KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre  Empty
MesajKonu: Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre    Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre  Icon_minitimePaz Tem. 31, 2011 12:40 pm

http://www.ekolojidergisi.com.tr/resimler/4-7.pdf

Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri
mehmet şeker

***********************************



Emin KOÇAK:
Osmanlı Toplumunda Çevre Anlayışı

I. Giriş

Bu
çalışma Osmanlı toplumunda hâkim olan insan-tabiat ilişkileri
bağlamında, Osmanlı toplumunun çevre anlayışını –sınırlı da olsa- ortaya
koymaya çalışacaktır.

İnsanlık tarihinin tanıklık ettiği en
büyük devletlerden birisi olarak bilinen Osmanlının çevreyle ilgili
bakış açısını irdelemenin ve anlamanın önemi açıktır. Çevre sorunlarının
yanında çevre felsefesi ve ahlakının modern üniversitelerde ders olarak
okutulduğu bir zamanda, böyle bir çalışma aslında zaruret halini
almaktadır. Zira çevre sorunlarının bir özelliği de, bu sorunların
sadece mahalli olmayıp, küresel olması ve tüm insanları
ilgilendirmesidir.Bu nedenle çevre konusundaki yeni ve farklı bakış
açıları tüm insanları aynı şekilde ilgilendirmektedir.

Öncelikle
“çevre” kavramıyla, Osmanlı toplumunun kendilerini kuşatan ve modern
zamanlarda tabiî çevre olarak adlandırılan, ancak Müslümanların Allah’ın
emaneti olarak algıladığı; tüm varlıklarla ilgili değer yargıları ile
bunlarla olan ilişki ve davranış biçimlerini bu çerçevede oluşturduğu
şeklinde anlaşılmalıdır. Bununla beraber, Osmanlı toplumunda
insan-tabiat ve insan-toplum ilişkilerinin iç içe olduğu ve birbirinden
koparılamadığı da ayrı bir gerçektir. Bunun en güzel örneği ise, Osmanlı
insanın kendine ev yaparken, evin dış kısmına yapılan ve mimari ile de
bir bütünlük oluşturan kuş evlerini ihmal etmemesidir.Başka bir
ifadeyle, Osmanlı Müslüman’ının Dünya görüşü, bireyin hem kendini ve hem
de içinde yaşadığı sosyal çevreyi inşa edişinde açıkça görülmektedir.

Diğer
önemli bir nokta ise, Osmanlı toplumu ile neyin kast edildiğidir.
Burada özellikle Osmanlının hakim zümresi olan ve devletin belkemiğini
oluşturan Müslüman halkalar [millet-i hâkime] kastedilmektedir. Zira
Devlet-i Âliye, kozmopolit, çok milletli, ve çok dinli bir yapıya
sahipti. Millet sitemi Yahudi ve Hıristiyanların barış içerisinde ve
kendi hukuk sistemlerine göre yaşamalarına imkân veriyordu. Ünlü tarihçi
Gibbons'un ifadesiyle: “Yahudilerin toptan öldürüldüğü ve Engizisyon
mahkemelerinin ölüm saçtığı bir devirde Osmanlılar, idareleri altında
bulunan çeşitli dinlere bağlı kimseleri barış ve ahenk içerisinde
yaşatıyorlardı."(1) Ünlü müsteşrik C. Brockelmann ise, Müslüman
Türklerin, fetihleri esnasında isteselerdi Hıristiyanlığı tamamen yok
edebilecek güce ve imkâna sahip olduklarını ancak mensubu bulundukları
dinin buna müsaade etmediğini belirtir ve konuyla ilgili olarak Fatih
Sultan Mehmet’in (1451-1481) bir fermanını zikreder.(2) Tüm bu
zikredilenlerin temeli olan Osmanlı devlet anlayışının meşruiyet
temelini İslam’dan aldığını ise biliyoruz.

Bu çalışmanın amacı,
Müslüman Osmanlı toplumunun insan ve çevreyle ilgili değer ve
davranışlarının anlaşılmasına katkı sağlamaktır. Amaç, Leslie Lipson’un
da ifade ettiği gibi, “atalarımızın bulduğu çözümleri taklit etmekten
çok, onların sorunlara yaklaşımından veya gösterdikleri canlılık ve
enerjiden cesaret alacak kadar bilge olmak”(3)vekendi sorunlarımızı
çözmede tarihimizden olumlu ve yapıcı bir şekilde yararlanmaktır.
Ancak
bu değerlerin kendi bağlamlarında anlaşılması ve doğru bir şekilde
yorumlanabilmesi için öncelikle teorik bir çerçeveye ihtiyaç
bulunmaktadır. Böylece İslam toplumlarında çevre ile ilgili değerleri
oluşturan ve bunlara hayat veren temel güçler de anlaşılmış olacaktır.

(1) Herbert Adams Gibbons, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, çev: Rağıp Hulusi, Istanbul, 1928, 63.
Bilindiği
gibi Osmanlı topraklarında bir yandan Hıristiyan, Yahudi, Samiri,
Sabii, Zerdüşt, Yezidi ve bunların çeşitli mezheplerine mensup insanlar,
dini cemaat ve guruplar yaşarken, diğer yandan da Rum, Bulgar, Pomak,
Sırp, Hırvat, Arnavut, Arap, Macar, Türk, Kürt vb. birçok halk ve
milletten insanlar beraber ve huzur içerisinde yüz yıllarca, daha
doğrusu 19. yüz yılda milliyetçilik akımlarının güçlenmesine kadar huzur
içinde birlikte yaşadıkları görülmektedir. Bk. Prof. Dr. Ziya Kazıcı,
"Osmanlı Devletinde Dini Hoşgörü", Köprü, 1999, 77.

(2) C.
Brockelmann, İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, çev: N. Çağatay,
Ankara, 1964, I, s. 258. Söz konusu fermanla ilgili olarak bk.: Osman
Nuri Ergin, Türkiye'de Şehirciliğin Tarihi Inkişafı, Istanbul, 1936, s.
93-94; ayrıca bk. Kazıcı, a.g.m.

(3) Leslie Lipson, Uygarlığın
Ahlaki Bunalımları: Manevi Erime mi? Yoksa İlerleme mi?, çev: Jale Çam
Yeşiltaş, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, 32.

II. Teorik Çerçeve

Tarih
boyunca insanoğlunun oluşturduğu her medeniyetin ve bu medeniyetlerin
hayat verdiği kurumların nev-i şahıslarına münhasır özellikleri olduğu
görülmektedir. Aslında bir medeniyeti, diğerinden ayıran ve medeniyetler
arasında karşılaştırmalar yapmayı mümkün kılan da bu temel nitelikler
ve felsefelerdir. Başka bir ifadeyle, medeniyetler belirli dünya
görüşlerinin veya felsefelerinin müşahhaslaşmış örnekleri olarak
görülebilir. Örneğin İslam medeniyeti “manevi bir esasa dayalıdır;
insanın varlık bütünüyle ilişkisini ve varlık içindeki yerini iyi
kavramasına önem verir. İnsan bu kavrayış bazında iman düzeyine
ulaşınca, imanı onu nefsini arındırma, kalbini temizleme ameliyesini
sürdürmeye çağırır, kalbini aklını yüksek ilkelerle beslemeye davet
eder: Kanaatkârlık, onurluluk, kardeşlik, sevgi, iyilik ve takva
ilkeleri…”(4) Bundan dolayı her Müslüman tüm yapıp etmelerinde bu
ilkeleri göz önünde bulundurmak zorundadır.

Ünlü medeniyet
tarihçisi Marshall Hodgson’un ifadesiyle “İslâmî inanç bağları,
gerçekte, Müslümanların tüm hayatın ilâhî esaslar istikametinde
tahavvüle uğraması yönündeki ısrarlı talepler yüklüdür. (…) İslâm, bütün
olarak kültürün bir ucundan diğer ucuna, hatta kültürün en az dinî
olduğu yerlere kadar, geniş ölçüde dallanıp budaklanmış olan yaratıcı
itkiler sunar.”(5) Aslında Müslüman toplumların tarih boyunca dünyanın
muhtelif coğrafyalarında oluşturdukları medeniyetler ile bu
medeniyetlerin meydana getirdiği başta şehirler olmak üzere diğer
kurumlar incelendiğinde zikredilen bu ilkelerin etkisi “açık-seçik”
olarak görülebilir.

Bu nedenle, İslâmî dünya görüşü ve âlem
tasavvuru anlaşılmadan bu kurumları anlamak ve doğru olarak yorumlamak
mümkün değildir.(6) İslam şehirleri konusunda uzman olan Jean-Louis
Michon “Müslüman ümmetinin ve bütün İslam şehirlerinin varoluş nedeni
Bir ve Tek olan [Allah’a] ibadet olduğunu” tespit ederken, Halil İnalcık
da Osmanlı şehrinin “İslam şeriatı idealine dayanan ve bu ideali
yansıtan belirli bir fizikî ve sosyal organizasyonun” sonucu olduğunun
altını çizer.(7)Hodgson’ın “dinin medeniyetleri belirlemedeki gücüne”
özellikle işaret etmesi bu bağlamda daha da önem kazanmaktadır.-8- Tüm
bunlardan dolayı, Osmanlı toplumundaki insan-çevre ilişkilerini daha iyi
anlamak için, bu ilişkiler ağını kuşatan ve belirleyen İslamî dünya
görüşünün temel unsurlarına -kısa da olsa- işaret edilmelidir.

(4) Muhammed Hüseyin Heykel, Hz. Muhammed’n Hayatı, çev: Vahdettin İnce, İstanbul : Yöneliş, 2000, c.2, 402. (vurgu eklenmiştir)
(5) Marshall Hodgson, İslâm’ın Serüveni: Bir Dünya Medeniyetinde Bilinç ve Tarih, İstanbul: İz Yayıncılık, 1993, 27.
(6) Jean-Louis Michon, “Dini Kurumlar”, İslam Şehri, ed. R.B. Serjant, çev : Elif Topçugil, İstanbul : Ağaç Yayınları, 1992.
(7)
Jean-Louis Michon, “Dini Kurumlar”, İslam Şehri, ed. R.B. Serjant, çev :
Elif Topçugil, İstanbul : Ağaç Yayınları, 1992, 35. Halil İnalcık,
“İstanbul: Bir İslam Şehri”, İstanbul Armağanı: Fetih ve Fatih, Yay.
Haz: Mustafa Armağan. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri
Yayınları, 1995, 83. Ayrıca bk.:Kemal Karpat, The Ottoman State and Its
place in World History, E. J. Brill Leiden, 1974.
-8- Hodgson,
a.g.e., 12. Hodgson dinin Hıristiyan ve Budist halklar arasında da çok
merkezi bir yere sahip olduğunu belirtmesine rağmen, bu dinlere ait tek
bir medeniyetten söz edilemeyeceğini özellikle vurgular. İslam söz
konusu olduğunda durum farklıdır: “İslamî inanç geleneğine iştirak etmiş
olan kişiler, kendilerine has bir kültür geliştirmeleri ölçüsünde,
birbirleriyle temas içinde oldular: kültürel diyalogları birbirine
eklendi.” a.g.e., 27. İslamiyet’in Osmanlı devletinde oynadığı rol için
ayrıca bk.: Kemal H. Karpat, “Osmanlı Tarihinin Dönemleri: Yapısal Bir
Karşılaştırmalı Yaklaşım”, Osmanlı ve Dünya, Haz. Kemal Karpat,
İstanbul: Ufuk Yayınları, 2000, 121-126.

III. İslâmî Dünya Görüşü

İnsan-çevre
ilişkisi söz konusu olduğunda Osmanlı tarihinin sadece bizlere değil,
insanlığa da ışık tutacak kadar zengin olduğu sık sık ifade edilen bir
husustur. Bu konudaki örneklere bakıldığında bunu anlamak zor da
değildir. Bununla beraber, Osmanlı tarihinde insan-çevre bağlamında
görülen arşiv belgelerinin, şeriyye sicillerinin,vakıfların ve dahası
Osmanlı topraklarını ziyaret eden gezginlerin bu konudaki
tanıklıklarının “ilginç hikayeler” olmaktan öte bir anlam ifade
edebilmesi; günümüze ışık tutabilmesi ve kendi sorunlarımızı çözmede
bizlere yardımcı olabilmesi için, tüm bunların gerisindeki dünya
görüşüne ve bu görüşün temel değerlerine işaret edilmelidir.

Bu
nedenle, bu çalışmada öncelikle sadece konumuz olan Osmanlı toplumunda
değil, tüm Müslüman toplumların –özellikle de insan-tabiat söz konusu
olduğunda-davranışlarını şekillendiren temel İslâmî değerlere işaret
edilecektir. Zira İslam son semavi din olarak, mensuplarını sadece Bir
olan Allah’a inanmaya ve kulluğa davet etmemekte, dahası onların
gündelik hayatlarını –tüm izafi değerleri bir kenara
atarak-düzenlemekte; insanlara hayatlarının her an ve safhasında O’nun
buyruklarına uymayı emretmektedir. Bu nedenle Allah’ın iradesine uyma ve
O’nu razı etmenin hâkim olduğu bir toplumda insan-insan, insan-toplum
ve insan-tabiat ilişkilerinin belirleyicisi de yine bu ilahi otorite
olmaktadır. Aslında Müslümanların sıradan bir topluluk olmayıp “insanlık
için ortaya çıkarılmış hayırlı ve örnek bir topluluk” olmasının
vurgulanmasının temel espirisi de budur. Bu topluluğun en belirleyici
özelliği ise “iyiliği emretmesi; kötülükten alıkoyması ve Allah'a
inanma” olarak belirtilmiştir.(9)

Dahası Hz. Peygamber bu
toplumun organik, canlı ve birbirine adeta bağımlı olduğunu şu
hadisleriyle ifade etmişlerdir: “mü'minin mü'mine bağlılığı, taşları
birbirine kenetli (yalçın) bir duvar gibidir.”(10) Yine: “İnananlar,
birbirini sevmekte, birbirine acımakta ve yekdiğerini korumakta bir
vücut gibidir. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa, öteki
organları da bu yüzden ateşe ve uykusuzluğa tutulurlar.”(11) Günümüz
çevre düşünürlerinin sık sık vurguladıkları ve yerleştirmek istedikleri
bir kavram “organik” alem bilincidir.(12) Bu anlayışın vurguladığı temel
nokta, tek bir dünyamız olduğu; dünyamızın başına ne gelirse, bizim de
başımıza geleceğidir. Bu nedenle insan çevresindeki sorunlara ilgisiz
kalmamalıdır. Aksi takdirde bu sorunların sonucundan kendisi de zarar
görecektir. Yukarıda zikrettiğimiz Peygamber ilkesi bunu toplumsal bazda
vurgulamakta, Allah’a imanın hayat ve düzen verdiği “organik” toplum
bilincini perçinlemektedir. Bundan dolayı, Müslüman toplumlarına
istikamet veren ve onları şekillendiren ahlak ilkelerini anlamanın yolu
başta tevhid, peygamberlik, haşir ve hesaba çekilme gibi İslâm’ın temel
ilklerini anlamakta geçmektedir. Başka bir ifade ile, İslâm Dünya
Görüşünde, insan varlığının tüm sahasını kapsayan; onun içinde yaşadığı
kendine has çevreye yaklaşım ve anlayışını düzenleyen birçok
değer-merkezli kavram vardır. Doğanın yaratılışının teleolojik, nizamlı
ve maksatlı oluşunun temelini oluşturan tevhid kavramını konumuz
açısından irdeleyen İsmail R. Farukî şu tespitleri yapmaktadır:

(Metafizik
bir düzlemde) tabiat, her şeyin bir amaca yöneldiği ve bu suretle de
her şeyin iyiliğine ve dengesine katkıda bulunduğu bir gayeler
alemidir... Allah Kur’an’da, “Biz her şeye ona uygun bir ölçü
verdik”(13) diye buyurmaktadır. Bu, çağdaş tabiat kirlenmesinin endişe
verici bir tehlikeye maruz kalan modern insan bilincine soktuğu ekolojik
dengedir. (Ahlaki bir düzlemde) İslâm, tabiatın, insanın Allah’ın
ihsanına müşerref olabileceği ve böylelikle ahlaki olarak değerli
olduğunun ispatlanabileceği ve içinde büyüyüp gelişebileceği bir ‘alan’,
bir tiyatro olarak yaratıldığını öğretir.

Evvela, tabiat
insanın değil, Allah’ın mülküdür. İkincisi, tabiat nizamı onda (belli
kurallar dahilinde) istediği değişiklikleri yapabilen insanın
emrindedir. Tabiat uysal bir mahiyette yaratılmıştır. Üçüncüsü, insanın
tabiattan yararlanmasında ve onu kullanmasında ahlaki davranma
zorunluluğu vardır. Dördüncüsü, İslâm, insandan, tabii bilimleri ve
tabiatın genel düzen ve güzelliğini oluşturan kanunları araştırmasını ve
onları anlamasını ister.(14)

Bundan dolayı, tüm İslamî
değerleri belirleyen ve şekillendiren söz konusu ilkeler anlaşılmadan ne
İslâm, ne de onun ruh ve hayat verdiği İslâm medeniyeti anlaşılabilir.
Müslüman toplumların veya tek tek Müslüman bireylerin, mümin olarak
birbirleriyle, diğer insanlar ve varlıklarla ilgili algılayış,
değerlendiriş (değer atfetme) ve davranış biçimlerini bu üç temel ilke
ve bunların yorumlarının belirlediği görülmektedir.

(9) 3:110:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz;
iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.”
(10) Buhari, 1984.
(11) Buhari, Edeb: 27; Müslim, 1, 66.
(12)
Bk. Carolyn Merchant, The Death of Nature: Women, Ecology and the
Scientific Revolution, San Francisco: Harper and Row, 1980.
(13)Bkz. 13/Ra’d: 8.
(14)Ziyaüddin
Serdar, Hilal Doğarken, Çeviri: Ş. Yalçın, (İstanbul: İnsan Yayınları,
1994) ss.213,249.Ayrıca bk:İsmail.R.Farukî,Tevhid,İstanbul:İnsan
Yayınları,1987,67-78.

IV. İslâmî Değerlerin Kaynağı Olarak Kur’an ve Sünnet

Bilindiği
İslâm hukuku başta olmak üzere, tüm İslâmî disiplinleri iki temel
kaynaktan, yani Kur’an ve Sünnet’ten hareketle meşruiyetlerini ortaya
koymaktadırlar. İslam toplumların çevre-insan ilişkilerini anlamaya
çalışırken veya temellendirirken de aynı kaynaklara müracaat etmek
gerekmektedir. Çağdaşİslam hukukçusu Mawil Y. İzzeddin çevre ve çevre
korumayla ilgili İslâmî temel hukukî ve ahlakî gerekçeleri kapsamlı bir
şekilde ele alırken, öncelikle bu ilkelerin dini kaynaklarını ortaya
koymaya çalışmıştır. Buna göre Müslüman toplumların çevre bilincini
belirleyen temel ilkelerden bazılarını şöyle özetlemek mümkündür:

Birincisi, çevre Allah’ın eseridir. Onu korumak, Allah’ın bir âyeti olarak, onun değerini muhafaza etmektir.
Çevrenin
insanlığa olan faydalarının onu korumak için yegane sebep olduğunu
sanmak çevreyi yanlış kullanmaya veya tahribe götürebilir.

İkincisi,
tabiattaki bütün varlıklar yaratıcısını devamlı tesbih halinde bulunur.
İnsanlar bu tesbihin şeklini veya niteliğini anlamayabilirler. Fakat
Kur’an’ın tanımladığı bu gerçek, çevreyi korumak için ilave bir
sebeptir: “Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan her şey Allah’ı tesbih
eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, Ne var ki siz,
onların tesbihini anlayamazsınız, O, çok halîm (merhametli) ve
bağışlayıcıdır.”(15)

Üçüncüsü, tabiatın bütün kanunları Allah
tarafından konulmuş kanunlardır ve varlığın mutlak devamlılığı kavramına
dayalıdır. Allah sünnetinde bazen değişiklik yapsa da, meydana gelen
her şey O’nun tabii kanunlarına göre meydana gelir ve insanlar da bunu
Yaratıcının iradesi olarak kabul etmelidir. Allah’ın kanunlarını bozma
teşebbüsleri önlenmelidir. Kur’an’ın da ifade ettiği gibi: “Görmedin mi
ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar,
ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor.”(16)

Dördüncüsü,
Kur’an’ın “Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve iki kanadıyla uçan kuşların
hepsi ancak sizin gibi ümmetlerdir”(17) ayetine dayanarak, insanlığın bu
dünyada yaşayan tek ümmet olmadığı ve insanların devamlı olarak diğer
ümmetlere üstün olmadığını beyan etmesi bu diğer yaratıkların (
ümmetlerin) da bizim gibi varlıklar olduğu, saygıya ve korumaya değer
oldukları anlamına gelir. Beşincisi, bütün insan ilişkilerinin adalet ve
ihsan (kavramları) üzerine kurulu olduğu anlayışına dayalıdır:
“Muhakkak ki, Allah adaleti ve ihsanı emreder.”(18)

Müslümanların
çevreyle ilgili davranışlarını belirleyen ikinci kaynağın sünnet
olduğunu ifade etmiştik. Sünnet kavramıyla, kısaca Hz. Peygamber’in söz,
fiil ve davranışlarının oluşturduğu “örnek” davranış modelleri kast
edilmektedir.(19) Hz. Peygamber’in temel misyonunu ifade ederken: “Ben
güzel ahlakı tamamlamak (kemâle erdirmek) üzere gönderildim”(20) demesi
dikkat çekicidir.Bundan dolayı,Hz.Peygamber’in nübüvvetinin
kabulü, hem onun getirdiği mesajı kabulü, hem de onun şahsında müşahhaslaşan ve Allah tarafından
“yüksek bir ahlâk”(21) olarak övülerek müminlerin uyması istenen “sünnete” uymayı gerektirir.

Ayrıca
Hz. Ayşe’nin onun ahlâkını tanımlarken “O’nun ahlâkı Kur’an’dır”(22)
ifadesi dikkate alındığında, Hz. Peygamber’in, Müslümanların nazarında
adeta “bir çeşit fiil halindeki Kur’an’” olduğu görülmektedir. Michon’un
ifadesiyle “O, sadece insanları semavi kitabın belirttiklerine
ulaştırmak için değil, onları aynı zamanda Vahid ve Ehad olan Allah’a
dönüş yoluna yöneltmek için ilahi takdirle seçilmiş (mustafa, muhtar)
vasıtadır. O, aynı zamanda belli bir mesajın, İslam kanunlarının
taşıyıcısı ve Hakk’ın parlak bir tecellisidir.”(23)

Bundan
dolayı Müslüman toplumların başta şehirleşme olmak üzere, gündelik
hayatlarında, yeme-içme gibi alışkanlıklardan tutun da çevreyle olan
ilişkilerine kadar Hz. Peygamber’in sünnetinden etkilendikleri, bu
konularda O’nun sünnetine uydukları veya uymaya çalıştıkları
görülmektedir. Hudgson’a göre, hadis-i şerifler Atlas Okyanusundan
Hindistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada Müslümanlar arasında
birlik ruhunun yanında benzer ve belirli davranış modelleri oluşturmada
etkili olmuştur.(24)

Hz.Peygamber’in çevre ve hayvanlarla ilgili
sünnetine baktığımızda özelikle şu hadisleri dikkat çekmektedir:“Bütün
yaratılmışlar Allaha muhtaçtır ve onlar arasında eniyi olanı Allah’ın
yardımına muhtaç olanlara faydalı olandır.”(25) Hz. Peygamber kendisinin
ağaçlar, hayvanlar ve bütün tabiat varlıklarından sorumlu olduğunu
ifade etmiş ve bu konuda şöyle buyurmuştur: “Allah’ın sizi
cezalandırmamasının yegane sebebi; şu yaşlanmış ihtiyarlar, süt emen
bebekler ve çiftliğinizde otlayan hayvanlardır.” (26)

Hz.
Peygamber’in ağaç dikmeye, mevcut ağaçları korumaya, ormanlar teşkil
etmeye ve yine mevcut ormanları korumaya çok önem verdiği bilinmektedir.


Bu konudaki en önemli uyarılarından birisi “elinizde bir ağaç
fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer onu dikecek kadar
vaktiniz varsa, mutlaka dikin” şeklindedir(27) Yine şu zikredeceğimiz
hadis-i şerif, başta vakıflar olmak üzere,(28) bir çok İslâmî kurumun
şekillenmesinde belirleyici olduğu görülmektedir:
“Kişi kabirde bile
olsa yedi şeyden meydana gelen sevap devamlı olarak kendisine
ulaşır:Öğretilen ilim, halkın yararlanması için akıtılan su, açılan
kuyu, dikilmiş ağaç, yapılan mescit, okunmak üzere bağışlanan Kur’an ve
ölümünden sonra kendisine dua edecek evlat.(29)

Diğer yandan Hz.
Peygamber’in hayvanlara şefkat gösterilmesi, korunması, eziyet
edilmemesi, aşağılanmaması konularında gösterdiği titizlik gerçekten de
dikkat çekicidir.

Bu çerçevede, Hz. Peygamber Müslümanların
sadece insanlara değil, belki bütün canlılara karşı merhametli
olmalarını talep etmiştir: “Merhametli olanlara Rahman (yani merhamet
sahibi olan Allah) merhamet eder. Yerde olanlara merhametli olun ki,
gökte olanlar da (melekler) size rahmet etsin.”(30) Bir başka
hadislerinde ise “Haksız olarak bir serçeyi öldürenden, Cenab-ı Hakk
kıyâmet gününde hesap soracaktır”(31) derken, ayrıca kuşların
yuvalarının bozulmamasını, yumurta ve yavrularının alınmamasını ifade
ederek, kısaca hayvanlara eziyet edilmemesini, temizlik ve bakımlarının
yapılmasını, yaratılışlarına uygun işlerde kullanılmasını, fazla yük
yüklenmemesini, av yasağı koyarak rast gele eğlence için
avlanılmamalarını emretmiştir.(32)

İşte Kur’an ve Sünnet tarih
boyunca Müslüman toplumların dünya görüşlerini belirlediği gibi, onların
çevreleriyle olan ilişkilerini belirlemede de belirleyici olduğu ileri
sürmemizn nedenleri bunlardır. Bunun en güzel örneklerinden birisi
XV-XVI. yüzyıllardaki Osmanlı toplumunda da görülebilmektedir. Bir
tarihçimizin de belirttiği gibi, bu yüzyıllarda yaşayan Osmanlı insanı
dinlerinin buyruklarına ve tarihî süreç içinde oluşan örf, âdet ve
geleneklerden doğan ilkelere göre düşünmüş, konuşmuş ve hareket
etmiştir; günlük işlerini yürütürken, evlenirken, mal-mülk edinirken,
miras bırakırken ve bu fani dünyadan ayrılırken hep bu ilkeleri esas
almışlardır.(33) Bu teorik temellendirmeden sonra, bu değerlerin Osmanlı
örneğinde nasıl algılandığı ve uygulandığıyla ilgili örneklere
geçebiliriz.

(15) 17/İsra: 44; ayrıca 57/Hadid, 1;62/Cuma, 1.
(16) 22/Hac: 18.
(17) 6/En’am: 38.
(18) 16/Nahl: 90.
(19)Sünnet
kavramı ve bu kavramla ilgili tartışmalar için bk.M.Hayri Kırbaşoğlu,
İslam Düşüncesinde hadis Metodolojisi, Ankara, 1999;Dr. Mehmet
Görmez,Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji
Sorunu, Ankara: TDV Yayınları, 1997.
(20) Muvatta, Hüsnü’l-Hulûk: 8; Müsned, 2:381.
(21) 68/Kalem 4.
(22) Müslim, Müsafirin 139, I. 513;Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4:54, 91,111,163,188, 216.
(23) Jean-Louis Michon, 22.
(24) Hodgson, 13.
(25)
İsmail ibn Muhammed el- Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlü’l-İlbâs,
yayınlayan: A. Kallâş (Suriye-Şam: Müessesetü’r Risâle, 1983),1:458.
(26) A.g.e., 1: 213.
(27) el-Münavi: Feyzu’l-Kadir: 3/30.
(28) Bk. Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara: TDV Yayınları, 1995, 22-44
(29) Münavi, 4/87.
(30)
Tirmizi, Birr 16; Ebu Davud, Edeb, 58. Bu hadisin bir Osmanlı
Müslüman’ın hayvanların korunmasıyla ilgili çabalarında nasıl etkili
olduğu ileride izah edilecektir. Bk. Bu yazının Mahkeme Kararları
bölümü.
(31) Ebu Dâvud 2/11.
(32)Bk:İbrahim Özdemir,ÇevreveDin,ÇevreBakanlığıYayınları,Ankara1997,IV. Bölüm.
(33)
Bahattin Yediyıldız, “Osmanlı Toplumu”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti
Tarihi, ed. E. İhsanoğlu, İstanbul: IRCICA, 1994, c.1, 488.

V. Uygulama

Osmanlı
toplumunda hakim olan çevre bilincinin günlük hayattaki uygulamasını
çeşitli düzeylerde görmek mümkün olmakla beraber, burada daha çok
yöneticilerin uygulamaları,mahkeme kararları (şeriyye sicilleri) ve
toplum hayatından bazı kesitler incelenecektir. Yöneticilerin çevreyle
ilgili bakış açıları ve uygulamaları için arşiv belgelerine
başvurulurken, hukuki uygulamalar için şeriyye sicilleriyle ilgili
araştırmalardan yararlanılmıştır. Toplumsal düzeyde görülen örnekler
için ise, çeşitli nedenlerle Osmanlı ülkesini gezmiş, hatta bir süre
ikamet etmiş, toplumu yakından inceleme ve gözlemleme imkânı bulmuş
Batılı seyyahların konumuzla ilgili gözlemlerinden yararlanılacaktır.

1. Yöneticilerin Çevreyle İlgili Uygulamaları

Osmanlı
Padişahlarının çevreyle ilgili kararları (irade, ferman, nişan-ı
hümayun vs.) incelendiğinde, bu kararların gerisinde yukarıda ifade
edilmeye çalışılan teorik zeminin yattığını görmek zor değildir.

Başka
bir ifadeyle, İslam Medeniyetinin müşahhaslaşmasına neden olan temel
İslâmî ilke ve esasların, Osmanlı yönetici sınıfının çevreyle ilgili
kararlarının oluşmasında ve uygulanmasında etkili olduğu
anlaşılmaktadır.

Bu çerçevede ele alınması ve yukarıdaki teorik
çerçeve bazında değerlendirilmesi gereken ilk uygulamalara Fatih Sultan
Mehmet (1451-1481) döneminde rastlanmaktadır. Haliç’in dolmaması için
önlemler alan Fatih’in, Kağıthane deresi havzasında hayvan
otlatılmasını, bina yapılmasını ve tarla açılmasını yasakladığı
görülmektedir.

Ayrıca erozyona müsait yamaçların
ağaçlandırıldığı ve ormanlardan ağaç kesiminin yasaklandığı
bilinmektedir. Fatih’in “çevre anlayışının” bir diğer delili ise
vasiyetnamesidir. Konumuzla ilgili vasiyetnamesi önemli bir belge
olmanın yanında, İslam Dünya görüşünün de tipik bir örneği olarak
değerlendirilebilir. Söz konusu belgenin metni verildikten sonra, kısa
bir değerlendirmesi yapılacaktır. Belge şöyledir:

Ben ki
İstanbul Fatihi abd-ı aciz Fatih Sultan Mehmet, bizatihi alın terimle
kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiinde
kâin ve malûlu’l-hudut olan 136 bap dükkânımı aşağıdaki şartlar
muvacehesinde vakfı sahih eylerim. Şöyle ki: Bu gayr-i menkulâtımdan
elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin
eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür
külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu
sokaklara tükürenlerin, tükrükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye
20’şer akçe alsunlar; ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı
tayin ve nasp eyledim. Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a
çıkalar bilâistisna her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını
soralar; var ise şifası, ya da mümkün ise şıfayâb olalar. Değilse
kendilerinden hiç bir karşılık beklemeksizin Darülacezeye kaldırılarak
orada salâh buldurulalar. Maazalllah herhangi bir gıda maddesi buhranı
da vâkı olabilir. Böyle bir hal karşısında bırakmış olduğum 100 silâh,
ehli erbaba verile. Bunlar ki hayvanat-ı vahşiyenin yumurtada veya
yavruda olmadığı sıralarda balkanlara çıkıp avlanalar ki, zinhar
hastalarımızı gıdasız bırakmayalar. Ayrıca külliyemde bina ve inşa
eylediğim imarethanede şehit ve şühedânın harimleri ve Medine-i İstanbul
fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihi
kendûleri gelmeyûp yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse
görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.(34)

Fatih’in
vasiyetnamesi dikkatle incelendiğinde, İslamî değerlerin bu
vasiyetnamenin ortaya çıkmasında ve şekillenmesindeki etkisi açıkça
görülebilir. Öncelikle Fatih gibi bir hükümdarın “alın terimle
kazandığım” ibaresini kullanması ve bu parayla satın aldığı 136 adet
dükkanını Allah için vakfetmesi dikkat çekicidir.(35) Ancak bu
vakıflardan elde edilen gelirin kullanılacağı yer ve biçim daha da
önemlidir. Fatih bu gelirlerin kullanım biçimini keyfiliğe mahal
bırakmayacak bir netlikte belirtmiştir. Buna göre:

1. İstanbul’un her sokağına ikişer kişinin tayin edilmesi,

2. Bu görevlilerin sokakların sağlık açısından temizliğini temin etmeleri ve bunun karşılığında ücretlerini almaları,

3.
Ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcının tayin edilerek, ayın
belli günlerinde İstanbul’u baştan aşağıya tarayarak (bilâistisna her
kapuyu vuralar) o evde hasta olup olmadığını sorup, varsa tedavileri ve
şifaya kavuşturulmaları için gerekenin yapılması.

Burada dikkat
çeken husus Fatih’in Müslüman olmayan ve günümüzde “öteki” olarak
algılanan bütün gurupları herhangi bir ayırım yapmadan bu hizmetten
yararlandırmasıdır. Burada 28. surenin 80. ayetini hatıra
gelmektedir:”Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.”Gerekli görülen
hastaların Darülacezeye kaldırılarak orada tedavilerinin sağlandığı,yine
burada da hiçbir ayırım gözetilmediği görülmektedir.

4.
Herhangi bir ekonomik kriz anında hastaların temel gıda ve
beslenmelerinin sağlanması için avcıların yine vakıf tarafından sağlanan
silahlarla dağlara çıkarak vahşi hayvanları avlamaları.

Ancak
bir kriz anında insanların temel ihtiyaçlarından olan beslenmenin yerine
getirilmesi için tavsiye edilen bu avlanma sırasında bile bazı
kuralların göz ardı edilmediği görülmektedir. Bu da avlanacak vahşi
hayvanların özellikle “yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda”
avlanmalarıdır. Fatih’in avlanma konusundaki bu titizliği; avlanmayı
sadece belli bir ekonomik kriz anına tahsis etmesi ayrıca hayvanların
yavrulama ve yumurtlama zamanlarını hesaba katması bu konuda her
Müslüman için örnek modeli oluşturan, Hz. Peygamber’in konuyla ilgili
uygulama ve uyarılarını hatırlatmaktadır. Bunlar: Av peşinde koşmanın
gaflete neden olduğu,(36) sadece eğlenmek için yapılan avcılığın
yasaklanması,(37) “haksız olarak bir serçeyi öldürenden, Cenab-ı Hâkk’ın
kıyâmet gününde hesap soracağı,(38) ve ayrıca Hz. Peygamberin, kuşların
yuvalarının bozulmamasını, yumurta ve yavrularının alınmaması
konusundaki şiddetli emirleridir.(39)

5. Dahası külliyede bina
ve inşa eylediği imarethanede şehit ve şühedâ aileleri ile İstanbul
fukarasına yemek verilmesi. Ancak burada öyle bir incelik gözetilmiştir
ki, bu da fakir olmasına rağmen bu tür hayır kurumlarına gelmeyi kendine
yedirmeyen kişi ve ailelerin bulunabileceği; bu nedenle bunların tespit
edilmesi ve bu hassasiyetlerinin ve izzet-i nefislerinin rencide
edilmeden bunlara ulaşılmasıdır.

Bunun için de özellikle de
“güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde
[yemeklerin ve gıda maddelerinin] evlerine” ulaştırılması. Burada diğer
bir çok ayetin yanında özellikle 2/Bakara 177. ayeti ile(40) Ma’un
(107) suresinin 3. ayetindeki uyarısı hatıra gelmektedir.(41)
Müslümanlar tarih boyunca 107:3 teki bu uyarıya muhatap olmaktan
kaçınmış başta zekât, fitre, sadaka olmak üzere fakir, yetim ve
kimsesizlerin yardımına koşmuştur. Söz konusu vasiyetnamedeki bu son
maddede bile İslâm ahlâkının ve Hz. Peygamberin örnek sünnetinin bir çok
yönünün bu belgede somutlaştığını görmeyi mümkün kılmaktadır. (34) Bu
belgenin orijinaline ulaşamadık. Gevher Nesibe Eğitim Enstitüsü Çevre
Sağlığı Bölümü’nden sağladığımız nüshayı kullandık. Aslında Fatih’in
diğer vakfiyelerinde benze hükümler bulunmaktadır. Bk. Fatih Mehmet II
Vakfiyeleri, Ankara: Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyatı, 1938.

(35)Karşılaştır: 2/Bakara:177 ve 3/Al-i İmran: 92.
(36)Ebü Davud: Sayd. 4. Nesâî: Say, 24; Tirmizî: Fîten. 69.
(37)Nesai, İbn Habban (Sibai, a.g.e.’den naklen)
(38)Ebü Davud 2/11.
(39)A.g.e., Cenâiz, 1: Buhâri: El-Edebü’l-Müfred. 139.
(40)2:177:
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl
iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere,
kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek)
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve
kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma
yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabreder. İşte doğruolanlar,bu vasıfları
taşıyanlardır.Müttakîler ancakonlardır(vurgueklenmiştir)
(41) 107:3:
“Yoksulu doyurmaya teşvik etmez”. Konuyla ilgili diğer bir belge ise
Kanunî Sultan Süleyman’ın (1520-1566) devrine ait bir Nişan-ı
Hümayundur.
(42) Edirne’nin mahalleleri, sokakları ve çarşılarının temiz tutulmasıyla ilgili bu Nişan-ı Hümayuna bakıldığında:

• Bütün ev, dükkan ve bunların çevrelerinin kirletilmemesi; kirletildiği takdirde derhal temizlenmesi/temizlettirilmesi,


Görevlilerin çarşı ve mahalleleri kirletenleri tespit etmesi ve
atıklarını bizzat kendilerine temizlettirmesi. Bunun için de öncelikle
kirliliğin meydana geldiği yere yakın olan işyeri ve evlerden işe
başlanarak soruşturmanın sağlıklı bir şekilde yapılması,

• Kervansaraylardaki atıkların uzak ve boş mekanlara [hâlî] naklettirilmesi,

• Hamamlara ait yolların temiz tutulması,

• Mezarlıkların korunması, etraflarının çevrilerek; at, köpek, kedi vb. hayvanların mezarlık içerisine girmesinin önlenmesi,


Arabacıların öküzlerini halkı rahatsız edecek şekilde ev ve avlulara
yakın yerlere bağlamamaları; öküzlerin gübresini alıp şehir dışındaki
uygun yerlere nakletmelerinin sağlanması,

• Evlerde yıkanan sabunlu çamaşır sularının rast gele yollara dökülmemesi, dökenlerin engellenmesi,


At, koyun vb. hayvan leşlerinin rast gele ve gelişigüzel atılmasının
önlenmesi. Bu yasağa uymamada ısrar edenlerin teşhir edilerek
cezalandırılmaları,

• Sayılan bu yasakların uygulanmasında kimsenin engel olmaması; kadı ve subaşının konuyu ısrarla takip etmeleri.

Bu
ve benzeri belgelerde zamanın idarecilerinin halkın ruh ve beden
sağlığının korunması ve toplumun ortak olarak kullandığı mekânların
temiz tutulması, şehrin estetik görünümünü bozacak herhangi bir
çarpıklık ve çirkinliğe yer verilmemesi için tedbirler aldıkları ve
bunların uygulanması konusunda titizlik gösterdikleri görülmektedir.
Başta su yolları olmak üzere, yolların temiz tutulmasına özel bir önem
verildiği anlaşılmaktadır.(43) Kendisinin 20 milyon km2’lik bir alanı
kapladığı ve üç kıta üzerine yayılan Osmanlı Devletinin dünya
ticaretindeki yeri ve ayrıca ticari faaliyetlerin de daha çok denizcilik
yoluyla yapıldığı göz önüne alındığında Osmanlı limanlarının
yoğunluğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.(44)

Dahası bu
yoğunluğun neden olabileceği “kirlilik” başta olmak üzere diğer çevre
sorunları da ayrıca dikkate değer. Ancak konuyla ilgili belgelere
bakıldığında hayvanların korunması, yerlerinin temiz tutulması gibi
hususlara da ayrıca dikkat çekildiği görülmektedir.(45)Yerleşim
yerlerinin havasının temizliği ve bunun halk için oluşturduğu tehditle
ilgili belgelere de rastlanmaktadır. Tabii buradaki hava kirliliği
sanayileşmenin sonucu olarak ortaya çıkan kirlilikten farklı olup,
şehrin havasını bozan bataklıkların ıslahı ile ilgili olduğu
görülmektedir.(46)

(42) Bk.: Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı
Kanunnâmeleri, İstanbul, c.6, 540. Ayrıca Nişan-ı Hümayun ve benzeri
Osmanlıca terimler için bk.: M.Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü, İstanbul: MEB, 1993.
(43) Konuyla ilgili belgeler
için bk.: İsmet Binark, “Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki Belgeler
Işığında Türklerde Çevrecilik Anlayışı”, Yeni Türkiye, s.5, 1995, 16 19,

(44) Bk. Halil İnalcık, The Ottoman Empire, London, 1997. Ayrıca
Osmanlı’nın deniz ticareti konusundaki bir çalışma için bk.: Salih
Özbaran “Osmanlı İmparatorluğu ve Hindistan Yolu”, İÜEF Tarih Dergisi,
sayı: XXXI, 1978, 131-141.
(45) Binark, 13-14.
(46) Binark, 16.

Çevreyle
ilgili farklı boyutlara dikkat çeken bir diğer belge ise Mescid-i
Aksa’nın temizliği ile ilgili olanıdır.(47) Buna göre, Mescid-i Aksayı,
Hz. Meryem’in mezarını ve Hz. İsa’nın kademini (…) ve diğer mübarek
yerleri ziyaret edenlerin –başta kadınlar olmak üzere- “temizliğe son
derece dikkat etmeleri, gürültü yapmamaları, ibadet edenleri rahatsız
etmemeleri” istenmektedir. Böylece fiziki temizliğe dikkat edilmesinin
yanı sıra, gürültü yapmama ve başkalarının rahatsız edilmemesi gibi
hususların da özellikle irdelendiği görülmektedir.

Çevreyle
doğrudan ilgili diğer bir konu ise başta ormanlar olmak üzere yeşil
alanların korunması ve ağaç kesiminin belli bir düzene bağlanarak genç
ağaçların kesiminin engellenmesidir. Başka bir ifadeyle, ülkenin ağaç
kaynaklarının, zaruri ihtiyaçlar için de olsa,belli bir sisteme göre
tüketilmesi ve belirli bir sisteme bağlanması adeta günümüzde çokça
tartışılan “sürdürülebilir kalkınma” tartışmalarını
çağrıştırmaktadır.(48) Konuyla ilgili 1559 tarihli bir arşiv belgesinde,
özellikle Eşme, Dikme ve Sapanca dağları zikredilerek, bu dağlardan
gemi yapımı için gerekli olan ağaçların kesinlikle kestirilmemesi
istenmektedir. Bununla beraber halkın yakacak ve diğer ihtiyaçları igöz
önüne alınarak gemi sanayiî için elverişli olmayan ve ”hurda odunluk”
olarak adlandırılan ağaçların ve yerlerin belirlenerek kesimin
buralardan yapılması vurgulanmaktadır.(49) Devlete ait ağaçların
kesilmesinin engellenmesinin yanında “sefer” gibi kutsal bir amaç için
yola çıkıldığında bile “ekili tarlaların ve çayırların” çiğnetilmemesi
için emirnameler çıkarıldığı görülmektedir. 1566 tarihli bir belge adeta
birinci halife Ebu Bekir’in ordusuna verdiği talimatı hatırlatmakta;
ayrıca her iki talimatın da İslam’ın adalet ve ahlak anlayışının sonucu
olduğu tezini kuvvetlendirdiği gibi, bu anlayışın sıradan bireyleri
olduğu kadar devlet başkanlarını da aynı şekilde bağladığını da
göstermektedir.(50)

Rumeli Beylerbeyine yazıldığı anlaşılan
belgede ise “…re’âyânın tereke ve çayırının” askerlere
çiğnettirilmemesinin yanı sıra askerlerin karşılıksız olarak kimseden
bir şey almaması istenmektedir.(51) Dünyanın en büyük arşivlerinden biri
olan Osmanlı Arşivi’nde konuyla ilgili daha bir çok belgenin
bulunduğu/bulunabileceği açıktır. Ancak konumuz açısından bu kadarı
yeterli olsa gerek.

Zikredilen belgeler dikkatle incelendiğinde,
Osmanlının insan-çevre ilişkisiyle ilgili geliştirdiği tavrın, İslam
Medeniyetinin konuyla ilgili tavrının benzeri olduğu görülür. Özellikle
de Tanzimat’tan sonra çevreyle ilgili önemli gelişmeler ve sivil toplum
kuruluşlarının ortaya çıktığı dikkat çekilmelidir. Bunların en dikkat
çekenleri, 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi, 1870 yılında çıkarılan Orman
Nizamnamesi, 1876 yılında tamamlanan Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’dir.
Özellikle Mecelle çevreci bir bakış açısıyla incelendiğinde, çevreyle
ilgili birçok konunun ele alındığı ve düzenlemelerin yapıldığı
görülmektedir. Yine 1906 yılında Asar-ı Atika (Eski Eserler)
Nizamnamesi’nin çıkarılması ve kültürel çevrenin korumaya alınması, 1912
yılında Prens Said Halim Paşa’nın başkanlığında “İstanbul Asar-ı Atika
Muhipler Cemiyetinin” kurulması zikredilebilir. Bu derneğin temel
amaçlarından bazılarının “İstanbul’un sanat eserlerini, tarihi ve
kültürel mirasını ve güzelliklerini tanıtmak; halkın estetik bilincini
yükseltmek” olduğu dikkat çekmektedir. 1848-1864-1882 yıllarında
çıkarılan Ebniye Nizamnamesi ve kanunu da yine çevre ile ilgili yeni
düzenlemeler getirmiştir. 1913 tarihli Köy Talimnamesi’nin köylerin
kurulacağı yerin havasının temiz olması, çevrede bataklık
bulunmaması,yine çevrede akarsu bulunması gibi şartlar getirdiği
görülmektedir.

(47) Binark, 14.
(48) Sürdürülebilir kalkınma
kavramı ile bu kavram çerçevesindeki tartışmalar için bk.: J. Ronal
Engel ve Joan Gibb Engel, Ethics of Environment and Development (Çevre
ve Kalkınma Ahlakı), Londra, 1990. Kitabın girişini oluşturan ve önemli
makalelerinden birisi olan “Sürdürülebilir Kalkınma Ahlakı” çevrilip
yayınlanmıştır: A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Prof. Dr. Necati Öner
Armağanı, c: XL, Özel Sayı, 1999, s. 255-267. Aynı makale İbrahim
Özdemir, Yalnız Gezegen, İstanbul: Kaynak, 2001 kitabında yeniden
yayınlanmıştır.
(49) Binark, 21, Belge no: 14 ve 22 belge no: 17 ve 18.
(50) Halife Ebu Bekir söz konusu emirnamede konumuzla ilgili olarak ordusuna şunları söylemekteydi:
“Savaşta
bile insaftan ayrılmayın. Çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyin
ve zulmetmeyin. Hurma ve diğer meyve ağaçlarını, koyun, keçi ve diğer
hayvanları yemenin dışında bir amaçla kesmeyin, telef etmeyin.” Bk:
Malik, Muvatta, Cihad 10-1,II.447-8; Müslim, Cihad 3, II. 1375. Ayrıca
Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ Yayınları,
1989, c.2, s. 33-34.
(51) Bk. Binark, s.24, belge no: 21.

2. Mahkeme Kararları (şeriyye sicilleri)

Her
toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da teamüllere uymayanlar hukuki
tedbirlerle karşı karşıya kalmışlardır. Dini esaslara göre yönetilen
Osmanlı sistemi de konumuz olan çevreyle ilgili ahlakî ve hukukî
kurallara uymayanlar hakkında çeşitli kararlar vermiştir.Konuyla ilgili
bazı kararlar incelendiğinde durum daha iyi anlaşılacaktır.

Çağdaş
insan için “hayvan haklarının” tamamen son zamanlarda ortaya çıkmış
yeni bir konu olduğu bilinmektedir. Hayvan hakları bir yana, insan
haklarıyla ilgi sorunların çözülemediği,insanın insana düşman olduğu;
modern insanın “öteki” olarak tanımladığı hemcinslerinin hakkını,
hukukunu, maddi ve manevi şahsiyetini yok etmeye çalıştığı, etnik
temizliklerin yapıldığı bir zamanda yaşıyoruz. Bununla beraber, Osmanlı
toplumunda farklı ırk, millet, din, kültür ve etnik gruplara mensup
insanlara büyük bir müsamaha ile bakıldığı; tüm bu grupların her tür
haklarının teminat altına alındığına yukarıda işaret etmiştik. Aynı
şekilde, Osmanlı toplumunda hayvanların korunması ve onlara herhangi bir
şekilde zulüm ve işkence edilmemesi için de bazı kanuni tedbirlerin
alındığı görülmektedir. Böylece, “hayvanlara iyi bakma ve zulüm etmeme”
insanların vicdanına ve kişisel kararlarına bırakılmayarak, konuyla
ilgili gerekli önlemlerin alındığı görülmektedir. 9 Şubat 1829 tarihli
bir belgede İstanbul’da odun, kömür, kereste vb. yükleri taşıyan atlarla
ilgili olarak şu uyarı yapılmaktadır: Hamalların Cuma günleri
hayvanları tatil etmeleri [çalıştırmamaları], hayvanlara güzelce
bakmaları, yüklerini boşalttıktan sonra dahi hayvanlara binmemelerinin
eskiden beri uyulan bir usul olduğu belirtilmekte, ancak son zamanlarda
buna uyulmadığı belirtilerek, gerekli tedbirlerin alınması talep
edilmektedir.(52)

Konuyla ilgili bir diğer belgede ise,
İstanbul’daki hamalların ikindiden sonra atları çalıştırdıkları ve
dahası yükün üzerine bindikleri belirtilerek bunun önlenmesi
istenmektedir. Bunun önlenebilmesi için ilginç bir yöntem de
önerilmektedir: Yük beygirlerinin semerlerinin tam ortasına üç adet çivi
çakılacak, böylece beygirlere binmek mümkün olmayacaktır. Buna
uymayanların ise şiddetle cezalandırılacağı belirtilmektedir.(53)

27
Temmuz 1730 tarihli bir belgede ise atlara binen hamalların sokaklardan
geçerken kirli suları özellikle yaşlıların, kadınların ve çocukların
üzerine sıçratarak onları rahatsız ettiği; atlara yüklenen ekmek
sepetlerinin üzerine ayaklarını uzatarak, ekmeğe [nân-ı aziz]
hürmetsizlik ettikleri (54) belirtilerek bunun önlenmesi istenmektedir.

Mahkeme
kararlarında rastladığımız diğer bir konu ise avlanmayla ilgilidir.
Bahar mevsiminin hayvanların yavrulama zamanı olmasından dolayı, eskiden
beri bu mevsimde avlanmanın yasak olduğu belirtilmekte, ayrıca konuyla
ilgili olarak her yıl hem yetkililerin ve hem de avcıların uyarıldığı
görülmektedir.(55)

Şeriyye sicillerinde dikkat çekilen diğer bir
konu ise, başta camii, cadde, sokak ve mahalleler olmak üzere temizlik
konusudur. İstanbul Kadılığı’nın 4 Mayıs 1696 tarihli bir kararına göre,
mahallelerin, camîlerin, mescitlerin avlu ve sokaklarının temiz
tutulması istenmekte ve konuyla ilgili başta imamlar olmak üzere
yetkililer uyarılmaktadır. Temizlik konusunda ihmali görülenlerin
cezalandırılacağı da ayrıca vurgulanmaktadır.(56)

12 Mart 1810
tarihli diğer bir kararda ise, şiddetli geçtiği anlaşılan kıştan dolayı,
yollardaki buzlanma ve dondan, ayrıca çatılardan sarkan buzlardan
vatandaşların zarar görmemesi için tedbirler alındığı görülmektedir.(57)
Tedbirin mahiyetine bakıldığında ise, yine imamların rehberliğinde
mahallelinin göreve çağrıldığı sivil bir espiri görülmekte ve öncelikle
herkesin kendi evinin önünü ve mahallesini temizlemesi istenmektedir.

Daha
doğrusu, imamların cemaatlerini bu çerçevede aydınlatması ve uyarılması
istenmektedir. Benzer bir karar ise 13 Ocak 1823 tarihli olup, yine
şiddetli geçen kıştan dolayı vatandaşlar göreve çağrılmakta
“ümmet-i Muhammed’in” her tür tehlikeden korunmasının asıl amaç olduğu görülmektedir.(58)

Sokakların
temizliğiyle ilgili 28 Haziran 1836 tarihli bir karar, bu temizliğin
mahiyeti ve dayandığı temelle ilgili detayları da ihtiva etmektedir.
Buna göre her hal ve şartta temizlik ve temiz olma (nezâfet ve taharet)
dinî bir vecibedir. Dahası İslam hilafetinin başkenti olan İstanbul’un
cadde ve sokaklarının temiz tutulmasının gerekliliği ortadadır. Diğer
bir nokta ise “herkes hanelerinin sokak taraflarını temiz ve pak tutmaya
memur” dur.(59)

Hayvanlarla ilgili en ilginç belgelerden birisi
1919 tarihli olup, sokak köpeklerinin Belediye tarafından itlâf
edilmesiyle ilgilidir.

Günümüzde de sık sık kamuoyuna yansıyan
bu sorunla ilgili olarak alınan karar ilginç olduğu kadar önemlidir de.
Zira İslamî bir devletin bir kurumu olan Belediyenin yaptığı bir
uygulama, vatandaşın şikayeti üzerine Şeyhülislam’ın verdiği kararla
haksız bulunarak yasaklanmıştır.

Konu kısaca şöyle cereyan
etmiştir: Ahmet isimli bir vatandaş, 25 Teşrinisani 335 (1919) tarihli
Tasvir-i Efkâr gazetesinde “bîçare” sokak hayvanlarının Belediye
tarafından itlaf edileceğini öğrenir. Bunun üzerine büyük bir üzüntüye
kapıldığı anlaşılan Ahmet efendi harekete geçerek, Şeyhülislama bir
dilekçe yazar. Öncelikle Belediyenin köpekleri itlaf için ileri sürdüğü
gerekçeleri gerçekçi bulmadığını ve bu nedenle de katılmadığını
belirterek, “Merhamet edenlere Rahman merhamet eder. Yeryüzündekilere
merhamet ediniz, semadakiler de size merhamet ederler”(60) hadis-i
şerifini hatırlatarak, bu zulmün önü alınmadığı takdirde daha başka
felaketlerin meydana geleceğinden endişe ettiğini bu nedenle
Şeyhülislamın buna mani olmasını talep eder.(61)

Şeyhülislam’ın
Sadaret makamına yazdığı yazıdan Ahmet efendi gibi daha bir çok kişinin
benzeri durumlardan fevkalade rahatsız oldukları anlaşılmaktadır.
Bunları dikkate alan Şeyhülislam ise, vatandaşların haklı olduğu,
yöneticilerin halkın geleneklerini ve manevi değerlerini nazar-ı dikkate
almak zorunda olduklarını, en önemlisi ise “Din-i Mübinin” [İslam’ın]
“umum mahlukat-ı İlâhiye hakkında zulm ve ezayı” yasakladığını
belirterek, köpeklerin Belediyece itlafını yasaklamıştır.(62) Mahkeme
kararlarındaki 26 Ağustos 1822 tarihli diğer bir belgeden anlaşıldığı
kadarıyla, bazı kişiler kurban kesimi ve bunlardan meydana gelen atıklar
konusunda yeterli dikkati göstermemektedir. Bu nedenle adı geçen karar
bu konuda ihmali olanların uyarılması, gerektiğinde cezalandırılması
konusunda yetkilileri uyarmaktadır.(63)

(52) Sadık Albayrak, 41 Orijinal Belge Işığında Eski İstanbul’da Sosyal Hayat ve Çevre, İstanbul: IGDAŞ, 1997,
(53) a.g.e., 58 ve 60.
(54) Albayrak, s.56.
(55) Albayrak, 94-100.
(56) Albayrak, 40.
(57) Albayrak, 42.
(58) Albayrak, 46.
(59)
Albayrak, 54. ABD’de de her hane sahibi kar ve don durumunda kendi
bahçesinin dahilinde olan ve yayaların kullandığı kaldırımların
temizliğinden sorumludur. Aksi takdirde Belediye tarafından
cezalandırılır.
(60) Tirmizi, Birr 16; Ebu Davud, Edeb, 58.
(61) Albayrak, 108.
(62) A.g.e., 110.
(63) Albayrak, 44.

3. Vakıflar ve Çevre

Osmanlı
vakıf sisteminin en önemli fonksiyonlarından birisinin maddeyi ve malı
yüceltme yerine, insanî değerler ile hayatın bütünlüğünü yüceltmesi ve
bu değerlere saygıya yaptığı vurgu olduğu söylenebilir.

Günümüz
tüketim toplumunun maddeye ve sınırsız tüketime şartlandırılmış insanı
için bu hususu anlamak zor olsa da, Osmanlı bireyine göre dünyanın
varlığı emânet olup, dahası kararsız ve değişkendir. Başka bir ifadeyle,
“bâki ve sabit olmayan bu dünya evinin nimetleri geçici bir gölge, onda
oturmakta olan kimse ise gitmek üzere olan misafir gibidir”(64)

Bu
anlayışın sonucu olarak, insanların mal ve mülk esaretinden
özgürleşmesi, dahası bireyin başta serveti olmak üzere, imkânlarını
başta insan olarak, tüm canlıların menfaati için kullanması veya
kullanılmasını sağlamasıdır.

Vakfiyelerden anlaşıldığı kadarıyla
malını vakfedenlere göre, “vakıf, hayır ve sadaka türlerini en
mükemmeli ve bâki kalacak iyiliklerin en güzelidir.”(65) Dahası, “dünya
hayatının geçici olması insan ömrünün bir gün biteceği ve bu dünyada
yapılan tüm iyiliklerin karşılığın ahirette verileceği” gibi dinî bir
anlayışın yanı sıra, “topluma yararlı bir fert olma ve ihtiyaç
içerisinde kıvranan bir canlının imdadına yetişmenin verdiği psikolojik
hazzı” duyma gibi etkenlerin de vakıfların ortaya çımasında etkili
olduğu görülmektedir.(66)

Bununla beraber, vakfiye metinleri
incelendiğinde bu hayır kurumlarını ortaya çıkaran ve şekillendiren
temel kaynağın hemen hemen tüm vakfiyelerde zikredilen bazı ayetler ile
hadis-i şerifler olduğu görülmektedir. Vakfiyelerde zikredilen ayetlerin
başında ise “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça "iyi" ye
eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir”(67) ile
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına
çevirmeniz değildir.

Asıl
iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere,
kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek)
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve
kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma
yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır.
Müttakîler ancak onlardır”(68) ayetlerinin geldiği görülmektedir.

En
çok zikredilen hadis ise şudur: “Bir insan öldüğünde, ameli(nin sevabı)
kesilir. Defter-i ameli kapanır. Yalnız: sadaka-i cariyesi, ilmi bir
eseri ve kendisine dua eden hayırlı bir evladı olan kimsenin amel
defteri kapanmaz.”(69)

Bu bağlamda Osmanlı dönemi “vakıf eğitim
ve hayır kurumlarından” olan başta camiî, medrese, tekke, sübyan
mektebi, hamam, çeşme, kütüphane, kitap, darü’-şifa, darü’z-ziyafe,
ribat, köprü, yol ve kervansaray gibi eserlerle bunların kuruluş
gayeleri ve hizmet hedefleri incelendiğinde, bunların herhangi bir
ayırım yapmaksızın bütün mahlukata dönük olduğunun görülmesi
anlamlıdır.(70)

Bir yabancı ilim adamının çok güzel ifadesiyle
“vakıflar kuruldukları günden beri, Müslüman toplumuna değeri
ölçülemeyecek hizmetlerde” bulunmuşlar; başta “camiîlerin,
üniversitelerin, yurtların, zaviyelerin, hastane, tımarhane ve
mezarlıkların bakımı ve bazen de inşa edilmesini” üstlenmişlerdir.
Dahası “şehir savunması, hıfz-ı sıhha, yolların aydınlatılması,
yargıçların (kadı) ve diğer din görevlilerin maaşlarının ödenmesi”nin
yanı sıra, “vakfı bağışlayan şahısların kişisel istekleri doğrultusunda
hayvanların korunması ve beslenmesi, eşekler, leylekler ve güvercinler,
şehir pazarlarına içme suyu temin edilmesi” ve hatta “durumu müsait
olmayan genç kadınlara çeyiz hazırlanması” gibi çeşitli konularda maddi
destek sağlamışlardır.(71)

Yine vakıfların muhtaçlara
“aynî-nakdî yardımlar, yoksulların doyurulması, hastaların tedavi
edilmesi, çevrenin temizliği, şehirlerin yol ve kaldırımlarının tamiri”
gibi hizmetlerin yanında, bugün belediye teşkilatlarının yaptığı bir çok
hizmeti de karşılıksız olarak ve sivil toplum ruhuyla yaptığı
görülmektedir.(72)

Görüldüğü gibi, başlangıçta ihtiyaçların
giderilmesi amacıyla ortaya çıkmalarında rağmen, daha sonraları hayatın
her safhasında yerini alan vakıflar, özellikle de Osmanlı’larda hem
ferdi hem devleti ilgilendiren bir yaşam biçimi haline gelmiştir.(73)

Konumuz
açısından en dikkate değer olan vakıf türü ise hayvanlarla ilgili
kurulan vakıflardır. Hayvanlar için kurulmuş olan vakıfların iki kısma
ayrıldığı görülmektedir. Birincisi, geçici vakıflardır. En yaygın olan
hayvan vakıfları bu türden olanlardır. Hayırsever kimseler, ya belirli
bir miktar para ayırarak bunu kasap ve fırıncılara veya görevlendireceği
herhangi bir kimseye vererek, her gün sahipsiz kediler ve köpeklere et
,ekmek dağıttırır veya kendisi her gün et veya ekmek satın alarak onları
doyururlardı.

Osmanlı insanının, sadece hayvanların bakım ve
beslenmeleri için vakıflar kurmakla yetinmedikleri, ayrıca
hastalandıkları zaman, tedavi işleriyle de uğraştıkları; bu maksatla
hayvanlar için özel hastaneler açtıkları da görülmektedir. XVII.
Yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız avukat Guer ise Şam’da
hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastanenin
varlığından bahsetmektedir.(74)

Konuyla ilgili ünlü şair
Lamartine’in şu gözlemleri aslında Osmanlı toplumundaki insan-çevre
ilişkisini özetleyen en iyi ifadelerinden birisidir: “… canlı ve cansız
mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara, kuşlara, köpeklere,
velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde
başı boş bırakılan veyahut eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin
(türlerinin)hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.Bütün
sokaklarda mahalle köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su
kovaları sıralanır; bazı Türkler, ömürleri boyunca besledikleri
güvercinler için, ölürken vakıflar kurarak, kendilerinden sonra da (bu
hayvanlara) yem serpilmesini sağlarlar.”(75)

Diğer dikkat çeken
bir nokta ise, vakıfların hayat verdiği mimari eserlerin çevre
düzenlenmesi, mimari şekli ve diğer nitelikleriyle de çevresi ile uyum
içinde olmalarıdır. (76)

Osmanlı vakıf binaları incelendiğinde,
bunların çevresindeki nefis ve zarif kuş evlerinin zarif bir taç gibi bu
binaları süslediği görülür. Böylece mimari eserlerle tabiat ve çevre
arasında bir uyum sağlanmış, bu binalarda yaşayan insanların stressiz ve
dengeli bir hayat sürmeleri hedeflenmiştir. Örneğin Sultan II. Murad ve
Fatih Sultan Mehmed Han dönemlerinde, Edirne’de bina edilen Dâru’ş-Şifâ
ve Bîmarhâne’lerde hastaların klasik mûsiki, ney sesleri, güzel Kur’an
kırâ’etleri, bülbül sesleri, güzel çiçeklerle, nefis kokulu gül
bahçeleri içinde, akarsu sesleri ile tedavi edildikleri
görülmektedir.(77)

(64) Nazif Öztürk, 22, 5. dipnot.
(65) Öztürk, a.g.e.
(66) Öztürk, 20. (vurgu eklenmiştir.)
(67) 3/Al-i İmran: 92.
(68) 2/Bakara: 177.
(69) Riyâzü’s-Salihîn, III, 1412, DIB Yayınları, 1972; Darimî, Mukaddime: 46.
(70)
Bk. Öztürk, a.g.e. 19; Doç. Dr. Ahmet Akgündüz, İslam Hukukunda ve
Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesi, Ankara: TTK Basımevi, 1988, 28-42
ve Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul: Çağ
Yayınları, 1989, c.14, I. Bölüm,
(71) Jean-Louis Michon, “Dini Kurumlar”, 34.
(72) Öztürk, 44.
(73) Öztürk, 19.
(74)
İsmail Hami Danişmend, Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve
Ahlakı, İstanbul Kitapevi, 1961, 106. Şam’daki hayvan hastanesi
vakıflarıyla ilgili olarak Prof. Mustafa Sibai detaylı bilgi
vermektedir. Bk.: Prof.Dr. İsmet Sungurbey, Hayvan Hakları, İÜ,Yay.,
1993, İstanbul, 117-118.
(75)Danişmend, 259.
(76) Konuyla ilgili
ilginç olduğu kadar önemli bir çalışma için bk.: Beşir Ayvazoğlu, “Meyve
Bahçelerinden Taş Ocaklarına”, Yeni Türkiye, sayı: 5, 1995, 45-51.
(77) M. Serhan Tayşi, “ Tarih Şuuru ve Çevre”, İnsan ve Çevre,İstanbul: İnsanlığa Hizmet Vakfı Yayınları, 1992. s.40.




Emin KOÇAK:
4. Batılı Seyyahların İzlenimleri

Osmanlı toplumunun
çevreyle ilgili dünya görüşünü ve değerler sistemini en iyi
gözlemleyenlerin “Osmanlı ülkesine çeşitli sebeplerle gelmiş, ikamet
etmiş ve Osmanlının sosyal hayatını yakından gözleme şansı bulmuş olan”
Batılı seyyahların olduğu görülmektedir.(78)

Bu seyyahlara göre:
Osmanlı ülkesinde cinayet, hırsızlık, eşkıyalık, sarhoşluk ve
gürültünün, yok denecek kadar az olduğunu; hatta bazı şehirlerde hiç
bulunmadığını, bunun sebebinin, adaletin harfiyen uygulanmasından ve
verilen cezaların caydırıcı olmasından kaynaklandığını; iyi dini terbiye
görmüş olan halkın bu gibi suçlara müsamahakar bakmaması olduğu
görülmektedir.(79)

Diğer bir seyyah ise, Osmanlı insanının
israfı sevmediğini “ihtiyaçtan fazla yemek yemediklerini; cirit,
atçılık, okçuluk, yüzme ve güreş sporlarını çok sevdiklerini; içki,
afyon, esrar, düello, zina, hırsızlık, sahtekarlık, tabasbus ve gıybet
gibi toplumsal hastalıkları hiç bilmediklerini” belirtmektedir.(80)

İngiltere’nin
İstanbul sefaretinde kâtiplik görevi yapan Ricaut’un gözlemleri
yukarıda zikredilen vakıf medeniyetinin kapsamını da çok güzel
göstermektedir: Ricaut, Osmanlı insanının “hayvan haklarına ne kadar
saygılı olduğunu, onların beslenme ve korunmalarına ne kadar önem
verdiğini” belirterek bunun en iyi delili olarak “hayvanlar için kurulan
özel vakıfları” zikrederek: “Fakir insanlar için kurulan aş evlerinde,
insanlardan başka kedi ve köpek gibi hayvanlar da doyurulduğu gibi, sırf
kedi ve köpek gibi hayvanlar için özel vakıflar da kurmak adetti” der.
Dahası “bazı şehirlerde kediler için yapılmış binaların olduğunu,
gıdaları için vakıflar kurulduğunu, kedilerin hizmeti için vekil harçlar
ve uşaklar tahsis edildiğini” söyler ve bunun Batılılar için gülünç
gelebileceğini belirtir.(81)

Batılı insanın Hıristiyan kültürün
ve özellikle de Kartezyen felsefenin etkisiyle hayvanları ruhsuz olarak
değerlendiren ve bu nedenle de çok farklı ve acımasız bir anlayış
geliştirdiği göz önüne alınırsa yazara hak vermemek elde değil.(82)

Anlaşılan,
XIX. yüzyılın Batılı seyyahlarına Osmanlı topraklarında gözlemledikleri
insanların hayvanlara karşı olan merhamet ve sevginin çok ilginç ve
hatta “sıra dışı” gelmiştir. Bu seyyahlardan birisinin hayretini
gizlemeyerek, Osmanlının “Hayrat ve hasenat[ının] hayvanlara bile şâmil”
olduğunu belirtmekte ve şöyle devam etmektedir: “Hiç kimse onlara
eziyet etmeye kalkışmaz. Eğer bir ata, bir katıra veya bir deveye,
sahibi haddinden fazla yük taşıtacak olursa, zâbıta memurları, onun
gaddarlığına mâni olmak ve fazla yorulan hayvanı dinlendirmeye mecbur
etmek yetkisine sahiptirler.
Her gün bu gibi [olaylara] rastlamak mümkündür.”(83)

Diğer
bir seyyah ise Türklerin köpeklere nafaka temini için
vasiyetnamelerinde bir miktar para tahsis ettiklerini veya kendileri
sağken fırıncılara ve kasaplara köpekler için her hafta yahut her ay
para verdiklerini; bu gibi işleri yürüten esnafın aldıkları parayı başka
şeylere sarf edeceklerinden katiyen şüphe edilmemesi gerektiğini ifade
eder.(84)

Osmanlı toplumunun ağaç ve yeşilliklerin korunması
konusundaki titizliğini en güzel tasvir edenlerden birisi Fransız doktor
A. Brayer’dir. Doktor bir Hıristiyan hastasının Müslüman komşularının
tepkisinden çekinerek kendi bahçesindeki ağacı kesmeye cesaret
edemediğini aktardıktan sonra şu tespiti yapar: “Müslüman-Türklerin
asırlardan beri gölgelerinde dinlendikleri bu güzel tabiat mahsullerine
karşı besledikleri hürmet sâyesinde Türkiye’de altı, sekiz ve hattâ on
ayak çapında çınarlar vardır: Bâzan bunlar tâzeliklerinde letâfet ve
şöhretini te’min ettikleri evi havasız ve ziyâsız bırakacak nisbetler
almaktadır.(85)

Aslında Osmanlının çevreyle ilgili bakış açısını
görebileceğimiz bir diğer alan ise minyatür ve tezhiplerdir. Bunlar
dikkatle incelenirse, insanoğlunun hayalindeki, stilize edilmiş, ağaç,
kuş, çiçek ve hayvan figürleri; masmavi göğü, yeşil çimenleri,
çiçeklerle bezeli dağları, masmavi akan dereleri ile bu resimlerin adeta
cennetin irem bağlarını temsil etmekte oldukları görülür. Yine bu
minyatürlerdeki insan figürlerine dikkat edilirse, bunların sol elinde
İslamî temizliği, tazeliği ve inceliği sembolize eden bembeyaz bir
mendil; sağ elinde ise, insan-çevre uyum ve dengesini sembolize eden bir
gonca gül bulunduğu görülür. Bu tablo bize, Osmanlı kültür
medeniyetinin insanın çevresi ile bir bütün olduğunun örneğini apaçık
olarak göstermektedir.(86)

Yine Jean Thèvenot 1665 yılında
İstanbul’a gelerek dokuz ay kalmış ve konumuzla ilgili bir çok
gözlemleri bulunmaktadır. Bunlardan biri de Türk hahamları ve Türklerin
temizliğe verdiği önemle ilgilidir. Ona göre,
“Türkler vücudu temiz
tutmak için olduğu kadar sağlıkları için de sık sık hamama giderler. Bu
yüzden şehirlerde birçok güzel hamam vardır.”(87) Thèvenot’a göre
Türklerin “ sıhhatli olmalarının sık sık gittikleri hamamlardan ve
yemeiçme konusundaki ölçülüklerinden “ileri gelmektedir.(88)

Türklerin
temizliğe bu kadar önem vermesini merak eden yazar, bunun temel
nedenlerinin namaz ve gusül abdesti olduğunu belirtmektedir. Diğer bir
Batılı ise “Türklerin yaşama tarzlarında çok temiz oldukları,temizlik ve
ibadet hususlarında çok titiz davrandıkları bir gerçektir” derken,
“yıkanırken kullandıkları suyun vücutlarını tertemiz temizlediği gibi,
günahlarını da alıp götürdüğüne inanırlar” tespitinde bulunmaktadır.(89)


Mouradgea d’Ohsson da “vücut ve elbise temciliğinin erkek ve
kadın Müslümanlar için zaruri bir fazilet olduğunu” belirttikten sonra
bu anlayışın metafizik ve dini boyutuna dikkat çekerek “Tabiat
kanunlarını takviye eden din ile ahkâm-ı diniyye tatbikatının
Müslümanlara vücut temizliği hususunda büyük bir titizlik telkin
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre  Empty
MesajKonu: Geri: Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre    Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre  Icon_minitimePaz Tem. 31, 2011 12:40 pm

Osmanlı Çevre Kültürü
Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre  PrintButton

Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre  EmailButton



Doç. Dr. Said Öztürk

12.06.2006
Her duyuş ve tavrın arkasında geniş bir inanışlar dünyası vardır.
Atılan her adım, söylenen her söz ve ortaya konulan her tavır bir zihin
dünyasının ürünüdür.İnsana ve metaya bakış tarzı, dünyayı algılayış
biçimi ferdin tüm davranışını, hem cinsleriyle olan ilişkilerini ve
dünyayı değerlendiriş biçimini etkiler. Dünyayı ve içindeki canlı ve
cansız bütün varlıkları kendisinin istifadesine sunulan birer nimet ve
kendisine tevdi edilen bir emanet anlayışına sahip insan ile bütün
dünyayı ve içindeki her şeyi sömürülecek ve mümkün olduğunca tüketilecek
bir şey olarak telakki eden insan kuşkusuz farklı davranış biçimlerini
sergileyecektir.
Osmanlı'da çevre kültürünün zihni arka planını
İslam belirlemektedir. Osmanlı toplumu mozaik bir toplum olmakla
birlikte onu belirleyecek en iyi tanım İslam toplumu kavramıdır.
Dolayısıyla İslami verileri dikkate almadan Osmanlı yöneticisinin
çevreye ilişkin düzenlemelerini ve halkın çevreye karşı tutumunu
değerlendirmek eksik kalır.
İslam'da çevrenin korunması bazı
esaslara müstenittir; israf haramdır, temizlik dinin yarısıdır, zararı
def menfaatı celb etmek lazımdır, amme menfaati korunmalıdır. Bu esaslar
bütün İslam toplumlarında bulundukları çevrenin korunmasında etkili
olmuştur. İslam optimum noktayı gözetir. Kur'an bu sebeple denge ve
muvazeneden söz eder. Kamer suresi 49. ayette "Biz, her şeyi bir ölçüye
göre yarattık"denilmektedir. Yine Rahman suresinin 7. ve 8. ayetleri
"Göğü Allah yükseltti ve mîzanı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi
bozmayın"buyurulmaktadır. İnsanoğlu bir imtihan için dünyaya
gönderilmiştir. Buradaki hayatı geçicidir. Hududullah içinde yaşaması
istenmektedir. Hududullah Allah'ın belirlediği ve Kuran'da açıklanan
sınırlardır. Hududullah insanın dünyada bir muvazene içinde hayatını
sürmesini sağlar.
Dünya bir nimettir. İnsanoğlu bu nimeti
korumakla ve israf etmeden bu nimetten faydalanmakla mükelleftir. Çünkü
verilen nimette diğer insanların ve canlıların hakkı vardır. Nimette
israf ve nimeti gözetmemek bir nankörlük ve hakka tecavüzdür. Zira
Kuran'da İbrahim suresi 32, 33 ve 34 ayetlerde; "(O öyle lütufkâr)
Allah'tır ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten suyu indirip onunla rızık
olarak size türlü meyveler çıkardı; izni ile denizde yüzüp gitmeleri
için gemileri emrinize verdi; nehirleri de sizin (yararlanmanız) için
akıttı. Düzenli seyreden güneşi ve ayı size faydalı kıldı; geceyi ve
gündüzü de istifadenize verdi. O size istediğiniz her şeyden verdi.
Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. …"denilmektedir. Yine
Rahman suresi 10. ayetinde "Allah, yeri canlılar için yaratmıştır.
"buyurulmuştur. Bir başka ayette ise (Nahl/ 72), "Allah size kendi
nefislerinizden eşler yarattı, eşlerinizden de sizin için oğullar ve
torunlar yarattı ve sizi temiz gıdalarla rızıklandırdı…".
Kuran
temizlik konularında İslam toplumunu daima uyarıyor. Pek çok ayeti
kerime manevi temizliğin yanında maddi temizliğe de atıfta
bulunmaktadır. Müddesir suresi ayet 4'de; "Elbiseni tertemiz tut".
Mü'minun suresi 51. ayette; "Ey Peygamber! Temiz olan şeylerden yeyin;
güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyle bilmekteyim. "Hac
suresi 26. ayette;"Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış
ve (ona şöyle demiştik): Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf edenler,
ayakta ibadet edenler, rükû ve secdeye varanlar için evimi temiz tut. "
Kuran
cenneti ağacı, yeşili, suyu bol olarak tarif eder. Vâkı'a suresi ayet
30-31'de Cennet ehlini; "Daimi gölgededirler, çağlayıp duran su
başlarındadırlar"diye anlatır. Benzer anlamları taşıyan pek çok ayet,
içinde yaşanılan ve olması gereken çevrenin nasıl olmasına böylece
atıfta bulunur.
Bu zihni arka plana sahip İslam toplumları daha
Hz. Peygamber döneminden itibaren çevrenin korunması hususunda özen
göstermişlerdir. Çevrenin korunmasına ve çevre düzenlemesine ilişkin
Hicri birinci asırdan çok sayıda örnek göstermek mümkündür. En basit
şekliyle umumun geçeceği yolların genişliğine ilişkin Hz. Peygamberin
bir hadisi şöyledir; "Yol hususunda ihtilaf ederseniz genişliğini yedi
zira' yapın. ". Yine, Hz. Peygamber yeni kurulan mahallelerdeki
sokakların, iyice yüklenmiş iki devenin birbirlerine değmeden rahatlıkla
geçebilecek genişlikte olmasını emrediyordu. Başta insanın kendi
bedeninin temizliği olmak üzere, yaşanılan mekanların, çevrenin, suyun
temizliği konuları da Hz. Peygamberin hadislerinde yerini almıştır;
"avlularınızı ve meydanlarınızı temiz tutun". "Allah temizlik olmayan
namazı kabul etmez…". "Sakın sizden kimse, durgun suya akıtmasın,
bilahere onda yıkanır".
Ağaç ve orman konusunda da Hz. Peygamberin
hassasiyeti bilinmektedir. Bizzat kendisi 500 hurma ağacı dikmiştir.
Çevrenin korunması, yeşilin muhafazası konusunda şu hadis Hz.
Peygamber'in net tavrını ortaya koymaktadır; "Kim bir sidre ağacını
keserse, Allah onun başını cehenneme uzatır". Hz. Peygamber Taifliler'le
yaptığı anlaşmada çevredeki ağaçların korunmasını, av hayvanlarının
avlanmamasını şart koşmuş idi. Hz. Peygamberin ağacı ve ormanı koruma
yönünde aldığı tedbirler günümüz için önemli mesajları kapsıyor. Medine
ovasında yetişmiş ağaçların kesilmesini yasakladığı gibi, yeni ağaçlık
ve orman meydana getirilmesini de emrediyordu. Hz. Peygamber Medine'nin
uzak bir bölgesinde orman bölgesini şartlı kesime açmış, ağaç kesmek
isteyene kestiği ağacın yerine yenisini dikme şartını koşmuştur. Yine
Medine'de 12 millik sahayı koruluk ilan etmiş ve ağaç kesimini
yasaklamıştır. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Osmanlı
sultanları tebaya "vediatullah"olarak, yani Allah'ın bir emaneti olarak
bakıyorlardı. Bu konuda Sultan I. Ahmed'in ifadesi çok açıktır. Sultan
I. Ahmet'in meşhur adaletnamesinin başında "re'aya ve berâya ki
vedâyi'-i Cenâb-ı Kibriyadır"denilmektedir. Bu bakış açısı bir ilke gibi
bütün Osmanlı sultanlarında görülür. Zira 16. yüzyılın kayıtlarında bu
ifadelere rastlanıldığı gibi 17, 18 ve 19. yüzyıl kayıtlarında da
görülmektedir. Bu emanet ve sorumluluk anlayışı Osmanlı sultanlarını
tebanın her türlü zulüm ve fenalıktan, Haksızlıktan korunması ve
hakkının teslimi hususunda titiz davranmalarını gerekli kıldığı gibi,
halkın "terfih-i ahvalleri"yani refah seviyelerinin yükselmesi hususunda
da özen göstermelerine sebep olmuştur. Halkın terfih-i ahvali yani
hayat standartlarının yükselmesi sadece satın alma gücünün yükselmesi
ile değil, bulunan fiziki çevrenin de yaşanabilir bir mekan olmasıyla
mümkündür. Bir tarafta insana, metaya ve dünyaya emanet anlayışı diğer
tarafta tebanın terfih-i ahvalleri gibi bir temel prensip fiziki
çevrenin kirlenmemesini ve korunmasını gerekli kılıyordu.
Osmanlı'nın
çağdaş dünyaya bıraktığı en önemli bir miras da çağdaşlarının çok
ötesinde bir çevre kültürü bırakmış olmasıdır. Osmanlı insanı ve
yöneticisi kendisini tabiata göre şekillendirirken bu günün modern
toplumları veya insanı, tabiatı kendisine göre şekillendirmeye
çalışmaktadır. Osmanlı bahçeleri tabi yetişme ve gelişme seyri içinde
bırakılırken, modern bahçelerimizde yetişen bitki ve ağaçlara geometrik
şekiller verilme uğruna müdahale edilmektedir.
Günümüz çevre
problemleri sanayi toplumlarının bir armağanıdır. Sanayi devrimini
gerçekleştiren kıta Avrupası ve İngiltere daha fazla üretim ve daha
fazla kazanma uğruna içinde yaşadıkları fiziki çevreyi heba etmişlerdir.
Ne var ki bu konuda ilk çözüm arayanlar da onlar olmuştur. Türkiye'de
çevrenin korunması ve çevrenin kirliliği meseleleri oldukça yenidir.
Türkiye batının yaşadığı süreçten aynen geçiyor, mümkün olduğunca
çevreyi daha çok tüketme yarışına gidiyor.
Osmanlı'da çevrenin
korunması ve bu kültürün oluşmasına ilişkin daha belirgin örnekler
üzerinde durmak istiyoruz. Osmanlı'da çevrenin, havanın, limanların ve
körfezlerin, cadde ve sokakların temizliği konularında pek çok örnek
vardır. 1539 tarihli Edirne çöplük subaşısı'na verilmek üzere düzenlenen
yasakname aradan geçen bunca zamana rağmen önemli oranda güncelliğini
korumaktadır. Yasaknamenin muhtevasına bakıldığında, şahısların ev ve
dükkanlarını temiz tutmaları, pislik varsa giderilmesi, çöplük
subaşısının mahallelerdeki mezbeleyi kaldırtması, hamamların katı ve
sıvı atıklarının uzaklaştırılması, evlerden çamaşır sularının yola
dökülmemesi, hayvan laşelerini insanların yaşadığı mekanlardan derhal
uzaklaştırılması, açık mezarlık bırakılmayıp duvar çekilmesi, arabaların
özel park yerlerine konulması gibi hususları kapsadığı görülmektedir.
Ormanların
ve koruların korunması yönünde de Osmanlı yönetimi titiz davranmıştır.
1559 tarihli bir divan kararında Sapanca dağlarından ağaç kesiminin
yasaklandığı belirtilmektedir. Özellikle korulardan ağaç kesimine dikkat
edilmiş, korular daimi surette gözetim altında tutulmuştur.
Osmanlı
Devleti'nde özellikle 19. yüzyılda bataklıkların kurutulması yönünde
pek çok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar bu tür yerlerin hem zirai
üretime açılması gibi iktisadi kaygılar üzerine ve hem de bölgenin
havasının düzelmesine ve çevrenin yaşanabilir hale gelmesi yani çevre
kaygısı üzerine yapılıyordu. Mesela 25 temmuz 1886 tarihli belgede
Çanakkale'nin havasının bozulmasına sebep olan 60 bin zira bataklığın
kurutulmasına ilişkin bilgiler yer almaktadır.
Limanların temiz
kalması noktasında da Osmanlı yöneticilerinin çalışma yaptıkları
görülüyor. 1559 gibi erken bir tarihte Ağriboz limanına gelen gemilerin
safra dökmelerinin engellenmesi için Ağriboz sancakbeyine hüküm
yazılmıştır. Limanların temizlenmesine ve temiz tutulmasına ilişkin
daimi bir gözetim sürmüştür. 1779 tarihli bir hükümde Unkapanı
iskelesine mezbele, süprüntü nakl ve ilka olunmayarak eskiden beri
Ayazma iskelesi yakınlarında çöplük tabir olunan yere dökülmesi
isteniyordu. Şehirde oluşan evsel sıvı ve katı atıkların
uzaklaştırılması hususu da dikkat çekmektedir. Mahalle sakinlerinin
mutlaka katı ve sıvı atıklarını bir nizam dahilinde atmaları
gerekiyordu. Mesela 1593 tarihli kararda çirkapların yani sıvı atıkların
evlerden gelişigüzel dışarı akıtılmaması isteniyordu. 1742 yılında
Büyükçekmece'de zimmi iki komşu arasında geçen bir anlaşmazlıkta, çirkap
sularını yani sıvı atıkları gelişigüzel akıtan komşunun diğer komşunun
evine zarar verdiği konu edilmektedir. Diğer taraftan şikayet edilen
aynı şahsın yaptığı yeni evin penceresi diğer komşunun mahall-i nisvan
olan bahçesine vs mahalline baktığı ifade edilmektedir. Problem "zarar-ı
şer'i olduğu gerekçesiyle mahkemeye intikal etmiştir. İslam Hukukundaki
zarar-şeri kavramı ve Osmanlı'daki uygulamaya bakıldığında çevre
korumacılığında başvurulacak hukuki bir ilke olarak anlamı
genişletilebilir. Osmanlı'da zarar-ı şer'i ilkesinin işletilmesi
özellikle şehirciliğin sağlıklı gelişmesinde önemli katkısı olmuştur.
Mesela Kayseri'nin Germun? köyünde Gireko adlı zimmi bir kişi, kendisi
bir başka yerde iken Serkiz adlı komşusu bunun evi üzerine yeni bir ev
inşa ettiği ve kendi evine "zarar-ı şer'îsi"olduğu gerekçesi ile
şikayetçi olmaktadır. Zarar-ı şer'iden kasıt eve güneşin gelmesini
önleme, penceresini kapatma, evi tehlikeye sokma gibi zararlara ilave
olarak, günümüzün modern toplumlarında hiç gündeme gelmeyen özellikle
Müslümanların oturduğu semtlerde aile mahremiyetine halel verecek
yapılanmalardır. Mesela yeni inşa edilen veya edilecek bina daha yüksek
olup da komşunun avlusu görülerek aile mahremiyetine halel geliyorsa bu
zarar-ı şer'î kapsamına girerek mahkemeye şikayet hakkı doğmaktadır.
Katı
ve sıvı atıkların atılması ile ilgili benzer bir problem 1747 yılında
Karamürsel'de geçiyor. Komşunun biri evin atık suyunu hali yere değil de
diğer komşunun evi tarafına döktüğü sebebiyle konu mahkemeye intikal
etmiştir.
1760 tarihli bir karar çevre temizliği konusunda önemli
ipuçları vermektedir. Eyüp'te bakkal, manav ve diğer çarşı esnafı
dükkanları önünü temizledikleri, toplanan mezbeleyi ise Taşlıburun nam
mahalle naklettikleri halde bu tarzı devam ettirmeyerek dükkan önlerini
temizlemeyip, toplanan mezbeleyi sel geldikçe sele attıkları şikayet
konusu oluyordu. Vaki şikayet üzerine alınan kararda esnafın
dükkanlarının önünü her gün temizlemeleri, toplanan çöpü de Taşlıburun'a
nakletmeleri isteniyordu. Mahalle sakinlerinden atık sularını yola
bırakanların da tenbih edilerek atık suların umumun geçtiği yola
bırakılmaması, toplanan çöplerin de başka bir mahalle nakledilmesi
isteniyordu. Burada alınan kararların önemli bir gerekçesi ibadullahın
tazyik edilmemesi idi.
1746 yılında Üsküdar'da geçen bir hadise
ise Osmanlı toplumunun da çevre temizliği konusunda duyarlı olduğunu
gösteriyor. Hadise şudur; Davud Paşa Cami civarında Bostan sokağında
bulunan bazı mahalle sakinleri ile aynı sokakta bulunan sütçü dükkanı
sahibi çirkaplarını yani sıvı atıklarını yola döktükleri, sokağı
pisledikleri ve geçenleri rahatsız ettiği şikayet konusu oluyordu. Çünkü
umumun geçtiği yollara ve güzergahlara kesinlikle süprüntü dökülmemesi
gerekiyordu. 1763 yılında Kasım Paşa ahalisinin şikayeti üzerine gündeme
gelen konu ise, yukarı mahallelerin katı ve sıvı atıklarının Kasım
Paşa'ya inen dereye bırakıldığı bunun ise Kasım Paşa ahalisini, gerek
yaz günleri kokusuyla gerekse yağmur dolayısıyla taşan dereden etrafa
mezbelenin taşmasıyla rahatsız ettiği, bundan böyle yukarı mahallelerin
katı ve sıvı atıklarını evleri civarında açılacak kuyulara akıtılması ve
buna uymayanların cezalandırılması isteniyordu.
Osmanlı
yöneticilerinin üzerinde durdukları önemli konulardan biri de yapıların
bir nizam dahilinde inşasıdır. Özellikle İstanbul ile ilgili bütün
Osmanlı dönemlerinde fevkalade düzenlemelerin yapıldığı görülür. 1559
tarihli bir divan kararı sur diplerine ev yapılmamasını istiyordu.
Kararda yapılacak ev ve dükkanların hangi ölçüler içerisinde yapılması
gerektiği de açıklanıyordu. Aynı tarihli bir diğer karar yine sur
diplerine ev ve dükkan yapılmaması ve yapılan ev veya dükkanların
yıktırılmasını ifade etmektedir. Sur civarına ev ve dükkan vb. binaların
yapımı 16. asırdan itibaren daimi bir şekilde kontrole tabi
tutulmuştur. Şehirde yapılacak binaların mutlak surette bir plan
dahilinde yapılması daima gözetilmiştir. 1744 tarihli bir kararda
Balat'ta inşa olunacak binanın belirlenen ölçüler içerisinde yapılmasına
ruhsat verildiği, bu ölçülere uymadığı takdirde yıkılacağı
belirtilmektedir.
Şehir planlaması noktasında görülen bazı
düzenlemeler de dikkati çekmektedir. Mesela 1572 tarihli belgede, Zeyrek
camiinin hali arsası üzerine yapılan bir ev ile alakalı davada çok
katlı evlerin camilerden en az 5 zira uzak olması ifade edilmektedir.
1573 tarihinde Mimar Sinan'a gönderilen bir hükümde Ayasofya camii
etrafına usulsüz yapılan evlerin ve binaların yıkılması ve camiin sağ ve
sol taraflarının 35'er arşın boş bırakılması istenmektedir.
Yine
Osmanlı İstanbul'unda binaların yapımı ile ilgili hususlar içerisinde
yanan evlerin taştan yapılması, caddeler üzerine şahnişin ve çardak
çıkarılmaması gibi şehir nizamına halel gelecek yapılanmalar
önlenmiştir. Yine cahil mimarlara iş verilmemesi de alınan bir başka
önemli tedbir olarak gözüküyor. Ev ve dükkanların kargir yapılmasına
dair düzenlemelere gidilmiştir. 1719 tarihli ferman ise kesinlikle ahşap
bina yapımını yasaklıyordu. Aynı fermanda sur içi ve dışında Yahudi ve
Hıristiyanların 2 kattan yüksek bina yapmaları da aynı yasaklama
içerisinde yer alıyordu. 1725 tarihli bir başka fermanda ise Müslüman
ahalinin ve gayrimüslim ahalinin yapacakları evlerin yüksekliği konuları
işlenmektedir. Bu düzenlemede gayrimüslimlerin yapacakları evler nihai
olarak Müslümanlarınkinden daha alçak olacaktı.
Mahallenin
ihtiyacını karşılayacak çeşmeler, sokaklarına kaldırımlar ve lağım
yapılıyor, kaldırımların ve sokakların temiz tutulmasına, bozulan
kaldırımların tamirine özen gösteriliyordu. Çevre temizliği ve çevre
düzenlemesi hep insanı kaygılar üzerine bina ediliyordu. Mesela,
Yahudilerin yaya kaldırımlarını bozduklarına dair yapılan bir şikayet
üzerine verilen kararın gerekçesinde bu bozuk kaldırımlarda a'mâ ve piri
fani insanların gelip geçerken zorluk çektikleri belirtiliyordu.
İstanbul'un
önemli meydanlarından olan Atmeydanı ve Bayezit meydanının temizlenmesi
de ilgili kişilerin dikkatinden kaçmamıştır. 1585 tarihli bir hükümde
çöplük subaşısından Atmeydanı'nın yılda bir, Bayezit meydanının ayda iki
kere temizlenmesi isteniyordu.
Şehre gelen içme suyu konusu da
yöneticilerin üzerinde hassasiyetle durdukları konulardan biri idi.
Suyun şehre geldiği yol güzergahına iskan yapılmaması temel bir prensip
gibi gözükmektedir. 1567 tarihinde Haslar kadısına yazılan hükümde
Kırkçeşme suyu ve diğer suların geçtiği güzergahlara bağ, bahçe
yapılması, ev inşa edilmesi kesinlikle yasaklanıyordu. Aynı karar
metninde suyolunun 3 zira üstünde ve 3 zira altında kalan yerlere bağ
dikilmemesi isteniyordu. Bir başka kararda yine benzer hususlara
değinilmektedir. 1758 tarihli bir diğer kararda İstanbul'a su gelen
Kırkçeşme kemerleri arkasında Bend-i Kebir bitişiğinden geçen umumi yol
üzerine yapılan ev ve fırının yıkılması isteniyordu. Zira bu yapıların
sıvı ve katı atıklarının bende akan nehrin suyunu kirletmesi söz konusu
idi.
İstanbul için önemli düzenlemelerden biri de uzun süre devam
eden göç yasağıdır. Göç yasağının kuşkusuz iktisadi, sosyal ve siyasi
başka sebepleri de vardır. Ancak göç yasağının İstanbul'un fiziki
yapısının bozulmamasında önemli katkısı olduğu söylenebilir. Şüphesiz
500 bin nüfusa sahip İstanbul ile bu nüfusun üzerindeki İstanbul'un
çevre ve temizlik problemleri de farklı olacaktır. Göç yasağına ilişkin
Osmanlı arşivlerinde çok sayıda ferman ve diğer kayıtlar bulunmaktadır.
Osmanlı'da
çevre meselesi, tabi dengenin muhafaza edilmesi ve ibadullahın
hukukunun korunması gibi temel esaslardan haraketle ele alınmıştır.
Yaşanılabilir bir çevre için tüm Osmanlı asırlarında pek çok tedbir ve
düzenlemenin yapıldığına Osmanlı Arşiv kayıtları bize tanıklık
etmektedir. Bu tedbir ve düzenlemelerde insani kaygıların önemli rol
oynadığı görülür. Bu sebeple Osmanlı'da çevre-insan ilişkisi günümüz
modern toplumlarında var olan anlayıştan farklı bir düzleme oturmuş,
tabi dengenin muhazasına özen gösterilmiştir. Yapılar insan ruhuna ve
tabi çevreye uyum içinde inşa edilmiş, yeşile şekil verilmemiş, tabi
seyri içerisinde korunmuştur. Koca Sinan'ın mükemmel ve muhteşem
eserlerine bakıldığında 16. asır gibi erken sayılacak bir dönemde şehrin
tabi silüetine halel verilmeyerek sözünü ettiğimiz dengeye fevkalade
dikkat edildiği görülür. Zira tabi dengenin muhafazası ilahi ikazla
emredilmiştir; "Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık", "Sakın dengeyi
bozmayın".



http://www.hikmet.net/content/view/53035/11/

**********************************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Osmanlı Vakfiyelerinde Çevre Bilinci ve Örnekleri-Osmanlı Toplumu ve Çevre
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Osmanlı-Rus İlişkileri fdf
» Osmanlı da Hoş Görü
» Osmanlı Çeşmeleri
» Osmanlı’da Fütüvvet Ruhu
» Osmanlı Tarihi Kronolojisi

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: KÜLTÜR DÜNYASI :: Ekoloji-Çevre-
Buraya geçin: