bir insan,insanlar hakkında olmuş yada olabilecek olaylardan haberdar
edebilirmi?ve bunun levh-i mahfuzda yazılı olanları söylemekten ibaret
olduğunu,orada herkesin ruh kimliklerinin adeta dosyalanmış olduğunu ve
bilinmeyenleri oraya dayanarak söylediğini iddia edebilirmi?bunları
bilebilmek bir ilim midir gerçekten? bu söylenenlere inanmak doğru
mudur?inanırsak şayet gizli şirk mi olur?levh-i mahfuzda yazılıysa
herşey rical-i gayb alemi nasıl olacakların belirlendiği bir alem
olabiliyor?
Cevap 1:
Gayb, bilinmeyen demektir. Allah’tan başka kimse bilmez mealindeki ayet bu hakikati ihtar etmektedir.
Cin
suresi 26. ayette Gaybı ancak Allah’ın bileceği ifade edilir. Ancak
devamındaki ayette ise, razı olduğu kullarına gelecek ve geçmişten
bilgiler vereceği haber verilir. Demek ki, Allah bildirirse Allahın
sevgili kulları da bilebilir.
Öyleyse "Gaybı ancak Allah bilir"
sözünü Allah bildirmezse kimse gaybı bilemez diye anlamak gerekir.
Nitekim peygamberimiz kendinden sonra olacak ve önceden olmuş bazı
olayları Allah’ın izniyle haber vermiştir.
Evet Allah kendi
iradesi gereği bir sevgili kuluna ( Peygamber veya evliyaya ) gaybı
bildirebilir. Bu zat-ı muhteremler de kablel- vuku bir hadiseyi haber
verebilir. Yani bir hadise daha vuku bulmadan önce Allah başkalarına da
bildire bilir. Bu durum Allah’ın hür iradesinin de delilidir. Şayet
Allah’tan başka kimse bilmez, deyip peygamber ve evliyalarında gaybı
bilemediğini iddia etsek o zaman hem ayetin sıhhatine de zarar vermiş
hem de Allah’ın iradesinin de kayıtlanması anlamında bir fikri peşinen
kabullenmiş olacağız. Bu ise, bizim itikatımıza terstir.
Vahiy sadece peygamberlere gelir. İlham ise Allah'ın veli ve sevgili kullarından herkese gelebilir.
Size alimlerimizin bu ayete verdiği tefsiri verelim:
GAYB,
duygu ve ilimde veya varlık âleminde hazır olmayan demektir. Birçok şey
hadd-i zatında, varlık âleminde, görünen âlemde hazır olduğu halde
birbirlerine göre gaip olur. Mesela bir kimsenin kalbindeki kendisine
göre hazır olduğu halde başkasına göre gayp olur ve o kalp onun,
başkasına göre gaybıdır. Nitekim "Gayba inanırlar"(Bakara, 2/3) bir
mânâca "kalbe inanırlar" diye tefsir edilmiştir. Fakat onun ğaybı,
mutlak bir gayb değil, bağıntılı gaybtır. Yani mutlak mânâda gayb değil,
başkasına göre gaybtır. Aslında mevcut ve hazır olduğu için doğrudan
doğruya veya işaret ve izlerinden bilinmek şanıdır. Allah, henüz varlık
âlemine gelmeyen, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayp
olan şeyleri bildiği gibi, henüz vücuda gelmemiş olanları da bilir. Ona
göre gayp yoktur. Fakat o kendi gaybını, -yani bütün varlıklara göre
mutlak gayp olan ve Bâtın (yani gizlilikleri bilen) isminin ortaya
çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye açmaz. Açık ve kesin şekilde
gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye açmaz. Onun için ne insan,
ne cin, ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez.
Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a dair bazı bilgiler
edinilebilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya
gizli bazı sebeplerle mutlak gayba dair bazı şeyler sezilebilmesine de
aykırı değildir. Bununla beraber bunların hiçbiri zan ve kuruntudan
arınmış tam bir keşf ve ortaya çıkarma mânâsına kesin bir ilim olamaz.
Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan eden bilimsel araştırma ve
buluşların, delile dayanarak mantıkî neticeler çıkarmanın bile yarın
için hükmü bir kıyastan öte geçemez. Matematiksel bir kesinlik ifade
etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka; meydanda, açık
olmak yine başkadır. Yüce Allah henüz vücuda çıkarmamış olduğu gaybını
kimseye açmaz, açığa çıkarmaz.
Ancak elçileri içinde seçip
dilediği bir elçi hariç. Dilerse ona gaybından bazı şeyleri açar. Henüz
varlık âlemine gelmeyen şeyleri açıkça bildirir. Bunlar onun ya
elçiliğinin ilkeleri ve delilleri olan mucizeleri veya yükümlülükleri,
hükümleri ve yaptırımları gibi elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili
bilgiler olur. Bu durumda da yine o elçi gaybı bilmiş olmaz. Kendisine
haber verilmiş, bildirilmiş olanı bilir. Onun için o kıyametin
kesinlikle olacağı bildirilmemiş, "De ki, onun ilmi ancak Allah
katındadır."(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur. Fakat o elçi kendisine gayptan
gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller olmayıp da
Allah tarafından bir gerçek olduğunu nasıl bilir? Bunu açıklamak için
buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı gösterirken O elçinin önünden ve
arkasından, her tarafından gözetecek bir takım gözetleyici melekler
dizer. Onlar, o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona gizli bir şey
karıştırılmaması; cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer
yaratıklar tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetir,
sokulmak isteyenleri yukarda açıklandığı üzere ateşi andırır
kıvılcımlarla yakarlar. Onun için Allah kelâmı, gizli bir noktası
kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir. Bu nedenle o
sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o
gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı
türünden bir şey çalmak ve bununla kahinlik yapmak için sokulmaya
çalışırlar. Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir
kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki,
bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine mahsus olan şihâb
(parlak alev) mucizesidir. (Hak Dini Kur’an, Cin Suresi 26 ve 27
ayetlerin tefsiri)
Cevap 2 :
İbadet,
hayatın gayesidir. İbadetten maksat Allah’ın rızasını ve sevgisini
kazanmaktır. Ancak ibadet bir kalıplar ve şekiller bütünü değildir. O
şekil ve kalıpların ardındaki mana, ibadetin özünü teşkil eder. “Kulun
Rabb’ine en yakın olduğu an secde anıdır.” hadisi bu hakikati anlatır.
İbadet sadece ödenmesi gereken bir borç da değildir. O, minnet, şükür,
sevgi ve vefanın sembollerle ifade edilişinin adıdır. Bu sebeple
ibadette kul ile Ma’bud arasında yoğun bir alışveriş söz konusudur.
“Bana dua edin, ben de duanıza karşılık vereyim.” (Gâfir, 40/60) ayet-i
celilesi bunu anlatmaktadır. Kul isteyecek, Allah verecek, kul O’na bir
karış yaklaşacak, O buna daha büyük bir adımla karşılık verecek, kul
O’na yürüyecek, O buna koşarak mukabele edecektir. Bu alışverişlerin
sonunda bir yaklaşma ve yakınlaşma meydana gelecektir. Yakınlaşma kulun,
kendi eksiğinin, kusurunun ve ihtiyacının farkına vararak Rabb’inin
büyüklüğünü, kudretini ve kusur ve noksandan münezzehiyetini idrak
ederek O’nu tanıma noktasına ulaşacaktır. Kul o zaman Rabb’inden başka
sığınacağı bir melce, derdini açacağı bir makam ve hemhal olacağı bir
dostun olmadığını anlar. Bu seviyeyi yakalayabilen kul, “Allah dostu”
veya “velî” olarak ifade edilir. Halk arasında “evliya” olarak bilinen
kelime “veli” kelimesinin çoğuludur. Allah’a dost olma makamına da
“velâyet” denir. Allah’a dost olana her şey dost olur.
Bu
seviyeyi elde edebilen insanlar hem Kur’an’da hem hadis-i şeriflerde
övülmüştür. “Allah’ın velî kulları için korku ve tasalanma söz konusu
değildir. Velîler o kimselerdir ki O’na iman edip, emirlerine aykırı
hareketlerden sakınırlar.” (Yunus, 10/62-63) ayet-i kerimesi ve “Her kim
benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı harp ilan
ederim...” (Buhari, Rekaik, 38) kudsi hadisi bunun öne çıkan
örnekleridir. Elmalılı Hamdi Yazır, söz konusu ayetin tefsirinde
“Evliyaullah” kelimesini, “Allah’a dost olanlar, Allah için dost olanlar
ve Allah için birbirine destek olanlar” şeklinde tarif eder. Nebiler
Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine “Evliyaullah”ı soran
birisine şöyle cevap vermişlerdir: “Onlar öyle kimselerdir ki,
görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatırlar.” (İbn Mace, Zühd, 4)
Bediüzzaman’a göre velayet iki kısımdır
Bediüzzaman
Hazretleri velayeti “büyük” ve “küçük” olmak üzere iki kısımda ele
alır. Büyük velayet, sahabenin mazhar olduğu velayettir. Sahabe
efendilerimiz, gerek dinin hayat bulması adına eda ettikleri misyon,
gerekse Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in sohbetinde
bulunmaları sebebiyle başkalarının uzun yıllar süren bir gayretle
kazandıkları manevi seviyeden daha fazlasını çok kısa zamanda elde
etmişlerdir. Bu çeşit velayette çok az keşif ve keramet görülür.
Küçük
velayet ise bahsimize konu olan ve uzun yıllar süren manevi çalışmalar
ve gayretler neticesinde kullara İlahi bir ikram olarak verilen
velayettir. Velayet, kitaplardan okuduğumuz iman hakikatlerinin
vicdanımızda ve kalbimizde tam manasıyla ve gözle görülmüş gibi idrak
edilmesi maksadıyla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in miracının
gölgesinde ve O’nun sünneti çerçevesinde takip edilen yolda (tarikat)
elde edilen bir makamdır. Tamamen kalple sürdürülen bu yolun anahtarları
ve vesileleri Allah’ı çokça zikretmek ve kâinata tefekkür nazarıyla
bakmaktır.
Velayet, aynı zamanda Kur’an’ın beyan ettiği ve
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in getirdiği hakikatlere delil
teşkil etmektedir. Çünkü velayet yolunda yürüyen bir insan, aklıyla
kabul ettiği iman esaslarını aynen görmüş gibi bir kesinlik içinde
kalbiyle de tasdik eder. Kur’an’dan secde emrini alan bir Müslüman,
velayet sayesinde secdede kendisinin Rabb’ine ne kadar yakın olduğunu
hisseder ve secdenin gerçek anlamını öğrenir.
Onlar kimlerdir?
Hazreti
Ömer’in (radıyallâhu anh) rivayet ettiği bir hadis-i şerifte ise Allah
Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: “Allah’ın
kullarından birtakım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehit de
değiller; ama kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı
nebiler ve şehitler kendilerine imrenerek bakacaklardır. Bunun üzerine
oradakiler, “Bunlar kimlerdir ve ne gibi ameller yapmışlardır, bize
bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim.” dediler.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Bunlar öyle bir topluluktur ki
aralarında ne akrabalık, ne ticaret ne de başka bir dünya menfaati
olmaksızın birbirlerini sadece Allah için severler. Vallahi yüzlerinde
bir nur vardır, kendileri de nurdan minberler üzeredirler. İnsanlar
korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman
bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu ve ardından Yunus Suresi’ndeki 62-63.
ayeti okudu. (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)
Veli insan, velayeti ya lütuf ya da imtihan görür
Fethullah
Gülen Hocaefendi “veli”yi “Kendi uzaklığını aşarak bize şah damarından
daha yakın olan Cenab-ı Hakk’ın yakınlığına ulaşmış kişi” olarak tarif
eder. Bu manâda veli olabilmenin bazı şartları vardır. Bu şartların
başında hiç şüphesiz İslam’ın vazgeçilmez emirlerini yerine getirmek ve
yasak olan şeylerden kaçınmak gelir. Bunu “Allah’ın kulları için
belirlediği hudutlara saygılı olmak” şeklinde de ifade edebiliriz. Bu
hudutlara saygıyı bazıları çile çekerek, bazıları zikir ve ibadette
derinleşmekle süslemiş, böylece bedene ait uzaklığı aşarak “Kalp ve
ruhun hayat derecesine yükselmişlerdir”. Bu insanlar, kulluk yolunda
sürekli farklı şeyler duymuş, farklı şeyler hissetmiş, farklı bir
mertebede yaşamış ama bunların hiçbirini bir fevkalâdelik
saymamışlardır. Onlar bu farklılıklara Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine birer
lütfu ya da imtihanı olabileceği nazarıyla bakmışlardır. Bu örnek
insanlar, Allah’a ulaşma ve O’na dost olma gayretlerinde hiçbir beklenti
içine girmemiş, ibadetlerindeki derinleşmelerini havada uçmaya, suda
yürümeye bina etmemişlerdir. “Dini yalnız O’na has kılarak Allah’a
kulluk et.” (Zümer, 39/2) emri gereği dini de, diyaneti de halisane
yalnız O’na tahsis ederek ömürlerini Allah’a kullukla geçirmişlerdir.
Bu
yol, sadece velilerin değil, Allah’a kul olma şerefini yaşamak
arzusundaki herkesin izlemesi gereken bir yoldur. Bize düşen, kulluk
adına vazifemizi eksiksiz yapmaktır. Bu esnada Cenab-ı Hak bize
ekstradan lütuflarını ihsan ederse o lütufları hamd ederek karşılar ve
şükürle iki büklüm oluruz. Ancak bu tür lütuflar kesinlikle kulluğumuzun
hedefleri arasında olmamalıdır. Zira Allah dostu olmanın yegâne yolu bu
değildir. Mesela sahabe-i kiramın hepsi velidir ama hiçbiri velilerin
geçtiği yoldan geçmemiştir. Sahabenin hepsinin veli olduğu meselesi
İslam âlimleri arasında genel kabule mazhar olmuş ve çokları tarafından
dile getirilmiş bir kanaattir. Çünkü sahabe, Nebi sohbetinin bereketine
mazhar, her gün oturdukları yerden semavi sofralar ile ödüllendirilip
din adına yeni, orijinal mesajlarla karşılaşan, böylece gökler ötesini
her gün bir kere daha kendine has rengi ve deseniyle duyan insanlardır.
Bu açıdan hiç kimse onların seviyesine ulaşamaz ve kulluk adına mutlak
fazilet onlara aittir. Dolayısıyla “Veli” ya da “Evliya” derken
derecesine göre akla ilk önce sahabe-i kiram gelmeli, sonra yine
derecesine göre tâbiîn ve tebe-i tâbiin gelmelidir.
Allah dostları gaybı bilmezler…
Bazı
veliler, kendilerinin veli olduklarını bilmezler. Bediüzzaman, bu
durumu “Evliyâullah Allah’ın bildirdiği şeyleri bilirler. Allah
bildirmezse bilmediklerine delil, Ashab-ı Kiram arasındaki kavgalardır.”
diyerek açıklıyor. Demek ki bir insan “veli” bile olsa Allah
bildirmeyince bilmez. Öyleyse, her devirde fertler içinde çok büyük
veliler olabilir. Allah bildirmezse o kişiler veliliklerini bilmezler.
Gaybı bilen sadece Allah’tır. Allah dostlarının gayb gibi görünen bazı
bilgileri vermeleri, kendilerinden değil tamamen Allah’ın onlara
bildirmesiyle olmaktadır. Bu hassas noktayı göz önüne almadan o
insanların gaybı bildiklerini zan ve iddia etmek, herhalde en çok Allah
dostlarını üzecek bir şirk ifadesidir. Bu durum onlar hakkında Allah’ın
ayrı bir lütfu ve ihsanıdır. Bazıları vardır ki konumlarını
bildiklerinde onu başkalarına karşı övünme sebebi görebilirler. “Şu
rüyayı gördüm, şunu şöyle müşahede ettim” diyerek Allah’ın kendilerine
olan özel ikramlarını herkese anlatırlar.
Tasavvuf Hakk’a ulaştırır
İslam
tarihi boyunca pek çok maneviyat büyüğü, kendi kulluk tecrübelerini
çevrelerinde bulunan insanlarla paylaşmışlardır. Bu, onların yaşadıkları
güzellikleri başkalarının da yaşamasını istemelerinden
kaynaklanmaktadır. Bu kutlu insanlar tarafından anlatılan tecrübeler
zamanla sistemli bir hal almıştır. Tasavvuf ilmi de bu tecrübelerin
belli bir sisteme dönüştürülmesi çabalarından ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla tasavvuf, teorik bir ilim değil, yaşanarak öğrenilen bir
kulluk tecrübesidir. Bu tecrübeleri başka insanlara duyuran ve öğreten
kollara “Tarîkat” denmiştir. Tasavvufun ve tarikatların tek amacı,
insanlara Allah’a daha güzel kulluk yapmanın yollarını öğretmektir. Çok
istisna olsa da tarihte bu amaçtan uzaklaşan bazı düşüncelerin bulunması
tasavvuf ve tarîkatın ehemmiyetini düşürmez.
On dört asırlık
İslam tarihi boyunca Allah dostları, herkes tarafından derin bir saygı
ve büyük bir sevgiye mazhar olmuşlardır. Gerçek hak dostları bu sevgi ve
saygıyı hiçbir zaman istismar etmemişler, çevrelerinde toplanan
insanlara hep iyiyi ve doğruyu öğretmişlerdir. Kendilerine gösterilen bu
teveccühü hak adına adeta bir kredi gibi kullanarak, insanların
nazarlarını Kur’an’a ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e
çevirmişlerdir. Onların istekleri dışında mazhar oldukları kerametler ve
bazı olağanüstü haller, insanların onlara olan bağlılık ve güvenlerini
artırmıştır. Onlardan günümüze intikal eden pek çok hadise ve menkıbe,
yaşanmıştır ve gerçektir. Arada bazı efsanevi hikâyelerin bulunması,
onlara olan güvenimizi sarsmamalıdır.
İslam’da sınıf ayrılığı yoktur
İslam
tarihinin hiçbir döneminde tarikatlar insanları sınıflara ayırmamıştır.
Müslümanların vefa ve kadirşinaslık duygularıyla maneviyat büyüklerine
saygı göstermelerini başka şekillerde yorumlamak hakkaniyetli bir
davranış değildir. Kulluk adına bir kısım eksiklerinin farkında olup
onları tedavi etmek isteyen bir Müslüman’a o yollardan geçmiş bir
maneviyat büyüğünün kendi tecrübelerini aktarması, ona nasihatlerde
bulunması kadar tabii ve Müslümanca bir davranış olamaz. Bunu bir sınıf
farklılığı olarak algılamak bu gayretlere karşı yapılmış bir
haksızlıktır.
Allah dostlarını sevmek, bir Müslüman için özgüven
kaybına yol açmaz. Aksine, onları gören ve tanıyan insan, kendisinin de
onlar gibi olması gerektiği düşüncesiyle kulluk yolunda daha çok gayret
eder. Eğer öyle bir özgüven kaybı söz konusu olsaydı, Cenab-ı Hak,
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ve diğer bütün peygamberlere
yüzlerce mucize ihsan etmezdi.
Burada biz Müslümanların dikkat
etmesi gereken en önemli husus, şirke düşme tehlikesidir. Çünkü Allah
dostları da bizim gibi fani insanlardır. Onlarda görülen bazı
özellikler, yukarıda da ifade edildiği gibi, tamamen Yüce Allah’ın bir
ihsanıdır. Kendilerinden değildir. Onlarda olanı kendilerinden bilmek ve
Allah’tan isteyeceğimiz şeyleri onlardan istemek ve beklemek bizi
farkında olmadan şirke götürebilir. Her şeyde olduğu gibi sevgi ve
alakada da dengeli olmak ve o insanlardaki güzelliğin asıl sahibine
(celle celâluhu) yönelmek, kulluk anlayışımızın temeli olmalıdır.
Tasavvuf kâmil insanı hedefler
Tasavvuf
her zaman bize “insan-ı kâmil” olma yollarını göstermiştir. İnsan-ı
kâmil, mükemmel insan demektir. En mükemmel insan da imanı en kâmil olan
insandır. Çünkü “İman insanı insan eder.” Efendimiz (sallallâhu aleyhi
ve sellem)’in “Sizden biriniz şunları yapmadıkça kâmil imanı elde
edemez…” diye başlayan pek çok hadisi vardır. Bu hadislerde O, ümmetine
kâmil insan olmanın formüllerini vermiştir. En kâmil insan da insanlığın
iftihar tablosu Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’dir. Bir
Müslüman’ın en büyük gayelerinden biri yaradılış maksadına uygun olarak
kâmil imanı elde edip mükemmel bir insan olmaktır.
Ricalü’l-gayb var mıdır ve ne demektir?
Allah
dostlarıyla alakalı olarak tartışılan konulardan biri de
“Ricalü’l-gayb” (görünmeyen adamlar) meselesidir. Ricalü’l-gayb,
hayatını Allah’ın istediği istikamette yaşamış ve en güzel biçimde
noktalamış Nebi, Sıddık, şehit, veli gibi Hak dostlarıdır. Bu yüce
ruhlar, vefatlarından sonra da Allah’ın izni ve sevkiyle dünyada ihtiyaç
olduğu takdirde bazı vazifeleri yerine getirirler. Şanlı tarihimiz bu
tür hadiselerin en büyük şahididir. Bedir Savaşı’ndan en yakın zamanda
yaşadığımız Kıbrıs harekatına kadar pek çok hadisede bazı insanların
gördüğü atlılar, yeşil sarıklılar, daha önceki savaşlarda şehit olmuş
askerler vardır. Bunlar Kur’an’ın beyanıyla öldüklerinin farkında
olmayan şehitlerdir. (Bakara, 2/154) Allah ruhlarını kendisi için feda
eden bu dostlarını isterse ve hikmeti gerektirirse bazı işlerde
kullanabilir. Allah’ın bu tasarrufuna hiçbir şey mani değildir. Ancak bu
gerçekler bizi asıl vazifelerimizden uzaklaştırmamalı ve tembelliğe
sevk etmemelidir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca
sayısız inayet ve lütfa mazhar olmuştur; ama O, bütün işlerinde sonuna
kadar sebeplere de riayet etmiştir. Uhud Savaşı’nda kendisinin iki tane
zırh giymesi, okçular tepesini kontrol altında tutmak istemesi ya da
Hendek Savaşı’nda Medine’nin etrafına hendek kazması bunun en açık
örnekleridir.
Kulluk, bir rıza pazarıdır. O pazardan herkes
kabiliyetine ve gayretine göre bir şeyler kazanır. Bu pazarın zenginleri
Allah dostlarıdır. Ama bütün zenginlikler gibi bunu da veren Allah’tır.
Dolayısıyla Allah dostlarının elindeki bütün güzellikler, gayretlerinin
ve samimiyetlerinin neticesinde kendilerine yüce Yaratıcı tarafından
ihsan edilmiştir. Bu güzellikleri Allah dostlarının kendilerinden bilmek
insanı şirke götürür. Müslüman’a düşen, tevhid akidesini sarsmadan
Allah dostlarına hak ettikleri saygı ve hürmeti göstermek, onları örnek
alıp kulluk tarzını onlara benzetmeye çalışmaktır. Tevhid ve şirk
arasındaki bu ince çizgiyi kavrayamayanlar ya şirk kokan yanlışların
içine düşer ya da şirke düşmeme adına pek çok maneviyat büyüğüne
saygısızlık edip sayısız feyiz ve bereketten mahrum olurlar.
Allah dostlarına ilham eder mi?
Allah
dostlarının önemli özelliklerinden bir tanesi de maddi manevi berekete
mazhar olmalarıdır. Bereket halk arasında daha çok maddi değerler için
kullanılır. Rızkını helal yoldan kazanan, boğazından haram bir lokmanın
geçmemesi için azami gayret sarf eden insanların kazançlarına Allah
bereket ihsan eder. Bu kazanılan paranın, değerinden çok daha fazla bir
fayda temin etmesi demektir. Kulun o samimi gayretine karşılık Allah’ın
bolca ikramda bulunmasıdır. Aynı husus manevi âlemde de geçerlidir.
Allah yolunda ilim tahsil eden insanlara gayretlerindeki samimiyetten
dolayı Yüce Allah bereketler ihsan eder. O insanın aklını, zihnini ve
gönlünü ilme açar. Zorlandığı ya da tıkandığı noktalarda Allah kalbine
yeni ilhamlar gönderir. Bir bal arısına bile nasıl hareket edip balı
nasıl üreteceğini ilham eden Allah (Nahl, 16/68-69) insanlığın hayrı ve
imanlarının kurtulması için hayatını feda eden alimlerin kalplerini de
elbette ilhamsız bırakmayacaktır.
Süleyman Sargın