@bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Abdulaziz BAYINDIR'a Cevabı Sert Değil Yine İLMİ Oldu Çarş. Eyl. 14, 2011 6:28 am | |
| İlahiyatçı Yazar Bahaeddin SAĞLAM'a büyük yanlış ittihamında bulunan Abdulaziz BAYINDIR'a Cevab SAĞLAM geldi!! SAYIN ABDÜLAZİZ BAYINDIR HOCAMA 2. CEVAP Hocanın Bakara, 171. âyetle ilgili yazısına özet ve toplu bir cevap vermiştim. Tafsilata çok girmemiştim. Çünkü tefsirden ve Kur’an’dan anlamayanların seviyesine saygısızlık etmek istemedim. Fakat Hocanın bu yazıya binaen gönderdiği cevaptan anlaşılıyor ki; Hoca kendisi, ikazlarımızı anlamamıştır. Onun için bu sefer teferruatlı bir makale yazmak zorundayım. İnşaallah, hem Kur’an ile ilgilenen çevrelere, hem de Hocama bir katkı olur. Şöyle ki: 1) Kâfirlerin kargaya benzetilmesinde hiçbir belagat nüktesi olmaz. Çünkü Kur’an hiçbir hayvan türünü aşağı ve hakir göstermiyor. Sadece, birer doğal âyet olan o hayvanların belirli özelliklerini dile getiriyor. Köpeğin sebatsızlığı, eşeğin sesinin iğrençliği, başta keçi, koyun ve sığırlar olmak üzere eti yenilen evcil hayvanların kaybolmaya elverişli olmaları gibi… Kur’an’ın, gerek kâfirleri ve gerek diğer insan gruplarını bu karakterlerle ifade etmesi o hayvanlara bir hakaret değildir. Sadece benzetilen insanların o gibi karakterlerde hayvan gibi geri kaldıklarını bildirmek içindir. 2) Burada, Keşşafın tefsirinin bir görüşüne uygun olduğu halde, kendi mealimde yaptığım tevili 1. planda savunmayacağım. Başta Hocanın şiddetle karşı geldiği Taberi ve Keşşaf gibi temel tefsirlerin tercihini ve o kadim tefsirlerin doğruluğunu savunacağım. Hoca, takdiri, meali, manayı ve belagat nüktelerini birbirinden ayırt etmediği gibi, harf-i cerr ile kullanılan “ N.A.K ” fiilinin manasının nasıl değiştiğini bilemeyecek kadar, Arapçada acemi olduğu halde, kalkıp o dil dâhilerini eleştirmesi, gerçekten çok komik kalıyor. Şimdi burada bu komik şeylerden bazılarını sıralayalım: - “ N.A.K ” kök kelimesi, karga için kullanıldığında “ Karga sesleniyor ” diye çevrilmesi lazım. Hocanın “ karga öter ” diye bu kelimeyi çevirmesi yanlıştır. Lügatler, ötme manasına değil de karganın, gak gak demesi diye çevirmişler; ve Arapçada bu manada N.A.K. değil de N.Ğ.K. kelimesinin kullanıldığını, karga için 1. okunuşun zayıf bir rivayet olduğunu belirtmişler. - Hoca, Taberinin ve Keşşafın kelime takdiri ile “ kâfirleri davet edenin misali, davarları yönlendiren çobanın misali gibidir ” olan tevilinin yanlış olduğunu söylerken, diyor ki; böyle takdir edildiğinde, “ sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler ” yüklemlerinin öznesi çoban olmuş olur. Bu da saçmadır. Hâlbuki Hocanın tevili üzere –(ki dikkat etmediğinden dolayı anlayamamış)– tercih “ karga ” da olsa, bu ihtimal yine zihne gelir. Hâlbuki dil ve gramer açısından böyle bir ihtimal sıfırdır. Çünkü bu yüklemler, çoğuldur; özne de kâfirlerdir; çoban veya Hocanın tercih ettiği karga ise tekildir. Demek Hoca, özne ile yüklem arasında mutabakatın gerektiğini bilmiyor. - Hoca “ dua ve nida ” kelimelerini bağırtı ve çağırtı olarak tercüme etmiştir. Hâlbuki bu kelimelerin tam tercümesi “ çağrı ve sesleniş ” şeklinde olması lazım. Tefsirlerin anlattığına göre keçi, koyun gibi hayvanlar dil bilmese de, çobanın yönlendirici seslenişinden anlıyorlar. Ve vech-i teşbih yani benzetme noktası budur. Âyet demek istiyor ki; “ Keçi ve koyun gibi hayvanlar dilden anlamaz. Sadece çobanın çağrı ve seslenişinden anlar. Kâfirler de, böyledirler. ” İşte bu doğru manayı anlayanlar, kâfirleri kargaya benzetmenin bir anlamının olmayacağını görürler. Çünkü karga; keçi ve koyun gibi evcil hayvanlara muhalif olarak, çağrı ve seslenişten bir şey anlamaz. Fakat diğer evcil hayvanlar çağrı ve seslenişi anlıyorlar. Ki, âyetin icmalî meali şöyle olur: “ Kâfirler, dilden çağrı ve uyarıdan başka bir mana anlamayan hayvanlar gibidirler. ” 3) Hoca, benzetme ve teşbihten bütün yönlerin birbirine uyması gerektiğini tahmin ediyor. Hâlbuki benzetilen (müşebbeh) ile kendisine benzetilen (müşebbeh-bih) arasında sadece bir vech-i teşbih olsa yeter. Hoca bu belagat nüktesini bilmediğinden kadim bütün tefsirleri ve manalı mealleri bir çırpıda çöpe atıyor. Hâlbuki kendi tercihine göre de, bu benzetme her yönüyle mümkün olmuyor. 4) Hoca kadim tefsirlerin “ vaiz ve çağırıcı ” kelimelerini takdir etmelerine cehalet diyor. Hâlbuki eğer anlaşılıyorsa, takdir Arapçada müstahsen bir kaidedir. Hoca bu bedihi ve gramere uygun takdiri tenkit ediyor. Ve kalkıp, gramere uymadığı halde “ bima layesme’u ” filinde “ hu ” zamirini takdir ediyor. Evet bazen zamir hazfedilebilir. Eğer iltibas ihtimali yoksa. Hâlbuki burada “ layesme’u ” fiilinin faili “ hüve ” olması ve bunun “ ma ” ya raci olması ihtimali çok yüksektir. Ki tefsirler bunu seçmiştir. Ve bu hayvanların zekâ fakiri olduklarına işareten “ ma-i mevsule ile, bima layesme’u ” şeklinde gelmiştir. Demek Hocanın ayrıca bir meful takdir etmesinin ihtimali yoktur. Ayrıca N.A.K. kök fiili harf-i cerr ile geldiğinden Hocanın zamir (meful) takdir etmesinin ihtimali hepten suya düşer. 5) Hoca hayvanların bu temel ontolojik karakterlerinin hikmetini anlamadığından âyetin kâfirleri keçi ve koyuna benzetmesini anlamamıştır. Kalkıp “ Edallu ” (kaybolmaya daha elverişli) deyimini daha düşük diye çeviriyor. Hâlbuki Furkan, 44. âyet konumuz olan A’raf, 179’u tefsir ediyor. Evet, Hoca hafız olduğu halde, bu âyetteki “ edallu sebîlâ ” yı hatırlayamamıştır. Hatırlasaydı bu kadar tekellüflü ve gramere aykırı tevillere girmezdi. 44. âyetin tam lafzî meali şöyledir: “ Yoksa sen o kâfirlerin çoğunun anladıklarını veya düşündüklerini mi sanıyorsun? Onlar (En’am) keçi, koyun gibidirler. (Yani anlamaz ve düşünmezler.) Belki yolu kaybetme özelliğinde o hayvanlardan da daha çok kaybolmaya elverişlidirler.(Edallu sebîlâ) ” Âyetteki sebilâ kelimesi ve bütün lügatlerde dalaletin kaybolma manasına gelmesi, Hocanın yukarıdaki ihtimalini kökten siliyor. İşte görüldüğü gibi, kâfirlerin keçi, koyun gibi hayvanlara benzetilmesi, sadece yolu kaybetme noktasındadır. Ve burada vech-i teşbih budur. Yoksa zararlı kâfirleri her yönüyle nimet olan ve en’am denilen hayvanlara benzetmenin bir anlamı ve belagat nüktesi olamaz. Sırası gelmişken, belirtelim ki, en’am kelimesini evcil hayvanlar, diye çevirmemiz yanlış değildir. En’am Suresi, âyet 143-144’de dayanarak bazı müfessirlerin eti yenilen 4 ayaklı evcil hayvanlar, diye tefsir etmesine uygundur. Evcil hayvanlar içinde keçi, koyun, sığır ve deveye en’am denmesi, onların harikulade besi özelliklerine ve Allah’ın bir lütfu olarak evcilleştirilmelerine binaendir. Ki, Zümer suresi, âyet 6, onların bu büyük nimet ve ikram yönüne işareten “ Size en’amdan sekiz eş indirdik ” diye insanları nimet konusunda uyarmıştır. Hülasa bu hayvanlar nimet ve en’am olmasında zirvedirler. Ve onların bu yönü, kaybolmaya ve düşünce azlıklarına ve dolayısıyla kâfirleri bu yönlerine benzetmeye aykırı değildir. İşte Hoca, bu sıfatların manasını bilmediğinden en’am kelimesini evcil hayvanlar, diye çevirmemizi yanlış buluyor. Ve bu hayvanlar çok faydalıdır. Kur’an kâfirleri bunlara benzetmiyor. Bunlardan daha düşük bir türe (kargaya) benzetiyor, diye acemiliğini ortaya koyuyor. Çünkü: a) Hiçbir lügatte “ dalalet ve edallu ” daha düşük manasına gelmiyor. Dolayısıyla “ karga, keçi ve koyundan daha düşüktür ” demenin bir anlamı yoktur. b) Kur’an’ın benzetmesi, aşağılık, düşüklük yönünden değildir. Düşünmeme ve kaybolmaya elverişli olma yönündedir; Furkan, 44’te gördüğünüz gibi. c) Hoca kargayı en düşük ve en zararlı hayvan olarak takdim ediyor. Hâlbuki ondan çok daha düşük ve zararlı türler var. Ayrıca karga zekidir ve kaybolmuyor. Bütün bu tahlillerden anlaşılan, Hocanın, gramer mahareti ve belagat zevki konusunda bî-behre olmasıdır. Hâlbuki başta Suat Yıldırım Hocanın meali olmak üzere, diğer mealler tam tercüme edememişlerse de, mana ve belagat açısından 171. âyeti aktarabilmişlerdir. “ Eski tefsirler ve mealler, kâfirleri çobana benzetmişler ” demek, onları anlamamak demektir. Çünkü onlar, kâfirleri çobana değil de çobanın güttüğü süreye benzetmişlerdir. Ve “ Meselüllezine keferu kemeselillezi layesme’u illa na’karrai, duaehu ve nidaehu ” gibi eksik, yanlış ve gramere uymayan bir cümleyi, Diyanet Vakfı’nın mealini hazırlayan zatların ağzına koyması, onların mealini ters çevirmesi ve benzer ibareleri Ömer Nasuhi Bilmen’in ve Elmalılı’nın ağzına koyması, Keşşafın anlatmadığı ibareleri ona mal etmesi, gerçekten meslek namına çok üzücü bir durumdur. Çünkü bu zatlar, iyi derecede Arapça uzmanıdırlar, gramere uymayan, bir mana ifade etmeyen böyle yanlış cümleleri kurmazlar. Onlar, âyetin gramer tahlili ve takdiri için değil de, tefsir ve anlam aktarmak için, (eksik veya tam da olsa) sadece manayı vermeye çalışmışlardır. Suat Yıldırım Hocanın kadim tefsirlere ve gramere tam uygun takdir yapmasına da âyeti saptırmış demek, dil, nahiv, belagat konusunda bir büyük cehalettir. Özellikle dil bilmeyen bugünkü çağdaş Müslümanlara bir hakarettir. Elmalılı, bakmış âyetin tam takdirini yapsa mealden çıkıp tefsir olacak; o zaman icmali bir mana verip şiirsel bir üslupla, kâfirlerin anlayışsızlığını anlatmak için “ haykıran kulak ” deyimini ve teşbihini anlamamak, o zatı en basit cümleleri dahi bilmez, diye itham etmek gerçekten kültürümüz ve inanç dünyamız için bir felakettir. Merhum Elmalılı’nın “ haykıran kulak ” benzetmesi, cansız ve anlayışsız mağara ve kayaların sadece sesi duyup yansıtmaları demektir. Gerçekten kaya ve mağaralar, dağların kulakları gibidir. Ki, bu mana Keşşafta da verilmiş; kâfirlerin putları çağırması, kaya ve mağaralara bağıranın çağırması gibidir, diye… Ki ben de mealimde buna benzer bir manayı seçtim. İşte Hocanın işine gelmeyen bu manayı es geçmesi, Elmalılı’yı cehalet ile itham etmesi, bizim bu 2. manaya dayanarak âyete verdiğimiz meale saçma demesi, Arapçanın zirvesinde olan Zemahşeri’nin, karganın bağırması manasına gelen kelimenin “ N.A.K ” değil de “ N.Ğ.K. ” kelimesi olduğunu söylemesine yer vermemesi, ilim namına ve ilmî haysiyet namına çok üzücü bir davranıştır. Halbuki Firuzabadî, Basairde bu 2. telaffuzun yani “ N.Ğ.K. el-ğurabu ” nun asıl Arapça olduğunu ve bu mana için ayn ile olan telaffuzun zayıf bir rivayet olduğunu söylüyor. Özellikle Hocanın “ Tefsirler, kâfirlere anlayışsız diyor. Bu da yanlıştır. Çünkü bu takdirde onlar sorumlu olmuyorlar ” demesi, İslami ilimlerde özellikle anlayış (fıkıh ve ictihad) konularında ihtisas yapmış bir Profesörün dil, anlam ve belagat konusunda ne kadar fakir olduğunu gösterdiğinden, gerçekten İslam namına insanı üzüyor. Çünkü: a) Bir insanın tembellikten veya yanlış tercihlerden dolayı cahil ve anlayışsız kalması, onun sorumluluğuna engel değildir. b) Eğer Hocanın dediği gibi bu yanlış ihtimal var olsa da –ki onun verdiği ihtimallerin çoğu bir delile dayanmadığını gördük– verdiği mealde de bu ihtimal ve ters çıkarım söz konusudur. c) Ve Bakara, 19. âyet gibi, münafıklar ve kâfirler için gelen “ onlar kördür, sağırdır, dilsizdirler ” gibi nitelemelerde de o zaman Hocanın bu yanlış çıkarımı söz konusu olur. Hâlbuki eğer Hoca mantık, belagat ve maani ilmini tam bilseydi, böyle çocuksu çıkarımlara girmezdi. Çünkü ilmen, hukuken ve dil açısından, az çok mürekkep yalamış insanlar bilirler ki; özne veya yüklemin bir niteliğinin sabit olmasından, cümlede kastedilmeyen diğer nitelikler sabit olmaz. Nahivcilerin tabiri ile “ isnad ve hamilde haberin tek bir vasfa dayanması yeterlidir. Bu şekilde haber delalet-i selase ile hiçbir şekilde başka mana ve nitelikleri tazammun etmez. ” Galiba, Hoca Zahiriyyun mezhebine bağlıdır. Teşbih, mecaz ve istiareyi, cümlelerin farklı kuruluşunu yani sentaxını (söz dizimi) kabul etmiyor. Manadan ziyade lafızların peşine düşüyor. Onun için bu gibi bedihi hataları yapabiliyor. Zaten bugün için İslam âleminin en büyük sorunu fakirlik ve geri kalmışlık değildir; belki İslam’ı ilimlerden, mantık ve edebiyattan koparan ve özellikle Arap dünyasında yaygın olan bu Zahiriliktir. Bir Ara Not Lisanul-Arap, Sihah gibi kaynaklarda asla yer almadığı halde “ Edallu ” kelimesini, daha düşük diye çevirip, sorumluluğu o değerli zatlara yüklemek, Lisanul-Arab’ın, dalle kelimesinin bir manası için “ elinden düştü ve kayboldu ” açıklamasına dayanıp, “ edallu ” kelimesini “ daha düşük ” diye çevirmek; o temel lügatlerin, N.A.K. harf-i cerr ile kullanıldığında sadece çobanın seslenişi demektir, ” gibi temel bilgilerini görmemek veya anlamamak; o lügatlerin, karga bağırması için, N.A.K. değil de N.Ğ.K. kökünü tercih etmelerini nazara almamak; ilim, araştırma ve kaynak gösterme konularında gerçekten bir iflastır; dil bilmeyen Müslümanları yanıltmaktır, onlara hakarettir. Ve bir örnek daha: Arapçada iki temel cümle kipi var. İhbar ve inşa. İhbar gerçekleşmiş veya gerçekleşebilecek bir manayı, fiil-fail veya özne-yüklem olarak ifade etmektir. İnşa ise, emir, yasak, yemin, (kasem) dua gibi kipler, ile yeni bir manayı inşa ve oluşturmaya çalışan formlardır. Mesela kasem (yemin) kipi, genelde bir şeyin önemini ve kutsallığını delil yapmağa yönelik, bir manayı inşa etmeye çalışmak içindir. Söz sahibi yeminini bir dayanak ve delil yapıp, kasemin cevabındaki ihbarî manayı tasdik ettirmek ister. Yani kasem kipi inşadır. Fakat kasemin, pekiştirdiği cevabî cümle, ihbardır. “ And olsun! Biz insanı en güzel kıvamda yarattık ” âyeti gibi.. Şimdi Abdülaziz Hocamız “ Velekad zere’na li cehenneme kesiran minelcinni vel-ins ” âyetinin tamamı inşa cümlesidir, diye iddia etmesi; dolayısıyla “ besledik ” yerine “ beslemiş olduk ” deyimini tercih ettiğini söylemesi; çünkü “ besledik ” ihbardır, “ beslemiş olduk ” inşadır demesi; gerçekten ilim namına insanı acındırıyor. Hâlbuki “ Bir Öz Eleştiri ” adlı yazımızda “ zere’na ” kelimesi ile ve cehennem ile ilgili izahatı esas alsaydı; “ besledik ” ve “ beslemiş olduk ” iki kipin de ihbar olduğunu kavrasaydı ve kasem cevabının ihbar olduğunu bilseydi, bu gibi komik yanlışlara düşmezdi. İşin acı yönü, genel okuyucu profilinin bu gibi yanlışları ayırt edecek kadar Arapçaya hâkim olmamasıdır. 6) Hoca birinci makalesinde A’raf 179. âyetindeki zere’na’yı yarattık diye çevirmiştir. Sonra bundan çark edip son makalesinde bu kelimeyi, yaşlandırma ve dolayısıyla besleme, diye çevirmiştir. İşte bu noktada da beş-altı falso var: - Burada, eski eksik çevirisine değinmemiştir. – Bu kelimenin “saç ağarma” manasını nakletmesi ilgisizdir. Dolayısıyla kelimeyi “besledik” diye çevirmesi ve “ zere’na ” lazım (geçişsiz) fiilini muteaddi (geçişli) yapması, yaşlanmayı yaşlandırma diye değiştirmesi dayanaksızdır. – Maalesef Hoca kök benzerliği var, diye değişik deyimleri birbirine katıyor. Naaka (karga seslendi) kelimesini, “ Naaka biganemihi ” (çoban sürüsüne seslendi) kelimesiyle bir görmesi gibi. Hâlbuki “ zehebe ” (gitti) kelimesini, “ zehebe bihi ” (götürdü) kelimesi ile karıştırıp ikisini birbirinden ayırmamak dil konusunda iflas demektir. Hele bu yanlışı Lisanul-Arap ve Sihah gibi temel kitaplara dayandırmak ancak, “ ilimde hafif meşreplik ” ile ifade edilebilir. – “ Yezreuküm fihi ” cümlesinde fihi zamirini arza irca etmesi, müzekker ile müennesi bilmemesini gösterir. Çünkü arz kelimesi, hakiki müennestir. “ Yezreü fihi ” kelimesinin tam çevirisi “ O, sizi rahimlerde (zevcin rahminde) ekiyor… ” şeklinde olmalı. Şimdi Gelelim Benim İlk Cevabımın Tahliline: 1) Ben Arapça bilgime dayanarak, “ Ellezi ” edatı hayvanlar için kullanılmaz ” demiştim. Burada kastım şu idi: “ men ve ellezi ” gibi mevsul edatlar bilinç ifade ederler ve bu bilinçli fiil ve davranış o mevsullerin siğası olan cümlede ifade edilir. Yoksa mevsul olarak cansız şeylere sıfat olmaz, demek istememiştim. Mesela: “ O süsler ki Allah onları kulları için çıkarmıştır. (zinetellahilleti ehrace li’ibadihi) ” (A’raf, 22) deyiminde elleti, süsün sıfatı olmuştur. Sıla ise, o süslerin Allah tarafından bilinçli olarak çıkarılmasıdır. Bu da yüksek bir bilinç ifade eder. Ve mesela Zariyat, 14’te “ Sizin çok çabuk gelmesini istediğiniz azap işte budur! ” Rahman Suresi, 43’te “ Sizin yalanladığınız cehennem işte budur ” ve “ Size haram kılınan bazı şeyleri helal etmek için geldim. ” (Al-i İmran, 50) gibi âyetlerde her ne kadar, “ elleti ve ellezi ” cansız şeylere sıfat olmuşsa da, sıla cümleleri bilinçli ve canlı failler tarafından yapıldığı vurgulanıyor. Hatta, bu “ ellezi ” edatı o kadar bilinçli ve temel nitelikleri bildiriyor ki, onun çoğulu olan “ ellezine ” bilinçsiz şeyler için asla sıfat olarak gelmemiştir. Hocamızın örnek verdiği A’raf, 58. âyet ise, hem teşbihtir, canlandırmadır; hem de toprağın bitki vermesi bir nevi bilinçli bir davranıştır, diye işin özüne dikkati çekmektir. Hele belirli bir toprağın kötü kalması ise, bilinçli bir tercih olması veya bilinçli tercihe bir örnek olmasından dolayı “beled ” için “ ellezi ” edatının kullanılması, belagat açısından çok yerinde ve güzel düşüyor. Âyetin meali şöyledir: “ Hoş güzel memleketin bitkisi, Rabbinin izniyle çıkar. Pis (habis) olan memleketin ise bitkisi faydasız ve verimsizdir. İşte biz âyetlerimizi şükreden bir toplum için böylece açıklıyoruz. ” Âyetin Tefsiri “ İnsan kalbi ve duyuları birer toprak gibi ibadet, şükür ve gelişim için hazırlanmıştır. Eğer insan hoş, iyi ve güzel ise, güzel ürünler verir, güzel şeylerle karşılaşır, memnun olur. Rububiyetin muradı gerçekleşmiş olur. Eğer insan habisleşmişse, onun ürünü zararlı ve verimsiz olur. O da faydalı bir şey ile karşılaşmaz. İşte, habisleşmenin tercihli bir seçim olduğuna ve insan bedeninin bilinçli bir tarla ve mezraa olduğuna işareten “ Velbeledüllezi habuse ” şeklinde gayet beliğ bir ifade ile gelmiştir. Maalesef, Hocanın bu yazısından anlaşılan; onun bu âyetin bir teşbih ve istiare olduğunu görmemesidir. Âyetleri maksut mana ile değil de, meal-i zâhirisi ile ele almasıdır. 2) “ Ses ve çağrıdan başka söz anlamaz ” ile “ Kavramadığı sese karşı öter. Kavradığı sadece bağırtı ve çağırtıdır, ” şeklindeki çeviri birbirinden farklıdır. Burada istisnayı cümleden koparmak manayı değiştiriyor. Ayrıca 1. bölümde gördüğümüz gibi, bu ikinci şekildeki çeviri 4–5 eksiklik içeriyor. Ayrıca burada istisna, teşbih yönünü ifade içindir. Hocanın tercümesinde teşbih ötmeye mi, yoksa bağırtı ve çağırtıyı kavramaya mı gittiği belli olmuyor. Eski müfessirler cümlenin gramatik yapısına ve benzetme yönüne bakarak doğru bir manayı seçmişlerdir. Galiba Hoca bu gibi nüansları kavrayamadığından o muhterem zatlara itiraz ediyor. 3) Hocanın Şems 5–8’deki ma-i mevsuleyi Allah için kullanması da çok isabetli değildir. Doğrusu “ mevsul ma’lar ” direkt Allah için değil de, Allah’ın eşyanın yapısı içine yerleştirdiği kader, yazılım ve diğer doğal yasaları ifade içindir. Bu takdirde meal şöyle olur: “ Göğe ve göğü bina eden kader ve kanuna; yere ve yeri istifadeye elverişli şekilde seren kader ve kanuna; Nefse ve nefsi mükemmelleştirene (evrimleştirene;) Nefse sapmasını da, korunmasını da ona ilham eden kader ve kanuna and olsun! ” (İnsana iyiliği ve kötülüğü fısıldayan beynindeki yazılım ve dosyalardır. Ve bu da ilmen sabittir.) 4) Kur’an, akıl gerçeğini kafada farklı somut bir nesne olarak göstermez. İnsanı yanlışlardan, helaketten kurtaran bir meleke olarak gösterir. Onun için eski sözlüklerde akıl melekesini, insanı engellemek, korumak diye çevirmişlerdir. Aklın Kur’an’da başka bir ismi de “ nüha ” dır. Yani insanı yanlışlardan nehyeden meleke.. Sonraki Ortaçağ felsefe ve kelam kitaplarında “ akıl bir cevherdir ” şeklinde olan tarif yanlıştır. Dolayısıyla “ aklını kullananlar ” yerine “ akıl etmezler, kavramazlar, anlamazlar ” şeklinde çevirmek, daha isabetli olur. Dolayısıyla Hocanın “ akıllarını kullanmazlar ” şeklindeki çeviride ısrar etmesinin bir manası yoktur. Her ne ise bu çok önemli değildir. 5) Kur’an’ı bilen herkes, Kur’an’ın münafık ve kâfir ve ehl-i kitap kavramlarını biri diğerinin yerine kullanmadığını görür. Bakara, 6–19’da göründüğü gibi. Dolayısıyla Hocanın münafık bir karakter için inen âyeti (2 / 204–205) kâfir bir karakterin izahı yapması Kur’an’ı bilmemesi demektir. Ve “ münafıklar da inanmıyor ” gibi bir gerekçe de anlamsızdır. Bu takdirde kâfirler hakkında inen ve münafıklar hakkında inen âyetleri çorba yapıp, Kur’an’ın ayrımını abes ve anlamsız kılacak izahlar yanlıştır. Ve mesela Hıristiyanlar da, Yahudiler de ehl-i kitaptır, diye Yahudiler ile ilgili âyetleri Hıristiyanlara yüklemek, İslam Tarihini, fıkhını ve Kur’an mantığını bilmemek demektir. Ve 2 / 204’te “ Onun dünya hayatı hakkında sözleri hoşuna gider ” gibi nitelikleri kâfirlere vermenin bir anlamı olmaz. Çünkü bu durum münafığın karakteridir; kâfirlerin dünya hayatı için Peygamberin hoşuna giden bir sözü yoktur. Ayrıca, Hocanın bütün ehl-i kitabı cehennemlik görmesi de yanlıştır. Beyyine Suresindeki açıklama, Tevbe 29’da anlatılan ehl-i kitap olup da, Allah’a ve ahirete inanmayan kesim içindir. Veya Beyyine Suresinde anlatıldığı gibi, açıkça Hz. Muhammed’in açık ve bedihi mucizeliğini gördükten sonra, inat ve milliyetçilik damarı ile onu ve Kur’an’ı inkâr eden grup içindir. Maalesef Müslümanlar, bilgileriyle, ahlak ve davranışları ile Kur’an’ı tam temsil edemiyorlar. Ehl-i kitap neden bizim Peygambere inanmıyor? diyorlar. İşte görüyorsunuz! Hoca (ki Müslümanlar içinde parmakla gösterilir.) bu kadar yanlış yaparsa, demek biz Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı temsil edemiyoruz. Mesela Hoca Maide 44–48’i, Bakara 62’yi, Maide 69’u, A’raf 159’u bilseydi, Arap diline ve belagatine hâkim olsaydı, Kur’an’ın her yerde neden kâfirleri ve münafıkları ayrı ayrı anlattığını anlasaydı, bu kadar çok yanlış yapmazdı. Ve mesela belagatten biraz anlasaydı, Kur’an kargayı Kabil ile beraber kullanmıştır, dolayısıyla kâfirlerin karakteridir, demezdi. Çünkü o âyette (Maide, 30–31) Allah kargayı övüyor. Ve Kabilin cehaletini dile getiriyor, kargadan iyi ve güzel bir şeyler ders aldığını söylüyor. Evet, belagati bilseydi, en’am kelimesinin nimet yönüne ve evcil niteliklerine bakardı, “ efendim iki ayaklı, dört ayaklı, yok sadece sekiz çift ” gibi niteliklerin benzetmede bir şey değiştirmediğini anlardı. A’raf, 179. âyette ism-i tafdil manasını vermediğimi söylüyor. Hâlbuki: kâfirler kaybolmaya daha çok elverişlidirler, diye o manayı özellikle vermişim. Birinciyazımızda görebilirsiniz. “ Ses ve sedayı işiten kaya ” deyimini adeta ilkokul çocuğu gibi, garipsiyor. “ İşiten kaya nerede var? ” diyor. Galiba kendisi mecazları ve benzetmeleri hiç bilmiyor ki, biri israf manasında ona “ Cebin deliktir ” dese, galiba “ İşte cebim burada! Hiç de delik değildir ” diyecektir. Evet, çok garipsedim: “ Kâfirler de canlıdır, düşünür; dolayısıyla Bahaeddin Sağlam’ın, “ kâfirler cansız ve kayalar gibidirler, algılayamıyorlar, düşünemiyorlar ” sözü saçmadır, diyebiliyor. Hâlbuki böyle bir teşbihi kabul etmediğinde, kendisinin kâfirleri kargaya benzetmesi ve karga aklını kullanmıyor, kavramıyor ” gibi nitelemeleri de suya düşer. Benim bu meselede Hoca ile misalimiz şuna benzer: Ben diyorum, (2x2 = 4) eder, altı etmez. O bana cevaben, fakat (2x3 = 6) ediyor, diyor. Kendisi tenezzül edip birinci yazıma cevap vermesi, biraz ona zor gelmiş ki; yazısında böyle bir ifadede bulunuyor. Lütfen tenezzül edip bir daha cevap vermesin. Müslümanları bilgi kirliliği ile, boş şeylerle uğraştırmanın bir anlamı yoktur. Bahaeddin SAĞLAM Hamiyet-i diniyyesi kuvvetli olan Prof Dr. Abdülaziz Bayındır Bey, Müslümanları akıllarını kullanmaya sıkça çağırır. Ve önüne engel gördüğü kadim bilgilerin çoğunu bir çırpıda tırpanlar. Neticede dine olan faydasından fazla zararı dokunmuş olur. Mesela Bakara 171. ayeti tahlil ederken lafzen tam doğru olmazsalar da ana manayı tam vermekte isabet eden bütün tefsir ve mealleri eleştiriyor. Fakat bu eleştirisinde ( hem dil yetersizliğinden dolayı hem de muhakemede görünen fakirliğinden dolayı) haksızdır. Biz bu kısa izahta önce öncü dil kurallarını hatırlatalım. Sonra Kur’an’ın bu ayetinin maksut manasını ve Hoca’nın dil ve muhakemede yetersizliğini göstereceğiz. Hoca ayeti şöyle çevirmiştir: “Kâfirlik edip gerçekleri görmezlikten gelenler, kavramadığı sese karşı öten karga gibidirler; kavradığı sadece bağırtı ve çağırtıdır. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar akıllarını kullanmazlar.” (Bakara 2/171) İşte bu şekildeki mealde beş büyük yanlış var: a) Arapçada ve Kur’an’da asla hayvanlar için kullanılmayan “ Ellezi ”edatını karga için kullanmıştır. b) Burada teşbih cümlesinin yüklemi olarak kullanılan “ illâ duaen ve nidaâ ” istisnasını ayrı bir cümle yapmıştır. Öznesiz bir yüklem manasını veriyor. Bu da dil açısından düşüncesizliği ve mantıksızlığı çağrıştırıyor. c) “ Ma ” cansız veya bilinçsiz şeyler için kullanılan bir edattır. Ve burada bu edat “ la yesmeu”( işitmez) fiilinin öznesidir. Ve bu durum dil açısından çok bedihidir. İşte görünürdeki özneyi fiile nesne (mef’ul) yapmak gerçekten gramer körlüğüdür. d) Kur’an’da “akıl” kavramı somut, nesnel bir şey olarak geçmiyor. Dolayısıyla “ aklını kullananlar veya kullanmayanlar” şeklinde bir meal yanlış olur. Demek “ lâ ya’kilûn” gibi deyimlerin çevirisi, “algılamazlar, karar vermezler, sonucu düşünmezler, insanlığın en önemli değeri olan sorumluluk taşımazlar” şeklinde olmalı. e) Güya bu ayetin tefsiri için delil getirdiği Bakara 205. ve Araf 179. ayetleri de yanlış çevirmiştir. 1) Birinci ayet, kâfirlerle ilgili değildir. Münafık karakteri ile ilgilidir. Hoca, ayetler arasındaki ilişkiler dikkate alınmamış, diyor. Fakat kendisi, 2/204. ayete baksaydı, bu yanlışını görürdü. Ayrıca bu 205. ayet belli ve hain bir kişiden söz ediyor. 171. ayet ise küfrün genel yeteneksizliğini ve körlüğünü gösteriyor. 2) A’raf 179. ayet de 172’de anlatılan kişisel sorumluluk ve Allah’a verilen ezeli doğal misaktan söz ediyor. Bu misaktan sonra bazıları tercihini, zulüm ve yanlıştan yana koyuyor. Bazıları da hidayeti seçiyor. Bu tercih kanununun sonucu olarak kaybeden, tam kaybeder. Kazanan da tam kazanır. ( 178. ayete bakınız.) Buna ilave olarak kaybedenlerin sayısı daha çoktur. Çünkü imtihan ve kalite kanunlarının gereği, kalitesizlik ve kayıp kemmiyet tarafında kalır. Nitelik ve kazanç da keyfiyet kanadında yer alır. İşte gerek sorumluluğun gereğini yerine getirememekten, gerek fiilen imtihan ve kalite kapasitesine çıkamamaktan, insan ve cinlerin çoğu yapı itibari ile cehenneme kalır. Burada “ yarattık” “yönlendirdik” denmiyor. Ayet “ ektik” diyor. Nitekim ekinde ağaç olanların sayısı daha az olur. Ayrıca Cehennem, ateş ve başka azap çeşitlerini içerdiği gibi, düşüncesizlik, gelişmemişlik, musibet ve fakirlik de bir nevi cehennemdir. Kur’an Cehennemi bir işkence yeri olarak göstermiyor. Sıcak ve gelişmeyi sonuçlandıran İlahi bir fırın olarak gösteriyor. ( Meryem 69-71’e bakın.) İşte Kur’an’ın bütünlüğü, özellikle A’raf 172–180. ayetleri bir bütün olarak nazara alındığında Araf, 179. ayetin manası şöyle olur: “ Bir gerçek olarak ( lekad ) birçok insan ve cinni cehennem için ektik, ( oraya layık oldular.) Çünkü kalpleri var; fakat kavramıyor. Gözleri var; fakat görmüyor. Kulakları var; fakat işitmiyor. Böyleleri evcil hayvanlar gibi yolunu kaybederler. Belki de onlardan daha çok kaybolmaya müsaittirler. Bunlar gerçekten gafildirler, habersizdirler.” Ayette geçen “ edallü ” yolunu kaybetme manasındadır. Nitekim kaybolan deve veya hayvana “ dalle ” denilir. Küfür de bir nevi yolu kaybetmek olduğundan bu sıfatı ikinci mana olarak almıştır. İşte bu evrensel ve ontolojik bilgiler nerede? Hocanın “ Dört ayaklı, iki ayaklı ayrımı ve hayvanlara hakareti, kargayı suçlaması gibi gerçek dışı ve anlamsız izahları nerede?! Ayrıca Hocanın eleştirdiği gerek Elmalılı gerek diğer meal sahipleri, lâfzen mealleri eksik de olsa, verdikleri mana şudur: “ Kâfirler duygu ve düşüncelerini kullanmadıklarından insanlık seviyesinden düşüp hayvan gibi oluyor. Ve bunlara karşı peygamberlerin durumu da bir çobandan farklı olmuyor”. Onun için Peygambere “ çobanımız” demeyin. “ Bakıcımız, terbiye edicimiz deyin” (2/105) diye, ayet bizi uyarıyor. Bu manayı da, Suat Yıldırım Hoca bir gramer kuralına uygun olarak bir kelimeyi takdir ederek güzel bir şekilde vermiştir. Ben de takdire gerek kalmadan şöyle bir meal verdim. ( Ki lafzen ve mana olarak tam uygundur. Elmalılı da bu manaya yaklaşmış fakat cümleleri karışık kalmıştır. ) : “O kâfirlerin örneği, ses ve sadâdan başka bir şey işitmeyen ( aksetmeyen ) cansız kayaları çağıran bir adamın örneği gibidir. ( Kâfirlerin gözünde her şey cansız ve ölüdür. Böyle olduğu için) Kendileri de sağır, dilsiz ve kördürler. Böyle cansız oldukları için de düşünmüyorlar...” Evet, bir mühendis Matematiği bilmezse, bir doktor Biyolojiyi bilmezse iflas demek olduğu gibi, ilahiyatçıların da grameri bilmemeleri daha korkunç cinayetlere sebep oluyor. Seydi kardeşin Kırk Ambar sitesinden aldığı sorusuna binaen bir iki Kur’anî nükte anlaşılmış oldu. Genelin faydası için yayınlamayı uygun gördüğümden yayınlıyorum. Gayemiz kimseye saldırmak değildir, aydınlatmaktır. Doğruyu yanlıştan ayırma demek olan ilmi rüştümüzü ispat etmektir; bu sayede somut bir başarı demek olan Allah’ın rahmetine mazhar olmaktır; bilgi kirliliğinden kurtulmaktır. Gerçekten bu kirlilik rahmetten mahrum kalmak demek olan, psikolojik ve sosyal bir lanete sebep oluyor. Müslümanları da Hıristiyanları da Yahudileri de ilgilendiren kısa bir hatırlatma: “ Bazı din adamları, dini konulardaki cehaletlerini gizlemek için, kıyafetlerinin mutantanlığına, mabetlerdeki haşmet ve sanata sığındıkları gibi; bazı Müslüman yazarlar da, yazılarını görünüşte temel kaynaklara dayanmış, karşılaştırmalı bir düşünce ürünü olarak sunuyorlar. Halktan ve okuyucudan kendi cehaletlerini örtüyorlar. Marka olarak kendilerini satıyorlar. Hâlbuki dikkat edilse, dayandıkları ve alıntı yaptıkları kaynakları anlamadıkları anlaşılır. Mesela konumuz olan 2/171. ayette geçen “N.A.K” kök maddesi, tek başında kullanılırsa karganın ötmesi manasına gelir. Fakat “Ba” harf-ı cerri ile kullanılırsa sadece çobanın seslenişi manasına gelir. Ayette “ yen’ıku bimâ ” şeklinde geçtiği üzere… İşte bu gibi en basit bir farkı dahi göremiyorlar. Hocanın Lisanül–Arab’dan yanlış alıntı yapması gibi.” Allah masumları korusun! not: Abdulaziz BAYINDIR'ın konu olan yazısı için http://www.suleymaniyevakfi.org/elestiriler/bakara-171-ayetin-meali.html bknz.
http://www.arastirmaciyazarlar.com/haber_detay.asp?haberID=1568 | |
|