KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

  Hâricîler ve Hâricilik

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6150
Rep Gücü : 14991
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

 Hâricîler ve Hâricilik  Empty
MesajKonu: Hâricîler ve Hâricilik     Hâricîler ve Hâricilik  Icon_minitimeÇarş. Ekim 24, 2012 5:32 am

Hâricilik Ve Hâriciliğin Belli Başlı Temel Özellikleri
Haricilik,
Kur’an’ı sloganlaştırarak yanlış yorumlayıp fitne çıkaran ve
Müslümanları birbirine düşüren çarpık bir anlayışın anatomisidir
Referansı
olmaksızın veya geleneğe dayanmaksızın ortaya çıkan Hâricîlik
hareketinin, gerçekte genel kabul görmüş İslâmî düşünüşten bir sapma
olduğu söylenebilir. Hâricîler, İslâm dünyasında ilk şiddet olayı olarak
kabul edilen Hz. Osman’ın öldürülmesi olayını toptan üstlenmiş, Cemel,
Sıffin ve Nehrevân savaşlarının patlak vermesinde etkin rol
üstlenmişlerdir. Hz. Ali de Hâricî gruba mensup bir kişi tarafından
öldürülmüştür. Hâricîler, kutsal metinleri bedevî bir yoruma tabi
tutmuş, Kur’an ve Hadis’e parçacı yaklaşmış ve onları literal ya da
kategorik okumuşlardır. Cehâletleri ve kutsal metinleri kendi bütünlüğü
içerisinde değerlendiremeyişleri nedeniyle Kur’an’ı yanlış anlamış ve bu
yanlış algılama onları, Müslümanlara karşı kaba kuvvet kullanmaya sevk
etmiştir. Bedevîliğin, cehâletin ve kabilevî unsurların, Hâricîliğin bir
fırka olarak ortaya çıkışında etkin rolü olsa da, gerçekte Hâricîliğin
doğuşunda münâfık önderlerin belirleyici rolü olmuştur.
Tarihte
gerçekleşmiş acı tecrübelerin, aradan yüzyıllar geçmesine karşın bugün
niçin sıkça tekrarlanıp değerlendirildiği sorgulanabilir. Ancak
bilinmelidir ki, tarihte oluşan müspet veya menfi hiçbir olay boşuna
olmamıştır. Kuran’da anlatılan kıssalar gibi tarihsel olaylar da bizim
için birer işaret taşları olarak zamanla tekrarlanabileceğini gösterir.
Zaten önemli olan kıssa veya tarihsel olaylarda anlatılan olaydan çok,
bu olaylardan bütün zamanlar için çıkarılabilecek evrensel değerlerdir.
Haricilik, Kur’an’ı sloganlaştırarak yanlış yorumlayıp fitne çıkaran ve
Müslümanları birbirine düşüren çarpık bir anlayışın anatomisidir; bundan
dolayı her çağda değişik biçimlerde karşımıza çıkabilecek bir sosyal
olgudur. Ayrıca Hz. Ali’nin böyle bir durumda gösterdiği tavır,
Müslümanlara benzer durumlarda yol gösterecek niteliktedir.
Haricilik,
gerek ortaya çıkışında, gerek gelişiminde, gerekse sonuçları açısından
değerlendirildiğinde ibret verici bir olaydır. Karşı karşıya gelen iki
grubun da Kur’an’ı temel aldığını iddia etmesi gerçekten çözülmesi en
zor ve en karmaşık durumlardan birini ortaya çıkarır.
Harici sözcüğü
hakkında TDV İslam Ansiklopedisi şu bilgileri veriyor: “ Harici,
‘çıkmak, itaatten ayrılıp isyan etmek’ anlamındaki huruc kökünden ‘
ayrılan, isyan eden’ manasında bir sıfat olan haric kelimesine nisbet
ekinin ilave edilmesiyle meydana gelmiş bir terim olan topluluk ismi
için hariciye ve havaric kullanılır.”
Hiç şüphe yok ki, Haricilerin
tarih sahnesine çıkışı Sıffin Savaşı’nda takındıkları tavırdan
kaynaklanmıştır. Sıffin Savaşı sırasında ortaya çıkan “Hakem Olayı”nı
kabul etmeyip Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan bir topluluk, tarihin en
ilginç mezhebi olan Haricileri ortaya çıkarmıştır. Ancak yine de
haricilerin ortaya çıkışını Hz. Osman döneminde ortaya çıkan olaylara
kadar geri götürmekte fayda vardır. Zira hiçbir sosyal olay birdenbire
ortaya çıkmaz. Her sosyal olayın oluşumunu tetikleyen başka toplumsal
olayların varlığı reddedilemez bir vakıadır.
Hariciliğin ortaya
çıkışında merkezi hükümete isyan etme psikolojisinin de etkisi vardır.
Çünkü bedeviler, gerek yaşadıkları ortam gerekse bilgi birikimleri
bakımından siyasi otoriteyi tanımaya elverişli kimseler değillerdi.
Bilindiği
gibi Hz. Ali ile Muaviye arasında gerçekleşen Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali
kazanmak üzere iken, Arap dahilerinden olan Mısır Valisi Amr b. As
müthiş bir manevra ile Kuran’ın hakem olması fikrini ortaya attı. Hz.
Ali bunun bir hile olduğunu fark etse bile, ordusunda meydana getirdiği
kafa karışıklığının etkisiyle tarihe “Hakem Olayı” olarak geçecek olan
anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldı. İşte Hariciler “ Hüküm Allah’ındır”
ayetini sloganlaştırarak hakem tayinine karşı çıktılar. Hariciler, katı
anlayışlarından vazgeçmeleri yönündeki bütün teklifleri reddettiler ve
tutumlarını taviz vermeden sürdürdüler.
Hariciler Hakem olayına
katılan bütün tarafları kâfir ilan etmekten çekinmediler. Allah’ın
hükmümü kabul etmeyen Muaviye ve Hz. Ali onlara göre “kâfir” olmuştur.
‘Hüküm
Allah’ındır’ ayetini gerekçe göstererek ordudan ayrılıp İslam tarihinin
en büyük fitnesini çıkaran Haricilerin çarpık mantık anlayışını Hz. Ali
şöyle değerlendiriyor: “Biz insanları değil Kur’an’ı hakem kabul ettik.
Kur’an, iki yaprak arasına yazılmış, dil ile konuşmayan bir kitaptır.
Ona bir tercüman gerek. Onu söyleyenler ancak insanlardır. Bu topluluk
bizden, Kur’an’ı hakem tayin etmemizi istediğinde noksan sıfatlardan
münezzeh olan Allah’ın kitabından yüz çevirenlerden olmadık. O şöyle
buyurmuştu: ‘Bir şey hakkında çekiştiğinizde o işi Allah’a ve Resulüne
döndürün.’(4/59) Allah’a döndürmeniz, onun kitabıyla hükmetmeniz;
Resulullah’a dönmeniz ise, onun sünnetiyle hükmetmenizdir. Allah’ın
kitabıyla doğrulukta hükmedilecekse, biz buna diğer insanlardan daha
layıkız; Resulullah’ın sünnetiyle hükmedilecekse biz buna insanların en
ehlinden daha layıkız. Ama niçin hakeme razı olarak mühlet verdin?
derseniz, cahil bunu öğrensin; alim olan da bilgisini artırsın diye
yaptım. Allah, belli bir uzlaşmayla ümmetin arasını düzeltir, bunu da,
gerçeğin açıklanmasına, fitne ve azgınlığın ortadan kalkmasına vesile
kılar diye umdum. Allah katında insanların en efdali, kazancını azaltsa,
onu kedere, meşakkatlere sürüklese bile hakka uyup amel eden, onu her
şeyden çok seven kişidir. Nereye bakakaldınız? Bu, size nereden geldi?
Yoldan çıkan; kitabın hükmünü anlamayan, doğru yoldan ve adaletten
sapan, zulme sarılan, hakkı görmeyen, ona uymakta şaşkınlaşan kavme
karşı savaşa hazırlanın Siz ne güvenilecek kişilersiniz, ne de dostluk
edilecek, bağlanılacak yoldaşlarsınız? Savaş ateşini tutuşturacak kötü
kişilersiniz. Yazıklar olsun size! Sizi yardıma çağırdığım gün de nice
belalara uğradım. Bugün savaşa, dayanışmaya çağırıyorum; ne çağırdığıma
sadık ve vefalısınız, ne de sır söylediğimde güvenebileceğim
kardeşlersiniz”
Hz. Ali, Haricilerin bütün kışkırtmalarına karşın son
ana kadar onlarla vuruşmamaya gayret etmiştir. “Hz. Ali Cuma namazında,
minberden halka hitap ederken mescidin bir köşesinden Havaric (bir grup
Harici) ayağa kalkarak ‘Hüküm ancak Allah’a aittir’ diye bağırmaya
başladılar. Hz. Ali sözünü kesti, onlara dönerek ‘Söz doğru ama
söylenenlerin maksadı hak ve doğru değil. Sizin mescidimize girip orada
Allah’ı anmanızı, ibadet yapmanızı engellemeyiz, gücünüzü düşmana karşı
bizim gücümüze eklediğiniz sürece sizi ganimetten mahrum etmeyiz, bize
karşı savaşa girmedikçe de sizinle savaşmayız’ dedi ve kaldığı yerden
hutbesine devam
etti.”
Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ali son ana kadar onlara müdahale etmemeye
kararlıdır. Hz. Ali’nin konuya bu kadar özenle yaklaşmasının nedeni
kardeş kanı dökülmemesi konusundaki hassasiyetinin bir sonucuydu. Ancak
Hariciler her türlü kışkırtmaya başvurarak ortalığı karıştırmaya gayret
sarf ediyorlardı. Nitekim Hz. Ali’nin bütün iyi niyetine rağmen
çatışmanın önü alınamamıştır.
Hz. Ali, Sıffin savaşından sonra
yenilgiye uğratılan ve büyük bölümü öldürülen Haricilerin ve temsil
ettikleri düşüncenin kolay kolay ortadan kalkmayacağına da işaret
ediyor. “Hayır; vallahi onlar henüz babalarının bellerinde, analarının
rahimlerinde. Onlardan biri büyüdü mü, baş gösteren bir dal kesilir ve
sonunda hırsızlığa, haydutluğa başlar”
Hâricîler, erken dönem İslam
tarihinde ortaya çıkıp olay ve gelişmeleri ciddi anlamda yönlendirmiş
olan mezheplerden biridir. Zira İslam dünyasında ilk toplumsal şiddet
olayı olarak kabul edilen Hz. Osman’ın öldürülmesini toptan üstlenmiş;
arkasından Cemel, Sıffîn ve Nehrevân savaşlarının ortaya çıkmasında
etkin rol oynamışlardır. Bu sürecin sonunda Hz. Ali de onlar tarafından
öldürülmüştür.

Hâricîliğin müstakil bir fırka olarak ortaya
çıkışı, Sıffîn Savaşı’ndan sonra olmuştur. Bu yüzden Hâricîler, Müslüman
toplumun ana bünyesinden koparak ayrılan ilk farklılaşma hareketidir.
Hariciler
genelde çöl araplarıdır. İslam öncesinde fakir bir halde yaşamışlardır.
Çölde yaşamaya devam ettiklerinden İslama girince de ekonomik durumları
iyileşmez. Bunların fikirleri basit, tasavvurları dardır.
Bu yüzden
dinde mutaassıp, mahakeme güçleri noksan insanlardır. Çabuk
öfkelenirler, kolaylıkla infiale kapılırlar. Yaşadıkları çöl misali,
sert tabiatlı, katı kalplidirler.
Hariciler gayr-i müslimler yerine hep Müslümanlarla uğraşmışlardır.
Hoşgörüsüzlük,
fanatiklik, kendinden olmayanlara kapıları kapatmak,kaba kuvvete,
şiddete başvurarak politik değişmeyi etkilemek ve dar kafalılık bunların
en belirgin özelliklerindendir.
Hariciler her günahı küfür olarak
kabul ederler. Büyük günah işleyenlerin ebedi cehennemde olacağını
söylerler. Onlara göre küfür ve imanın ortası yoktur. Amelin imandan bir
cüz olduğunu iddia ederler. Müşrikler ve kafirler hakkında inen
ayetlerin zahiri manalarından hareketle hüküm çıkarırlar.
Mesela,
"Ona bir yol bulan için beytullahı haccetmek Allahın insanlar üzerinde
hakkıdır. Kim de inkar ederse, şüphesiz Allah alemlerden müstağnidir"
ayetiyle, hacca gitmeyenin kafir olduğuna hükmederler. Halbuki hüküm hac
yapmayan için değil değil, onu inkar eden içindir.
Keza, "Allahın
indirdiğiyle hükmetmeyenler, kafirlerin ta kendileridir" ayetiyle
fasıkın, günahkarın mü`min olmadığına delil getirirler. Halbuki, Allahın
indirdiğini tasdik ( kabul ) etmeyenin kafir olduğuna itiraz yok ise
de, Allahın emrini kabul ettiği halde yapmayan günahkarlar yine
mümindirler. Bunlara asla kafir denilemez.
Hâricîler, genel olarak
Müslüman toplumların yoksul, varlıksız ve hoşnutsuz kesimlerinden
geliyorlardı. Bunlar, Arap toplumunun geleneksel yapısı içinde sosyal ve
ekonomik bakımdan en mahrum, en alt düzeydeki sınıflarından
oluşuyordu.Toplumsal taban olarak şehirli olmayıp bedevî bir yapıya
sahip olmaları, onların hemen hemen tüm tarihlerine damgasını vuran
önemli bir özelliktir. Bu yönüyle Hâricîler, daha çok çölde göçebe bir
hayat yaşayan, medeni hayata intibak etme güçlüğü çeken bedevî Arap
karakterinin belirgin ögelerini bünyesinde taşımaktaydı. Bedeviliğin öne
çıkardığı imaj, cahil, katı, sert ve inatçı insan tipidir. Bu yüzden
kendi içlerinde istikrarlı bir yapıları yoktu ve kötü/adaletsiz olarak
algıladıkları bir siyasal sisteme karşı da sürekli bir devrim/mücadele
biçimini savunuyorlardı. Bu düşünce yapısı, sadece teoride kalmıyor ve
bunu, teşebbüs ettikleri isyan hareketleriyle pratiğe de
yansıtıyorlardı. Her şeyden önce onlar, birer kabîle toplumu ve kabîle
insanı idiler. Bu yüzden Hâricî fikirler, genelde yerleşik hayata
geçememiş veya yeni geçmekte olan toplumlara cazip gelmiştir. Örneğin,
Horasan’ın sarp bölgelerinde onlardan Hamziyye grubunun tutunması, Kuzey
Afrika’da çeşitli Hâricî grupların taraftar toplaması, bundan
dolayıdır. Onlar, sert ve haşin bedevi zihniyetinin dar kalıpları
içerisinde basit ve yüzeysel bir mantıkla dışlayıcı ve zorba bir din
söylemini dillendirmeye başladılar.
Yerleşik hayata geçememiş kişi
veya topluluklar, kitabi kültürden ve sistematik düşünceden yoksun
oldukları için, olayları derinlemesine değil, yüzeysel ve basit bir
şekilde analiz ederler. Câbirî’nin de ifade ettiği gibi, “bedevinin
dünyası, düşünsel derinliği olmayan sade bir dünyadır”. Bu yüzden farklı
fikirlere, eleştirilere tahammülleri yoktur ve kendi fikirlerini
başkalarına karşı argümanlarıyla savunmak yerine, şiddet ve baskı
yoluyla benimsetmek eğilimindedirler. Özellikle sözlü geleneğe sahip,
yerleşik hayata geçememiş toplumlarda yetişen insanlarda bu eğilim son
derece güçlüdür. Temelinde toplumsal alanda yaşanan köklü değişime tepki
göstermek vardır. Hızlı değişim, asabiyet ve katı dindarlık/taassup,
bir araya geldiğinde, tehlikeli politik/dinî bir doktrinin ortaya
çıkması kaçınılmazdır.
Bu nedenle olmalıdır ki, onların samimi
olmaları, çok namaz kılmaktan alın ve dizlerinin nasır bağlaması, Kur’an
ayetlerine yanlış ve zâhirî anlamlar vermelerini engellememiştir.
Böylece yaptıkları yorumlarla İslam’a girişi zorlaştırmışlar, çıkışı ise
kolaylaştırmışlardı. Dağınık bir yaşam tarzına sahip oldukları için
“Devlet, Hükümet, Bürokrasi” gibi kavram ve kurumlara yabancı kalmışlar,
böyle bir toplum yapısına geçiş sürecinde pek çok zorlukla
karşılaşmışlardı. Böyle kavram ve kurumları bilmedikleri için, “hukuk,
yargı organı ve vergi” gibi sosyal bir takım olgulara da yabancı idiler.
Bunlara alışmakta güçlük çekmişler, bu nedenle İslâm toplumunun başına
pek çok sıkıntı getirmişlerdi.
Hâricîler, İslam düşünce tarihinde
ortaya çıkan tepkisel din söylemi ile kabilevî zihniyetin ilk tipik
temsilcileridir. Yine onlar, siyasal konulardaki bakış açılarını Kur’an
ayetleriyle temellendirerek ya da Kur’an ayetlerini kendi görüşleri
doğrultusunda yorumlayarak, siyasal tercihlerini iman alanına aktaran
ilk toplumsal hareket olmuşlardır. Bu yönüyle de İslam kültüründe
otoriteryen bir geleneğin oluşmasında ilk adımları atmışlardır.
İslam
tarihinde köklü olarak kitlesel şiddete ilk başvuranlar, yine
Hâricîler’dir. Bu yüzden ilk dönemlerde görülen aşırı/sapkın yorum,
Hâricîlerin bir grubu olan Ezârika’dan gelmiştir. Ezârika, dinin temel
kaynakları olan Kur’an ve sünnete parçacı bir mantıkla yaklaşmış ve
bunları literal ya da kategorik bir tarzda yorumlayıp bu çerçevede
bütüncül olmayan bir anlayış geliştirmişlerdir. Kutsal metinleri kendi
bütünlüğü içerisinde değerlendiremeyişleri sebebiyle, Kur’an’ı yanlış
anlamışlar ve bu bakış tarzı ve toplumsal psikoloji ile Müslümanlara
karşı şiddete başvurmuşlardır.
Hâricîlerle ilgili eserlerde onlar,
sürekli dinî ve siyasî konularda aşırı görüş ve uygulamalarıyla ön plana
çıkan bir fırka olarak tanıtılmıştır. Oysa Hâricîlerin hepsi aynı
özelliklere sahip olmayıp, tüm gruplarını aynı kategoride
değerlendirmek, doğru ve bilimsel bir bakış açısı değildir. Çünkü
içlerinde Ezârika gibi çok sert, katı ve şiddet yanlısı bir fırka
bulunduğu gibi, İbâdîler gibi ılımlı bir fırka da bulunmaktaydı.
Ezârika, bilindiği gibi, sert ve radikal bir tutum içinde olup sürekli
katı çözümler üretme taraftarı olan bir Hâricî fırkasıdır. Hâricîlerin
içindeki ılımlı fırkaların en önemlisi ise, İbâdîler’dir. İbâdîler,
mutedil bir tavır içerisinde olup tavır ve tutumlarını daha çok meşru
zeminlerde ifade etme ve ortaya koyma eğilimindedirler.
Bu yüzden
diğer Hâricî fırkalarına nispetle uzlaşmaya, fikir alışverişine ve
hoşgörüye daha açıktırlar. Hâricîler içerisinde Sufriyye ve Necedât gibi
fırkalar da vardır. Bunlar, İbâdîler ile Ezârika arasında olup
görüşleri itibarıyla İbadîler’e daha yakın durmaktadırlar.
Aslında
onlar, Müslüman toplumun Kur’an üzerinde temellendirilmesi gerektiğine
inanıyorlardı. Fakat Dabaşî’nin ifadesiyle, bu temelin hangi kurumsal
düzen içerisinde formüle edileceği ve şartlarının ne olduğunu tam olarak
ortaya koyamadılar. Onların hareket noktası, Müslüman toplumun temiz
olmadığı ve saf olmayan unsurlar taşıdığı düşüncesiydi. Dolayısıyla bu
bağnaz topluluğun cihadı, kâfirlere karşı değil, Müslümanlara yönelikti;
çünkü onların meselesi, müslüman olanlar ile olmayanlar arasında değil,
İslâm toplumu içindeki sahteler ve sahte olmayanlar, yani “saf
mü’minler ile saf olmayanlar” arasındaki çelişkiydi. Bu şekilde küfür
misyonunu Müslüman toplum içine getirmiş oldular ve toplumla hesaplaşma
yoluna gittiler. Kendi dar ve katı anlayışlarını, “tek ve mutlak
hakikat” sayıp bu anlayışı, zorla kitlelere kabul ettirme çabasına
girdiler. Sonuçta Emevîlere yönelik gerçekleştirmiş oldukları
ayaklanmalarla birlikte, bir süre Kirmân, Fars ve diğer doğu
eyaletlerini egemenlikleri altına almışlarsa da, egemenlikleri, uzun
sürmemişti.
Hariciler karşılarına çıkan ve kendi gruplarına dahil
olmayan her müslümana, dinî inancının ne olduğunu sorma eğiliminde
idiler. Aslında Nâfî b. Ezrak’ın buradaki hedefi, kendi düşüncelerini
benimseyen insanlardan meydana gelen saf Hâricî bir cemaat oluşturmak ve
bu arada kendi cemaatlarını da çürüklerden, yani gerçek Hâricî
olmayanlardan ayıklamaktı. Bunun için kendilerine katılmak
isteyenlerden, önce mensup oldukları kabîlelerinden Hâricî olmayan
birini öldürmeleri isteniyordu. Zira o kişi, bunu yaptığı takdirde, onu
içlerine kabul ediyorlardı; aksi halde, o kişiyi müşrik ilan edip
kendileri öldürüyorlardı. Böylece bu kavram, bu grup içerisinde büyük
bir anlam değişikliğine uğrayarak, inanç bakımından muhalif olanların
haksız yere öldürülmesi anlamında pratiğe yansıyordu. Bu şekilde
isti’râz kavramı, Ezârika’nın dünyasında bir terör ve şiddet simgesi
haline geliyordu. Bu yüzden bazı araştırmacılar, Ezârika’yı “kurulu
düzenin gelmiş geçmiş en ölümcül düşmanları” olarak nitelendirmişlerdir.
Ezârika’nın zihniyeti, tüm bu özellikleri ile, dış kültürlere açık
olmayan ya da “öteki”yle henüz yüzleşme imkanına kavuşamayan bir
zihniyet dünyasını yansıtmaktadır.
Ezârika’nın tersine Necedât, temel
Hâricî anlayışları korumakla birlikte, daha ılımlı bir fırkaydı. Bu
çerçevede Necde b. Âmir (72/691), Nâfî’ b. Ezrak’a göre daha mutedil bir
çizgi oluşturmaya çalışmıştı. Bunu onun, Nâfî’ b. Ezrak’ı eleştirirken
ortaya attığı görüşlerde görmek mümkündür. Zira Necde, Hâricîler
arasında değişik tartışmaların yapıldığı bir dönemde Ezârika’dan
ayrılmıştı. Şöyle ki o esnada Hâricîler, “kendilerinden olmayan kadın ve
çocukları öldürmek, hukuki bir şey mi? İnanan ya da inanmayanların
çocuklarının öteki dünyadaki durumu ne? Onlar, dost ya da düşman olarak
mı görülmeli? Onlar, cennet ya da cehenneme mi gidecekler? Hâricî
olmayanlardan miras almak ya da Hâricî olmayan bir kadınla evlenmek
hukuki bir şey mi? Tanımadığın birinin arkasında namaz kılınabilir mi?
İnanmayan
müşrikleri korumak, zorunlu bir şey mi, yoksa değil mi? Zorunlu
değilse, nerede zorunlu değil?” gibi soruları gündeme getirip kendi
aralarında tartışıyorlardı.
Hâricîlerin diğer bir grubu olan
İbâdîler, Hâricîler içinde ılımlı görüşleri ile tanınmışlardır. Bu
yüzden tarih boyunca varlıklarını sürdürerek günümüze gelmişlerdir.
Kur’an’la birlikte sünneti, İslam dininin en önemli temel kaynağı olarak
kabul eden İbâdîler’e göre, kendileri gibi düşünmeyen ve kendilerine
muhalif olan diğer müslümanlar, müşrik değildir. Zira onlar, Allah’ın
varlığını ve birliğini benimseyip Allah’ın kitabını ve Hz. Peygamber’i
kabul ederler. Bu bağlamda diğer müslümanların Allah’ı inkar
etmedikleri, sadece O’na karşı görevlerinde kusur işledikleri için nimet
küfrü içinde olduklarını düşünürler. İbâdîlerin bu görüşlerinde diğer
Müslümanlarla bir arada yaşama tecrübelerinin ciddi anlamda etkisi
olmuş, bu yüzden onlarla çeşitli münasebetler kurmuşlardır.
İbâdîler,
Hâricî mezhepleri içinde düşüncelerini geliştirip sistematize etmeyi
başaran en önemli mezheptir. Karşılaştıkları problemlerin çözümü için
kendilerine özgü bir usûl/metodoloji geliştirmişler, problemlerini bu
şekilde çözmüşlerdir.
Görüldüğü gibi, Hâricî fırkaları ilk ortaya
çıktıkları şekilde günümüze gelememiş olup kendi içlerinde pek çok
değişikliğe uğramışlardır. Onların şiddet yanlısı fırkaları tek tek
tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolup Sünnî çevreler içerisinde
adeta erirken; İbâdîler ile Sufrîler, ılımlı ve uzlaşmaya açık
yapılarından dolayı varlıklarını sürdürüp günümüze kadar gelmişlerdir.
Bu yüzden onların düşünce tarzları ve davranış modelleri, günümüzde
farklı isimler altında devam etmekte olup sadece düşünce olarak değil,
eylem olarak da onların takipçisi bir kısım yapılanmalar, zaman zaman
görülmektedir.

Hâricîliğin Doğuşuna Etki Eden Faktörler
1. Siyasî Nedenler
Hâricîliğin
dinî mi, yoksa siyasî bir hareket mi olduğu, öteden beri tartışıla
gelen bir konudur. Goldziher ve Ahmed Emîn’in de belirttikleri gibi,
gerçekte Hâricîlik, dinî olmaktan çok, siyasî bir harekettir. Doğuş
sürecinde meydana gelen hâdiseler dikkatle incelendiğinde, Hâricîliğin
önceleri siyasî olayların etkisiyle teşekkül ettiği, fakat sonraları
dinî bir hüviyet kazandığı kolaylıkla tespit edilebilir. Bu nedenle biz,
önce kısaca Hâricîliğin doğuş sürecindeki siyasî hadiselerden, daha
sonra da bu hareketin nasıl dinî bir hüviyet kazandığından söz etmek
istiyoruz.

Hz. Osman (ö.35/656)’ın devlet başkanı olması, siyasî
İslâm tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı sayılmıştır. Çünkü
Hz.Osman’ın hilâfetinin özellikle son altı yıllık dönemi, Müslümanlar
arasında ayrılıkların, fırkalaşmaların başladığı, siyasî kutuplaşmaların
belirginleştiği ve iç karışıklıkların yoğun olarak yaşandığı bir zaman
dilimidir. Hz. Osman’ın öldürülmesiyle birlikte İslâm toplumunda fitne
kapısı bir daha hiç kapanmamak üzere aralanmıştır.

Hz. Osman’ın
35/656 yılında Medine’de, kendi evinde öldürülmesi, özellikle
Hâricîlerin incelenmesi için uygun bir başlangıç noktasıdır. Zira
Hâricîler kendilerini, katilden sorumlu olan ihtilalci unsurların bir
devamı olarak görüyorlardı.
Hz. Osman, 49 gün süren muhasaradan sonra
Medine’de Müslüman isyancılar tarafından şehid edilmiştir. Burada
konumuzla doğrudan ilgili olan husus, Hz. Osman’ın öldürülmesi olayına
Hâricîlerin de katılmış bulunması ve isyancı hareketi körükleyenlerden
bir kısmının Hâricî önderler olmasıdır. Hâricî liderler veya en azından
içlerinden bir kısmı, bizzât Hz. Osman’ın velâyetine karşı idiler. Bu
sebepledir ki onlar da diğer isyancılar gibi Hz. Osman’a karşı
başlatılan isyan hareketinin haklılığını savunuyor ve onun öldürülmesi
hususundaki sorumluluğu toptan
üstlenmiş bulunuyorlardı. Bununla da iftihar ediyorlardı.


2. Cehâlet ya da Bilgisizlik
Hâricîliğin
bir fırka olarak doğuşuna etki eden faktörlerden biri, şüphesiz
cehâlettir. Hâricîlerin Müslümanlardan ayrılarak bütün bir İslâm
toplumunu karşılarına almalarında, onlara karşı çıkmalarında, onları
toptan küfürle itham etmelerinde ve daha sonra detaylandırılacağı üzere,
münâfık önderlerin yönlendirmelerine açık hale gelmelerinde
bilgisizliklerinin önemli derecede etken rol oynadığı söylenebilir.
Hakemi kabul etmenin Hz. Ali’yi ve hakemlerin kararını kabul eden
herkesi kâfir yaptığını iddia ederlerken Kur’an’ın yalnızca birkaç
âyetini delil getirip, diğer
âyetleri hesaba katmamaları da
Hâricîlerin Kur’an hakkındaki cehâletlerinin eseridir. Oysa Kur’an,
hakeme başvurmanın gayr-i İslâmî bir tavır olmadığını belirtir: “Eğer
karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir
hakem, kadının ailesinden bir hakem gönderin...” âyeti, hakemin meşrû
olduğunu, gerektiğinde hakeme başvurulabileceğini belirtmektedir.

Hâricîlerin
ilk liderlerinin, Rasulullah’ın yanında ve yöresinde uzun süre kalarak
dini ondan öğrenen kimseler olmadığı bilinen bir husustur. Ayrıca
Hâricîlerin hadis bilgilerinin de çok zayıf olduğu72 ve Arap dilinin
mantığını ve inceliklerini yeterince bilmedikleri göz önünde
bulundurulduğunda, onların neden İslâm’ın özüne aykırı görüşleri
sahiplendikleri kolayca anlaşılabilir.
Hâricîler, dinin iki temel
kaynağı olan Kur’an ve Sünnet’i kendi bütünlükleri içerisinde
değerlendirememiş, böylece kendi cehâletlerine paralel bir düşünce
biçimi geliştirmişlerdir. Bu düşünce, onları Nehrevân’da Hz. Ali ve
Müslümanların çoğunluğunu temsil eden toplulukla savaşmaya kadar
götürmüştür. Cehâletleri nedeniyle onlar Nehrevân’da niçin ve ne adına
savaştıklarının farkına dahi varamamışlardır. Nitekim onlar, “vallahi,
Ali’ye niçin karşı çıktığımıza dair delilimiz yoktur” demişlerdi. Bu
sözlerinden, onların görüşlerini Kur’anî bir kaygıdan yahut İslâm’ın
özüne daha uygun olduğu için değil, cehâletlerinden hareketle
şekillendirdikleri söylenebilir.

3. Kabile Asabiyeti
Hâricîliğin
siyasî-itikadî bir hizip olarak ortaya çıkışına etki eden faktörlerden
bir diğeri de kabîle asabiyetidir. İslâm dünyasında ilk ayrılıkçı
topluluk sayılan Hâricîler öncelikle kabîle asabiyetine önem veren
kabîlelerden meydana gelmekteydi. Bekir, Mudar ve Temim kabîleleri
bunların önde gelenleriydi. Hâricîliğin ortaya çıkışındaki temel
faktörlerden biri, muhâlif olarak gördükleri Kureyş kabîlesinin siyasî
ve idarî hakimiyetine son vermekti.
Kureyş hakimiyetine karşı
duyulan nefret, siyasî tepkiye dönüşerek ifade edilmiş olmaktaydı. Yine
özellikle Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde Hâricîlerin ihtilâfa düşerek
Müslümanlardan ayrılmaları, ana bünye veya esas gövdeden,
yani
Müslümanların çoğunluğundan ayrı düşmeleri, genel kabul görmüş İslâmî
düşünüşten sapmaları ve sonuçta işi savaşa kadar vardırmalarında
kavmiyet unsurunun önemli derecede etken rol oynadığını söylemek
mümkündür. Çünkü göçebe hayat tarzına alışkın ve bu hayatın yoğurduğu
sert, katı bir mîzaca sahip olan bedevîler, günübirlik ve
maslahatlarıyla doğrudan bağlantılı görülmeyen ahlâkî emir ve
yaptırımlara ayak uydurmayı, yerleşik insanlara kıyasla daha zor
başarabilmişlerdir. Yine gelişen olayların coğrafyası göz önünde
bulundurularak sorun irdelendiğinde, Hâricî hareketinde, çeşitli Arap
kabîleleri arasında eskiden beri var olagelen kavmiyet psikolojisi ile
babadan oğla süregelen mücadele ruhunun kendini gösterdiği rahatlıkla
görülür.

Bu nedenle bizce Hâricîlerin kabîlevî unsurların yönlendirmesi sonucu diğer Müslümanlarla anlaşamadıkları iddiası
doğru
bir tespittir. Nitekim Hâricî hareketi mevâliler arasında rağbet
görmemiştir. Çünkü kendilerini birinci planda tutarak başkalarını hafife
almak şeklinde belirginleşen bedevî tutum, mevalînin Hâricî hareketine
katılmasına engel olmuştur. Bu yüzden Hâricîlik adetâ Rabîa kabîlelerine
has bir düşünce gibi telakki edilmiş, bu taassubun bir neticesi olarak
Rabîa kabîlelerinin benimsediği Hâricîlik fikrini, diğerleri
sahiplenmemiştir.

İslâm öncesi Arap kabîleleri arasında var
olagelen rekâbet duygusunun bir yansıması olarak, Kureyş, Sakîf ve
Ensâr’ın dışında kalan, bilhassa Temîm, Bekr ve Hemedân’a mensup
kabîlelere mensup Hâricîlerin, fikirlerinin arka planında ümmetin
velâyetini ellerinde bulunduran Kureyş’e isyan etme düşüncesi vardı.
Zira Hâricîlerin her sınıf insandan halife olabileceğine dair
düşünceleri de, esasta Kureyş’in elinde bulunan yönetim hâkimiyetini
ortadan kaldırma arzusunun bir tezahürüydü. Hâricîler, “Hüküm sadece
Allah’ındır”81 âyetini sıkça dile getirirlerken de
Kureyşlilere bir
karşı duruşu temsil ettiklerini ifade etmek istiyorlardı ve bu
tavırlarıyla aslında Allah’ı kendi siyasî hareketleri adına
konuşturuyorlardı. Nitekim tahkîmden sonra sayıları onikibin kişiyi
bulan Hâricîler Harura’ya çekilerek imamlarını seçtikten ve idareyi
ellerine aldıktan sonra, umûr-u İslâmiyyenin şûrâ yoluyla icrâ
edileceğini, bey’atın Allah’a olduğunu ve iyilikle emredilip kötülükten
menedileceğini ilan ettirmişlerdir.82 Bu tutum,
Kureyş’e karşı
kararlı bir itirazı temsil ediyordu. Çünkü böylece ümmetin velâyetini
elinde bulunduran Kureyş’in hâkimiyeti tanınmamış oluyordu.

4. Bedevîlik
Hâricîlik,
bir çok araştırmacı tarafından bevîlikten kaynaklanan bir hareket
olarak değerlendirilmiştir. Bu da doğru ve yerinde bir tespittir. Çünkü
Hâricîler, çoğunlukla çölden ve Irak sınır boylarından gelmiş câhil,85
kültürsüz, kaba, mantık dışı hareket etmekle ünlenmiş, düşünce ve akıl
yürütmekten uzak,“dar kafalı” ya da “dar görüşlü” kısacası bedevî
insanlardı.
İmanın kalplerine henüz yerleşmediği, fakat sadece
zâhiren İslâm’a teslim olmuş olan bu insanlar, eski câhilî tortulardan
temizlenememişlerdi. Bu yüzden Hâricîler, İslâm’dan önce eski Arap
örfünde varlığını sürdüren kabile geleneğini henüz bir kenara
bırakamamışlardı.

Bedevî hayat tarzı gereği Müslümanlarla fazla
temasta bulunmamaları ve Rasûlullah (s)’ın sohbetinden uzak kalmaları da
Hâricîlerin İslâm’ı anlama ve yaşamaları hususunda aleyhlerine bir
durum doğurmuştur. Bedevî bir yaşamı sahiplenen Hâricîler, doğal olarak
nefislerini terbiye edecek, huylarını düzeltecek kadar Hz. Peygamber’le
beraber olmadıkları için onun sohbet ve irşadından yeterince feyz
alamamış; Kur’an ve İslâm üzerinde gereği
kadar düşünme, böylece
onları anlayıp benimseme fırsatı da bulamamışlardır. Kanun ve nizam
tanımayan, kendilerine hükmedenlere karşı kin duyan ve sosyal açıdan da
terbiye edilmeyen bu kimseler,94 medenî insanların kabul edemeyeceği bir
çok özelliği kolaylıkla benimseyebilmişlerdir.

5. Tassup ve Saplantı
Hâricîlerin
ibadet ve taate olan düşkünlükleri, kendilerini katı bir taassup ve
saplantıya sürüklemiş, bunun doğal sonucu olarak da onlar, âdetâ
müsamaha sözcüğünü lügatlerinden kaldırmışlardır. Onların, kendi
anlayışları doğrultusunda yorumladıkları nassların tatbikinde hiçbir
te’vile cevazlarının olmadığı anlaşılıyor. Öyle ki, kaynaklarda
Mu’tezile öncülerinden Vâsıl b. Atâ’nın, Hâricîler tarafından
yakalandığı zaman, kendisini muhâlif
bir Müslüman olarak değil de,
müşrik bir tâcir şeklinde takdim etmeyi daha kurtarıcı gördüğü ve ancak
böylece ölümden kurtulduğu rivâyet edilmiştir.

Hâricîlerden olan
ve hakemlerin kararı ilan edildikten sonra, gizlice Hz. Ali’nin
ordusundan ayrılan ve Nehrevân’da Hz. Ali ile savaşan topluluğa
başkanlık eden Abdullah b. Vehb adlı kişinin de ibadet ve taate son
derece düşkün bir zât olduğu anlaşılıyor. İbn Vehb’e, Zâtu’s-Süfnât
(deve dizli) lakabı verilmişti. Kendisine bu lakabın verilmesinin
nedeni, çok namaz kıldığından, dizlerinin nasır bağlaması ve deve dizi
gibi olmasından dolayı idi. Ne gariptir ki çok namaz kıldığından
ayakları nasır bağlamış bir kişi, Hz. Ali gibi bir ilim ve hikmet ehli,
bir takvâ önderi, bir “ahiret
adamı”, İslâm’ın ilkelerine uyma
hususunda titiz bir yönetici ve en önemlisi de Müslümanların meşru
devlet başkanı ile savaşmıştır.
Yine kaynaklar Hâricîlerden Hz.
Ali’nin kâtili olan İbn Mülcem adlı şahsın yakalanıp, ellerinin ve
kollarının kesildiğini, gözlerinin oyulduğunu, fakat onun kılını
kıpırdatmayıp Kur’an okumaya devam ettiğini aktarırlar. İş dilini
kesmeye gelince itiraz eder: “Dünyada su kuşu gibi olup Allah’ı
zikredemez hale gelmek istemem” mealinde bir şiir okur. Diğer Hâricîler
gibi İbn Mülcem’in alnının da çok secde etmekten ötürü nasırlı olduğu
rivayet edilmiştir. Yine ne gariptir ki sürekli Kur’an okuyan İbn
Mülcem, Kur’an’ın anlam ve inceliklerini kendisinden çok daha iyi bilen
Hz. Ali’yi, gözünü kırpmadan ve içinde hiçbir korku ve endişe duymadan
öldürebilmiştir.

Bir yandan Kur’an okumakla ünlenen, namaz
kılmaktan alınları ve dizleri nasır bağlayan Hâricîler, öbür yandan
Müslümanlara karşı son derece müsamahasız davranabilmişlerdir. Onlar Hz.
Ali, Hz. Osman, Cemel ashabı, hakemler ve hakemlerin kararına razı olan
bütün Müslümanları önce tekfîr etmiş, sonra da şiddet uygulayarak çok
sayıda masum Müslümanı yalnızca kendi siyasî görüşlerini benimsemiyorlar
diye öldürmüşlerdir. Nitekim
Hâricîler sırf Hz. Ali’ye kâfir
demedikleri gerekçesiyle Abdullah b. Habbab b. el-Eret’i hunharca
katletmiş, hamile eşinin de karnını deşmişlerdir.

Hâricîliğin Ortaya Çıkışında Münâfıkların Rolü

Hâricîliğin
bir fırka olarak doğmasında münâfıklıklarıyla öne çıkan şahısların öncü
ve belirleyici rol üstlendiklerini görmezlikten gelmek mümkün değildir.
Münâfık önderler, tabiatları gereği İslâm ve Müslümanlara karşı alenen
işleyemedikleri cürümleri veya yapamadıkları kötülükleri, deyim
yerindeyse, câhil, bedevî, dar görüşlü ve bağnaz bir zümre olan
Hâricîler vasıtasıyla gerçekleştirmişlerdir.
Hâricîler, çoğunlukla
Irak sınır boylarından gelmiş, mantık dışı hareket etmekle ünlenmiş,
düşünce ve akıl yürütmekten uzak, câhil bir zümreden oluşmaktaydı.

Hâricîler,
bedevî kimselerdi ve Arap dilinin inceliklerini, İslâm’ın itikâdî,
hukukî ve ahlâkî esaslarını yeterince bilmiyor, dinin yüce hedeflerini,
Kur’an’ın ruhunu, Hz. Peygamber’in gayesini kavrayamıyorlardı. İslâm’ı
ve Kur’an’ı bedevî kültürü sınırları içerisinde anlayıp yorumluyorlardı.
Gerek ilahiyatta ve gerekse de siyasette düşüncelerinin ana teması
tekfir olan ve küfür kavramına mekezî bir yer veren Hâricîler, çarşı ve
pazarlarda
kılıçlarıyla dolaşıp, hüküm vermenin yalnızca Allah’a ait
olduğunu söylüyorlardı. Kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları
rastladıkları yerde kılıçtan geçiriyorlardı. Kısacası kendi görüşlerini
benimsemeyen herkese şiddet uygulayıp, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk diye
ayırt etmeksizin çok sayıda masum insanı kendi siyasî görüşlerini
benimsemiyorlar diye öldürüyorlardı. Mallarını ganimet olarak kabul
ederek, Müslümanları köleleri sayıyorlardı.
Hâricîlerin, Kur’an’ın
özüne, Sünnet’in ruhuna ve İslamî öğretiye bu denli aykırı kararlar
almalarında münâfık önderlerinin rolü küçümsenemez. Hâricî harekete
önderlik yapmış bu münâfıklar, İslâm âleminde baş gösteren fitne
hareketlerinde perde arkasından kışkırtıcı rol oynamışlardır. Bu
tavırlarıyla Müslümanlar arasında kanlı savaşların meydana gelmesine
zemin hazırlamış, binlerce Müslümanın kanının akmasına sebep
olmuşlardır.
Toshihiko İzutsu’nun da isabetle vurguladığı gibi, bu
gerçekten garip bir haldi. Müslümanlar İslâm’ın saflaştırılması için
öldürülecek ve geriye yalnızca Yahudî, Hristiyan ve Mecusîler kalacaktı.
Hâricîlerden ancak Müslüman olmadığını ispatlayanlar canlarını
kurtarabiliyorlardı.

Kaynaklar dikkatle tetkik edildiğinde, İbn
Sebe’ gibi münâfıklıklaryla ünlenen şahısların, örneğin Şîa’nın
doğuşundaki etkisine vurgu yapıldığı, fakat Hâricîliğin ortaya çıkışında
benzer münâfık şahısların rolüne temas edilmediği görülür. Oysa, bizce
diğer mezheplerin doğuşundaki etkilerinden ziyade, münâfıkların,
Hâricîliğin doğuşundaki etkileri ile ilgili veriler daha güçlü ve daha
gerçekçidir. Bu nedenle Hâricîliğin doğuşunda münâfıkların
rolüne vurgu yapmak daha bir önem kazanmaktadır.

Hâricîliğin
ortaya çıkışında genellikle öncü rol oynayan ve münâfıklıklarıyla
bilinen belli başlı üç kişinin ismi öne çıkmaktadır. Bunlar
Zü’l-Hüveysira et-Temîmî, Hurkus b. Züheyr ve İbn Sebe’dir.

1. Zü’l-Hüveysira et-Temîmî

Münâfıkların önde gelenlerinden, hatta reislerinden birisidir. Zü’l-Hüveysira, Huneyn’de bir ganimet taksimi
esnasında
Hz. Peygamber’in yaptığı taksimatı beğenmeyerek veya az bularak, “ey
Muhammed, âdil ol! Sen âdil davranmıyorsun!” demiş, Hz. Peygamber de,
“eğer ben âdil değilsem, âdil olan kimdir?” diye yanıtlamıştır. Durumu
gören bir sahabi, -ki bazı kaynaklarda bu sahabinin Hz. Ömer olduğu
söylenir- Hz. Peygamber’e,
“ey Allah’ın Rasûlü, müsade et de şu
münâfığın boynunu vurayım” demiş; Hz. Peygamber ise buna müsade etmemiş
ve, “bunun soyundan öyle kimseler çıkacak ki, sizler bunların namazı
yanında kendi namazınızı, bunların orucu yanında kendi orucunuzu ve
bunların kıraati karşısında kendi kraatınizi küçük ve önemsiz
göreceksiniz” buyurmuştur.
“Onlardan sadakaların (taksimi) hususunda
seni ayıplayanlar da vardır” âyetinin münâfıkların elebaşlarından birisi
olan söz konusu Zü’l-Huveysira hakkında nazil olduğu, bundan dolayı
Rasûlullah (s)’ın, “bundan (Zü’l Huveysira) ve arkadaşlarından (diğer
münâfıklardan) sakının”124 dediği aktarılmaktadır.

2. Hurkus b. Züheyr
Hz.
Peygamber’in ganimet taksimini beğenmeyerek, “adâletli davran...” diyen
şahsın, Hurkus b. Züheyr adlı bir kişi olduğunu iddia edenler de
vardır. Bu şahıs daha sonra Hz. Osman’a isyan edenler arasında Basra’dan
gelenlerin liderleri olarak görülmektedir. Hakemlerin kararları ilan
edildikten sonra Hz. Ali’nin ordusundan ayrılan Hâricîler, Hurkus’u
kendilerine namazlarında imâmlık yapması için seçmişlerdir. Münâfık
olduğu hususunda kaynakların ittifak ettiği Hurkus’u, Nehrevân’da
Hâricîler tarafından emîr (başkan) tayin edilen iki kişiden biri olarak
görüyoruz. Demek oluyor ki münâfıklığıyla ünlenen bu şahıs, sonradan
Hâricîlerin önderi olmuştur.

Hurkus, hakem olayı esnasında
yanında başka Hâricîler de olduğu halde Hz. Ali’ye gelerek, “Hüküm ancak
Allah’ındır” demiş; Hz. Ali de, “evet, doğrudur; hüküm ancak
Allah’ındır” deyince o, “hatandan dolayı tövbe et, davana geri dön
(hakemi kabul etme), bizimle beraber ol, Rabbimize kavuşuncaya kadar
düşmanla savaşalım”
demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali, “benim de
önceleri sizden istediğim buydu; fakat siz bana âsi oldunuz, bana karşı
çıkan sizlerdiniz” buyurmuştur. Hz. Ali’nin Hurkus’a söylediklerinden,
onu hakeme zorlayanların Hâricîler olduğu ve daha sonra hakeme
başvurduğu bahanesiyle ona isyan edenlerin de yine Hâricîler olduğu
açıkça belli olmaktadır.

Daha önce değindiğimiz üzere aynı
şahıslar, Cemel’de Hz. Ali ile Hz. Âişe, Talha ve Zübeyr’in öncülük
ettiği taraflar anlaştıktan sonra, aralarına fitne tohumu ekerek
binlerce Müslümanın kanının dökülmesine neden olan münâfıklardan bir
kaçıdır. Sözgelimi Hurkus b. Züheyr daha sonra Sıffin’de Hâricîler
arasında yer almış ve onların önde gelenlerinden birisi olmuştur.O,
diğer münâfıklarla beraber Müslümanlar arasında fitne yayarak, Hâricî
grubunun
Müslüman ordusundan ayrılmasında ve sonuçta Nehrevân’da Hz. Ali’nin
ordusuyla savaşmalarında belirleyici bir rol oynamıştır.

3. Abdullah b. Sebe’
Hâricîliğin
ortaya çıkışında etkili olan münâfık unsurlardan bir diğerinin de
Sebeiyye olduğu görülmektedir. Kaynaklarımızda adı İbnu’s-Sevdâ olarak
da geçen Abdullah b. Sebe’, daha sonra kendi adıyla anılacak bir
mezhebin kurucusu olmuş ve onun Hâricîliğin doğuşunda da etkili olduğu
iddia edilmiştir.

Kaynaklar, Hz. Osman’a karşı girişilen isyan
hareketinin arkasında İbn Sebe’nin faaliyetlerinden söz ederler. Bu
rivayetlerde verilen bilgilere göre İbn Sebe’, Hz. Osman’ın öldürülmesi
hadisesinde perde arkasından etkin rol oynamış münâfıklardan biri olarak
gözükmektedir. Hatta bazı rivayetlere göre İbn Sebe’, bizzat Hz.
Osman’ı öldüren isyancılar arasında yer almıştır. Yine, daha önce de
vurguladığımız üzere, Cemel Savaşı’ndan önce, taraftar
sulh üzere anlaştıktan sonra, savaşın patlak vermesinde etkin rol üstlendiği iddia edilenlerden biri İbn Sebe’dir. Hz.
Ali’nin,
“Osman’ın katli ile ilgili olaya katılanlar, bu cemaatten ayrılsın;
onların hiçbiri bizimle gelmesin” şeklindeki sözlerini duyan Abdullah b.
Sebe’, Malik b. Eşter ve Adiy b. Hatem-i Taî ile bir araya gelip fikir
teatisinde bulunmuştur. Tarih kaynaklarının verdiği bilgiye göre İbn
Sebe’nin onlara, “bu sulh gerçekleşirse
bizim sonumuz olur. Osman’ın
kanına karşılık bizim kanımız istenecektir. Öyleyse bu sulhun
gerçekleşmemesi için bir hile düşünmeliyiz. İnsanların arasını bozup
karışıklığa sebebiyet vermeliyiz.
Hile yaparak aralarını bozmalıyız. Yarın insanlar karşı karşıya geldiğinde harbi başlatınız. Düşünmelerine fırsat vermeyiniz.
Böylece
beraber olduğunuz kimse, harpten kaçınmaya fırsat bulamayacak; Allah da
Ali, Talha ve Zübeyr’i istemediğiniz o anlaşmayı yapamayacak kadar
meşgul edecek” demiştir. Bu hile uygulamaya konulmuş ve Müslümanlar
karşı karşıya gelerek kendilerini bir anda savaşın içerisinde
bulmuşlardır.

Murtezâ el-Askerî, İbn Sebe’yi, Seyf b. Ömer’in
uydurduğu hayalî bir şahıs olarak görür. Ona göre gerçekte İbn Sebe diye
bir şahıs yoktur. O, yalnızca Seyf’in uydurma masallarında,
düzmecelerinde dile getirilmiş efsâne bir kahramandır. Taha Hüseyin ve
Ahmed Mahmud Subhî gibi bazı çağdaş yazarlar ile İbn Sebe’ üzerine
akademik çalışmalar yapan bazı çağdaş araştırmacılar onun varlığını
reddedip tarihte oynadığı yıkıcı rolü kabul etmek
istemezler. Fakat
bir çok tarihçi ve Mezhepler Tarihi yazarları Hz. Osman’ın katledilmesi
olayını, Hz. Ali, Hz. Âişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr gibi sahâbeden
seçkin kişilerin içinde yer aldığı, savaştığı ve ayrılığa düştüğü Cemel
harbini, Hâricîliğin çıkışını ve Şîa’nın doğuşunu İbn Sebe’nin
faaliyetlerine, İslâm’ı içten yıkmaya matuf münâfıkça tavırlarına ve
sinsice hazırlanmış planlarına bağlamışlardır. Gerçi Rasûlullah (s)’ın
vefatından sonra İslâm dünyasında ortaya çıkan bütün problemlerin
kaynağını, âdeta bir günah keçisi arayışıyla tamamen İbn Sebe’nin
faaliyetlerinde arama, her fitne ve kötülüğü onun yapıp ettiklerine
bağlama düşüncesi, bütün sahâbeyi bir yahudinin oyununa gelen insanlar
konumuna düşürebilecek sathî ve mübalağalı bir değerlendirme olabilir.
Rasûlullah
(s)’ın vefatından sonra İslâm dünyasında ortaya çıkan bütün fitnelerin
ve problemlerin kaynağını, tamamıyla İbn Sebe’in faaliyetlerinde aramak,
onun bütün olaylara sihirli bir el gibi müdahale eden bir efsane
kahramanı olduğunu varsaymak, sathî ve mübalağalı bir değerlendirme
olur. İslâm’ın ilk döneminde İslâm dünyasında bütün olup biten
hareketleri adetâ bir hayal kahramanının faaliyetlerine bağlayan bu tür
tutumları, gerçek
dışı değerlendirmeler olarak kabul ettiğimizi
belirtmeliyiz. Ne var ki, İbn Sebe’nin tarihte yapıp ettiği bütün
faaliyetleri görmezlikten gelmek ve bütün tarih ve fırak yazarlarının
onun tarihte oynadığı olumsuz rol ile ilgili dile getirdiklerini yok
varsaymak da realiteyle bağdaşmaz. Bütün verileri inkâr eden ve
realiteyi yok varsayan bu bakış açısı bizce ilmî dayanaktan yoksundur. O
halde, “tarihte İbn Sebe’ adında bir şahıs yaşamadı ve o İslâm
aleyhtarı hiçbir faaliyette bulunmadı” da diyemeyiz. Bütün tarihçi ve
fırak yazarlarının onun faaliyetleri ile ilgili yaptıkları aşrı vurguyu
bir kenarda tutarak, gerçekte onun bir münâfık olarak döneminde, kendi
gücü dahilinde, bir insanın gücünün elverdiği oranda yıkıcı
faaliyetlerde bulunmuş olduğunu kabul etmek en mantıklı yoldur.

İbn
Sebe’nin, Şîa’nın doğuşunda değilse bile, Hâricîliğin doğuşunda etken
rol oynadığı savı, yabana atılacak bir iddia değildir. Zira İbn Sebe’nin
yaptığı bir toplantıya Hurkus b. Zuheyr ve Şureyh b. Evfâ gibi
Hâricîlerin önde gelenlerinin katılması, Hâricîliğin de Sebeiyye’den
neşet ettiğinin veya onun etkisiyle ortaya çıktığının bir delili
sayılmıştır. Muhammed Hamidullah bu konuda, “şâyet İbn Sebe, Hz.
Osman’ın şehadetiyle neticelenen ve Müslümanlar arasındaki iç savaşın ve
anarşinin tohumlarını ekerek, gayr-i müslimlerin imdadına koşmamış
olsaydı, “eski dünya” (Asya-Avrupa-Afrika) sayılan coğrafî birliğin
siyasî birleştirilmesi planı o devir için gerçekleştirilmeyecek bir plan
olmayacaktı” tespitinde bulunmaktadır.

Gerçekten de özelde İbn
Sebe, genelde de İslâm’ı içten yıkmak isteyen ve bu hususta bütün
güçleriyle mücadele veren diğer münâfıklar ve nifak hareketleri, gayr-i
müslimlerin imdadına yetişmeseydi, değil “Eski Dünya” denilen coğrafî
birliğin siyasî birleştirmesi planı, belki de bütün dünyanın siyasî
birleştirilmesi planı o devir için gerçekleştirilemeyecek bir plan
olmayacaktı. Zira Müslümanlar Hz. Peygamber döneminden Emevîler devrine
kadar geçen kısacık bir zaman dilimi içerisinde İslâm devletinin
sınırlarını doğuda Maveraünnehir, batıda İspanya’ya kadar
ulaştırdıklarına
göre, İslâm’ı içten yıkmak isteyen münâfıkların çeşitli entrikalara
dayalı hile ve desiseleri olmasaydı, onların İslâm meş’alesini, güzel
ahlâk, adâlet, doğruluk ve dürüstlük esasına dayalı İslâm nurunu
dünyanın dört bir yanına taşımamaları için hiçbir neden olmayacaktı.

İslâm’ın
ilk döneminde Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâmî hükümleri
içerilerine sindiremeyen ve sırf İslâm’ı içten yıkıp eski câhilî
hayatlarına tekrar dönmek için İslâm’a giren, asıl gayelerini gizleyerek
Müslümanların akidelerini bozmaya ve kendi bâtıl fikirlerini sinsice
yaymaya çalışan münâfıkların Müslümanlara büyük zararları dokunmuş,
bunların faaliyetleri, sonuçta fitne ve fesadın yayılmasına zemin
hazırlanmış ve böylece Müslümanlar arasında ihtilâflar baş göstermiştir.
İslâm dünyasında münâfıkların sinsi planları sonucu kanlı savaşlar,
dağılmalar, bölünmeler
ve kamplaşmalar meydana gelmiştir. Böylece
Müslümanlar fırkalara ayrılmış, İslâm dünyasında akidevî yönden eski
safiyet yitirildiği gibi, siyasî birlik de bozulmuştur. Hâricîliğin
ortaya çıkışında da münâfıkların belirleyici bir etkisi olmuştur.
Münâfıklar, İslâm tarihinde ilk defa meşrû nizama karşı topluca
ayaklanan ve kan döken bir “âsiler topluluğu”nu Hâricîlik adıyla bir
araya getirmeyi başarmış, böylece bir çok siyasî ve dinî fırkanın
zuhuruna, ümmet arasında ayrılığın yayılmasına ve kanlı çarpışmaların
baş göstermesine neden olmuş; ayrıca bu yolla bir takım alışılmamış
görüşlerin ve kavramların da Müslümanlar arasında yayılmasına sebebiyet
vermişlerdir.

Hariciliğin Belli Başlı Temel Özellikleri
1)
Hariciler kendi görüşlerini paylaşmayanları acımasızca din adına
öldürüyorlardı. Kendilerinden farklı yorum yapan kimseleri “kâfir” ilan
ediyorlardı.
Muhammed Ebu Zehra, Haricilerin tıpkı Fransız
Devrimindeki Jakobenlere benzediklerini savunur. Haricilerde tıpkı
Jakobenler gibi süslü sloganların ardına gizlenmeyi ve zülüm yapmayı çok
iyi beceriyorlardı. Jakobe
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Hâricîler ve Hâricilik
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: Din Kültürü Dersi-Eğitim Öğretim :: Din Kültürü Ahlak Bilgisi Dersi :: 7.sınıf :: Alevilik-
Buraya geçin: