmıştır. Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinden başka hiçbir söz için “farz” denilmesi caiz değildir. Bunun sebebi de Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne imanı, kendisine iman ile beraber zikretmesidir.”[10]
7- Yüce Rabbimiz Bakara sûresinin 238-9. âyetlerde şöyle buyuruyor:
“Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın huzurunda durun. Eğer bir tehlikeden korkarsanız, yahut bilmiş olarak kılın. Güvene kavuştuğunuz ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı anın.’”
Buradaki ‘Size öğrettiği şekilde’ ifadesi dikkat çekicidir. Bilindiği gibi namaz, Kur’an’da tafsilatlı şekilde öğretilmemiştir. O halde Hz. Peygamber’in bu konuda Yüce Allah’tan Cebrail vasıtasıyla bir takım emirleri almış olduğu muhakkaktır. Bu görüşü, Cebrail’in Hz. Peygamber’e gelip beş vakit namazı bizzat tatbikatlı bir şekilde öğrettiği rivayetleri[11] teyit etmektedir. Kısaca, ayette geçen ’Allah’ın size öğrettiği şekilde’ ifadesi Hz.Peygamber’e Kur’an dışında da vahiy geldiğine işaret etmektedir. Çünkü Cibril’in öğretmesi demek netice itibariyle Allah’ın öğretmesi demektir.
8-Yüce rabbimiz Kıyame suresinin 17. Ayetinde şöyle buyuruyor:
“(Resûlüm!) Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu (beyanetmek) açıklamak da bize aittir.”
Beyan, lügatlerde “bir başkasını açıklayan şey” ifadesiyle tanımlanır. Istılahta ise; Mana kapalılığını giderip onu muhatabın anlayacağı bir şekilde açıklamak veya hükmü Allah tarafından açıklanmış nassın keyfiyetini ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir. [12]
Burada Allah Teala, Kur'an ayetleri zımnında ayrıca beyana ihtiyaç gösterenler bulunduğunu ve o beyanın da yine vahiyle Efendimiz (s.a.v)'e gösterileceğini ifade buyurmaktadır.
Kur'an'ın beyan edilmesi gereken ayetler ihtiva ettiği gerçeği bir diğer ayette de şöyle zikredilmektedir: "Sana da Zikr'i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar.[13]
Bir önceki ayette Kur'an ayetlerini beyan etme işini bizzat Allah Teala tekeffül buyurmuşken, bu ayette beyan işinin Efendimiz (s.a.v)'e ait bir görev olduğu belirtilmektedir. Acaba burada bir tezat yok mudur?
Bu soruya cevabımız "hayır"dır. Zira Efendimiz (s.a.v) Kur'an'ı beyan ederken –haşa– kendiliğinden bir şey söylememekte, tam aksine, Kur'an'ı beyan sadedindeki Sünnet, vahiyle Efendimiz'e öğretilmektedir. Ancak bu vahiy kur'an dışı bir vahiydir.
Bunun böyle olduğunu, yukarıda mealini zikrettiğimiz el-Kıyâme ayeti ortaya koymaktadır. Zira o ayete yakında baktığımızda şunu görüyoruz: Allah Teala, Kur'an ayetlerinin beyanının kendisine ait olduğunu ifade buyurmaktadır. Öyleyse Kur'an'ın beyana ihtiyaç gösteren her ayetinin ya başka bir ayet veya Kur'an dışı vahiy tarafından yerine getirilmiş olması gerekir. Birinci ihtimal tamamiyle geçersizdir. Zira Kur'an'ın beyana muhtaç her ayetinin yine bizzat Kur'an'ın başka bir ayeti tarafından beyan edildiğini göremiyoruz.
Öyleyse Kur'an'ın beyanı sadedinde varit olan sünnetlerin, Efendimiz (s.a.v)'e Kur'an dışı (gayri metluvv) bir vahiyle iletildiğini söylemek zorundayız.[14]
Yukarıda zikrettiğimiz ayetler dışında Resulullah’a Kur’an’dan başka vahyin indiğini deklare eden başka ayetlerde vardır.[15]Daha geniş bilgi almak isteyenler dipnottaki kitaplara başvurabilirler. [16]
[1] Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sure: 66, bab: 1. Ayrıca bakınız:Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/544-545.
[2] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet,s.145
[3] (Kıyame 36)
[4] Ahzab 36
[5] İbn-i kesir, Tefsiru İbn-i kesir, c. 12, s. 6545, Çağrı yayınları, İstanbul; Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, c.1,s.98-103,Şamil Yayınları
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/381; Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi,c.2,s.543 inkılap Yay ., Muhammed Salih Ekinci, a.g.e, s.144
[7] Geniş bilgi için bak: Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, s.271-274,Gonca Yayınevi, İstanbul
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, c.1,s.427-8,Risale Yayınları
[9] Bakara 231, Nisa 113, Ahzab 34
[10] Muhammed b. İdris eş-Şafi, er’Risale, (thk. Ahmet M. Şakir), Kahire 1979., s.45.
[11] Muhammed b. İsa et-Tirmizi, Sahihu’t-Tirmizi, İst. 1981, salat 149, Ebu Davud, Sünen salat 2, 393.
[12] Bkz: TDV İslam Ansiklopedisi, “Beyan” maddesi, c.6, s.23-25, İstanbul-1992
[13] en-Nahl, 46.
[14] Ebubekir Sifil, Sünnetin Otoritesi, http://www.tahavi.com/makaleler/049.html
[15] Fetih 15, İsra 60, Fetih 27
[16] Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet,s.89-135,Rağbet Yayınları,İstanbul-2004; Muhammed Taqi Usmani, Sünnet'in Bağlayıcılığı, İstanbul-2005,Rağbet Yayınları</blockquote><blockquote>:B- HADİS-İ ŞERİFLERDEN DELİLLER
Baştan ifade edelim ki, hadislerden delilleri sünnet münkirlerinin, (daha genel bir ifadeyle vahyi gayri metluv münkirlerinin) ikna olması için değil de, bu konuda hakkı arayan kardeşlerimiz için serdedeceğiz:
1- Hz. Peygamber efendimiz bir hadisinde: ” Haberiniz olsun! Bana bir kitab ve bir o kadar da misli (sünnet) verildi. Haberiniz olsun rahat koltuğu üzerinde karnı tok bir halde kurulmuş kişinin, ‘Bu Kur’an’a sarılın. Onda nelere helal denmişse onları helal edinin nelere de haram denmişse onları haram edinin’ diyeceği zaman yakındır. Haberiniz olsun ehli eşeğin eti size helal değildir. Yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanlar da helal değildir. Anlaşmalı olanların yitikleri de helal değildir. Ancak sahipleri tarafından ihtiyaç duyulmadan atılan müstesna. Kim bir topluma misafir olarak inerse onu ağırlamaları o topluma gerekli bir görevdir. Şayet misafir etmezlerse hak ettiği miktar kadar onları cezalandırır.’(19) buyurmuştur. Hz.Muhammed, hadiste ifade edildiği üzere kendisine Kur’an ve artı olarak bir vahyin indirildiğini belirtmiştir. Devamında bir takım şeyleri helal ve haram kılmıştır. Hz. Peygamber hüküm koyarken, bu hükümleri kendi kafasından koymamıştır. Rasulullah’ın Kur’an ışığında onda olmayan hükümleri koyması da elbetteki bir vahyin mahsülüdür ve Hz. Peygamber’in bu noktada koymuş olduğu hükümler ‘ o size temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar’ ayetine racidir.(20)
2- Ebu Hureyre (r.a.)’nin naklettiğine göre: Hz. Peygamber (a.s.) bir gün insanların arasında oturuyordu. O sırada ona bir zat geldi ve: “Ey Allah’ın Rasulü! İman nedir?” dedi. “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Allah’a kavuşmaya, peygamberlerine inanman ve keza son dirilmeye iman etmendir” buyurdu. İslâm nedir? dedi. “İslâm, Allah’a kulluk etmen ve ona hiç bir şeyi ortak yapmaman, Farz namazı dosdoğru kılman, farz kılınmış olan zekâtı vermen ve Ramazanda oruç tutmandır” buyurdu. Ey Allah’ın Rasulü! İhsan nedir? dedi. “Allah’a onu görürcesine ibadet etmendir. Her ne kadar onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür” buyurdu. Ey Allah’ın Rasulü, Kıyamet ne zamandır? dedi. (Cevaben Efendimiz) Buyurdu ki: “Bu konuda sorulan sorandan daha çok bilgiye sahip değildir. Fakat onun alâmetlerini sana haber vereceğim: Cariyenin efendisini doğurması, onun alâmetlerindendir. Yalınayak ve çıplak kimseler, insanların idarecileri oldukları zaman, işte bu da onun alâmetlerindendir. Koyun çobanları yüksek bina kurmakta birbirleriyle yarışa başladıkları zaman, işte bu da onun alâmetlerindendir. (Kıyametin vakti) Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği beş şeye dahildir.” Bundan sonra Peygamber: “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez, yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez, şüphesiz Allah her şeyi bilendir, herşeyden haberdardır” ayetlerini okudu. Ebu Hureyre der ki: Sonra o şahıs dönüp gitti. Arkasından Allah Rasulü (a.s.): “O adamı bana geri getiriniz” diye emretti. Bunun üzerine sahabeler onu geri getirmek için aramaya başladılar, fakat birşey göremediler. Bunun üzerine Allah Rasulü (a.s.): “İşte o, Cebrail’dir. İnsanlara dinlerini öğretmek için gelmiştir” buyurdu.(21) Hadiste ifade edildiği üzere Cebrail (a.s.), bizzat efendimizin ifadesiyle “insanlara dinlerini öğretmek için” gelmiştir.
3- Ebu Hureyre’den Rasulullah Aleyhisselâm’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir. “Allah Azze ve Celle buyurdu ki, Kulum bir iyilik düşünür de yapmazsa onu kendisi için bir iyilik olarak yazarım. O iyiliği yaptığında, on kattan yediyüz kata kadar sevap yazarım. Bir kötülük düşünür de yapmazsa, bundan dolayı aleyhine birşey yazmam. Kötülüğü işlerse sadece bir kötülük olarak yazarım.(22) Yine Ebu Hureyre Radiyallahü Anh’den Rasulullah Aleyhisselâm’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:”Allahü Teala buyurdu ki; Ademoğlu, dehre küfrederek Bana eziyet eder. Dehr Benim. İş Benim elimdedir, gece ile gündüzü birbiri ardına Ben getiririm.(23) Hazreti Peygamber’in Allah Teâlâ’dan rivayetle ifade buyurduğu hadislere “Kudsi Hadis” denilir. Hz. Peygamber’in istediği ibare ile ifade etmek üzere bazen Cibril (a.s) vasıtasıyla ve bazen de vahiy, ilham ve rüya suretiyle Allah Teâlâ’dan rivâyet ettiği hadistir. Kudsi hadislerin, bir taraftan ilk kaynak olarak Allah Teâlâ’ya izafe edilmesi, diğer taraftan Hz. Peygamber’in hadisleri arasında ve hadis lafzıyla zikredilmesi, bunların bazı yönlerinden Hz. Peygamber’in hadislerine benzerliğini ortaya koymaktadır. Zira Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmı olup Hz. Peygambere vahyolunmuştur; kudsî hadislerin de ilk kaynağı Allah Teâlâ olduğuna ve Hz. Peygamber tarafından ondan rivayet edildiğine göre, bunlar da vahiydir.(24) Hadis-i Kudsi’ler peygamberimize Kur’an dışında gelen vahyi ispatlayan verilerdendir.
4- Hz. Huzeyfe (ra)’ın rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: “Bu, alemlerin Rabbinin elçisi Cibril’dir. Kalbime şunları ilham etti: Hiç şüphesiz bir nefis, ulaşması gecikse de rızkı tamamen eline geçmeden ölmez. Öyleyse Allah’tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan arayın. Sakın rızkınızın gecikmesi sizi, onu Allah’a isyan ederek almaya sevk etmesin. Hiç şüphesiz, Allah Katındaki şeylere ancak O’na itaat edilerek ulaşılır.” “Cibril Kalbime şunları ilham etti” cümlesi peygamberimize Kur’an dışında gelen vahiyler geldiğini ispatlamaktadır.(25)
5- Ebu Said el-Hudri diyor ki: “Rasulullah bir zaman sahabelerine namaz kıldırırken papuçlarını çıkardı ve sol tarafına koydu. Cemaat bunu görünce onlar da papuçlarını çıkarıp attılar. Rasulullah namazını bitirince onlara: “Sizi papuçlarınızı atmaya sevk eden sebeb nedir?” diye sordu. “Biz senin onları çıkarıp attığını gördük, biz de attık” dediler. Rasulullah (sav) de buyurdu ki: “Bana Cibril (as) geldi ve papuçlarımda pislik bulunduğunu bildirdi. Sizden biriniz mescide geldiği zaman papuçlarına baksın. Onlarda bir pislik veya eziyet verecek bir şey görürse, onu silsin ve onlarla namazını kılsın.“(26) Hadisteki “Bana Cibril (as) geldi ve papuçlarımda pislik bulunduğunu bildirdi” ifadesi net bir ifade olarak peygamberimize Kur’an dışında gelen vahiyler geldiğini ispatlamaktadır.
6-Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ kendisine:Biz hazar namazı ile, korku (havf) namazını Kur’an’da buluyoruz. Fakat sefer (yolculuk) namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdullah İbni Hâlid’e; Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammed’i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız” demiştir.(27) Hz. Ömer Şam seferine çıktığı zaman yolda iken Suriye arâzisinde veba salgını haberi gelir. Yoluna devam edip etmeme ve alınması gereken tedbir hususunda tereddüde düşer. Önce yanındaki Muhacirûnu dinler, farklı tavsiyelerde bulunurlar. Sonra Ensârı çağırır, onları dinler onlar da farklı görüşler ileri sürerler. Sonra: “Bana fetih muhâcirlerinden olan Kureyş yaşlılarını çağırın” der. Bunlar ihtilaf etmeksizin dönmeyi teklif ederler. Hz. Ömer (radıyallahu anh) kararda zorluk çekerse de, bir ihtiyacı için oradan ayrılmış bulunan Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh)’ın dönüşü meseleyi çözer: “Ben, der, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı dinledim: “Bir yerde veba olduğunu duyarsanız oraya gitmeyin, bulunduğunuz yerde çıkarsa orayı terketmeyin” demişti. Sâlim İbnu Abdillah (radıyallahu anh)’ın kesin ifadesine göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu rivayet üzerine geri dönme emri verir.(28) Bir gün Abdullah b. Mes’ud: “Allah Teala, dövme yapan (ben yapan) dövme yaptıran, tüylerini alan, güzellik için dişlerinin arasını törpületen ve Allah‘ın yaratma şeklini değiştiren kadınlara lanet eder” demiştir. Onun bu sözü, Esedoğullarından Ümmü Yakub isimli Kur’an’ı çok iyi okuyan ve anlayan bir kadına ulaşmış kadın da İbn Mesud’a gelerek, “İşittiğime göre sen şöyle ve şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun” demiştir. Abdullah bin Me-sud da o kadına şu cevabı vermiştir: ”Niçin ben, Rasulullah tarafından lanetlenen ve Allah’ın kitabında da hükmü bulunan kimseleri lanetlemeyeyim?” Kadın: “Ben Kur’an’ın iki kapağının arasında bulunan bütün âyetleri okudum. Böyle bir lanetleme bulamadım.” demiş, Abdullah bin Mes’ud da, “Eğer okumuş olsaydın onu bulurdun. Sen Allah Teala’nın “Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının” âyetini okudun mu? diye sormuş, kadın: “Evet okudum” demiştir.Bunun üzerine Abdullah: “Kadınların bunları yapmalarını Rasulullah yasaklamıştır” demiştir.(29) Yukarıdaki üç rivayetten anlaşılan odur ki; Sahabe-i Kiram, peygamber efendimizin her zaman vahiy almakta olduğunu bilmekteler ve peygamberimizin buyurduklarının aynen yüce Allah’ın buyurdukları gibi olduğunun idraki içindedirler.
C- ALİMLERİMİZİN GÖRÜŞLERİ
Tabiun alimlerinden Hasan b. Atiyye şöyle demektedir: Cebrail Rasulullah’a aynı Kur’an’ı indirdiği gibi sünneti indirir ve Ona Kur’an’ı öğrettiği gibi öğretirdi.(30) Müctehid alimlerimizden İmam Şafi: “Allah Teala da kendilerine, Kitap ve Hikmet’i öğretmekle kullarına yaptığı ihsanı zikretmektedir. Bunasslarda geçen hikmetin Hz. Peygamber (sav)’ın sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek uygun değildir. Sebebi şudur: Allah Teala hikmeti Kuran’la birlikte zikretmiştir.”(32) İbn Hazm bu meseleyi izah ederken, şu tesbitte bulunmuştur:’Okunan vahiy, Kur’an’dır. Nazmı, mucizedir. Her türlü tahrif ve tebdilden korunmuştur. Okunmasıyla ibadet edilir. Cebrail vasıtasıyla peygamberimize uyanıkken indirmiştir. Uyku, ilham veya başka bir yolla indirilmediği hususunda icma vardır. Vahy-i gayri metluv’a gelince nazmı, mucize değildir. Fakat nakledilen vahiydir. Bunlar Hz. Peygamberin hadisleridir. “İman, İslâm ve ihsan”ın tarifini yapan hadiste olduğu gibi hadisler, Peygamberimiz’e ya Cibril vasıtasıyla uyanıkken ya da bunun dışındaki diğer vahiy şekilleriyle gelmişlerdir. Ancak bunların manaları vahiyle gelirken lafızları peygamberimize aittir. Zaten hadislerin Kur’an’dan ayrıldığı taraf da burasıdır. Onun için hadisleri manalarıyla nakletmek caiz görülmüştür.(33) İbn Kayyim el Cevziyye demiştir ki: “Allah Teala kendisine ve Rasulü’ne itaati emretti. Peygambere emrettiklerini, Kitab’a arzetmeksizin bizatihi kendisine itaatin vacip olduğunu bildirmek için, ‘peygambere de itaat ediniz’ buyurarak “itaat” emrini tekrarladı. Hz. Peygamber (sav) bir emir verdiği zaman, o emir Kuran’da bulunsun bulunmasın, mutlak ve müstakil olarak kendisine itaatin vacip olduğunu bildirirdi. Çünkü O’na, Kitap ve beraberinde benzeri değerde sünnet verilmiştir. Allah Teala, Ashab-ı Kiram’ın, Hz. Peygamber ile toplu bir işteyken ondan izin almadan herhangi bir yola ve yere gitmemelerini, imanın gereklerinden kılınca, O’nun izni olmadan ilmi bir görüşe ve hükme gitmemeleri daha öncelikli olarak imanın bir gereği olmaktadır. Hz. Peygamberin (sav) böyle bir konudaki izni ise getirdiği vahiy ve sünnetin o şeye izin verdiğini göstermesi ile bilinmektedir.”(34) Günümüz alimlerinden Muhammed Hamidullah şöyle demektedir: Vahiy, bizzat Rasulüllah Muhammed (s.a.v.) tarafından gayet açık bir şekilde iki sınıfa ayrılmış bulunmaktadır. Bazı durumlarda O: “Bu Allah’ın katındadır; onu yazı ile tespit edin, ezberleyin ve namazlarınızın belli yerlerinde tilâvet edin” diyor. İşte bu işaret ettiği şey, Kur’an-ı Kerim çerçevesine girer. Diğer bazı durumlarda ise O: “Bunu şöyle yapın” diyor ve hatta bazen hiçbir söz (hadis) sarfetmeksizin sadece belli bir şekilde hareket edip işliyordu ve bütün bu gibi durumlarda yazı ile tespit emrini vermiyordu. İşte bu halde karşımıza vahy-i metluv ile vahy-i gayri metluv farkı çıkar; bu ikinci sınıfa girenler, umumiyetle Hz. Peygamber’in “hareket”, “iş” ve “tutumları”na dair anlatılanlar hadis yahut bundan farklı bir mana taşımayan sünnet şeklinde adlandırılır. Kuran’a nazaran Peygamber, her ne söylediyse vahiy üzerine söyledi. Bununla beraber bütün söylediklerinin namazlarda okunmasını emretmedi.Buradan, ‘tilavet edilmiş, okunmuş’ vahy ile ‘tilavet edilmemiş’vahy arasındaki fark anlaşılır.(36) Bütün bunlardan sonra şöyle bir tespitte bulunmak mümkündür: Dinin tebliği sadece Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla yapılmamış; Allah Teâlâ, pek çok ayrı yolla peygamberine dini bildirmiştir. Dolayısıyla sünnet vahiy kaynaklıdır ve vahyin onayından geçmiştir. Diğer yandan bir dinin sadece kutsal kitap ile duyurulacağına dair bir delil bulunmamaktadır. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in de bütünüyle bir kerede nâzil olmayışı, dinin tamamlanmadığı şeklinde anlaşılmadığı gibi, eksiklik olarak da görülmemiş ve Müslümanlar Rasûlullah’ın bütün bildirdiklerine Kur’ân ve Sünnet ayırımı yapmadan uymuşlardır. En son olarak şunu ifade edelim ki; Peygamberimize Kur’an dışında gelen vahyi ispatlayan açıklamalarımızdan, tüm hadis külliyatının vahiy olduğunu savunduğumuz sonucu çıkarılmamalıdır. Bu husustaki tercih ettiğimiz görüş, çağımızın büyük alimlerinden Seyyid Ebu’l A’la Mevdudi’nin görüşüdür. Mevdudi “O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir.“(37) ayetlerini tefsir ederken şöyle der: “Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: “Hz. Peygamber’in (s.a) tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz. Peygamber’in (s.a) sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah’ın vahyidir?” Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur’an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah’a aittir. Hz. Peygamber’in (s.a) kendi sözleri ise üç kategoriye ayrılabilir: 1) Hz. Peygamber’in (s.a) İslâm’ı tebliğ, Kur’an’ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe yoktur. Maazallah bunlar hevasından uydurduğu düşünceler değildi. Bir bakıma Hz. Peygamber, (s.a) Allah’ın tayin ettiği resmi bir sözcüydü. Bu tür vahy, kelimesi kelimesine Kur’an gibi nazil olmuş değilse bile, Hz. Peygamber’in (s.a) söylediği bu sözler yine de vahy ilmine dayanmaktadır. Ancak Kur’an ve Hz. Peygamber’in (s.a) sözleri arasındaki fark, Kur’an’ın anlamıyla birlikte kelimelerinin de Allah tarafından nazil olması, buna karşılık Hz. Peygamber’in (s.a) izah niteliğindeki sözlerinin, Allah tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, kelimelerinin kendisine ait olmasıdır. Bu bakımdan, Kur’an’a, “Vahyi Celî”(38) Hz. Peygamber’in (s.a) bu tür sözlerine de “Vahyi Hafî”(39) denilir. 2) Hz. Peygamber’in (s.a) Müslümanların lideri olması münasebetiyle Allah’ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Bu mücadele boyunca Hz. Peygamber, (s.a) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul etmiştir. Bazan de sahabeler “Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah’ın vahyi midir?” diye sormuşlar, O da “Benim sözümdür.” karşılığını vermiştir. Bazen Hz. Peygamber (s.a.) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, Onun buyruğunun aksini bildiren ayetler inzal etmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber’in (s.a.) sözleri hevasından olmayıp, Allah’ın teyid etmesiyle kesinlik kazanmıştır. “Hz. Peygamber’in (s.a.) her söylediği vahiy midir?” sorusuna gelince, Onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözler, sahabeleriyle istişare ederek aldığı kararlar veya Allah’ın aksini emrettiği konulardaki içtihatları vahiy değildir. Fakat bunların dışında söylediği sözler “vahyi hafî” grubuna girer. İslâm hareketinin önderliğine, Müslümanların emirliğine, İslâm devletinin başkanlığına kendiliğinden tayin olmadığı gibi, Onu halk da seçmemiştir. Bu mevkiler O’na Allah tarafından verilmiş ve O da bu mevkilerdeki yetkisini Allah’ın emriyle kullanmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.) kendi içtihatlarına dayalı icraatı da Allah tarafından teyit edilmiştir. Yani Onun görüşleri, Allah’ın kendisine verdiği ilme dayanmaktadır. Ancak yanıldığında Allah Teâlâ hemen Onun sözkonusu yanlışlığını “Vahyî Celî” ile düzeltmiştir. Bundan, Rasûlullah’ın (s.a) kendiliğinden yaptığı içtihatların Allah’ın rızasına muvafık olduğu anlaşılıyor. Çünkü böyle olmasaydı, muhakkak Allah kendisini ikaz ederdi. 3) Hz. Peygamber’in (s.a) bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, Nübüvvet ile ilgili olmayan sözleri. Bu bağlamda öncelikle bilinmesi gereken husus, kafirlerin, Rasûlullah’ın bu tür sözleriyle ilgili itirazlarının bulunmayışıdır. Onlar Hz. Peygamber’i, yukarıdaki iki kategoriye giren sözlerinden ötürü, dalaletle suçluyorlardı. Dolayısıyla sözkonusu ayette Hz. Peygamber’in (s.a.) Nübüvvet ile ilgisi bulunmayan sözleri kastedilmemektedir. Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in (s.a.) bu tür sözleri bile hak ve doğruluğun dışında başka bir şey ifade etmez. Çünkü Allah, Onu takva timsali bir peygamber olarak göndermiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.) her sözü vahyin nuruyla aydınlanmıştır. Nitekim Ebu Hureyre’nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a) “Ben Hak’tan başka hiç bir şey söylemem” dediğinde ashabtan biri “Ya Rasûlallah ama siz bazen bizlerle şakalaşıyorsunuz” diye sorunca O, “Ben gerçekten de Hak’tan başka bir şey söylemem” demiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud) Amr b. el-As’ın oğlu Abdullah şunları anlatıyor: “Ben Hz. Peygamber’in (s.a.) ağzından çıkan her sözü yazıyordum. Bunun üzerine bazı kimseler bana, “Sen Rasûlullah’ın (s.a) söylediği her sözü yazıyorsun. Oysa O, bazan kızgın bir halde de konuşur” deyince, ben de yazmaktan vazgeçtim. Bir defasında da bu hususu Rasûlullah’a arzettim. Bunun üzerine O, “Sen yaz. Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, benim ağzımdan Hak’tan başka birşey çıkmaz” dedi.”(40)
DİPNOTLAR
(19) Ebu Davut, 6 (4604); Şâtıbî, el-Muvâfakât fi-Usûli’l-Ahkâm (Türkçesi: Mehmet Erdoğan), c.4,s.4 ve devamı, İz Yayıncılık, İstanbul,1993.
(20) Araf 7/157
(21) Sahih-i Müslim, İman 10
(22) Müslim: İmân: 204. Buhari, Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yayınları: 107-108.
(23) 26 Buhari Tefsir, Casiye Suresi: 1; Tevhid: 35.
(24) Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, s.123-4,Ankara 1980.Ayrıca bak: Buhari, Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yayınları,İstanbul
(25) ibn-i Mace, Ticaret, 2 Beyhaki sünen, VII 76
(26) Ebû Dâvûd Kit. İlim bab: 10 hn. 3660; Tirmizî Kit. ilim bab: 7 hn. 2656-2657; İbni Mace Kit. Mukaddime bab: 18 hn. 230, 232, 236; Müsned İmamı Ahmed c. I Sh. 437 c. III Sh. 225 c. IV Sh. 8
(27) İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/229.
(28) İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/47-49.
(29) Buhâri, Kit. Libas, bab: 82, 84, 85, 87; Müslim, Kit. Libas: bab: 120 hn. 2125; Ebû Dâvûd; Kit. Terecciil bab: 5, hn. 4169; Tirmizi, Kit. Edeb, bab: 33 İm. 2782; İbn Mace, Kit. Nikah, bab: 52 hn. 1989
(30) Darimi Mukaddime: 49.
(31) Al-iİmran Suresi, 164
(32) İmam Şafi, er Risale, 78
(33) İbn Hazm, İhkâm fi-Usuli’l-Ahkâm, I/95, 1. baskı,Beyrut,1985
(34) İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lâmü’l-Muvakki’în an-Rabbi’l-Alemin,s. 58 , 1.baskı, Beyrut,1991
(35) Muhammed Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi,s.16 (Türkçesi: Salih Tuğ) ,İstanbul 1993
(36) Muhammed Hamidullah, Muslim Conduct Of State (terc., İslamda Devlet İdaresi, s.16,İstanbul-1963
(37) Necm 3-4
(38) Vahyi Celî:Açık vahiy yani Kur’an’da bulunup, tilavet edilen vahiy
(39) Vahyi Hafî:Gizli vahiy yani Kur’anda bulunmayan, vahy-i gayri metluv denilen vahiy
(40) Ebû Dâvûd, Kit. İlim, hn: 3646 Darimi; Kil. Mukaddime bab: 13; Müsned İmam Ahmed c. II. sh. 162, 192. Mevdudi, Tefhimul Kur’an. Mevdudi’nin Sünnet anlayışı hakkında Yrd.Doç.Dr Yavuz KÖKTAŞ’ın Mevdudi’nin Hadisle İlgili Görüşleri Ve Hadis Tahlilleri Üzerine (sakarya üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi 8 / 2003) makalesi okunmaya değerdir.</blockquote> | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Sünnet Ve Hadislerin Vahy Olup Olmaması Meselesi C.tesi Kas. 13, 2010 12:05 am | |
| Hadisler İtikadımızı Belirler mi?
Ondokuzuncu asırda pozitivist düşüncenin dünyayı ve bu arada İslâm alemindeki aydın kesimi etkisi altına alması ve İslâm âleminin Batılılar tarafından istila edilmesinden sonra yoğunluk kazanan oryantalist araştırmaların yöneldiği önemli sahalardan biri de Sünnet olmuştur. Bu araştırmalar sonucu oryantalistlerin Sünnet/Hadis’e yönelttikleri eleştiriler, İslâm âleminde de etkisini göstermiştir. Sünnet'in Müslümanlar tarafından yeniden bir değerlendirmeye tâbi tutulması, elbetteki sadece oryantalistlerin bu etkileri nedeniyle değildir. Çağımızda gelişen sosyal ilimler alanındaki tahlilci bakış açısı ve Müslümanların devraldıkları kendi kültürlerini yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç duymaları da bunda etkili olmuştur. Bunun bir sonucu olarak Sünnet konuşunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Bu arada Sünnet'in Kur'an gibi korunmadığını, nitekim Kur'an gibi Hz. Muhammed (sav) döneminde yazılmadığını, haddizatında dinî anlamak için Kur'an'ın yeterli olduğunu ileri sürenlerin yanısıra Peygamber (sav)'in Sünneti'nin kendi içtihadı sonucu olduğunu; vahye dayanmadığını ve bu nedenle de sonradan gelen Müslüman nesilleri bağlamadığını ileri sürenler olmuştur.
Bugün artık okulda, camide, çarşıda, pazarda özellikle de internet aleminde bu türden insanları bulmak mümkündür. Dinin çeşitli konularının tartışıldığı günümüzde, 15 asırdan beri Sünnet; ümmet arasında hüsnü kabul görmüşken, akıllarını kutsallaştıran ve batılı oryantalistlerden esinlenen bazı araştırmacı yazarlar; Sünnet konusunda yeni şüpheler gündeme getirerek alimlerimizin sahih kabul ettiği hadisleri bile sorgulama veya reddetme noktasına gelmişlerdir.1
Sünneti hafife alan veya inkar eden bu kimselere, zamanımızın tartış(tır)ılan Recm , Hz. İsa’nın nüzulu, Kabir azabı, Şefaat vb. konularda Ehl-i Sünnet’in görüşleri ifade edildiğinde bu kişilerin en başta gelen itirazları “ Bu meseleler Kur'an'da geçmiyor, bazı hadislerde yer alıyor. Ama hadisler Kur'an'a aykırı olamaz. Dolayısıyla bu konulardaki hadisler uydurmadır." veya "Evet, bu konuda bazı hadisler var, ama bu hadisler itikadî sahada bir şey ifade etmez.Hadisler itikad belirleyemez"2 şeklindedir.
Günümüzün Tevhidi düşünen gençliğini de etkileyen ve bocalatan bu söylem ne kadar doğrudur? Hadisler itikadımızı belirleyebilir mi? Sorularına cevap vermek amacımızdır.
Konumuza önce akide ve itikad nedir? suallerine cevap ile başlayalım: Akide; bir şeyi bağlamak, düğümlemek demektir. Bir şeye inanmak(inanç), imanlı olmak, itikat sahibi olmak, kesin inanç, itikat edilen inanılan şey prensip anlamlarına gelir. Yine aynı kökten gelen ‘itikat’ iman kelimesinin eş anlamlısı olarak kullanılmaktadırİnanmak, bağlanılması gereken şeylere bağlanmak demektir Görüldüğü gibi akide ve itikat lafızları kelime itibarı ile lügat manasında aynı kökten, yani (A-G-D) harflerinin oluşturduğu kökten gelip lügat ve ıstılah olarak aynı noktada birleştiklerini görürüz. Özetleyecek olursak akide; üzerinde kalbin düğümlendiği şey demektir.
‘Akide’ gönülden bağlanılan şey manasında kişinin isteyerek, benimseyerek, inanç esaslarını kabul edip inanması demektir. ‘Akide’nin çoğulu ‘akaid’tir. ‘Akaid’, İslâmın inanılması gerekli olan temel esasları ve hükümleri demektir. Akide, bir dinin inanç esaslarıdır. Bir kişi o inanç esaslarını kabul ettiği zaman, o dini benimsemiş olur, o dinden sayılır. Akide aynı zamanda, o dinde bulunan emir, tavsiye, prensip, yasak gibi amel ilkelere de yön verir. Çünkü, akidenin gereği ahlâk ve davranış, yani amel olarak hayata yansır. Yalnızca inanç olarak kafalardan kalan ‘akide’ler zamanla yerine başka inançlara terkederler.
Bu açıdan bakıldığı zaman denilebilir ki, akide kişinin dünya ve ahiret görüşünün bütünleşmiş şeklidir. Kişi ona bağlanır, onun doğru olduğunu kabul eder ve amele ilişkin ilkeleri yaşamaya çalışır. Bir şeyin doğruluğuna inanmak, onun gerektiği yerde uygulanmasıyla gösterilir, isbat edilir. İslâmın ‘akide’ sistemi, Din’in temelidir. Akide, insanla ilgili yaratılış gerçekliğine ulaşmak, insan ile Yaratan arasındaki bağı bulmaktır. Bu kuvvetli bağ, insanı Allah karşısında sorumlu hale getirir ve hayatını hangi amaç doğrultusunda yaşayacağını gösterir. İslâm’da inanç sistemi (akide) kuru kuruya bir inançlar sıralaması, içleri boş hayali şeyi değildir. Akide, Din’i kabul etmenin ve ona uygun olarak yaşamanın, daha doğrusu yalnızca Allah’a kulluk yapmak üzere karar almanın, buna söz vermenin kendisidir.3 Dinin esasları ilmi, ilimlerin en şereflisidir. Çünkü herbir ilim dalının şerefi, konusunun şerefinden gelir. Bu ise fer’î hükümlerin bilgisi demek olan fıkha nisbetle en büyük fıkıh (fıkh-ı ekber)dir. Bundan dolayıdır ki İmam Ebu Hanife (rh.a) dinin esasları ile ilgili görüşlerini "el-Fıkhu’l-Ekber" 4diye adlandırmıştır. "el-Fıkhu’l-Ekber” kitabını şerh eden AIiyyul-Kârî şerhinin girişinde şöyle der:” Bilmiş ol ki; dini kuvvetlendirme binasının temeli olan Tevhid ilmi(Akaid), uyulması icabeden bilgiler yönünden ilimlerin en şereflisidir. Ancak Kitap, Sünnet ve İcmâ-i Ümmet mefhumlarından dışarıya çıkmamak, bid'at ehlinde olduğu gibi, mücerred aklî delillere ait bilgilere girmemek şartıyla. Zira mücerred akılcı bidatçılar, vakıaya uygun olarak doğru yolun habercisi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in haber verdiği gibi, Ehl Sünnet vel-Cemaat'inin üzerinde yürüdükleri caddeyi terk ettiler.”5
İmam Ebû Hanîfe (rh.a), itikadî meseleler hakkında yeterli bilgisi olmayan kimselerin takınması gereken tavır hakkında "el-Fıkhu’l-Ekber" ‘de şöyle der: Tevhit (itikad) ilminin ince meselelerinden herhangi bir hususu anlamakta müşkilat çeken kimsenin, meseleyi sorup öğreneceği bir alim bulana kadar o konuda Allah Teala katındaki doğru neyse o şekilde inanması gerekir. Bu durumdaki bir kimsenin, meselenin doğrusunu öğrenmeyi ertelemesi caiz değildir. Bu durumdaki kimsenin, tevakkuf etmesi, meselenin aslını öğrenmekten geri durması mazur görülemez. Eğer bu durumdaki kimse, meselenin aslını öğrenmekten geri durursa (ve hayatını öylece şüphe içinde geçirmeye devam ederse) dinden çıkar."6
İtikadi esasların tespit ve tayini, dinin temel ilkelerinin bilinip inanılması açısından son derece önemlidir. İslam’ın inanç esaslarının çeşitli vesilelerle Kur’an-ı Kerim’de sayıldığı7 ve bu inanç üzere olmamanın küfrü gerektirdiği beyan edilmiştir. Tarih içinde sayısı çeşitli tartışmalara vesile olsa da, Ehl-i Sünnet tarafından imana konu olan hususların temel olarak “altı” olduğu kabul edilmiştir. Tabii ki bu sınırlandırma, iman esaslarının tamamının bunlardan ibaret olduğu anlamına değil, müminlerin inanacakları esasların kolayca formüle edilmesi anlamına gelmektedir.8
Dinimiz İslam’ın temel kaynağı Kur’an’dır ve bu kitabı en güzel şekilde açıklayan Peygamber(sav)’in sünnetidir. İslam’ın bu iki kaynağı, onun insanlığa getirdiği bütün ilkelerin koyucusu ve devamının garantisidir. Fakat bu iki kaynaktan iman, hukuk ve ahlak ilkelerinin tespiti uzmanlık gerektirir ve tarih içinde gelişen İslami bilimlerin kendilerine has geliştirdikleri metotlar kelam, fıkıh, hadis vb. adlarda ayrı bilim dallarının doğmasına sebep olmuştur.
İtikadi ilke istinbatının bir takım ilkeleri vardır ki, bu prensipler İslam alimlerinin zaman içinde tespit ettikleri bazı hususlardır, önce bunların üzerinde durmak gerekir:
A-Kur’an’dan İtikadi İlke Çıkarımı: Dinin temel kaynağı olan Kur’an, bütün dini hükümlerin çıkarıldığı asıldır. Kur’an’ın tamamına inanmak her müminin görevidir. İtikadi sistemin oluşturulmasında ilk önce başvurulan kaynak Kur’an-ı Kerim’dir. Bütün temel prensipler ondan çıkarılır. Kur’an, tarih içinde yaptığı yolculukta tahrif, tebdil ve tağyirden muhafaza edilmiştir. Bundan sonra da kıyamete kadar korunacaktır. Onun muhafazası Allah Teala’ya aittir. Nitekim “Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”9 mealindeki ayetten onun korunacağının garanti edildiği anlaşılmaktadır.
Kur’an’daki bir hususun itikadi değer kabul edilebilmesi için temel şart; Âyetin “subutu kat’i, manaya delaleti kat’i” olmasıdır. Yani hem ortaya çıkışı hem de neye işaret ettiği konusunda hiçbir şüphe bulunmamalıdır. Allah’ın varlığı ve birliğine iman, peygamberlere, ahiret gününün mutlaka gerçekleşeceğine, meleklerin varlığına, vahiy olarak ilahi kitapların ve Kur’an’ın Allah tarafından gönderildiğine iman gibi itikadi ilkeler yanında namaz, oruç, hac ve zekat gibi İslam’ın temel ibadetlerinin ve ahlak kurallarının farz oluşunun birer inanç esası olarak kabul edilmesinin kaynağı bu prensiptir. Kur’an’ın vahyedildiği günden bu yana İslam alimleri bunların üzerinde tartışmamış ve bu inanç esaslarının anlaşılmasında bir güçlük görüp izahına girişmemiş ve müminler de bu gibi hususlarda itirazda bulunmamışlardır. Bu kadar geniş bir ittifakın olduğu hususlar itikadın en önemli ilkeleri kabul edilir ve itikat listesinin ilklerini oluşturur.10
“ Subutu kat’i fakat manaya delaleti zanni” yani ortaya çıkışında hiçbir ihtilaf olmamakla birlikte delalet ettiği şey hakkında ihtilaf edilen ayetlere gelince zuhuru, yani ortaya çıkışı itibariyle hiçbir zan içermez ve fakat kastedilen anlamın ne olduğu konusunda İslam’ın ilk devirlerinden bu yana üzerinde ihtilaf olabilir. Sübutu kat’i manaya delaleti zanni olan Kur’an ayetlerinin önemli bir kısmını “müteşabih” diye isimlendirilen ayetler oluşturur ki bunların lafzına ve sübutuna inanmak vaciptir; inkarı küfrü gerektirir. Fakat ne manaya geldiğinin yorumunda, delaletinde ihtilaf bulunduğu için kimin veya hangi mezhebin yorumu benimsenmişse o kişiyi o yorum bağlar.11
Sübutu kat’i, manaya delaleti zanni olan ayetlere hem itikadi hem de ameli sahadan bir çok örnek vermek mümkündür. İtikadi fırkalar arasındaki tartışmalı konuların başlıcaları olan sıfatullah, kader, irade, kudret, fiil, istitaat, kebire ( kebair), iman, ru’yetullah, kabir azabı ve halku-l Kur’an vb bu madde ile ilgilidir. Kelam kitaplarında tartışılan hususların tamamı bunlardan ibaret olduğunu söylemek elbette doğru değildir. Bu sayılan itikadi hususlarla birlikte daha birçok konu tartışma gündemine gelmiştir. İhtilaf edilen konuların her birinin te’vile müsait olması nedeniyle her mezhep kendi görüşünü destekleyen ayeti bulma konusunda sıkıntı çekmemiştir. Nitekim bu son cümleyi tavzih eden bir rivayeti aktarmak istiyoruz: Hz Ali (r.a.), Hariciler tâifesiyle münazara etmesi için Abdullah ibni Abbas (r.a.)’ı göndermiş ve ona şöyle demişti: - Git onlarla mücadele et! Onları kitaba ve sünnete çağır! Fakat onlara Kur’an’dan delil getirme. Çünkü âyetlerin pek çok manalara ihtimali vardır. Ancak onlarla sünnetten delil getirerek tartış, dedi. Bunun üzerine İbni Abbas (r.a.): - Ey Mü’minlerin Emiri! Ben, Allah’ın Kitabı’nı onlardan çok daha iyi bilirim, çünkü Kur’an bizim evlerimizde indi, deyince Hz. Ali (r.a.) buyurdu ki:” Doğru söylüyorsun ama Kur’an bir çok manalar taşıyan ve bir çok yönleri bulunan bir kitaptır. O bir şey der, onlar da bir şey der. (yani Allah’ın âyetlerini kendi kafalarına göre tevil ederler de ağızları kapanmaz.) Lakin sen onlara sünnetten delil getirirsen, o zaman kaçacak yer bulamazlar, (hadisler âyetlerin tefsiri mahiyetinde olduğundan, onlar vasıtasıyla Kur’an’ın maksadı anlaşılır, böylece sana karşı konuşacak halleri kalmaz)” Nitekim İbni Abbas (Radıyallâhü anhümâ) onların karşısına çıktı ve Haricîlerle tartıştı. Sünnetten deliller getirerek münazara etti. Ve sonunda onların elinde hiçbir delil kalmadı.12
İtikadi esasların tespitinde Kur’an’ın sübutu kati ve manaya delaleti kati olan ayetleri itikadın ekseriyetini kapsamaktadır. İhtilaf edilen kısım ise kalan çok az bir bölümü oluşturmaktadır. Dolayısıyla itikat esaslarının tamamı ihtilaflıdır gibi bir hususun anlaşılmaması gerekir. Kur’an içinde az sayıdaki ayet itikaden ihtilafa konu olmuştur. Kur’an üzerinde konuşma isteğinden hareketle İhlas suresinin ilk ayetinden başka bütün ayetlerin müteşabih olduğu ve dolayısıyla manaya delalet yönünden zan ifade ettiği şeklinde görüşler varsa da bu tür görüşlerin fazla taraftar bulmadığı bir gerçektir. Esas itibariyle, Kur’an lafzının ihtilaftan uzak olduğu hemen hemen bütün itikadi fırkalar tarafından kabul edilmiştir. Asıl ihtilaf -asıl konumuz olan- Sünnet/Hadis’ten itikâdî ilke çıkarımı konusunda olmuştur.
B-Hadislerden İtikadi İlke Cıkarımı: İslâm dininin Kur’an’dan sonra ikinci kaynağı sayılan Hadîs veya Sünnet’in, İslâm’ın temel Kitabı’nın en geniş tefsiri ve şeriat yönünden onun tamamlayıcısı olduğunda kuşku yoktur. İslâm’ı doğru anlamanın ise, Kur’an’ın “en güzel misal”13 olarak tavsif ettiği İslâm Peygamberi’nin iyi anlaşılıp doğru takdim edilmesiyle, eş deyişle hadîs-sünneti doğru anlamakla mümkün olacağı tarihten günümüze Müslümanların geneli tarafından kabul gören bir husustur.
Sünnet’in Kur’an-ı Kerimden sonra İslam Hukukunun ikinci kaynağı olduğu hususunda İslam âlimleri görüş birliği içindedirler.14
Hz. Peygamber’den bize ulaşan söz, fiil ve takrirlerin tamamına hadis denmektedir.15 Hicri üçüncü asra, yani hadislerin kitaplarda toplanmaya başladığı döneme kadar hadis alimlerinin yapmış olduğu tasnifler diğer ilim erbabınca da kabul görmüştür. Buna göre; hadisler (haber-i resul) rivayet yönünden üç ana başlık altında toplanmıştır: Mütevatir, meşhur (müstefiz) ve ahad.16
1) Mütevatir Hadislerin İtikadi Değeri: Sahabe döneminden itibaren yalan üzerinde birleşmeleri imkansız olan büyük topluluklar tarafından nesilden nesile nakledilen hadisler mütevâtir olup sübût yönüyle kat'îlik ifade ederler.17
Kesin ilim veya kat’îyyet ifade ettikleri bütün âlimler tarafından kabul edildiğinden, mütevâtir haberlere mutlak delil olma yönüyle hiçbir fırka veya hiçbir âlim itiraz etmemiştir. Ne var ki, nesilden nesle kitlesel rivayet yoluyla nakledilen yaşayan sünnetler hariç, özellikle itikadî konularda mütevatir derecesinde hadislerin yok denecek kadar az olduğu genel kabul görmüş bir husustur.18 Mütevatir haberlere dair genel olarak verilen örnekler, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir. Mesela Kur’an-ı Kerim’in metni, ana hatlarıyla Hz.Peygamber’in hayatı, ezan tatbikatı, beş vakit namaz, bayram namazları, haccın yapılışı vb.gibi, Müslümanların günlük hayatlarında devamlı uygulaya geldikleri ve şea’ir de denilen hususlar, burada örnek olarak verilebilir.
Mutevatir haber, yakin ifade eder. Yalan söylemesi mümkün olmayan bir topluluk nakletmiş olmakla böyle bir ünvanı almaya hak kazanmıştır. Onun inkarı, ittifakla küfrü gerektirir. O dinin en temel kaynağını oluşturur, iman ile küfür arasında sınırdır. Mütevatir haberin gereğince ibadet edilmesi farzdır. Bu tür haberler üzerinde tartışma olmadığı için gereksiz tartışma ve ihtilaf mevzuu yapılmamalıdır. İtikat oluşturmakta bu hadislerden daha üst değerde bir hadis türü yoktur.19
2) Meşhur Hadislerin İtikadi Değeri: ilk asırlarda mütevâtir derecesine ulaşamamış, başlangıçta bir veya birkaç ravi tarafından rivayet edilmesine rağmen daha sonraları şöhret kazanmış hadislere meşhur hadis denmektedir.20 Fıkıh alimlerinin meşhur hadis için kullandıkları tabir , müstefizdir. Bu tabirin daha ziyade Hanefilere ait olduğu da belirtilir.
Hanefilere göre;Mest üzerine mesh verme hadisi ,müt'anın haram kılınışı ile ilgili hadis ,kadının halası ve teyzesi üzerine nikahının haramlığını bildiren hadis, altı şeyin değişiminde fazlalığın haram olduğunu bildiren hadis meşhur hadislerin örneklerindendir.21
Meşhur hadisler, sübutu itibariyle bir veya birkaç kişinin rivayetine dayandırıldığı
için kesin bir bilgi ifade etmezler, zaruri ilim oluşturmazlar. Zanni ilim oluşturdukları için meşhur hadisi inkar eden tekfir edilmez, belki Hz.Peygamber’e saygısızlık olarak görülebilir. Bu tür hadisler, hidayet ve dalalet ölçüsü olarak alınabilir, ama iman küfür ölçüsü olarak alınamaz, haber-i vahid ile mütevatir arasında değerlendirilir. Meşhur hadisler, haber-i vahidden üstün ama haber-i mütevatirden alt bir yerde görülür. Onlar İslam’ın ameli hukumlerinin belirleyicisi olarak görüldükleri için gereğince amel edilmesi vaciptir. Bu hadislerin gereğince amel, müminin kalbine güven verir.22
İmam Ebu Hanife ve onu takip eden Hanefilerin cumhuru; Kabir azabı, Hz. İsa’nın nuzulü, kıyamet alametleri, Şefaat gibi meşhur haberlerle sabit konuları itikadî statüde değerlendirmişlerdir. Nitekim İmam Ebû Hanîfe, kabir azabı hakkında şunları söyler: "Kabir azabını bilmem" diyen kimse helaka uğrayan Cehmiyye'dendir. Çünkü o kimse, kabir azabının ifade edildiği "Biz onları iki defa azaplandıracağız" (Tevbe, 101) ayetini ve kabirdeki azabı anlatan "Şüphesiz zulmedenlere bundan başka da bir azap var" (Tûr, 47) ayetini inkâr etmiştir. Eğer bu kimse, "Ben ayete inanıyorum; ancak tefsir ve teviline inanmıyorum" derse kâfir olur. Çünkü Kur'an'da, tevili tenzilinin aynı olan (ne ifade ettiği konusunda ayrıca yoruma gerek bırakmayacak ölçüde açık olan) ayetler vardır. Eğer bunu inkâr ederse kâfir olur."23Yine “El-Fıkhu'l-Ekber”’de : “Kabirde Münker ve Nekir'in sualleri haktır. Kabirde ruhun cesede iade edilmesi haktır. Bütün kâfirler ve asi mü'minler için kabir sıkıntısı ve azabı haktır…. Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır.” demektedir.24 Ebu’l-Mu‘in en-Nesefî de kabir azabı ile ilgili bölümde Kur’ân’dan buna delâlet eden ayetleri ve bunları teyit eder tarzda kabir azabı ile ilgili birkaç hadis zikrettikten sonra “bu konudaki haberler şöhret ve istifâza seviyesine ulaşmıştır. Bu seviyeye ulaşan haberler istidlâli ilim ifade eder”25 demektedir.
Meşhûr haberin reddinin itikadi sahadaki yansıması noktasında Hanefî usulcüsü İsa b. Ebân’ın üçlü meşhûr haber taksimi şöyledir:
1)İnkarı dalâlete düşüren meşhûr. Recm konusundaki haber böyledir.
2)İnkar edeni dalâlete düşürmeyen fakat günahkar yapmasından korkulan meşhûr. Mestler üzerine meshetme konusundaki haber böyledir.
3)İnkar edeni günahkar yapmasından korkulmayan meşhûr. Ulemânın üzerinde ihtilaf ettiği haberler böyledir.26
c) Ahad Hadislerin İtikadi Değeri: Hz.Peygamber’den bir veya birkaç kişi tarafından rivayet edilen ve ilk üç asırda hiçbir şekilde tevatür ve şöhret kazanmayan hadislere ahad rivayetler denmiştir. İmam Şafii (v.204/820) ise; “ Haber-i vahid, ya Hz.Peygamber’e ulaşacak şekilde (merfu’ olarak), ya da Hz. Peygamber’de değil, bir ravide nihayet
bulacak tarzda tek kişinin tek kişiden rivayet ettiği hadistir.”27 şeklinde tarif etmiştir. Bu tür hadisler, hadis ilmi açısından gerekli şartları taşıdığı zaman sahih, hasen makbul gibi isimlerle anılır. Gerekli şartları taşımayanlar zayıf, uydurulmuş olanlar da mevzu diye isimlendirilir. Haber-i vahidin makbulleri olduğu gibi merdudları da vardır.28
Haber-i vâhidin bilgi (ilim) değeri ve akaid sahasında delil olup olmadığı, İslam tarihi boyunca uzun ve derin tartışmalara neden olmuştur. Ahad haberlerin kesin bilgi ifade etmediği hemen hemen bütün muhaddislerce kabul edilmiş bir husustur. Hadisçiler, güvenilir ve adil bir ravinin rivayet ettiği haber-i vahidi prensipte kabul etmekle beraber haberin Kur’an’ın muhkem nassına, mütevatir sünnete, icmaa, akla, tarihen sabit olmuş hadiselere, tecrübe ve müşahedeye aykırı olmaması gerektiğini belirtmişlerdir.29 Yine Muhaddislerin çoğunluğuna göre, makbul olan ahad haberlere itibar ederek amel etmek gerekir, gereğince amel vaciptir.30
“Ahad hadislerin itikat belirleyemeyeceği ve bunları inkâr eden tekfir edilmeyeceği ” konusu genel bir kabuldür. Ancak bu noktada dikkatli olunmalı, zira sahih rivayetlerle gelen hadislerdeki konular âlimler tarafından ittifakla kabul edildiğinde inkâr eden kişinin küfre düşmesinden korkulur. Âhâd hadisleri kuvvetlendiren karineler çok önemlidir. Bunlar31:
a) Buhari ve Muslim’in Sahih’lerine aldıkları ve şartlarına uyan, her iki hadis aliminin ittifakla ve aynı lafızla rivayet ettikleri müttefekün aleyh olan hadisler,
b)Sahabeden sonra bu rivayetin çok sayıda kişi tarafından aktarılması,
c)Mâlik-Nâfi-Abdullah b. Ömer silsilesi gibi es-silsiletü'z-zehebiyye (altın silsile) ile bize bu rivayetin ulaşması,
d)Âlimlerin bu konudaki icmaı ya da ittifakı,
e)Hadis metninin sıhhatinde şüphe olmaması gibi işaretlerdir.
Nitekim Eş’ariyye ve Maturidiyye alimlerinin çoğu, ahad derecesinde olsa da, yukarıdaki şartları taşıyan hadisleri, Kur’an-ı Kerim’in ruhuna ve genel telakkilere aykırı düşmemek kaydıyla nakli delil olarak almışlar ve akaidin kaynakları arasında kabul etmişlerdir.
Rasûlullah'ın hadislerinin büyük çoğunluğu bize âhâd yolla gelmiştir. Bu basit bir olay mıdır? Hayır... Zira Hz. Peygamber'in her hadisinin sahabeden itibaren senedleriyle toplanması dünya tarihinde yaşanan ilklerdendir ve benzeri bugüne kadar da görülmemiştir. Âhâd yolla ulaşan bütün hadislerin, bize mütevâtir yolla ulaşmasının ne kadar zor olduğunu tahmin etmek her hâlde fazla zor olmasa gerek O hâlde ne yapacağız, bu kadar büyük emeklerle ve güvenilir âlimlerce toplanan binlerce hadisi mütevâtir olmadığı için red mi edeceğiz, yok mu sayacağız? Elbette hayır! Bu hadisler üzerinde ciddi olarak düşüneceğiz, araştırma yapacağız ve doğru olarak anlamaya çalışacağız.32
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
Dinin temel kaynağı olan Kur’an, bütün dini hükümlerin çıkarıldığı asıldır. İtikadımızın temel kaynağıdır. Kur’an’ın itikat belirlemede tartışmasız bir kaynak olduğu ve hicbir mütekellim tarafından en küçük bir tartışmaya konu edilmediği görülmüştür. Sübutu kat’i ve manaya delaleti kat’i Kur’an ayetleri itikadın en temel konularını belirlemektedir. Allah’a, Peygamber’e, meleklere, kitaplara, ahiret gününe inanmanın vacip olduğu bu tür ayetlerden
elde edilen itikadi esaslardır. Kur’an’ın sübutu kat’i ama manaya delaleti zanni olan ayetleri de birinci derecedeki itikadı belirlemekte ama delaletindeki zandan dolayı, üzerinde zaman içerisinde ihtilaf edilmiş olması nedeniyle, yoruma açık bir itikat belirlemektedir. Sübut acısından bunların Kur’an’da var olan bir itikadı ifade ettiği hususunda bir tartışma olmamakla birlikte ne manaya geldikleri ihtilaf konusu olagelmiştir. Arş, arş’a istiva, ru’yetullah, kelam sıfatı, haberi sıfatların tamamı, kabir ve ahvali, ahiretin cismani veya ruhani olacağı, kebair işleyenin durumu vb. konular bu cümleden sayılabilir.
Hadislerin itikat belirleme yönü İslam tarihi boyunca tartışma konusu olmuştur. Mütevatir sünnetin tıpkı Kur’an gibi itikat oluşturacağı ihtilafsız kabul
edilirken, bu tür hadislerin kesin (yakîn) bilgi içerdiği ve bağlayıcılığı İslam alimlerince kabul görmüş ve üzerinde tartışmanın gereksiz olduğu hükmüne varılmıştır. İnkarcısının ittifakla kafir olduğu belirtilmiş, iman-küfür ölçüsü kabul edilmiştir. İbadetlerin ifa şekli, namazın beş vakti, rekatlarının sayısı, zekat nisabının belirlenmesi, haccın tavaf ve Arafat vakfesi vb. gibi konular, bu tür hadislerin belirlediği hususlar arasında sayılabilir.33
Meşhur hadislerin itikat oluşturmayacağı konusunda neredeyse bir ittifak vardır. İnkarcısının kafir olmadığı, hidayet ve dalalet ölçüsü kabul edilebileceği, durumunun ihtilaflı olduğu ve esah olanın, inkar edenin tekfir edilmeyeceği ifade edilmiştir. Meşhur hadisler, Kur’an’a arz edildiğinde kendilerini destekleyen veya ayetlerle örtüşen bir konu ortaya çıkarsa bu takdirde ayet hükmü taşıyacaktır.
Asıl ihtilaf alanı; haber-i vahid konusundadır. Bizce, âhâd olsa da, bu tür haberler inanca dair hususları te’kid edici veya destekleyici bağlamda kabul edilmelidir. Ancak bu alanda kabul edilecek hadisler konusunda şu iki hususun göz ardı edilmemesi gerekir:
I- Bu tür haberlerin akla, Kur’an’a ve sahih sünnete aykırı olmamaları lazımdır. Apaçık aklî ilkelere, Kur’an ve tevâtüren bize ulaşan Sünnet’in açık hükümlerine aykırı düşmeyen âhâd haberler(mesela: kabir azabı, şefaat, halku’l-Kur’an, İsa’nın nuzûlü gibi) inanca dair hususlarda kabul edilmelidir. Eğer bu tür haberler Kur’an ve tevâtüren aktarılan sünnetin bütünlüğüne aykırı düşerse te’vil edilmeli; şâyet te’vili mümkün olmazsa tevakkuf edilmelidir.
II- Unutulmamalıdır ki, senedi sahih bile olsa, haber-i vâhid tek başına şek ve şüphe götürmeyen itikadî bir esası belirleyemez. Bu nedenle ancak karinelerle desteklenen haberler, itikadî hususlarda kullanılmalıdır. Çünkü karinelerle takviye edilen âhâd hadîsler, istidlâl ile hasıl olan ilm-i nazarî ifade ederler. Mütehassıslar senedi sahih olan haber-i vâhidle ihticacı kâfi görmeyip, karinelerle takviye edilen haberlerle hükmederek bu nevi haberlerin ilim ifade ettiğini kabul etmişlerdir.34
Konumuzun sonuna geldik. Buraya kadar anlattıklarımız ve aktardıklarımız, bu önemli konuda, Allah Teâlâ'nın beni muvaffak kıldığı gerçeklerdir. Bu konuda benim acziyet ve kusurum malumdur. Konunun bazı meselelerinde yaptığım açıklamalarda doğruyu ifadeyle, birtakım yanlış anlayışları teşhis ve tedavi ettiğim ümidindeyim. Eğer bu gerçekleşmişse, Allah'ın fazlı, hidâyeti, güzel tevfik ve inâyetiyle olmuştur. Allahım! Bana, bu işe başlamayı ilham ve onu bitirmeye yardım ettiğin gibi onu dünyada faydalı, âhirette de güzel bir azık yap. Ömrümüzü saadetle tamamla. Umduklarımızı fazlasıyla lütfet. Gün ve gecemizi afiyet içinde geçir. Sonumuzu hayır yap ve bizi himayene al. Amellerimizi, fazlınla kabul buyur. Şüphesiz Sen, kullarının yalvarışlarına icabet eder, bol bol ikramda bulunursun. (Amin)
Hacı Mehmet İmamoğlu
[1] Ahzab,21
[2] Bu konuda geniş bilgi için bak: Mevlüt Güngör, Sünnetin Dindeki Yeri, Ensar neşriyat, İstanbul 1997. Ayrıca bak: Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları, İstanbul-2004
[3] M. Yaşar Kandemir, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Hadis” Maddesi, c.15, Sh:27,İstanbul-1997.
[4]Bkz. Curcani, K. Et-Ta’rifat, s.96; Huseyin Avni, Ceride-i İlmiye, Sayı 57, s.1817; Yusuf Şevki Yavuz,
DİA., “Haber” Maddesi.
[5] İbn Hacer el-Askalanî,Nuhbetu’l-Fiker Şerhi, Çev. Talat Koçyiğit, Ankara, 1971, s. 23; Subhi es-Sâlih, Hadîs
İlimleri ve Hadîs Istılahları, s. 120.
[6] Ali Osman Koçkuzu,Rivâyet İlimlerinde Haber-i Vâhitlerin İtikât ve Teşri Yönlerinden Değeri, Ankara, 1988,s. 65
[7] Tevfik Yücedoğru, Agm, Sh:58
[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Usulü,Sh:24-25, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.
[9] Serabsî, Usul, I, 292’den naklen Dr. İsmail Hakkı Ünal, İmam Ebu Hanife'nin Hadis Anlayışı Ve Hanefi Mezhebinin Hadis Metodu,Sh:129-131, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara-1994.
[10] Tevfik Yücedoğru, Agm, Sh:59.
[11] Mustafa Öz’ün neşrettiği “imam-ı Azam’ın Beş Eseri” içerisinde "el-Fıkhu’l-Ebsat"kısmı, Sh: 48.
[12] Molla Aliyyul Kârî, Şerhu Fıkhil Ekber , Sh:273 ve devamı,
[13] Nesefî, Tabsıratü’l-Edille, II, 364 , Ankara, 2004.
[14] Debûsî, Takvîmu’l-edille, 212, Serahsî, el-Usûl, I, 293-294
[15] Muhammed b. İdris eş-Şafii, er-Risale (İslam Hukukunun Kaynakları), (Cev. Abdulkadir Şener,İbrahim
Calışkan), Turkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Yayın No:216, s.205
[16] Zeynuddin Ahmed b. Ahmed b. Abdillatif ez-Zebidi, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih
Tercemesi, (cev. Ahmed Naim), Ankara,1976, I/112.
[17]Mustafa Erturk, DİA., “Haber-i Vahid” maddesi, XIV/353.
[18]ez-Zebidi, age., I/113.
[19] Geniş bilgi için bak: İmam Şafiî, er-Risâle 461-599; Hatib el-Bağdâdi, el-Fakîh ve'l-mütefakkîh 1/96; îbn Kudâme, Ravzatü'n-Nâzır 1/260-263; Gazzâlî, El Mustesfâ min ilmi'l-usûl I, 135; İbn Teymiyye, Mecmûu'l- Fetâvâ XIII/351, XVIII/41; İbn Kayyım, Muhtasarı 's-Savâık el-mürsele ale'l-Cehmiyye ve 'l-Muattıla 11/356-359; İbn Hacer, Şerhu Nuhbetil-fiker 45-46.
[20] Bu konuda okuyucularımıza şu kitapları tavsiye ediyoruz: Yusuf El-Kardavi, Bilgi Ve Medeniyet Kaynağı Sünnet, Yörünge Yayınevi. Ayrıca Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, Rağbet Yayınları, İstanbul-2004. | |
| | | | Sünnet Ve Hadislerin Vahy Olup Olmaması Meselesi | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|