- Esma-i İlahiye ve Yaratılış
- Bing bang; Evrenin yaratılışı...
- İslâm'da Kazâ ve Kader
- Allah'a iman etmemenin cezası, neden ebedi cehenne...
- ŞÜKÜR NEDİR NİÇİN YAPILIR ?
- Bir hikmet arayışı: bizim ve mevcudatın yaratılma ...
- Allah insanları, melekleri ve şeytanları niçin yar...
- İnsanın Varlığının Sırrı
- Allah İnsanları, Niçin Yarattı?
- İnsan Niçin Yaratılmıştır?
- Kainatın ve İnsanın Yaratılış Hikmeti
- insan niçin yaratıldı?
- Allah Kainatı ve İnsanları Niçin Yarattı
Allah İnsanları, Niçin Yarattı?
İnsan niçin yaratılmış?“İnsan niçin yaratılmış?” sorusuna sıkça muhatap oluruz. Böyle bir
soruyu kendimize yahut bir başkasına sormamız, bizim için büyük bir
İlâhî ihsandır. Şöyle ki: Bu soruyu güneş kendisine soramadığı gibi, bir
başka yıldız da güneşe sorabilmiş değil. Yine bu soruyu bir arı bir
başka arıya, yahut bir koyun berikine sormaktan aciz. Demek oluyor ki,
bu sorunun cevabını arayan insanoğlu, kendi varlığını istediği sahada
kullanma konusunda serbest bırakılmış; bir arayış içinde ve bu konuda
bir imtihana tabi tutulmuş.
Bu imtihanı kazanmanın tek yolu, sorunun cevabını bizi yaratandan
öğrenmemizdir. Bu noktaya varan insanlar gerçeğin kapısını çalmış
olurlar. Ve kendilerine Kur’an lisanıyla, Peygamber diliyle cevapları
verilir.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet -kulluk- etsinler diye yarattım.” ( Zâriyât Sûresi, 56)
Nur Küllîyatında ibadete “marifet” manası veriliyor. Bu mana üzerinde
çoğu tefsir alimlerimiz ittifak etmişler. Namaz, oruç gibi ibadetler ise
bu marifetin neticesidir. Yani, insan nimetin şükür gerektirdiğini
idrak edecektir ki, sonra bu şükür ve hamd vazifeni yerine getirsin.
İnsan, bu kâinatı dolduran İlahi mucizelerin tefekkür ve hayreti icap
ettirdiklerini bilecektir ki, tespih ve tekbir vazifesini ifa etsin.
İnsan, başka insanlara merhamet etmesi gerektiğinin şuuruna erecektir ki zekât ve sadaka verme yolunu tutsun.
Bütün bunlar imanın ve marifetin, yani Allah’a inanmanın ve onu tanımanın meyveleridir.
Nur Külliyatından bir marifet dersi: “Şu kâinattan maksad-ı âlâ,
tezahür-ü Rububiyete karşı, ubudiyet-i küllîye-i insaniyedir.” ( Sözler,
264 .)
Rububiyet, terbiye edicilik manasına geliyor. Bütün alemlerin her
birinde bu fiil bir başka şekilde, bir başka güzellikte, bir başka
mükemmellikte kendini gösteriyor. Ve biz her namazda Fatiha Sûresini
okurken alemlerin Rabbine hamd etmekle bu farklı terbiyelerin şuurunda
olduğumuzu ilan etmiş oluruz.
Işıklar alemini de Allah terbiye ediyor, gözler alemini de. Ve biz,
güneşin ışık verecek şekilde, gözümüzün de ondan faydalanacak biçimde
terbiye edildiklerini düşünerek Rabbimize şükretmekle “tezahür-ü
Rububiyete karşı, ubudiyet” vazifemizi yerine getiririz.
Gıda maddelerinin yenilecek şekilde, ağzımızın, dilimizin, midemizin de
onlardan faydalanacak tarzda terbiye edildiklerini nazara alarak
Rabbimizin bu sonsuz ihsanlarını hayret ve teşekkürle karşıladığımızda,
yine o rububiyete karşı ubudiyetle mukabele etmiş oluruz.
Kâinatın yaratılması insan için, insanın yaratılması ise ubudiyet
içindir. Burada dikkatimizi iki kelime çekiyor; âlâ ve küllîye
kelimeleri. Bu iki kelime bize bu vazifeyi yapan daha başka varlıklar da
olduğunu haber veriyorlar. Şu var ki, insan ubudiyet vazifeni onlardan
daha üstün ve daha küllî bir derecede yapabilecek bir istidada sahip.
Sözünü etmek istediğimiz bu varlıklar, meleklerle cinlerdir.
Bir melek, bir meyveyi tefekkür ederken, dünün şekilsiz, renksiz
elementlerinin bugün güzel bir varlık haline gelmelerini, sert ağaçtan
bu yumuşak meyvelerin çıkmasını hayretle seyreder. Ama o meyvenin
tadını, vitaminini, kalorisini düşünemez, tefekkür edemez. Zira,
istidadı buna müsait değildir.
İnsana bu noktada bambaşka bir kabiliyet verilmiştir. O, aklıyla,
hayaliyle sadece hazır eşyayı değil, o anda görmediği nice şeyleri hatta
geçmişi ve geleceği düşünebilir. Böylece fikri, düşüncesi, anlayışı ve
feyzi küllîleşir. Eline aldığı bir meyveyi yerken, o anda bir milyonu
aşkın canlı türünün sonsuz denecek kadar çok fertlerinin
rızklandıklarını, kendisinin de bu İlâhî sofradan faydalanan bir fert
olduğunu düşünebilir ve böylece Allah’ın Rezzak ismini küllî manada
tefekkür etme imkanına kavuşur.
Dilerse, düşüncesini geçmiş ve gelecek zamanlara da götürür. Bütün
zamanlarda ve mekânlardaki her türlü nimeti ve onlardan istifade
edenleri, hayalinin yardımıyla, birlikte düşünür ve tefekkürü daha da
küllîleşir.
Bütün İlâhî isimlerin tecellileri için benzer şeyler söylenebilir.
Nur Küllîyatında, “İyyake na’büdü” “Biz ancak sana ibadet ederiz.”
ayetinin açıklaması yapılırken, ayet-i kerimede niçin ben değil de biz
denildiğine dikkat çekilir ve böyle denilmekle üç ayrı cemaatin
kastedildiği ders verilir. Bunlardan birisi bütün müminler, diğeri
vücudumuzda vazife gören ve her biri kendine mahsus bir ibadetle meşgul
olan bütün organlar, hücreler, duygular,.., üçüncüsü ise bütün bir
varlık âlemi.
Demek oluyor ki insan, bütün varlık alemi namına “İyyake na’budü”
diyebilecek bir kabiliyettedir. İşte tek başına da namaz kılsa,
ferdiyetten kurtulup bu üç cemaatin ibadetlerini Rabbine takdim eden
insan küllî bir ibadet yapmış demektir.
İnsanın bu kâinata meyve olması da böyle bir neticeyi doğurmaktadır. Bir
ağacın bütün birimlerini şuurlu farz verseniz, en küllî tefekkürü meyve
yapacaktır. Çünkü meyvenin içindeki çekirdek bütün ağaçtan süzüldüğü
için o meyvede ağacın tümünün ibadetlerini temsil etme, tefekkür etme
kabiliyeti bulunacaktır.
Bu küllî ubudiyeti en ileri derecede yapanlar kâinat ağacının en
mükemmel meyveleri olan peygamberler ve özellikle Peygamber Efendimiz
Hz. Muhammed’dir(asm.).
“Maksad-ı âlâ ve ubudiyet-i küllîye” manalarıyla şu kutsî hadis arasında
yakın bir ilgi vardır: “Sen olmasaydın ben felekleri yaratmazdım.” Nur
Küllîyatında insanın vazifesiyle ilgili birçok bahis mevcut. Bunların
bir özeti olarak birkaç maddeyi takdim etmek isterim:
- Ruhuna bir İlâhî ikram olarak takılan, ilim, irade, görme, işitme gibi
sıfatlarını Allah’ın sıfatlarını bilmeye bir vasıta olarak kullanmak.
Kendi ruhundan İlahi sıfatları bilmek için açılan bu marifet
pencerelerini iyi değerlendirmek.
- Akıl kuvvetini hikmet dairesinde, şehvet kuvvetini iffet dairesinde, gazap kuvvetini şecaat dairesinde kullanmak.
- Muhabbetini ancak Allah’a vermek ve mahlukatı da yine Onun namına,
Onun isimlerine ayna olmaları, kemaline işaret etmeleri, cemalinden
haber vermeleri cihetiyle sevmek.
- “İbadatın bütün enva’ına müstaid bir fıtratta” yaratıldığının şuurunda
olup bütün ibadet çeşitlerinin ayrı ayrı feyizlerinden azami ölçüde
nasiplenmeye çalışmak.
- Kendisine verilen “kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin
hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirmek.” Böylece bunların her birini
kendine mahsus ibadetiyle meşgul etmek.
- Duygularının her biriyle Allah’ın rahmet hazinelerinden birini açmak, ondan güzelce faydalanmak ve küllî şükretmek.
- Aczini ölçü alarak Allah’ın kudretini, fakrına bakaran Onun rahmetini,
noksanlıklarını düşünerek Onun kemalini tefekkür etmek. Rabbini sonsuz
kemal, rahmet ve kudret sahibi, kendi nefsini ise yine sonsuz aciz,
fakir ve noksan bilmek.
- Ruhunu günahlardan, bedenini de her tüllü kirlerden, pisliklerden uzak tutarak İlahi huzura çıkmak.
- Kendini Allah’ın en mükemmel eseri olma cihetiyle meleklerin, ruhanilerin seyrine, temaşasına güzelce sunmak.
İşte insan bu gibi ulvî gayeler için yaratılmıştır. Ama ne yazık ki, bir
çok insan, kendini unutmuş ve bu gayelerden gafil olarak sadece dünya
hayatını rahat bir şekilde geçirmek için çabalar. Bütün kâinatın
ibadetlerini temsil etme kabiliyetine sahip olduğu halde, sadece
çevresindeki bir gurup insanın teveccühlerini kazanmayı ve kendisini
onlara beğendirmeyi hayatına gaye edinir.
Bir süre sonra kendisi de, o insanlar da dünyadan göçüp gitmekte ve
bütün bu gayeler de onun bedeniyle birlikte adeta toprağa gömülüp
kaybolmaktalar.
ALLAH’IN İBADETİMİZE İHTİYACI VAR MI?Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, herşey Ona muhtaç olan Yüce Allah’ın,
bizim gibi âciz kulların ibadetine hiç mi, hiç ihtiyacı yoktur. O, bizim
hiçbir şeyimize muhtaç değildir. Çünkü kâinat ve içindekiler, ne varsa
her şey Onundur, Onun mülküdür.
Son derece âciz ve zayıf birkul olarak bizler muhtaç ve fakiriz.
İhtiyaçlarımız ebede kadar uzanmış; bir çiçeği istediğimiz gibi, bir
baharı da istiyoruz. Hatta ebedî Cenneti de istemekten kendimizi
alamıyoruz. Dünya bizim olsa bile, istek ve arzularımızı tatmin
edemiyoruz. Hal böyle iken, ihtiyaçlarımızın sadece çok az bir kısmını
elde edebiliyoruz. Sonsuzluğa uzanan ihtiyaçlarımızın temin edildiği
mekân, ebedî saadet menzili olan Cennettir.
Yüce Allah’ın ibadetimize ihtiyacının olmadığını ve hakikî muhtaç olanın
asıl bizler olduğumuzu şöyle bir misâlle açıklamamız mümkündür.
Hasta olduğumuzda doktora gideriz. Doktor, hastalığımızı teşhis ettikten
sonra, bir reçete yazar. Sonra da ilâçları belirtilen saatte
kullanmamızı ısrarla ister. Doktorun niyeti, bir an önce hastasının şifa
bulup rahata kavuşmasıdır. Doktorun bu iyi niyetine karşı kalkıp,
“Doktor Bey, bu ilâçları kullanmamın sana bir faydası var mı? Bir
ihtiyacın mı var ki, bu acı ve tatsız ilâçları tavsiye ediyorsun?”
dememiz hem yersiz bir hareket olur, hem de kendimizi gülünç bir duruma
düşürmüş oluruz.
Bu misalde olduğu gibi, insan olarak mânen hastayız. Günah ve şüphelerin
kalb ve ruhumuzda açtığı yaralarla mânen dertliyiz. İşte Yüce Rabbimiz,
duygu ve lâtifelerimizi günah paslarından temizlememiz, parlatıp
nurlandırmamız ve bu mânevî dertlerden şifaya kavuşmamız için yaramıza
bir merhem, dertlerimize bir ilâç olarak ibadeti emretmiştir. Mesele bu
kadar açık ve berrak iken, yine kalkıp da, “Yâ Rabbî, bizim ibadetimize
ne ihtiyacın var,niçin ibadet etmemizi bizden ısrarla istiyorsun?”
dememiz, hastanın doktora çıkışmasından bin defa daha yersiz ve
gülünçtür.
Bunun yanında kulluk vazifesini yapmayın ibadeti terk eden kişiyi
Cenab-ı Hakkın dünyada mânevî sıkıntıya, âhirette şiddetli azaba
çarptıracağını beyan buyurmasının hikmet tarafını şöyle bir misalle izah
edebiliriz.
Milletin canına, malına ve namusuna zarar veren bir kişi yakalanıp,
hâkim karşısına çıkarıldığı zaman, hâkim suçluyu cürmüne göre cezaya
çarptırır, mahkûm eder. Bu adam cezayı hak ettiği için kimse kendisine
acımaz ve “Yazık oldu” demez.
Mutlak adalet ve kudret sahibi olan Cenab-ı Hak da, ibadeti terk etmekle
bütün varlıkların hukukuna tecavüz eden insanı, dünyada ruhî
sıkıntılara, âhirette de Cehennem azabına çarptırır. Bu da aynı hak ve
adalet olur.
Gerçekten de, canlı cansız her varlık kendilerine mahsus dillerle
Yaratıcısını tesbih eder, verilen vazifeyi eksiksiz olarak yerine
getirir. Meselâ toprak, içine atılan her bir tohuma saksılık eder,
filizlinmesine yardımcı olur. Su, dünyaya hayatı bahşederek vazifesini
mükemmel bir şekilde görür. Ateş, insanların yiyeceğini pişirmek, onları
ısıtmak ve daha pekçok vazife görmek suretiyle kendine düşeni eksiksiz
yapar.
İşte, insan kâinata iman gözüyle bakmamak ve kulluk vazifelerini,
ibadeti terk etmekle mahlûkatın da ibadetini göremiyor, onları
başıboşlukla itham ediyor ve sonunda inkâra kalkışıyor. Onların Allah
tarafından vazifelendirilmiş birer unsur olduklarını da inkâr ettiği
için, mânen hukuklarına tecavüz etmiş, zulmetmiş oluyor. Bunun için de,
cezası bir iken, mahlûkat adedince artış gösteriyor.
Ayrıca, ibadetsiz insan kendi nefsine de zulmediyor. Herşeyden önce,
insanın ruhu, bedeni ve bütün âzaları kendisine bir emanettir. İnsan,
sahip olduğu bütün nimetler için ne bir fiyat ödemiştir, ne de ödemeye
gücü yeter. Meseâ gözümüze hangi kuvvetimizle sahip olduk veya eğer
satın alacak olsaydık, değerini takdir edip, ödeyebilir miydikr? Bu
nimetlerin gerçek sahibi Allah olduğuna göre, onları vazifesiz de
bırakmamıştır. Bilhassa namaz kılarken, bütün lâtife ve hislerimiz de
hisselerini almaktadır.
İşte insan ibadeti terk etmekle, bütün âza, duygu ve lâtifelerini âtıl
bir vaziyete sokmuş sayılıyor. Böylece kendi nefsine de zulmederek
cezaya müstahak hâle gelmesine sebep oluyor.
İnsan bilerek veya bilmeyerek yaptığı bütün bu zulüm ve haksızlıkların
cezasını dünyada ve âhirette çekeceği için, kendi kendini azabın içine
atmış oluyor.!
****************************Madem Cenâb-ı Hak Hiçbir Şeye Muhtaç Değildir, O Hâlde Kâinatı Niçin Yaratmıştır?Allah'ı bilmek ve gerçeği bulmak maksadiyle, samimî düşünülse, bu
alemleri yaratan Zatın mahlûkatına hiçbir cihetle muhtaç olmadığı
kolayca anlaşılır. Böyle asılsız ve vehmî sorular, Allah’ı, Kur'ân-ı
Kerîm'in tarif ettiği gibi bilememekten, sathî bakmaktan ve yanlış bir
kıyas ile O Vâcibü'l-Vücûd'un zâtını ve sıfatlarını, mahlûkatınki ile
karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Biz bu soruya önce bir misâlin
ışığında kısaca cevap verecek, daha sonra açıklamaya geçeceğiz.
Güneşin aynalarda tecellisinde, onları ışıklandırmasında, ışığıyla
onları feyizlendirmesinde, ne zâtı için, ne de sıfatları hükmündeki
ısısı, ışığı, renkleri için bir ihtiyaç düşünülemez. Yani, güneş
aynalarda tecelli etse de, etmese de kemâli, güzelliği zâtında ne ise
odur. Âynalar olmasa onun kemâlinde bir noksanlık olmayacağı, gibi,
âynaların olması da, onun cemâl ve kemâlini artırmaz.
Güneşin ısı ve ışığını tecelli ettirmesindeki bütün fayda ve menfaat
ancak aynalara aittir. Onlar karanlıktan kurtulup, nura kavuşmakta
güneşe muhtaçtırlar. Yoksa güneş için onların karanlıkta kalmalarıyla,
aydınlanmaları arasında bir fark yoktur. Yani, onların karanlıkta
kalması, güneşin kemâli için bir noksanlık olmadığı gibi, aydınlanmaları
da onun kemâline bir fazlalık getirmez.
Aynalar akıl ve şuur sahibi olsalar, onlar güneşi tanımakla, sevmekle ve
onu sena etmekle güneşin kemâline ne katabilirler; onun hangi
ihtiyacını görebilirler? Yahut güneşe isyan ile onun şânına ne noksanlık
getirebilirler. Meselâ, güneşin bitkilere ve hayvanlara ışık vermesinde
kendisinin ne menfaati olabilir? Vermemesinde onun için ne noksanlık
düşünülebilir? Elbette zarar da, menfaat de onlara aittir.
Ganiyy-i Mutlak olan Cenâb-ı Hakk'ın da bu kâinatı ve içindeki
varlıkları yaratması, hâşâ, ihtiyacından değildir. Bunları yaratmakla
O'nun zât ve sıfatlarının kemâlinde bir fazlalaşma olduğu düşünülemez;
yaratmasaydı da sonsuz kemâlinde hiçbir noksanlık olmazdı. Evet,
mahlûkatın yaratılması ile ortaya çıkan bütün kemâller, cemâller, fayda
ve güzellikler o mahluklara aittir. Meselâ, hadsiz yıldızlarla
yaldızlanmış şu gök kubbenin üzerimize çatılmasında ve yeryüzünün
rengârenk çiçeklerle bezetilip ayağımızın altına serilmesindeki bütün
faydalar bizlere aittir.
Hak Teâlâ, ne mevcudatın yokluktan varlığa çıkmalarına, ne meleklerin
medh ü senasına, ne de insanların ibâdet ve itaatlerine muhtaç değildir.
Bunlar olsun veya olmasın. O, zâtında hamd ü senaya lâyık, eşi, misâli,
dengi olmayan bir Mâbud-u Mutlak'tır.
Şimdi cevabımızın tafsilâtına geçelim:
Hemen ifade edelim ki, sorunun başında Cenâb-ı Hakk'm hiçbir şeye muhtaç
olmadığı kabul edilirken, daha sonra "O halde kâinatı niçin yarattı?"
denilmekle Allah’a bir ihtiyaç izafe edilmektedir. Bu sebeple biz önce
Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp, herşeyden müstağni olduğunu
izah edecek, daha sonra bu kâinatın yaratılış hikmetleri üzerinde kısaca
duracağız.
Allah, hem zâtı, hem de sıfatları ile herşeyden müstağnidir; hiçbir şeye
muhtaç değildir. Mahlûkatı yaratmasıyla O'nun azamet ve kibriyâsında
bir fazlalık olmamıştır; yaratmasaydı da izzet ve kemâlinde hiçbir
noksanlık olmazdı.
"Şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnidir." (Âl-i İmrân: 97) ayetinin
bildirdiği gibi, Cenâb-ı Hak âlemlerin hiçbir şeyine muhtaç değildir.
Zâtındaki sonsuz kemâlinin, izzet ve azametinin daha üstünde bir derece,
bir mertebe yoktur ki âlemleri yaratmakla -hâşâ- kemâlini artırarak o
dereceye varmış olsun.
Ezelde mutlak varlık da mutlak kemâl de O'na mahsustur. Madem ezelde
O'nun kemâli sonsuzdur, ebedde de sonsuz olacaktır. Ezelî ve mutlak
kemâlin ne noksanlaşması, ne de artış göstermesi düşünülemez. Cenab-ı
Hakk’ın, Kendi yarattığı ve yaratacağı mahlûklarından kemâl alması ve
onlara muhtaç olması elbette muhaldir; mevcudatı yaratmaktan da,
yaratmamaktan da müstağnidir. Yaratılan her mevcud kemâlini O'ndan
almaktadır. Mahlûkatın kemâli O'nun zâtının kemâline nisbeten zayıf bir
gölgedir.
Bediüzzaman Hazretleri'nin buyurduğu gibi, "Sâni'-i Zülcelâl ve Fâtır-ı
Zülcemâl ve Hâlik-ı Zülkemâl'in bütün kemâlâtı hakikiyedir, zâtiyedir.
Gayr ve masiva O'na tesir etmez. Yalnız mezahir olabilirler."
Evet, bütün âlemler O'nun icadıyla var olduğu gibi, bütün ihtiyaçlarını
da O'nun tükenmez hazinelerinden tedarik etmektedirler ve bütün
kemâlâtlarını O'nun mukaddes ve ezelî kemâlinden almaktadırlar.
Bu soruyu soranlar şu hakikatten de gafildirler:
"Allahü Teâlâ'nın kudsî mâhiyeti, mümkinatın mahiyeti cinsinden değildir."
Cenâb-ı Hakk'ın varlığı vâcibdir ve zatîdir, yokluğu muhaldir.
Mahlûkatın vücudu ise mümkindir, olup olmaması olasılık dahilindedir;
O’nun icadiyle yokluktan kurtulup varlık âlemine kavuşmuşlardır. Öyle
ise, tam istiğna, ancak Allah'a mahsustur, ihtiyaç ise mahlûkların
tarafındadır.
Bu hakikat Risâle-i Nur'da beliğ ve veciz bir üslûb ile beyan edilmiştir.
"...O'nun vücudu; zatîdir, ezelîdir, ebedîdir, ademi mümtenidir, zevali
muhaldir ve tabakat-ı vücudun en rasihi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en
mükemmelidir. Sair tabakat-ı vücud, O'nun vücuduna nisbeten gayet zaif
bir gölge hükmündedir. Ve o derece Vücûd-u Vâcib, rasih ve hakikatli ve
Vücud-u Mümkinat o derece hafif ve zaiftir ki, Muhyiddin-i Arabî gibi
çok ehl-i tahkik sair tabakat-ı vücudu, evham ve hayal derecesine
indirmişler; "lâ mevcûde illâ hu" demişler. Yâni: Vücûd-u Vacibe
nisbeten başka şeylere vücud denmemeli; onlar vücud unvanına lâyık
değillerdir diye hükmetmiştir."
Allah’ın zâtı gibi, sıfatları da herşeyden müstağnidir ve her türlü
ihtiyaçtan münezzehtir. Zira O’nun bütün sıfatları zatîdir, sonsuz
kemâldedir, mutlaktır. Mahlûkatı yaratmakla bu sıfatlarının kemâlinde
bir artma düşünülemeyeceği gibi, yaratmamakla da bir noksanlık tevehhüm
edilemez.
Allahü Teâlâ'nın sıfatlarından biri hayattır. O Zât-ı Akdes'in kudsî
hayatı daimîdir, ezelî ve ebedîdir. Ezelde hayatı ne ise, şimdi de,
ebedde de odur. Bütün hayat tabakaları O'nun kudsî hayatının cilvesi ile
ortaya çıkar. Elbette o Hayy-ı Kayyûmun kendi yarattığı ve bütün
ihtiyaçlarını gördüğü, kemâle erdirdiği hayat sahiplerine muhtaç olması
hiçbir cihetle düşünülemez.
Allah’ın diğer sıfatı da ilimdir. O Alîm-i Külli Şey'in ilmi sonsuzdur,
mutlaktır. Kâinatı yaratmakla olgunlaşmış değildir. O Hâkim-i
Zülcelâl'in ilmi ezelde ne ise ebedde de odur. Bu âlemdeki bütün plân ve
programlar, hikmet ve faydalar, hayır ve bereketler hep o ezelî ilmin
tecellileridir. O ezelî ilmin, bu tezahürlere muhtaç olması elbette
düşünülemez.
Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biri de Kudrettir. O Kadir-i Külli Şey'in
kudreti sonsuz kemâldedir. Her şey varlığında, devam ve bekasında o
ezelî kudrete muhtaçtır. Mahlûkatın yaratılması veya yaratılmaması,
O'nun mutlak kudretinde hiçbir değişiklik meydana getirmez. Yaratılan
bütün varlıklar, O'nun kudretine mahkûm ve muhtaç, O ise her şeye hâkim
ve her şeye kadirdir.
İrâde, Sem’, Basar gibi diğer sıfatlar da bunlara kıyas edilebilir ve
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları itibariyle de her türlü ihtiyaçtan münezzeh
olduğu açıkça anlaşılır.
Bu noktaya kadarki açıklamalarımızda her şeyin Cenâb-ı Hakk'a muhtaç
olduğunu ve O’nun hiçbir şeye muhtaç olmadığını bir derece açıkladık.
Şimdi de "O halde bu kâinatı niçin yarattı?" sorusuna cevap verelim:
Kâinatın yaratılışındaki hikmetler, esrarlar sonsuzdur. Öncelikle şunu belirtelim ki:
Cenâb-ı Hak herşeyden müstağnidir; kâinatın varlığı ile yokluğu o’nun
için eşittir, müsavidir. Lâkin mahlûkat için, adem ile vücud yani
yoklukta kalmakla var olmak bir değildir. Yâni mümkinatın varlık âlemine
çıkması, yoklukta kalmalarından kendileri için sonsuz derecede daha
hayırlıdır. Zira yokluk sırf şerdir; varlık ise sırf hayırdır, şereftir,
kemâldir. O halde mahlûkatın yaratılmasındaki bütün hayırlar, faydalar,
menfaatler onlara aittir. Allahü Teâlâ mahlûkata bakan bu maslahat ve
faydalar için onları yoklukta bırakmamış, lütuf ve keremi ile varlık
sahasına çıkarmıştır. Yani, onlar için şer olan yokluğu değil, hayır
olan vücudu, varlığı irâde etmiştir.
Kâinatın yaratılış hikmetlerine gelince, bunlar iki cihette düşünülür:
Birincisi; Cenâb-ı Hakk'a, ikincisi ise hayat sahiplerine, özellikle şuur ve akıl sahiplerine bakar.
Birinci Hikmet:
Bu kâinatın yaratılmasındaki en önemli hikmet, Allahü Teâlâ'nın kendi
manevî cemâl ve kemâlini, yâni kudretinin harikalarını, zenginliğinin
genişliğini, ihsanının meyvelerini, şefkat ve merhametinin tecellilerini
kainattaki varlık âynalarında bizzat görmek istemesidir.
Evet... "Nihayet kemâlde bir Cemâl ve nihayet cemâlde bir Kemâl, elbette
kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi en esaslı bir
kaidedir." hakikatince Cenab-ı Hak sonsuz cemâl ve kemâlini mevcudat
âynalarında bizzat seyretmek, sonsuz sıfatlarını ve Esmâ-i Hüsnâ'sını
tecelli ettirmek istemiş ve bu âlemi yaratmayı irâde etmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları tecelli etsin veya etmesin, nihayet
kemâldedirler. Ancak Esmâ-i Hüsnâ'sının kemâli mevcudatın yaratılması
ile kendini gösterir.
Evet, madem Cenâb-ı Hak sonsuz bir kudret sahibidir, bu kudret-i
Ezeliyesi tezahür için böyle muhteşem, muazzam bir alem ister. Hem madem
O Zât-ı Zülcelâl'in sonsuz ilmi vardır. Bu ilim, her harfinde,
satırında, sayfasında binler hikmet ve maslahatlar bulunan bu kâinat
kitabının telifini iktiza eder. Bütün İlâhî sıfatlar bu kâinatın
yaratılmasını gerektirdiği gibi, bütün esmâ-i Hüsnâ da ayrı ayrı
güzellikte, değişik mahiyette, farklı suretlerdeki şu mevcudatın
yaratılmasını iktiza ederler. Meselâ, Hâlık ismi mahlûkatın
yaratılmasını, Muhyi ismi canlıların icadını, Rezzâk ismi rızık vermeyi,
Kerîm ismi, ikramı, Lâtif ismi lütuf etmeyi isterler.
Cenâb-ı Hak, sonsuz kemâldeki Zâtını, kudsî sıfatlarını ve Esmâ-i
Hüsnâsını sevdiği gibi, o esmanın tezahürünü de yani varlıklar üzerinde
tecelli etmesini de sever. Bu ise kâinatın yaratılmasını gerektirir.
Cenâb-ı Hakk'ın kendi zât sıfat ve esmasını sevmesi hak olduğu gibi, o
esmânm tezahürünü istemesi de haktır. Elbette kâinatı yaratmakla
lûtfunu, keremini, ihsanını, ikramını onda göstermesi, kainatı
yaratmamasından daha güzeldir. Meselâ, bir padişahın hazinelerinde
bulunan çeşit çeşit cevherleri, türlü türlü nimetleri emri altındaki
halkına ihsan etmesi, onları hazinesinde saklamasından daha hayırlıdır.
Keza, bir âlimin ilim ve maharetinden başkalarını faydalandırması,
hiçbir eser yazmamasından daha hayırlıdır. Aynen öyle de, Allahü
Azîmüşşan'ın sonsuz hazinelerini ilim dâiresinden kudret dâiresine
çıkarması, mahlûkatına ikram ve ihsanda bulunması, böylece cemâl ve
kemâlini seyr ve temaşa ettirmesi, mahlûkatını yoklukta bırakmasından
elbette daha hayırlıdır.
İşte, Allahü Teâlâ Hazretleri bu kâinat sarayını ve onda misafir olan
insan nev'ini ve bu nev'in en mükemmel fertleri olan evliya ve enbiyâyı,
bilhassa risalet görevini en mükemmel surette yerine getiren Resûl-i
Ekrem (asm.) Efendimizi bu hikmetlere binâen halketmiştir.
Bu hakikati Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle beyan buyurmaktadır:
"İşte Cenâb-ı Hakk'ın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâ'sının bütün
meratipleri ve bütün faziletleri, hakiki kemâlât olduklarından bizzat
sevilir. "Mahbubetün lizatiha"dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî
olan sıfat ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever,
muhabbet eder. Hem o kemâlâtın mazharları, âyineleri olan san'atını ve
masnuatını ve mahlûkatının mehasinini sever, muhabbet eder. Enbiyâsını
ve evliyasını, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan
Habib-i Ekrem'ini sever. Yâni, kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin
âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmasının
mazhar-ı camii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever. Ve
san'atınıı sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan O Habibini
ve emsalini sever. Ve masnuatını sevmesiyle, o masnuatına karşı:
"Maşâallah, Bârekallah, ne kadar güzel yapılmışlar" diyen ve takdir eden
ve istihsan eden O Habibini ve O'nun arkasında olanları sever. Ve
mahlûkatının mehasinini sevmesiyle, o mehasin-i ahlâkın umumunu cami
olan O Habib-i Ekrem'ini ve O'nun etba ve ihvanını sever, muhabbet
eder."
Şurası unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbeti, memnuniyeti,
şefkati, O'nun mukaddes zâtına ve ulûhiyyetinin şânına lâyıktır,
mahlûkatın muhabbetine, sevgi ve şefkatine benzemekten münezzehtir.
İkinci Hikmet:
Kâinatın yaratılmasındaki hikmetlerin ikinci ciheti hayat sahiplerine,
bilhassa akıl ve şuur sahiplerine bakar. Bu da iki noktada
incelenebilir:
Birinci nokta; "Mahlûkatı halkettim ki onlar benden fayda görsünler, ben
onlardan değil." hadîs-i kudsîsinin beyanı ile canlıların Cenâb-ı
Hakk'ın inayet ve ikramına, lütuf ve keremine mazhar olmalarıdır. Bütün
hayat sahiplerine bir kemâl, bir lezzet, bir feyz ihsan etmiş, onları
hayatlarının devamı ve bu alemden faydalanmaları için çeşitli cihazatlar
ile donatmışır. Onlara farklı ihtiyaçlar, arzu ve iştihalar vermiştir.
Bunların tatmini için de zemin yüzünü çeşitli nimetlerle dolu bir sofra
haline getirmiştir. Bu sofralardaki nimetlerle hem onlara lezzet vermiş,
hem de devam ve bekalarını temin etmiştir. Bilhassa insan nev'ini akıl,
hayal, hafıza gibi kıymetli âletlerle donatmış, bütün nimetlerini ona
teveccüh ettirmiştir.
Allahü Azîmüşşân'ın yoktan yarattığı şu mahlûkatına muhtaç olması
düşünülemez. Düşünülürse şu sorulara cevap verilmesi gerekir: Cenâb-ı
Hak, mahlûkatın hangi kazancına, çalışmasına, fikrine muhtaçtır? Yâni,
şu canlı varlıklar O Ganiyy-i Mutlak'ın hangi işini görmektedirler.
Cenâb-ı Hak onların yemesine mi muhtaçtır, içmesine mi? Doğmasına mı
muhtaçtır, ölmesine mi? Balıklar yüzmeleriyle, kuşlar uçmalarıyla,
hayvanlar büyüyüp çoğalmalarıyla, insanlar ilmi keşifleri ve
ilerlemeleri ile şu kâinatın hangi noksanını tamamlamakta, Cenab-ı
Hakk’ın -hâşâ- hangi ihtiyacını görmektedirler? Halbuki bütün hayat
sahipleri O'nun mülkünde yaşamakta, O'nun lûtfuna her an mazhar
olmaktadırlar.
Bu âlemin yaratılışının hayat ve şuur sahiplerine bakan ikinci ciheti ise,
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
(Zariyât: 56) ayetinin ders verdiği gibi, “şuur sahiplerinin Allah’ı
bilmeleri, tanımaları ve O'na ibadet etmeleridir”.
İnsanlar o Mabud-u Bilhakk'ı tesbih, tekbir, hamd ve şükür ile ubudiyet
vazifelerini ifa edip, O'na yakınlık kazanır, ebedî saadete mazhar
olurlar. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade etmektedir:
"Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce
neticesi 'İman-ı Billâh'tır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve
beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı Billah içindeki 'Marifetullah'tır.
Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah
içindeki 'muhabbetullah'tır. Ve ruh-u beşer için en halis sürür ve
kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i
ruhaniyye'dir. Evet, bütün hakiki saadet ve halis sürür ve şirin nimet
ve safi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahdadır. Onlar, onsuz
olamaz. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan ve seven nihayetsiz saadete, nimete,
envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır."
Bu ifadelerden de açıkça görüldüğü gibi hakiki saadet ve sürura ancak
marifetullah ve muhabbetullah ile erişilir. Bunlarla Allah’a manen
yakınlık peyda edilir. Bundan hâsıl olan şeref, saadet, kemâlât, menfaat
ancak kullara aittir. Allahü Azîmüşşan'ın kullarının tesbihine,
ta'zimine, ibadet ve itaatına muhtaç olmadığı açıktır.
Bütün varlıklar O'na ibadet etseler O'nun kemâli zerre kadar artmayacağı
gibi, O'na isyan etseler O'nun izzet ve kemâlini zerre kadar noksanlık
gelmez.
Bu konuyu büyük tefsir alimi Elmalılı Hamdi Yazır'ın bir tefekkür ve ibret levhası olan aşağıdaki ifadeleri ile tamamlayalım:
"...Bilfarz O'nun kürre-i kamerinde insanlar olmadığı gibi, arzında da
olmayabilir, bundan dolayı bâ-rigâh-ı azametinden ne eksilir?..
Güneşinden ziya ve hararet fışkırıyor, kamerinden mehtaplar
aksettiriyor, hâk-i tireden mehlikalar yaratıyor, nesiminden
sinelerinize inşirah veren nefesler dökülüyor, milyonlarca senelik
mesafedeki yıldızlardan, şu çıktığınız ve nihayet gömüleceğiniz
topraklara nurlar yağdırıyor, zerratında nice nice ihtizazlarla tesirler
uyandırıyor, dağların başında bitirdiği nebatattan rızıklar izhar
eyliyor; sinenizde kimyahaneler, dimağınızda hikmethaneler açıyor,
damarlarınızda nehirler akıtıyor, sinirlerinizde akıllarınızı şaşırtan
nice yol şebekeleri dokuyor, adalelerinizde sermayeler gizliyor, daha ve
daha birçok harikalarla vücudunuzu teçhiz ediyor, hey'et-i mecmuasını
bir âheng-i vahdetle muntazam bir makine halinde tesis eyliyor ve
kuvve-i muharrikesini içinize yerleştiriyor, iktizâ eden plânlarını ruh
ve şuurunuza resmediyor, zihin denilen bir hazine, akıl namında bir
miyar, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğimiz bir miftah da
bahşeyliyor ve her birini yerli yerinde, gaye-i hilkatlarına göre
istimal edebilmenizi teshil için size birtakım tatlı, acı ihtarlar,
işaretler, meyiller, şehvetler de veriyor, daha büyük bir inayet-i
rahmet olmak üzere sadık ve masduk emin rehberlerle açıktan talimat da
gönderiyor, nihayet makineyi işletip, tecrübelerini size gösterip,
hikmet-i hilkata göre kullanmak ve istifadeler etmek için yed-i
emanetinize teslim ediyor.
Allah, bütün bunları yapıyorsa, size ve sizin iradenize, muavenetinize
ihtiyacından değil, size mahlûkatı içinde bir mevki-i mümtaz, bir
salâhiyet-i mahsusa vererek bekam etmek için yapıyor...
Siz doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki edvar ve etvar-ı vücudiyetinizi
hiç düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz,
gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva, korkularınıza
melce, sıcaktan soğuktan, açlıktan susuzluktan, vuhûş ve haşeratın hücum
ve tasallutundan kendinizi koruyacak vesaiti bulduğunuzda şu kürre-i
arz yapılırken, taşları toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde
pişirilirken, suyu, havası henüz kimyahane-i kudrette inbiklerden
çekilirken siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç tasavvur ediyor
musunuz?”
Mehmet Kırkıncı