KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 "Ölüm, yüze nasıl yansıyor?" diye sordum. "Yaşayışına bağlı" dedi

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6150
Rep Gücü : 14991
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

"Ölüm, yüze nasıl yansıyor?" diye sordum. "Yaşayışına bağlı" dedi  Empty
MesajKonu: "Ölüm, yüze nasıl yansıyor?" diye sordum. "Yaşayışına bağlı" dedi    "Ölüm, yüze nasıl yansıyor?" diye sordum. "Yaşayışına bağlı" dedi  Icon_minitimePaz Haz. 17, 2012 12:48 am

Morg nöbetini bre Hasan, kolay mı sandın?

NURİYE AKMAN - 17.06.2012


<p>Ercan hocaya "Ölüm, yüze nasıl yansıyor?" diye sordum. "Yaşayışına bağlı" dedi ve şöyle devam etti:
<p>"Kişi günlük hayatında nasıl yaşarsa ölümü de o şekilde gerçekleşir. Mesela 80 yaşlarında bir amcamız vefat etmişti burada. Gür beyaz sakallı bir mübarekti. Yakınları sağken yoğun bir dini hayatı olduğunu anlattılar. 'Çok muhteremdi, hep Allah yolundaydı, yardımseverdi' dediler. Cesedini gördüğümde ölürken resmen kahkaha attığını hissettim. Bu o kadar belliydi ki yanaklarını bir türlü düzeltemedik. Bembeyaz dişleriyle bize hala gülüyordu. Gözleri gülen insanlarınki gibi zevkle kısılmıştı. Misler gibi kokuyordu. Bir cesedin böyle güzel koktuğuna ilk kez tanık oluyordum."
"Ölüm meleği kimbilir onu nasıl mutlu etti" diye düşündüm ve öteki morg görevlilerine de sorup, "hayır" cevabını aldığım o soruyu son kez yönelttim:


Siyasette her söz mübahtır. Kelimelerle dilediğince oynayabilir, teşbihlerden teşbih beğenip, işine en yarayan bağlamda kullanabilirsin. İçinin illa ki dolu olması da gerekmez, nasılsa suya üflenecek, bir an duyulup, sonra unutulacaktır.


<p>Misal, Başbakan Erdoğan "MHP de BDP de morg önünde nöbet tutmayı, şehitlerimizi ve terörist cenazelerini istismar etmeyi bıraksınlar" deyince iki partinin lideri cevap vermekte gecikmedi. BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, "O cenazeleri morgdan almak suç değil, o cenazeleri morga göndermek suçtur" derken, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakanın suçlamasını "Biz morgdaki aziz ruhlar için, nöbet tutmaya devam edeceğiz" diye savuşturdu.
<p>Bendeniz bu atışmayı izlerken gayet safiyane dedim ki, "Yahu kelimelere merhamet edin biraz. Morg bekçiliğinin ne olduğunu biliyor musunuz? Ekmeğini morgdan yiyen herhangi birini tanıdınız mı? Kalbinde neler birikmiş hiç sordunuz mu? Morgda sahiden bir gün nöbet tutabilir misiniz?"
<p>Üçünün de çok meşgul olduğunu düşünerek, sorularımın peşine düştüm. İlk durağım Esenyurt Devlet Hastanesi oldu. 47 yaşındaki Kadir Yıldız, üç yıldır morg görevlisiydi. Asgari ücretle, morgun hem temizliğinden, hem de ölülerinden sorumluydu. Biri ex oldu mu, onu hemen alıp dolapların soğuk merhametine emanet ediyordu. Üzerleri örtülü de gelse, ceset torbasına koyarken tabii ki hepsini görüyordu. Savcı incelemek için ve ölü yakınları teşhise geldiklerinde dolabın kapaklarını açıp göstermek ve evrak tanzimiyle uğraşıp onları yolcu etmek de onun işiydi.
<p>Ekmek parası için çalışıyordu. Ha restoranda ha morgda, onun için farketmezdi.Hissettim ki, başkalarının acılarından etkilenmemek için etrafına bir duvar örmüştü. Aksi takdirde bu işi yapmaya devam edemezdi. Hastaneden çıktığında herşeyi unutmaya programlamıştı kendini. Sormasam, ölünce insanın kilo aldığını, soğudukça boyunun beş santime kadar uzadığını bile hatırlamayacaktı. Ne ölülerin, ne de yakınlarının hikayesiyle ilgileniyordu. Dolayısıyla bana anlatacağı bir anektod da yoktu. Arkadaşları "Morgda korkuyor musun?" diye sorduklarında, "Yoo, niye korkayım ki?" diyordu. "Zaten ölüye benziyorsun" diye takılıyorlardı ona. Ölüleri morgdan gönderirken dua okumak dahi aklına gelmiyordu. Görev adamıydı o, din adamı değil. Kendini kapatışıyla, öyküsüzlüğüyle beni çok etkiledi.
<p>TESLİMİYETİN HAŞMETİNDEN YERE DÜŞTÜM
<p>İkinci durağım, Şişli Etfal Eğitim Araştırma Hastanesi oldu. 44 yaşındaki imam Avni Kurtoğlu, Kuran kursunda okumuş, İmam Hatip'i dışarıdan bitirip, camilerde fahri imamlığın ardından hastanenin morguna gelmişti. 13 yıldır ustası Rahim Aydın hocanın elinde pişmişti. Din hizmetinin yanısıra ölü yakınlarıyla hukuk adamlarına bürokratik işlemlerde yardımcı oluyor, hizmetlerinin karşılığını asgari ücretten alıyordu.
<p>Morgu, insanın sevdiklerinden kopma noktası olarak tanımlıyordu. Ölümü karşılayış, ona göre kişilik yapısıyla ilgiliydi. Dini bütün kesimlerden de 'Sana bu ölüm yakışmıyor' diye feryat figan isyan edenler çıkıyordu. Taşkınlıkları ne kadar rahatsız etse de müdahale etmiyor, gece gibi örtücü olmaya çalışıyordu. Acılı insanın halinden anlıyor, onları merhametle yumuşatıyordu. Aradan çok zaman da geçse, insanlar onu unutmuyordu. Morg imamlarının cami imamlarından farkı işte buydu.
<p>Ne yazık ki bütün hastanelerde imam yoktu. 2002'den sonra ayrılan imamların yerine yeni kadro tahsis edilmemişti. Oysa morg işinde inanç çok önemliydi. Aksi takdirde yılın 365 günü ağlayan kişilerle muhatap olmak, inanılmaz bir yük oluyordu. O da ölü sahipleriyle beraber ağlıyordu. İster istemez kendi yakınları geliyordu aklına. Ona göre "Bu benim işim, ölüm beni etkilemez" diyen doğru söylemiyordu. Özellikle çocukların ölümü çok sarsıyordu. Unutmadığı bir anısını şöyle anlatıyordu:
<p>"12 yaşında Uğur adlı özürlü bir çocuk vefat etmişti. Sağ da kalsa yürümesi mümkün değildi, vücudu ikiye katlanmıştı. İşlemlerini yaptık. Güzel sarı saçları vardı. Taşın üzerine aldık. Dedi ki babası, 'Hocam oğlumun bir tarağı vardı evde. Saçlarını çok severdi, getirsem de tarasak, acaba mümkün müdür?' Dedim ki hay hay, ne demek senin evladın. Getir tarayalım. Hani bazen derler hurafe, şu yapılmaz bu yapılmaz. Biz bunları kesinlikle dinlemeyiz. Tarağı getirdi. Tarıyoruz. Baba diyor ki 'Evladım, Uğurum, evimin direğini yıktın da gittin'. Bakınız o felçli çocuğa diyor bunu. Dedim ki yarabbi senden korkmayan taş kesilir. Kuluna öyle bir baba şefkati vermişsin ki, çocuğu ömür boyu yatalak olsa da bunu yük saymıyor."
Avni Hoca, iki çocuğunu yangından kurtarmaya çalışan bir babayı da unutamıyordu. Çocuklar kucağında üçü birden yanmış halde morga gelmişlerdi. "İki saat uğraştık, o çocukları o babanın kollarından ayıramadık. Ayırmamız dinen gerekmiyordu. Ama savcı ayrılmasını istedi. Savcı bey ne emir buyurursa onu yapmak durumundasın" diyordu gözleri nemli.



<p>Morgda zaman kavramı yoktu. Ölüm 08-17.00 mesaisini dinlemiyordu. Gece ölen şahsı sabaha kadar yatağında bekletemezlerdi. Nöbetçi memur eşliğinde ex'i morga teslim etseler de bazen imamı evden çağırıyorlardı. Vatandaş cenazesini hemen almak istiyorsa, ona sabahı bekle diyemezlerdi. Avni hoca hastaneye geliyor, görevini yapıyor, emaneti teslim edip yatağına dönerken dünyanın boşluğunu, kimsenin göçerken bir şey götüremediğini düşünüyordu.
<p>Öteye yolculadıkları arasında gayrimüslimler de oluyordu. Onların arasında da cenazesini yıkatmak isteyenler çıkıyordu. Memnuniyetle veriyordu o hizmeti, sevgiyle uğurluyordu. Her olay iz bırakıyordu gönlünde. Bir defasında hastanenin doktorlarından biri üniversite öğrencisi tek çocuğunu trafik kazasında kaybetmişti. Çocuğunu son kez görmek istediğinde, Avni hoca, feryat, figanla karşılaşacağını sanırken, baba ellerini havaya açıp. "Yarabbi bana yirmi sene babalık zevkini, evlat şefkatini tattırdın. sana şükürler olsun. Oğlumu sen verdin sen aldın" demiş, sonra delikanlısına dönüp. "Oğlum sen şimdi Mevlana, en sevdiğine gidiyorsun, yolun açık olsun" sözleriyle onu öpüp okşayıp uğurlamıştı. Avni hoca babanın teslimiyetinden öyle etkilenmişti ki, dizlerinin bağı çözülmüş, ağlayarak yere düşmüştü.
<p>Bu işi yaparken ölüm korkusunu yenmişti. Hatta ölümü güzel buluyor, nedenini şöyle açıklıyordu:
<p>"Doktora gelmişsin, teşhisin konmuş. Derdinin dermanı yok. Hastalığın belli bir süre seni sürüklüyor. Sonrasına ne paran ne gücün yetiyor. Çoluğun çocuğun çaresiz. Cenabı Hak ölümü devreye sokuyor, gel yanıma kulum diyor. Seni ölümle tedavi ediyor. Bütün hastalıklar, yakınlarının ve senin çilen bitiyor. Dert çekmek kolay değil. Biz burada görüyoruz. İnsanların çoğu ölüme şükrediyor. 'Hocam, acımız var ama o da kurtuldu biz de' diyorlar. Bu yüzden ölüm gelir, sefa getirir."
<p>Morgda dolaplar kırk cenaze kapasiteliydi. Misafirlik süresi kısaydı. Bir, en fazla iki gece kalıyorlar, nadiren bir hafta bekliyorlardı. O da yakınları uzaklardaysa, hemen gelemezlerse.
<p>Ölüyü teşhis anları çok zordu. İnsanlar bu benim babam mı diye tereddüte düşüyordu. Ölüm insanı çok değiştiriyordu çünkü. Yakınları evire çevire baksalar da teşhislerine başkalarını da tanık etmek istiyorlardı. Hoca, onlar emin olmadıkça ölüyü teslim etmiyordu.
<p>Tabii bir de "Aacaba yaşıyor mu? Belki de ölmedi" sorusuyla kıvrananlar oluyordu. Böyle anlarda sadece cenaze sahiplerine değil hocaya da düşen güzelce sabretmekti. 2004'de bir bebeği morga koyarken kalbinin attığını farketmiş, hemen kaptığı gibi soluğu doktorun yanında almıştı. Bebek, bir saat daha yaşamış, sonra yine morga hocanın kollarına dönmüştü.
<p>KİMSESİZLERE DAYANAMAM
<p>Üçüncü durağım Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ydi. Orada morg görevlisi Filiz Kulu adlı, 40 yaşında lise mezunu bir hanımı tanıdım. Hastanede vefat eden hastalarla, dışarıdan morga misafir ölü olarak gelenlerin alımı, kurumlara ya da şahıslara tesliminden ve adli makamlarla yazışmadan o sorumluydu. Hastanede dini hizmet verilmiyor, işin bu yanı Mezarlıklar Müdürlüğü'ne havale ediliyordu.
<p>Filiz Hanım'ın işi öncelikle duygu paylaşımıydı. Acılı insanlar o anda sarılacak birini arıyorlardı. Her seferinde onlara kucak açıyor, birlikte ağlıyordu. Bu yetmezdi, özellikle adli vakalarda mümkün mertebe resmi işlemleri kısaltarak, en kısa sürede cenazeyi teslime çalışıyordu. Asgari ücretin biraz üzerinde maaş almasına rağmen, ölü yakınları bahşiş vermek istediklerinde kabul etmiyordu. Çünkü o kadar kaptırıyordu ki sanki kendi yakınını uğurluyordu. Bu yüzden ters geliyordu para almak. Bir tabutun ucundan bile tutana helallik verme geleneğine saygısından, isterlerse bahşişi diğer personele verebileceklerini belirtiyordu.
<p>Ölümle bu kadar çok muhatap olmak hayata bakışını nasıl etkilemişti? Filiz Hanım, bu soruyu, "Bu dünyanın problemleriyle ilgili çok fazla takıntım vardı. Anladım ki ölümden başka gerçek yok. Şimdi şükrediyorum. Pek çok insandan daha sağlıklıyım. Ailemle birlikteyim. Ücretim ne olursa olsun bana ihtiyaç duyan insanlara destek olabiliyorum, acılarını bir nebze de olsa hafifletebiliyorum" diye cevaplıyordu. Asıl işi bilgisayar teknisyenliğiydi. Beş yıldır Taksim hastanesindeydi, son iki yıldır bu işlere bakıyordu. Daha çok erkek işi olarak görülen bu işin altından sen kalkarsın diye onu görevlendirdiklerinde "teveccüh buyurdunuz" demişti.
Uzun zaman önce kaybolan yakınlarını arayanlarla, kimsesiz cenazelerin durumu işin en zor yanıydı. Umut Soysal adlı ortaokul mezunu bir yardımcısı olsa da her cenazeyi görüyordu Filiz Hanım. Öldüğü farkedilmemiş, geç bulunmuş, deforme olmuş cesetlerin teşhisinde muhakkak hazır bulunuyordu. İki yıl önce annesini kaybettiğinden, o anlarda insanlarla empati kurabiliyordu. Şahsen tanımasa da her ölümün acısını hissediyor, kendisine nasıl davranılmasını istiyorsa onlara da öyle davranıyordu. Nüfus müdürlükleri kayıt sorgulaması gönderdiğinde, bazen babasını on yıldır aramamış, yirmi yıldır annesinden haber alamamış insanlar geliyordu, burada ölmüş olabilir mi diye. "Aman ne uğraşıyorsun" diyenlere inat üşenmiyor, hastanenin arşivini didik didik ediyordu.



<p>Kimsesiz ve kimliksiz ölülere karşı çok hassastı. İstese doğrudan defin işlemlerini başlatabilirdi. Ama öyle yapmıyordu. Görevi olmadığı halde, elinden geldiğince ailelerini bulmaya çalışıyor, cenazelerine sahip çıkmaya ikna ediyordu. Bu sanıldığından da zor bir işti.
<p>Bir vatandaşımız geçen kış sokakta donmak üzereyken hastaneye getirilmiş ve burada vefat etmişti. Üzerinde herhangi bir kimlik belgesi yoktu. Küçücük bir kağıt çıkmıştı cebinden. Haseki Hastanesi ile ilgili bir kayıt numarası vardı üzerinde. Filiz Hanım, hemen hastanın ismini ve diğer bilgileri öğrendi. Cenazenin ailesi Erzurum'daydı. Mahalle muhtarlığı vasıtasıyla dokuz kardeşten birine ulaştı. İnanamadılar onun olduğuna. Emin olmak için kalkıp İstanbul'a geldiler. Abileri, 25 yıl önce bir tartışmada kızıp evi terk etmişti. O günden beri de haber alamamışlardı. Hepsi heyecan içindeydi. Acaba o muydu? Morg dolabı açılırken hepsi "İnşallah o değildir" diye dua ediyordu. Filiz Hanım da içinden bu duaya katılmıştı. Fakat oydu. İnsan kendi akrabasını, ceset ne kadar deforme olursa olsun tanıyordu. Adam sokaklarda yaşamış, yetersiz beslenmiş, ölünce vücudu daha da farklılaşmıştı. Ama tanımışlardı işte. Kalbe dolan bir his vardı. Parmak izinden daha kuvvetli bir izdi bu. Abimiz diye sarılmışlardı ölüye.Cenazeyi memlekete götürdükten günler sonra teşekkür için gelmişlerdi yeniden. "Sayenizde, abimizin mezarını biliyoruz" diye...
<p>Bir buçuk yıldır kimliği belirsiz olarak kimseyi göndermediği için Allah'a şükrediyordu Filiz Hanım. Cenaze sahiplerinden maddi durumu kötü olanlar bazen ölülerini kimsesizler mezarlığına defnetmesini istiyorlardı. O zaman dahi yarın öbür gün gelir, ziyaret etmek isterler diye mezar bilgilerini kaydediyordu. Filiz Hanım, morg nöbetini teslim almaya gelirken telefon açıp "Bir şey var mı?" diye sordu. O bir şey, ölümdü. Henüz ortada görünmüyorsa, insanlar birbirlerini kaybetmediler diye seviniyordu. Morg dolapları hep boş kalsın, razıydı.
<p>MİS KOKAN MÜBAREK ÖLÜ
<p>Dördüncü ve son durağım Fatih Üniversitesi Sema Uygulama ve Araştırma Hastanesi oldu. Morg görevini, genç bir imam üstlenmişti. Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu olan Ercan Örtimur, bir süre Karacaahmet mezarlığında görev yapmıştı. Cenaze yıkamaktan korktuğunu gören arkadaşları onu "kefenini yırtan ölü" şakasıyla terbiye etmişti. Son yolculuğuna uğurlamaya çalıştığı kişinin aniden canlanmasıyla ödü patlamış, arkadaşlarının kahkahaları onu gassallığı gönül huzuruyla yapar hale getirmişti.
<p>Hastanede beş yıldır çalışıyordu. Yıkama ve kefenleme hizmetinin mezarlıklar müdürlüğüne devrinden sonra işleri hafiflese de, manevi sorumluluğu devam ediyordu. İşini layıkıyla yapmazsa vicdanen azap duyacağı için, ölü canlara elinden gelenin fazlasını veriyordu. Arkalarından belirli sayıda Yasin suresi okunması için hastane çalışanlarını organize ediyor, daha sonra mevtanın ruhuna yollanan dualardan cenaze sahiplerini haberdar ediyor, onlardan gelen ikramları güvenlikçiler, temizlikçiler ve taşıyıcılar adına kabul ediyordu
<p>Morgda altı dolap vardı. Çok şükür, tamamı birden hiç dolmamıştı. Dolapların içi maksimum artı iki, minimum eksi bir derece oluyordu. Bu, Sağlık Bakanlığı'nın belirlediği bir standarttı. Hastane bunu genelde sıfırda tutuyordu ki, misafir ne taş gibi katılaşsın, ne de pelte gibi yumuşasın. Morg her ziyaretin ardından tabii ki dezenfekte ediliyordu. Cenazeyi yakınlarının isteğine bağlı olarak üç gün boyunca herhangi bir müdahalede bulunmadan tutabiliyorlar, üç günün üzerindeki konaklamalarda, batın bölgesine bir sıvı enjekte ediyorlardı.
<p>Ercan hoca imam da olsa bebek ölümlerinde kendini aciz hissediyordu. Geçenlerde yenidoğan servisinde üçüz bebekler ex olmuştu. Teselliyi kendine veremiyordu ki, yakınlarına bir hayrı dokunsun. Çalıştığı restoranda çıkan arbedede vefat genç garsonu morgda misafir ettiğinde de ailesinin yaşadığı kıyameti çaresizlikle izlemişti. Böyle durumlarda insanları sakinleştirmek çok zordu. Bunca sene sonra, işin rutinine sığınamıyor, her yeni ex ona mesleğe yeni başladığı duygusunu yaşatıyor, yüreği katılaşacağına gitgide yumuşuyordu. Öğrendiği en önemli şey, ölüm sözkonusu olduğunda teorinin pratiğe uymadığıydı. Neyse ki, ney üflemek gibi bir hobisi vardı.
Servis hemşireleri yoğun bakımdaki bitkisel hayata girmiş hastalardan onu haberdar edip, işlem sürecini başlatmasını istiyorlardı. Kimlik cüzdanı olmadan cenaze sahibine etesli edilmiyordu. Kaybolduysa vukuatlı nüfus kaydı örneği almaya gönderiliyordu yakınları. Şu anda yoğun bakımda yatanlardan biri, İlahiyattan Kuran-ı Kerim talim hocasıydı. Üzerinde emeği çoktu. Ona Allah'tan şifalar dilerken, Hak vaki olursa eline geleceği için ürperiyordu. O zaman hocasının vaktiyle ona öğrettiği gibi tilavet edecekti kutsal kitabı.



<p>Ercan hocaya "Ölüm, yüze nasıl yansıyor?" diye sordum. "Yaşayışına bağlı" dedi ve şöyle devam etti:
<p>"Kişi günlük hayatında nasıl yaşarsa ölümü de o şekilde gerçekleşir. Mesela 80 yaşlarında bir amcamız vefat etmişti burada. Gür beyaz sakallı bir mübarekti. Yakınları sağken yoğun bir dini hayatı olduğunu anlattılar. 'Çok muhteremdi, hep Allah yolundaydı, yardımseverdi' dediler. Cesedini gördüğümde ölürken resmen kahkaha attığını hissettim. Bu o kadar belliydi ki yanaklarını bir türlü düzeltemedik. Bembeyaz dişleriyle bize hala gülüyordu. Gözleri gülen insanlarınki gibi zevkle kısılmıştı. Misler gibi kokuyordu. Bir cesedin böyle güzel koktuğuna ilk kez tanık oluyordum."
<p>"Ölüm meleği kimbilir onu nasıl mutlu etti" diye düşündüm ve öteki morg görevlilerine de sorup, "hayır" cevabını aldığım o soruyu son kez yönelttim:
<p>"Herkes bu işi yapabilir mi?"
<p>Ercan hocanın cevabı da diğerlerinden farksızdı: "Kesinlikle yapamaz. Morg görevlisi aklı selim olmalı. Bu işin manevi boyutunu bilmesi, birini son yolculuğuna uğurlarken yaptığı her hareket, ettiği her söz acaba onu incitir mi diye düşünmesi, mahremiyetine saygı göstermesi lazım."
İzlenimlerimi yazmak üzere eve dönerken, bana Drama Köprüsü türküsü eşlik etti. Zihnim istem dışı olarak bir dizeyi değiştirmişti: "Morg nöbeti tutmayı bre Hasan, kolay mı sandın?" diye mırıldanıyordum.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
"Ölüm, yüze nasıl yansıyor?" diye sordum. "Yaşayışına bağlı" dedi
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Sordum öğretmenime:Kaç peygamber Gelmiştir
» Sordum öğretmenime:Kaç peygamber Gelmiştir
» Ölümsüz Gerçek Ölüm...
» Kutluforumun bağlı olduğu yetkin forumda Mustafa Kemal ******
» hükümete bağlı servisler bütün sosyal medya kayıtlarını arşivlemişler.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: İslami ilimler ve dini kültür :: Tasavvuf-Gönül Dünyamız-
Buraya geçin: