KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih ..

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Empty
MesajKonu: Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih ..   Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Icon_minitimeC.tesi Kas. 07, 2009 7:17 am

hADİS sÜNNET nEDİR?
SÜNNET dÜŞMANLARINA CEVAPLAR


HADİS:

Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözleri, fiilleri, takrirleri ile ahlâkî ve beşerî vasıflarından oluşan sünnetinin söz veya yazı ile ifade edilmiş şekli. Bu mânâda hadis, sünnet ile eş anlamlıdır.

Hadis kelimesi, "eski"nin zıddı "yeni" anlamına geldiği gibi, söz ve haber anlamlarına da gelir. Bu kelimeden türeyen bazı fiiller ise haber vermek, nakletmek gibi anlamlar ifade eder. Hadis kelimesi, Kur'ân'da bu anlamları ifade edecek biçimde kullanılmıştır. Sözgelimi, "Demek onlar bu söze (hadis) inanmazlarsa, onların peşinde kendini üzüntüyle helâk edeceksin." (Kehf: 6) âyetinde "söz" (Kur'ân); "Musa'nın haberi (hadîsu Mûsa) sana gelmedi mi?" (Tâhâ: 9) ayetinde "haber" anlamına gelmektedir. "Ve Rabbinin nimetini anlat (fehaddis)" fiili de "anlat, haber ver, tebliğ et" anlamında kullanılmıştır.

Hadis kelimesi zamanla, Hz. Peygamber'den rivâyet edilen haberlerin genel adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kelime, bizzat Rasûlullah (s.a.v) tarafından da, bu anlamda kullanılmıştır.
Buhârî'de yer alan bir hadîse göre Ebû Hureyre, "Yâ Rasûlallah, kıyâmet günü şefâatine nâil olacak en mutlu insan kimdir?" diye sorar.
Hz. Peygamber şöyle cevap verir: "Senin "hadîse" karşı olan iştiyakını bildiğim için, bu hadis hakkında herkesten önce senin soru soracağını tahmin etmiştim. Kıyâmet günü şefâatime nâil olacak en mutlu insan, "Lâ ilâhe illâllah" diyen kimsedir." ( Buhârî, İlim: 33 )

Çok eskilerde doğru-yanlış, tarihi, efsanevi her türlü haberlere hadis, bunları anlatanlara da huddas denirdi.
Hatta Kur’an-ı Kerim bizzat kendisi için “Ahsenu’l-hadis: Sözlerin en güzeli” (Zumer: 23) ifadesini kullanmıştır.
Hz. Peygamber de bir hadis-i şerifinde Kur’an-ı Kerim’i “Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabıdır.” (Buhari, Edeb: 70; İ’tisam: 2; Muslim, Cum’a: 43 ) diye tanımlamıştır.

Ancak dini literatürde hadis önce Hz. Peygamber’in sözü, daha sonra da O’nun söz söz, fiil ve takrirleri için kullanılmıştır. Hatta sahabe ve tabiun söz ve fiillerine de –mevkuf ve maktu’ kayıtlarıyla da olsa- hadis denilmektedir.
Bu manada hadis yerine haber kelimesini kullananlar; sahabe ve tabiun’a ait söz ve fiiller için eser terimini tahsis edenler de bulunmaktadır.
Bugün en geniş çerçevesiyle hadis şöyle tarif edilmektedir:
“Hadis, söz, fiil, takrir, yaratılış veya huyla ilgili bir vasıf olarak Hz. Peygamber’e (veya sahabe ve tabiun’a) izafe edilen her şeydir.” (İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulü, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 25 )

Hadîs, Araplar arasında İslamdan önce de kullanılan bir kelime olarak söz demektir. Tahdîs masdarından, haber vermek manasında bir isimdir.
Istılah olarak, İslâm âlimleri Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözlerini ifâde için kullanmışlardır. Birçok hadîsçiler, hadîs deyince Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, münhasıran sözlerini kastetmiş iseler de, fukahâ ve usuliyyûn ile bazı hadîsçiler, zamanla, bu kelimeyi sünnet'le aynı manada kullanarak Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbet edilen söz, fiil, takrir vs. nevinden her şeye ıtlak etmişlerdir.

Hâdis kelimesini bâzı âlimler, sonradan vukûa gelen "yeni" manasında da görmüşlerdir. Nitekim hâdis kelimesi aynı köktendir ve sonradan olan şey demektir. Mahlûkât hâdis'tir. Çünkü Allah tarafından zaman içinde yaratılmıştır. Bunun zıddı kadîm'dir. Öyle ise Allah'a ait olan Kur'ân kadîm'dir. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a ait olan şey ise hadîs'tir. Âlimler, bu sebeple, Türkçemizde, Kur'an'ı kastederek ifade edeceğimiz Allah'ın sözü manasını Arapça olarak hadîsullah tabiriyle ifâde etmekten kaçınıp kelamullah tabirini kullanırlar.
Hadîs kelimesi lugat manasında olmak üzere Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok ayetlerde kullanılır.
"Ayetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman onlar Kur'ân'dan başka bir sözle meşgul oluncaya kadar kendilerinden yüz çevir." (En'âm: 6/68).
Kezâ şu âyette de hadîs kelimesi lügat manasındadır:
"Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitab'ı, sözlerin en güzeli olarak indirmiştir." (Zumer: 3).

Rasûlullah (s.a.v.)'ın da hadîs kelimesini, ıstılahî manada mükerrer seferler kullandığını görürüz. Daha önce Ebû Hureyre'nin hayatını anlatılırken, onun hadîs öğrenme aşkını Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da bilmekte olduğunu belirtmek için, Ebû Hureyre (radıyallahu anh)'nin: "Ey Allah'ın Rasûlu, kıyamet günü, sizin şefaatinizden en ziyâde kim istifâde edecek?" sorusuna cevabı sırasında şöyle dediğini belirtmiştik:
Buhârî'nin Sahîh'inde de yer alan bu rivayette hadîs kelimesi iki sefer kullanılmakta, bilhassa ikincisi tamamen ıstılahî mana taşımaktadır, meali şöyle:
"Ey Ebû Hureyre, bu haber (hadîs) hususunda senden önce bir başkasının soru sormayacağını tahmîn etmiştim, zira senin hadîs'e olan hırsını biliyordum."
Şurası muhakkak ki, Ümmet, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sözlerine hadîs deme âdetini Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan sâdır olan bu ve benzeri kullanmalardan almış ve ıstılahlaştırmıştır. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/491-492 )

SÜNNET:

Sünnetin lugat anlamı; Yol, hal, tavır, gidiş, gidişat, çığır, hüküm, yaşayış modeli, tabiat, şeriat, yüz, yüzün görünen yeri, alışılmış yol manasındadır.
Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerinin bütününü ifade eden terimdir. Bir başka deyişle ‘sünnet’, takip edilmesi adet olan yol, gidişat demektir. Kur’an’da genellikle değişmez kanunlar ve hükümlere ‘sünnet’ denilmektedir. Sünnetin çoğulu "sünen"dir.

Istılah olarak, ulema tarafından hadîs'in muterâdifi olarak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in söz, fiil, takrir, şemâil, ahvâl vs. her şeyini ifâde için kullanılmıştır. Bir kısım mutekaddim hadîsçiler, sünnet'le hadîs'i ayrı mütâlaa etmiş ve sünnet deyince Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sadece fiillerini kastetmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de dört âyette "Sünnetu’l-evvelin: öncekilerin sünneti" ifadesi "önceki ümmetlerin izlediği yol, örf, adet, yaşayış tarzları" veya "önceki ümmetlere uygulanan hüküm" anlamında kullanılmıştır ( Mâide: 5/38; el-Enfâl: 8/38; el-Hicr: 15/13; el-Kehf: 18/55; Fâtır: 35/43 ). İki âyette çoğul olarak kullanılmıştır.
Şu âyette şeriat anlamı görülür:
"Şüphesiz sizden önce bir çok şeriatlar gelip geçmiştir" (Âlu İmrân: 137).

Burada sünnet kelimesi çoğul olarak; ‘sünen-sünnetler’ şeklinde geçmektedir. Sünnet, sürekli değişmeye rağmen her zaman aynı kalan bir hayat tarzını ifade eder. Bu âyetteki sünnet kelimesi, hayat tarzı, yaşama biçimi şeklinde tefsir edildiği gibi, geçmişlerin şeriatı veya geçmiş ümmetlerin iyi ve kötü gidişatı diye de tefsir edilmiştir.
‘Sünnet’ aynı zamanda önceden gelen ama Tevhid dini üzerinde bir yasayışları olan ‘muvahhidlerin’ yollarını ifade etmek üzere de kullanılmıştır.
“Allah size bilmediklerinizi tam olarak açıklamak, sizi öncekilerin yollarına iletmek ve sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" (Nisâ: 26)

Sekiz âyette de “Sünnetullah: Âllah'ın sünneti" ifadesi geçer. Bu, Allah'ın evreni, canlıları ve toplumu yaratırken veya daha sonra yönetirken izlediği yolu, metodu, kanun ve prensipleri ifade eder. Bu prensiplerin değişmeden devam edeceği bildirilir: "Allah'ın öteden beri gelen sünneti (âdeti) budur. Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişme bulamazsın." (Feth: 48/23)

Sünnet sözcüğü bir kişiye nisbet edilince, onun iyi veya kötü, sürekli olarak yapa geldiği, alışkanlık haline getirdiği davranışlarını kapsar, Hz. Peygamber'in şu hadisinde bu iki zıt anlamı (iyi veya kötü yol) bir arada görmek mümkündür:
"Güzel bir yol alana onun sevabı ve kıyamete bu yoldan gidenlerin sevabı vardır. Kim de kötü bir yol açarsa, bu yolun sorumluluğu ve kıyamete kadar bu yoldan gidenlerin sorumluluğu ona aittir."
(Muslim, İlim: 15; Zekât: 69; İbn Mâce, Mukaddime: 14; Dârimi, Mukaddime: 44; Ahmed b. Hanbel, Musned: 4/362.)

Peygamberimiz (s.a.v.) ümmetine şu tavsiyede bulunuyor:
“Benden sonra size sünnetimi ve reşid, hidayete ermiş halifelerimin sünnetini (benim ve onların yolunu) tavsiye ederim.” (Ebu Davud, Sünnet, Hadis no: 4607, 4/200; İbn Mace, Mukaddime 6, Hadis no: 42, 1/15; Darimí, Mukaddime 16, Hadis no: 96, 1/43)

Bir başka hadiste Allah’ın nefret ettiği üç sınıf insandan birisi, müslüman olduktan sonra tekrar ‘cahiliyye sünnetine’ dönen kimse olduğu söylenmektedir. (Buharí, nak. El-Medhal li-Diraseti’s Sünne, s.7)
Peygamberimiz (s.a.v.) müslümanların gelecekte ‘öncekilerin sünnetini-öncekilerin adetlerini veya gidişatlarını’ adım adım takip edeceklerini söyleyip onları sakındırmıştır.(Muslim, İlim 6, Hadis no: 2669, 4/2054; İbn Mace, Fiten 17, Hadis no: 3994, 2/1322; Buharí, Ahmed b. Hanbel, nak. El- Medhal li- Diraseti’s Sünne, s: 7)
“Size benim sünnetim gerekir” hadisinde de sünnet Hz. Peygamberin yaşayış modeli, gidişatı anlamındadır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) sünnet kelimesini de ıstılahî manada mükerrer seferler kullanmıştır:
"Benim sünnetimi beğenmeyen benden değildir." Veya: "Size sünnetime uymanızı tavsiye ederim" hadislerinde olduğu gibi. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/492-493; Ahmet Kalkan, İslam Akaidi: 368)

Görüldüğü gibi gerek âyetlerde gerekse hadislerde ‘sünnet’ sözlük anlamıyla, yol, âdet, gidişat, çığır veya hüküm olarak kullanılmıştır. ‘Sünnet’, bir anlamda devamlı yapmayı, adet haline getirmeyi de ifade eder. Öyleki ister olumlu isterse olumsuz olsun, kişilerin veya toplumların yapmaya devam ettikleri gidişattır. Demek ki sünnet, orijinal, sürekli ve belli ki ölçüye oturmuş (iyi-kötü) davranış biçimidir. Bu durum Allah (cc) hakkında düşünüldüğü zaman, Allah’ın hükmü, Allah’ın kanunu demek olur. Geçmiş ümmetlere uygulanan sünnet; olumlu anlamda Peygamberlere itaat edenlerin yolunun dogruluğu ve onlara nimet verilmesi, olumsuz anlamda peygamberlere itaat etmeyen topluluklar hakkında gerçekleştirilen ceza hükmüdür.
Sünnet kelimesi başlangıçta “Hz. Peygamber’in fiili” anlamında, hadis de “Hz. Peygamber’in sözü” anlamında kullanılmışsa da sonraları sünnet, Hz. Peygamber’in sözle veya fiille açıktan gördüğü ya da duyduğu olayları susarak onaylamak suretiyle zımnen yaptığı açıklamaların tamamını anlatan terim olmuştur. Sünnetin bu anlamı usulcülere göre sünnetin tarifini vermektedir.
Hadisçiler, hadisin tarifinde olduğu gibi sünnetin tanımında da Hz. Peygamber’in evsafı, ahlakı, peygamberlikten önceki ve sonraki her türlü yaşayışına yer verirler. Tabii bu takdirde hadis ile sünnet eş anlamlı ya da ‘aynı muhteva için kullanılan iki ayrı terim’ olmaktadırlar.
Kısaca sünneti “Hzb Peygamber’in ihtiyar ettiği ve Allah’ın ahkamıyla amil olarak güttüğü yol” diye tarif edebiliriz. Ona Hz. Peygamber tarafından öğretilmiş ve vazedilmiş kaidelerin bütünü anlamını vermek de mümkün gözükmektedir. Hadis ise, bu anlamdaki sünnet malzemesinin yazı ile tesbit edilmiş metinleri demektir. (İsmail Lütfü Çakan, Hadis Usulu, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları: 25-26)

Dinin Kaynağı Sünnet:


‘Sünnet’, Kur’an’dan sonra dinin ikinci kaynağıdır. Kur’an’ın nasıl anlaşılması gerektiğini ve nasıl uygulanacağını, vahyin hedeflerini ve örnek insanlık kurumunu ancak Sünnet’le öğrenebiliriz. Kur’an, bir çok konuyu gayet kısa, özlü ve mucmel (kapalı ve özet) bir şekilde ortaya koymuştur. Sünnet, bütün bunları açıklar.
Sünnetin en önemli özelliği örneklik oluşturmasıdır. Peygamberin görevi, insanlara indirilen vahyi açıklamaktır, daha doğrusu vahyin ne olduğunu ortaya koymaktır. (Nahl 44)
O Peygamberde Allah’a inanan ve ahireti uman bütün insanlar için en güzel örnekler vardır. (Ahzab 21)
Sünnet, işte bu örneklik kurumudur. Peygamber ahlâkıyla, İslâmı uygulamasıyla, gidişatı ve tavrıyla insanlar için örnek oluşturmuştur. Peygamberimizin sünneti, vahyin istediği, Allah’ın razı olduğu insan tipinin, yaşama şeklinin göstergesidir.
Sünnet üzerine yapılan uzun münakaşalar, tartışmalar bizim konumuz değil. Ancak şunu söylemek gerekir ki, müslümanların uymakla yükümlü oldukları sünnet, dinen hüküm bildiren, ahlâk ve davranış ilkeleri gösteren, emir ve tavsiye içeren sünnetlerdir. Peygamberimizin bir insan olarak ve içinde yaşadığı toplumun bir âdeti olarak yapageldiği şeyler bu kapsama girmez. Örneğin, bugün hiç kimse sünnet deyince Peygamberimizin kullandığı aletleri veya teknikleri kasdetmiyor. Sünnet, O’nun kullandığı elbise, kap-kaçak, teknik şeyler değil; hüküm bildiren, ahlâkí ilkeler ortaya koyan, emirleri ve tavsiyeleridir. Yani sünnet, onun elbisesinin şekli değil, o elbiseyi dolduran ahlâktır, kulluktur, davranıştır, imandır, takvadır, zihniyettir.
Sünnet konusunda ikinci önemli nokta da, sünnetin sağlam bir yolla bize ulaşmasıdır. Bilindiği gibi Peygamber adına uydurulan bir çok şey, reddedilmesi gereken şeylerdir. Bu gibi şeyleri Peygamberimizin söylediği veya yaptığı kesin olmadığı gibi, onun söylemesi veya yapması da mümkün değildir. (Ahmed Kalkan, İslam Akaidi: 370-371.)



Sünnetin Hüküm Kaynağı Olduğunu Gösteren Deliller:


Sünnetin, Kur'ân-ı Kerim'den sonra, ikinci asli delil olduğunda görüş birliği vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber'e nispeti sabit ve sahih olan sünnetin gereğine göre amel etmenin vücubu üzerinde bütün bilginler ittifak etmiştir.
Onlar bu konuda Rasûlullah (s.a.v)'a itaatı emreden, onu sevmenin Cenab-ı Hakkı sevmek olduğunu bildiren, ona karşı gelenlere şiddetli tehditler bildiren âyetlere dayanırlar. Bu âyetlerden bir kaçı şunlardır:
"Âllah'a itaat edin, Rasûle itaat edin ve kötülüklerden sakının" (Mâide: 92).
"Kim Rasûle itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (Nisâ': 80).
"Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir" (Haşr: 7).

"De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Âlu İmrân: 31).

Anlaşmazlıklarda Hz. Peygamber'in hakem yapılıp, vereceği karara uyulması gerektiği şöyle belirlenir:

"Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisâ: 65).

Allah’ın hükmü gibi, Hz. Peygamber'in sünnetinin de bağlayıcı olduğu ve bunlara dayanan bir hükme karşı gelmenin sapıklık sayıldığı şöyle tespit edilir:

"Allah ve Rasûlu bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü'min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlune karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (Ahzâb: 36).

Rasûlullah (s.a.s)'in emrine aykırı davranmanın sonuçlarına bir âyette şöyle yer verilir:
“Bu yüzden onun (Allah Rasûlunün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok acı bir ozap isabet etmesinden sakınsınlar" (Nûr: 63).

Hz. Peygamber'in hayatında ve vefatından sonra ashab-ı kiram onun sünnetine uymak gerektiğinde birleşmişlerdir. Sahabe, Allah elçisinin emir ve yasaklarına uyuyor, helal dediğini helal, haram dediğini haram olarak kabul ediyordu.
Nitekim Muaz b. Cebel (r.a) Yemen'e vali olarak giderken, orada; Allah'ın kitabı ile hüküm vereceğini, bunda bulamazsa Rasûlünün sünnetine başvuracağını belirtmiştir. Bunu işiten Hz. Peygamber'in rızasını açıkladığı nakledilir. (Tirmizi, Ahkâm: 3; Ahmed b. Hanbel, Musned: 5/230, 236, 242; Şâfıî, el-Ümm, 7/273 )
Diğer sahabiler de, herhangi bir mesele hakkında Kur'ân'da bir hüküm bulamadıkları zaman Hz. Peygamber'in sünnetine başvuruyordu. Hz. Ebû Bekir, bir olay hakkında bildiği bir hadis yoksa, bunu sahabe topluluğuna arz eder, o konuda bir hadis bilenin olup olmadığını öğrenmeye çalışırdı. Hz. Ömer'in, tabiîlerin ve bunları izleyen Tebe-i tâbiîn'in metodu da böyledir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Peygamber (s.a.v)'in Allah'tan vahiy alarak konuştuğu belirtilir.
"O, kendiliğinden konuşmamaktadır. O'nun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir" (Necm: 3, 4).

"Sana Allah'ın bol nimet ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar veremezler. Allah sana Kitap ve Hikmeti indirmiş ve bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti büyüktür." (en-Nisâ': 4/113).

Diğer yandan Kur'ân âyetleri, Hz. Peygamber'e iman edilmesini açıkça bildirir. Şu âyette Allah'a ve Rasûlune imanın yan yana zikredildiği görülür:

"Âllah'a ve okuyup yazması olmayan (ummî) Peygamber'e iman edin; o Peygamber de Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmiştir ve ona uyun ki hidayete eresiniz." (A'râf: 158).
Başka bir âyette de şöyle buyurulur:
"Âllah ve peygamberine iman eden mü'minler peygamberlerle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler." (Nûr: 62)



Sünnetin Kitab'a Göre Yeri ve Fonksiyonu:


Kitap ve sünnette yer alan hükümler karşılaştırıldıkları zaman şu dört şekil ile karşılaşılır:

1. Sünnet, Kur'ân'daki hükmün aynısını getirir, böylece onu destekler ve güçlendirir. Bununla aynı konuda iki delil oluşur. Biri hükmü tespit eden esas delil, diğeri ise teyit edici sünnet delilidir. Örnek:
Kur'ân'da; "Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla olması bunun dışındadır." (Nisâ: 29) buyurulur.

Aynı konuda ki şu hadis yukarıdaki âyeti teyit etmektedir:
"Müslüman bir kimsenin malı, (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmadıkça helâl değildir." (Ahmed b. Hanbel, Musned: 5/72)

Aşağıdaki âyette hadis arasında da benzer teyit ilişkisini görmek mümkündür. Âyette; “Îşte, Rabbin zulmeden beldelerin halkını yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü onun yakalaması çok acı ve çetindir." (Hûd: 102) buyurulur.

Şu hadis aynı anlamı destekler:
“Allah zâlime mühlet verir, sonunda onu cezalandırınca da artık iflah olmaz" (Buhârî, Tefsîrul-Kur'ân: 2/5; İbn Mace, Fiten: 22)

2. Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur'ân âyetlerine açıklayıcı hükümler getirir:
Sünnet, Kur'ân'ın mücmel veya müşkil olan yani kapalı ve anlaşılması güç olan lafızlarını açıklar.
Meselâ; “Namazı kılın, zekâtı verin" emrinde namaz ve zekâtın neden ibaret olduğu, şartları, miktar ve ifa şekilleri yer almaz. İşte mücmel olan bu terimler sünnet tarafından açıklanır. Yine; "Ramazanda sabahın beyaz ipliği siyah iplikten ayrılıncaya kadar yeyin, için" (Bakara: 187).
Hz. Peygamber buradaki beyaz iplikten sabahın aydınlığının, siyah iplikten gecenin karanlığının kastedildiğini bildirmiştir.
Sünnet, âmm (genel anlam ifade eden) lafızların hükmünü tahsis eder. Âyette; “Bunların dışında kalanlar size helal kılındı" (Nisâ: 24) buyurulur.
Şu hadis, yukarıdaki âyeti tahsis etmiştir; "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, hısımlık bağlarını koparmış olursunuz.” (Buhârî, Nikâh: 27; Muslim, Nikâh: 37, 38)
Mutlak lafzı tahsis eder: Âyette şöyle buyurulur: "Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin" (Mâide: 38).
Burada sağ elin mi sol elin mi kesileceği belirtilmemiştir. İşte sünnet bunu "sağ eli ve bilekten kesme" şeklinde kayıtlamıştır.

3. Sünnet, Kur'ân'da yer alan bazı hükümleri nesheder, meselâ; "Birinize ölüm gelince, eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur." (Bakara: 180).
Bu âyetin hükmü; "Varise vasiyet yoktur" (Buhârî, Vasâyâ: 6; Ebû Dâvud Vasâyâ: 6) hadisi ile neshedilmiştir.

4. Sünnet, Kur'ân'da bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Ninenin miras hakkına sahip oluşu, fıtır sadakası ile vitir namazının vacip oluşu, "muhsan" olarak zina edenin recm edilmesi, "âkile"nin diyete katılmakla yükümlü tutulması gibi hükümler Kur'ân'da olmayan, fakat sünnetle getirilen hükümlerdendir.(Z. Şa'ban, a.g.e., s. 85 .)
Yine bir kadını hala veya teyzesi ile bir nikâh altında birleştirmenin yasaklanması, azı dişli yırtıcı hayvanların ve pençeli kuşların etlerinin haram kılınması, erkeklere altın takmanın ve ipekli giymenin yasaklanması sünnetle sabit olmuştur.
Kur'ân'da yalnız süt ana ve süt kardeş için konulan evlenme yasağının kapsamı (Nisa 23), "Neseb ile haram olan süt ile de haram olur" hadisi ile (Buhârî Şehadât: 7; Muslim, Radâ: 1) genişletilmiştir.

İmam Şâfiî, er-Risâle adlı usûle dair eserinde, sünnetin üç türlü olduğuna karşı çıkan bir ilim adamı bilmiyorum, dedikten sonra bu üç hususu şöyle belirtir.

1) Allah Teâlâ bir konu hakkında âyet indirir. Hz. Peygamber de Kur'ân'ın bildirdiğini olduğu gibi açıklamıştır.

2) Allah'ın indirdiği mücmel olur ve Allah elçisi bundan Yüce Allah'ın kasdettiği anlamı açıklar.

3) Kitapta yer almayan bir konuda Allah'ın elçisi hüküm koyar. Çünkü bu konuda Cenab-ı Hak kendisine yetki vermiştir. Bazı bilginler, Hz. Peygamber'in koyduğu sünnetin Kur'ân'da mutlaka bir aslı olduğunu söylemiştir.
Nitekim, namazın aslı Kur'ân'la emredilmiş, ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Yine alış-veriş ve diğer konularda da sünnetler koydu.
Çünkü Allah Teâlâ; "Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin" (Nisâ: 29),
“Âllah alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır" (Bakara: 275) buyurmuştur.
Hz. Peygamber, namazı açıklaması gibi diğer konuları da Allah Teâlâ adına açıklamıştır. Kimisi de, sünnet, Allah tarafından Rasûlunün kalbine atılan hikmettir. Bu şekilde kalbe atılan onun sünneti olmuştur. (eş-Şafii, er-Risâle, tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Mısır 1309, s. 91 )

Sünnete Müracaat Kur'ân'ın Emridir:


Kur'ân-ı Kerîm açısından, sünnet, İslâm Dinî'nin vazgeçilmesi, ihmal edilmesi mümkün olmayan fevkalâde ehemmiyetli bir kaynağıdır.
Pek çok âyette Cenâb-ı Hakk sünnet'in ehemmiyetini dile getirerek, mü'minlerin sünnet'e başvurmasını, Kur'ân'la birlikte sünnet'i de göz önüne almasını emreder. Bu âyetlerden bâzılarını kaydediyoruz:

* Şu âyette sünnette gelen emirlere itaatten başka, ihtilafların hallinde sünnete de başvurulması emredilmektedir:

"Ey imân edenler! Allah'a itaat edin Peygambere ve sizden buyruk sâhibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde ihtilafa düşer anlaşamazsanız -Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız- o meselenin hallini Allah'a ve Peygamber'e bırakın. Bu hayırlı ve netîce itibariyle en iyi yoldur" (Nisa: 4/59)


* Şu âyette, Sünnet'in bulacağı çözüme gönül hoşluğuyla uyulması "imanın şartı" ilan edilmektedir:

"Biz her peygamberi ancak Allah'ın izniyle itaat olunması için gönderdik... Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip, sonra da senin verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı duymadan (yani tam bir memnuniyetle) olduğu gibi kabul etmedikçe inanmış olmazlar" (Nisa: 64-65).

* Şu âyet, Sünnet'e uymayı, Kur'ân'a uyma ayarında ilan etmektedir:

"Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur" (Nisâ: /80).

* Şu âyet, Sünnet'in açıklık kazandırdığı bir meseleye başka bir açıklık getirmeyi şiddetle yasaklar:
"Allah ve Peygamberi bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık, işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah'a ve Peygambere baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur" (Ahzâb, 36).

* Şu âyet, Sünnet'e muhâlefet edenlerin mâruz kalacağı fitneyi haber verir:
"O'nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar" (Nur: 63).

* Şu âyet, mü'minin en büyük ideali olan "Allah'ın sevgisine mazhar olma"yı Sünnet'e uyma şartına bağlar:
"(Ey Rasulum, mü'minlere şöyle) söyle: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun, ta ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin" (Âl-i İmrân: 31).

* Şu âyet, her hususta en güzel örneğin Sünnet'te mevcut olduğunu belirtir:
"Ey imân edenler, andolsun ki, sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Rasûlullah'ta en güzel örnek vardır" (Ahzâb: 21).

Biz yukarıda meâlen kaydettiğimiz âyetlerde geçen "peygamber" lafızlarını "sünnet" olarak ifâde ettik. Zira âlimler, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın vefatından sonra "bu çeşit âyetlerde geçen "Allah'a başvurmak"ı Kur'ân'a başvurmak, "Rasul'e başvurmak"ı da Sünnet'e başvurmak olarak anlamışlardır. Kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara hitabeden Kur'ân'ın bu emirlerini, kelimelerini lügat mânalarıyla anlamak mümkün değildir, zira, meselelerimizin çözümünde âyet-i kerîme dışında Allah'a müracaat yolu bizlere kapalıdır.



Sünnetin Kur'ân-ı Kerîm'i Beyân Fonksiyonu.


Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e Allah tarafından yüklenen mühim vazîfelerden biri de Kur'ân-ı Kerîm'i "beyân etmek"tir. İşte bir âyet:
"(Habîbim), Biz sana da Kur'ân'ı indirdik ta ki insanlara, kendilerine ne indirildiğini beyân edesin (açıkça anlatasın) ve ta ki, onlar da iyice fikirlerini kullansınlar" (Nahl: 44, 64)

Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'a yüklenen bu "beyan" vazîfesi nedir?
Bu kelime Arabçada, izâh, şerh, izhâr ve teblîğ mânalarına gelir. Teblîğ'i duyurma olarak anlarsak diğerlerini de "açıklama" olarak ifâde edebiliriz.
Öyle ise Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a başlıca iki vazîfe verildiği görülür:
1- Teblîğ,
2- Açıklama,

Kur'ân'da beyân kelimesinin "açıklama" mânasına galebe çaldığı, çoğunlukla bu mânada kullanıldığı görülmektedir.

Mevzuumuzun anlaşılması için şöyle bir sorunun cevabını arayalım:
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "beyân et" emrini yerine getirdi mi getirmedi mi? Cevabımız elbette ki müsbettir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Rabbisinin bütün emirleri meyanında teblîğ emrini de eksiksiz yerine getirmiştir. Aksini söylemek cehaletin ötesinde iftira ve küfür olur.
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın insanlara Kur'ân ve teblîğ'den ayrı olarak sunduğu beyân sünnettir.
Bazı usulcülerimiz, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın beyan vazîfesini iki kısımda mütelâa etmişlerdir, yani sünnet iki kısımdır:

Birinci Kısım Sünnet: Kur'ân-ı Kerîm'in kapalı âyetlerini açıklar, anlaşılır, tatbîk edilir hâle getirir.
İkinci Kısım Sünnet: Kur'ân'da olmayan yeni ahkâm ve âdab getirir. Her iki hususla ilgili ikna edici açıklamalar yapılmış, örnekler verilmiştir.

Kelam ve fıkıh âlimlerince, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, hem fiili ve hem de sözleriyle tahakkuk edeceği belirtilen birinci kısım beyanın gereğini bizzat "namaz", "zekat" ve "hacc" gibi dinin ana umdelerinden misal verilmektedir.
Bilindiği üzere Kur'ân-ı Kerîm, namaz kılın diye emreder, ama, namazın başlama ve bitme vakitlerini, her namazda kaç rekat kılınacağını, rükünlerin nasıl eda edileceğini vs. belirtmez.
Keza, zekat için de aynı durum: Kur'ân: Zekat verin emreder, ama kimler verecek, hangi mallardan ne miktar verilecek, ne zaman verilecek gibi pek çok sorumuz cevapsız kalır. Hacc için de durum böyle: Hacc yapılacak ama nasıl? Ömürde kaç sefer, nerelere kaçar sefer tavaf edilmeli? Arafat'ta vakfe ile ilgili teferruât nasıl olmalı? vs. Bunların teferruâtı Kur'ân'da yoktur.
Bu teferruâtı Cenâb-ı Hakk, dinin ikinci kaynağına bırakmıştır. Rasûl-u Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetine havale etmiştir Hadîslerde belirtildiği üzere, Cebrâil (aleyhisselam)'den Kur'ân'ı taallüm ettiği (öğrendiği) gibi Sünneti de taallüm eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
"Namazı ben nasıl kılıyorsam, benden gördüğünüz gibi kılın"; keza: "Hac'la ilgili menâsiki (rükünleri teferruatı) benden alın" emretmiştir.
Hadîs kitapları, keza, zekatla ilgili teferruatın beyânıyla doludur.
Kendisine, beş vakit namazdan her birinin başlama ve bitme zamanlarını soran bir bedeviye, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) açıklama yapmaz. "Bizimle namaz kıl"der.
Birinci gün, her namazın ilk vaktinde, ikinci gün de son vaktinde olmak üzere iki gün namaz kıldırdıktan sonra: "Her namazın vakti bu iki an arasındaki zamandır" diye soru sorana açıklamada bulunur.

Kur'ân-ı Kerîm'in emirlerini tatbîk edebilmek için sünnete olan ihtiyacın zaruretini belirtme sadedinde verilen misallerden biri de cezalarla ilgilidir:
Âyet "Erkek veya kadın her hırsızın elinin kesilmesini" emreder. Ama nisabı, şartları belirtmez. Emre göre, bir tek yumurtayı çalanın elini kesmek icabeder. Halbuki Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), buna nisab beyan etmiştir:
Elin kesilmesi için çalınan şeyin, en az dörtte bir dinar değerinde olması gerekir.

İslâm Dinî'nin bütünlüğünü kazanması açısından Sünnet'in beyanına olan ihtiyacın ehemmiyetini tebarüz ettirmek için bazı âlimler şöyle demiştir:
"Şâyet muhaddisler, sünnetin zabt ve toplama işini yerine getirmemiş, kaynaklarından ortaya çıkarmamış, Hadîsi intikal ettiren senet ve turûka itina göstermemiş olsaydı şeriat yok olur, ahkâm ortadan kalkardı. Çünkü şeriat, muhafâza edilen merviyattan vucuda getirilmiş, nakledilen sünenden tedvîn edilmiştir..."


Sünnetin Hüküm Koyma Fonksiyonu:


Sünnet, bir kısmıyla -belirttiğimiz üzere- Kur'ân-ı Kerîm'i beyan fonksiyonunu yerine getirirken, ikinci bir kısmıyla da Kur'ân'da olmayan ahkâmı ve âdabı vazetmektedir.
Sünnet bu yönüyle de, din için, önceki hizmeti kadar, vazgeçilmesi mümkün olmayan bir ehemmiyet taşır. Zira, dinimizin pek çok meselesi kaynağını sünnette bulur.
Sünnetin bu yönünü, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) muhtelif hadîslerinde ifade eder.
Bir hadîs şöyle:
"Bana Kitap ve beraberinde bir o kadar da sünnet verildi".

Hattâbî, bu hadîsi açıklarken:
"Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a metluv ve zâhir olan Kur'ân vahyi kadar da gayr-i metluv ve bâtın olan vahiy gelmiştir" dedikten sonra "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e, kendisine tanınan Kur'ân'ı beyân etme... Kur'ân'da zikri geçmeyen hükümleri ona ilâve etme iznine de sâhiptir" der.
Nitekim, İslâm şeriatına Sünnet'in ilâve ettiği o kadar çok hüküm olmuştur ki, İslâm binasına Kur'ân ve Sünnet'in aynı derecede iştirakini ifade için bâzı âlimler: "Kitap, Sünnet'e bir yer bırakmıştır. Sünnet de Kitaba, bir yer bırakmıştır" demişlerdir.
Nitekim; Kur'ân'da olmadığı halde hadîsle beyan edilen haramlar, hükümler vardır:
"Kadının teyze veya halası üzerine nikahlanmasının tahrimi, ehlî eşek ve parçalayıcı dişleri olan vahşî hayvan etinin tahrimi, kâfire mukabil müslümanın öldürülmeyeceği, Medîne'nin haram kılınması, müslümanların (fakir, zengin, âlim câhil ayrımı yapılmadan) aynı zimmete sâhip olmaları..." gibi.
Bunların hepsi Hz. Peygamber'in sözlerine dayanır. Bâzı İslâm âlimleri sünnetin hüküm koyma yetkisini Kur'ân-ı Kerîm'inkine eşit bir imtiyaz olarak görür ve şöyle der:
"Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan herhangi bir mesele sabît olmuşsa bununla amel edilir, sünneti (amelden önce) Kur'ân'a arzedip onunla mutâbakat aramaya hâcet yoktur, zira Sünnet, amel hususunda, tek başına hüccettir".

Serahsî bu durumu "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan rivâyet edilen sahîhle amelin terkedilmesi haramdır, tıpkı, hilâfıyla amel etmenin haram olması gibi" diyerek ifâde etmiştir.

Sünnetsiz Din Olur Mu?


Zamanımızda, sünnetin ehemmiyetini anlamayan insanlara rastlanabilmektedir. Böylelerine göre, Kur'ân tek başına dinî hayatımız için yeterlidir.
Bu fikir, İslâm ve Kur'ân adına ileri sürülemez, zira, buna Kur'ân'da delil şöyle dursun bir emâre bile bulunamaz... Daha önce kaydettiğimiz üzere, Kur'ân-ı Kerîm, pek çok ayetlerinde mü'minleri sünnete müracaat etmeye çağırmıştır. Üstelik Kur'ân-ı Kerîm'i ve Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı en iyi anlama durumunda olan Ashâb ve Tâbiîn nesilleri sünnete dört elle sarılmış, icabında, tek bir hadîsteki tereddüdünü izâle için uzun seyâhatlere çıkacak kadar ona kıymet vermiş, İslâm Dinî'ni her yönüyle teferruatlı olarak tedvîn ve tatbîk ederken Kur'ân'la Sünnet'i birbirinden ayrılmaz şekilde meczetmiştir.
Gerek itikadî, gerek amelî bütün mezhepler Kur'ân -Sünnet temeli üzerine oturtulmuştur. Ahlak-tefekkür-tasavvuf-sanat-edebiyât vs. İslâm'ı temsîl eden her çeşit medenî-kültürel âsâr da keza bu iki kaynaktan mülhem olmuştur. Ondört asır boyunca bütün mü'min nesiller İslâm'ı böyle anlamakta icma etmiştir. Nice milyarların katıldığı bu icmanın aksini iddia etmenin saçmalığını ifâde edecek kelime bulmaktan diller âciz kalır.
Meseleye bir başka açıdan, mevzunun yabancıları, câhilleri için ilmî açıdan yaklaşarak; Hadîsler sonradan yazılmıştır; hadîslere çok şeyler karışmıştır; haber-i vâhidle sâbit olanlara fazla güvenilmez; sünnet Hz. Peygamber (aleyhisselâtu vesselâm)'in şahsi görüşüdür, O da bizim gibi insandır, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de zaten "Ben de insanım, unutur ve hata yaparım, siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz" demiştir; hadîs olsa olsa sâdece dinî işlerde geçerlidir, ziraat, ticâret ve diğer dünya işlerinde geçerli değildir; dünya hayatıyla ilgili beyanlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrinin Arap örfüdür... vs. vs." diyenlere gelince...
Meseleyi bu açıdan ele alacak olsak, karşımıza en az önceki kadar tutarsız bir mugâlâta ortaya çıkar. Yukarıda kaydettiğimiz sözlerin hiçbir ciddî yönü yoktur. Hepsi de konunun yabancılarını aldatmaya mâtuf muğâlata ve demagojiden ibârettir. Şöyle ki:

1- Herşeyden önce, istiskal edilmek istenen sünnet'ten maksad nedir? Bu tâbirin içine yeme-içmeden, kılık-kıyâfet, oturup-kalkma ve yatmaya kadar pek çok âdâb girdiği gibi, menşeini Kur'ân'dan alan bir kısım hükümler de girmektedir.

2- Sünnetin güven vermediği, zamanla başka şeylerin karışmış olabileceği iddiasına gelince, bu da tutarsız bir iddia. Çünkü, İslâm âlimleri daha Sahâbe döneminde hem yazılı, hem sözlü olarak hadîsleri zabt ve tedrîs ederken çok sıkı ve ciddî davranmıştır. Bizzat ilk halîfeler tarafından temelleri atılıp müesseseleştirilen tahkikli hadîs alma verme metodu, araya suiniyet sâhiplerinin girmesine, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan olmayan şeyleri bilerek sokmaya mâni olmuştur: Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh), önceden duymadığı bir hadîs işitecek olsa -sıhhati hususunda tereddüt duyması hâlinde- ikinci bir şâhit isterdi. Aynı yolda giden Hz. Ömer (radıyallahu anh) daha da ileri giderek hadîs rivayetine tahdîd koymuş, rastgele ve çok fazla rivâyette bulunanları hapse attırmış, kamçılatmıştır vs. Hz. Ali (radıyallahu anh) işittiği hadîste mutmain olmazsa rivayet edene yemin ettirirdi. Hz. Osman (radıyallahu anh) zamanında patlak veren fitnelerden sonra siyasî maksadlı hadîs uydurma hâdiseleri görülmeye başlayınca âlimler "hadîs dindir, dininizi kimden aldığınıza dikkat edin" düsturuyla hareket ederek diyânet, ahlâk ve mürüvvet yönlerini iyice bilmedikleri kimselerden hadîs almamaya, hadîs rivâyet eden kimseye de "Sen kimden bu hadîsi dinledin, o kimden işitmiş?" diye tahkîk etmeye başlamışlardır. Böylece Ashâb'tan itibaren, ahvali çok iyi bilinenlerden hadîs alma ve aldığı şekilde başkalarına anlatma müessesesi doğmuştur.
Ayrıca talebe hocasından ezber veya yazı yoluyla aldığı hadîsleri, "Bunlar senin rivâyetlerindir, senden aldım" diye hocanın kontrolüne sunup, "Evet bendendir, rivâyet edebilirsin" iznini almadan rivâyet etmemiştir. Bu, hocadan-talebeye icâzet müessesesi, hadîslerin sıhhatini azâmî ölçüde korumaya bir başka garantidir.

Sahâbe'nin sağlığında başlayan bu an'ane, hadîsleri kitap haline koyan büyük müelliflere kadar fasılasız devam edecektir. Hadîs kitaplarının te'lîfi ayrı bir konu. Bu, Rasûlullah (aleyhissalâtu vessalâm)'ın sağlığında başlar. Bugün, birinci, ikinci hicrî asırda yazılmış hadîs kitaplarına sahibiz, Kütüb-i Sitte üçüncü asırda yazılmış ise de, hadîs o devre kadar hep ezber yoluyla gelmemiştir. Ebu Hureyre (radıyallahu anh)'nin talebesi Hemmâm İbnu Munebbih'in risalesi bulunmuştur. Hz. Ali'nin üçüncü göbekten torunu Zeyd İbnu Ali'nin Müsned'i her yönüyle mükemmel bir hadîs mecmuasıdır, ikinci asrın başlarında te'lîf edilmiştir. İmam Mâlik'in Muvatta adlı meşhur eseri bir başka yazılı âbidedir. İmam Mâlik'in vefatı 179'dur. Vefatı 211 olan Abdurrezzak'ın Musannaf'ı onbir cilttir.
Kısacası, Kutub-i Sitte müelliflerinden çok önce, hadîsler kitaplar hâlinde yazılı hâle konmuştur. Fazla söze ne hâcet, hadîslerin İslâm âleminin her tarafında, sistemli bir şekilde mecburi yazdırılması demek olan tedvîn işinin, resmen devlet tarafından ele alınması hâdisesi birinci asrın sonlarında cereyan ettiğinin bilinmesi hadîslerin yazılı an'aneye geçmesinin eskiliğini göstermeye yeterlidir. Bir başka ifâdeyle hadîsler üçüncü asırda sâdece tasnîf edilmiştir. Yâni ilk defa Buhârî olmak üzere Kütüb-i Sitte İmamları, hadîs ulemasından cemedip topladıkları hadîs malzemesini ayıklamaya tâbi tutmuşlar, umumiyetle benimsenen sıhhat şartları açısından sahîh olanları, diğerlerinden temyîz etmişlerdir.
Şu hususu da belirtmek gerekir: Hadîsçiler, hiçbir dine nasîb olmayan bir ilim geliştirmişlerdir, buna cerh ve ta'dîl ilmi denir. Yani, hadîsleri üçüncü asra kadar rivâyet etmiş olan şahısları inceleme ilmi. Yani bir hadîsi Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'den hangi sahâbî dinlemiş, kime anlatmış, o şahıstan kim işitmiş... Böylece elimizdeki bütün hadîsleri, kitabına alan müelliflere gelinceye kadar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra kimler rivâyet etmiş bilmekteyiz. Bilgimiz sâdece bu rivâyet zincirine giren şahısların ismi değil, onların şahsiyetleri, kısaca hayat hikâyeleri, hâfıza durumu, diyânet durumu, ahlâkî, insanî durumu, hocaları, talebeleri vs. Ve zannedilmesin ki, bu ilim sonradan geliştirildi. Hayır, tahkîk göstermiştir ki bunun temeli Hz. Ömer (radıyallahu anh) tarafından atılmıştır. Hattâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e kadar çıkarmak bile mümkün. Bu ilim sâyesinde bugün onbinlerce insanın hayatını bulabilmekteyiz.

Hadîsçiler, tedkîkten sonra, güven vermeyenlerden hadîs almamışlardır. Öyle hadîsçiler olmuştur ki, yolda yemek yiyen, musiki dinleyen, hakkında menfi söz edilen, dinî yaşayışında noksanlık bulunan kimselerden hadîs almamıştır. Hadîsin sahîh ve makbul olma şartlarından biri, hadîsi müellife kadar rivâyet eden şahısların Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e varıncaya kadar birbirlerini görmüş olma durumudur, buna senette ittisal denir. Bir diğer mühim şart bu zâtlardan her birinin müslüman, itikadı sağlam, dindâr, yalancılık ithamından uzak, ahlâken mazbut, hâfıza durumunun iyi olmasıdır. Buhârî ve Müslim bu şartları daha da sıkı mertebelere götürdükleri için onların eserlerine olan itimad daha fazla olmuştur.
Böylesine sıkı ve güven verici şartlar altında bize intikal eden hadîslerden bir kalemde teberri etmeye kalkmak, güvensizlik ifâde etmek olacak şey değil. Hadîsden şüphe etmek, hayatta pek az şeye inanmamızı gerektirir. Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer bütün dinlerin kitapları değerini tamamen yitirir, efsâneye dönüşür. Tarih kitaplarının çoğunu çöpe atmak gerekir. Çünkü hiçbiri, hadîslerin mazhar olduğu tedkîk ve tenkîdden geçmiş değildir ve böyle bir tedkîk ve değerlendirmeye kesinlikle tahammül edemezler.
Günümüzde bile gazetelerin yazdığı, radyoların söylediği pek az şeye inanılabilir. Hadisçilerin koyduğu itikad, dindarlık, dürüstlük gibi sıkı şartları arayacak olsak kaç gazetecimiz, muhabirimiz bu imtihanı verebilir, istihbarat teşkilâtlarında çalışan kaç vazîfeli hadîsçilerin tabiriyle sika (güvenilir) puanı alabilir?

Sözü fazla uzatmadan "Hadîs üçüncü asırda yazılmıştır... Şüphelidir", "Haber-i vâhiddir güven vermez, amel edilmez" diyenlere dostça şu tavsiyeyi yaparız: "Bunu ne sen söylemiş ol ne de biz duymuş olalım. İnsanlık tarihi, dünyanın nizamı, muhâberât sistemleri hep haber-i vahîd esasına dayanır, üstelik diğerleri, İslâm'ın hadîs an'anesinde olduğu gibi kontrollü ve tahkikli de değil. İslâm'ınkini reddettin mi, öbürlerini hayda hayda reddetmen, başta baban, her şeyden şüphe etmen gerekir.
Hadîsleri, dine müteallik, dünyaya müteallik olanlar diye ayırmaya gelince, bizce bu da bir başka mugâlâta, bir başka cehâlet. Karşılığında sevâp vâdedilen bir amele münhasıran dünyevî demek mümkün mü?
İslâm hangi meselesini dünyevî hangi meselesini uhrevî diye kesin hatlarla ayırmıştır?
Dünya ve âhireti berâberce iç içe ele almak İslâm'a has bir orijinalitedir. Fıkıh kitaplarımız temizlik bölümüyle başlar, namaz, oruç, nikâh, ticâret, cezâlar, muâmelât gibi... bölümlerle devam eder. Bu bölümlerde belirtilen esasların hepsine, tefrîk yapmadan, uymak gerekir. Uymayan Allah'a âsidir. Uyku ve istirahatimize, karı-koca arasında cereyân eden zevciyât muâmelesine varıncaya kadar "her müsbet amele sevab" vaadeden bir dinde dünyevî-uhrevî, dinî-gayr-ı dinî ayrımı nasıl yapılacaktır? Delîl olarak ileri sürülen ve Rasûl-u Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)'in içtihâd ve istişâre âdabını öğretme vazîfesine müteallik, o vazîfenin tabiatı icâbı sarfettiği bâzı sözleriyle ilgili açıklamaya daha önce yer verdiğimiz için burada tekrar etmeden, hadîslerde gelmiş olan: "Siz dünya işini benden daha iyi bilirsiniz... Ben de insanım hata ederim, unuturum..." gibi sözlerin de hadîs üzerinde şüphe ileri sürenlerin işine yaramayacağını belirtmek isteriz. Esâsen şüphe sâhipleri, kendilerine hadîsten delil getirmemeleri gerekir, çünkü şüphe içindedirler, onlar da uydurma olabilir, aksini söyleseler kendileriyle tezada düşerler ve bazı Mutezîliler gibi işine gelene sahîh, işine gelmeyene uydurma demiş olma durumuna düşerler. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/364-367)

İktibas:

Hadîse saldırıp Kur'ân'a sarılma iddialarının gerisinde yatan asıl maksadın mü'mini Kur'ân'dan ve İslâm'dan koparmak olduğunu, esasen hadîsten koptuktan sonra Kur'ân'da kalmanın mümkün olmayacağını göstermek için, bizde bu bâtıl yola düşmüş bulunanlar üzerine yapılan bir tedkîk yazısından bâzı pasajlar sunacağız.
Yazının uzun olan aslı 1983 yılında bir dergide neşredilmiştir. Yazı, denediği her çeşit İslâm dışı sistemlerde aradığını bulamayan dünya insanlığının İslâm'a yönelip onu benimseme vetîresine girdiği bir dönemde, bizdeki bazılarının nelerle meşgul olduklarını anlamak için ibretle okunmaya değer:

Makale sünnet'i reddetme temayülünün nasıl çıktığını şöyle ifâde eder:

"Bu eğilim genellikle "nereden başlıyalım? sorusunun cevabında ortaya çıkmakta, yani "önce ilmihal!", "önce İslâm tarihi!", "Önce üstadın kitapları!", "Önce şu zatın sohbetleri!" şeklindeki önerilerin arasına "Önce meal!" diyerek karışan kimselerden kimilerinin tutumunda kendisini belli etmektedir... Bu insanlar kendi anlayışlarından, kendi yaklaşımlarından, kendi yorumlarından başka herşeye hayır derken, kendilerince makul bir nedene de dayanmamaktadırlar, "Bize Allah öğretiyor" demektedirler.
Kimi âyetleri kendi akıllarınca yorumlamaktadırlar ve sonuçta herhangi bir âyetin anlamını daha geniş, daha çaplı olarak kavramak için bile olsa, herhangi bir kimseye, hele hele bir otoriteye, bir ehliyetliye başvurma ihtiyacı duymamaktadırlar ve zaten bu ihtiyaca karşı çıkmaktadırlar, çünkü böyle, bir ihtiyacın ucunda şirk görmektedirler, böyle bir ihtiyacın Allah'a ve Kitab'a noksanlık isnad etmek anlamına geldiğini zannetmektedirler... Hem sonra mealci diye bilinen bu insanlara Allah öğretmektedir. Nasıl olur da onların dediklerine itiraz edilebilir! Peki Allah bu insanlara öğretmektedir de başkalarına öğretmemekte midir?
İşte bu soru karşısında asabları fena bozulmaktadır bu insanların. Kur'ân-ı Kerîm'i kendi havalarına, kendi akıllarına ve kendi seviyelerine göre anlamaktan başka hiç bir yola başvurmazken gerekçe olarak Allah'ın kendilerine öğrettiğini, öğreteceğini zanneden bu insanlar, bu zanlarını, Arapçaya hayır derken de kalkan edinmektedirler... Kur'ân'ın anlaşılması adına geliştirilen bu Arapça aleyhtarlığı o kerteye ulaşmıştır ki, namazda okunan surelerin ve ayetlerin Arapçalarına bile karşı çıkmaktadır... Namazda Arapça yerine Türkçe anlamlar okumak bir tercih ya da öneri olmaktan öte, bir zorunluluk olarak ileri sürülmektedir... Sözkonusu bu insanlar mevcut meallerin bu yanlışından yola çıkarak işi nerelere götürüyorlar görünüz. Meallerdeki fazlalıkların, yani "habibim" ve "Ey Muhammed" ifadelerinin üstüne bir çizgi çeke çeke, giderek Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın adından hazzetmez oluyorlar. Sonuçta Rasûl'e saygısızlık diyebileceğimiz garib bir ruh haletine yakalanıyorlar.
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın adı anıldığında selavat getirmekten, bile-isteye, kaçınıyorlar ve selavat getirmemeye özellikle dikkat ediyorlar... Rasûlden söz ederken kendi asker arkadaşlarından ya da çocukluk arkadaşlarından sözeder gibi sözetmeye özellikle özen gösteriyorlar. Üstelik bunu bir marifet sayıyorlar, elbette, bunu bilinçlerinin yüksekliğine yoruyorlar. Öyle ya artık onlara Allah öğretmektedir ve ne düşünürlerse İslâmî bilinçlerinin yüksekliğine kanıt kabul edilmektedir.
Bu insanların Rasûl (aleyhiselâtu vesselâm)'e karşı bilinçli bir saygısızlık geliştirmelerinin yanı sıra, Kitab'a karşı da böylesi bir saygısızlık geliştirdikleri gözlenmektedir... Kitabın cismine karşı, gene bile-isteye, bir saygısızlık geliştirmekten adeta zevk almaktadırlar. Mesela Kur'ân-ı Kerîm'i, hiç gereği yokken rahat rahat fırlatabilmektedirler, ellerinde sıradan bir eşyaymış gibi sallaya sallaya dolaşabilmektedirler. Hattâ, Kitab-ı Kerîm'i kasıtlı olarak kıçının altına alarak oturanları görmek bile mümkündür....
İşte bir kez Rasûl (aleyhisselâtu vesselâm)'e saygısızlık çığırına döküldü mü, ardından Rasûlullah (aleyhisselâtu vesselâm)'ın durumunu tartışmak, statüsünü yeni bir ayarlamaya tabi tutmak da geliyor, tabii olarak... Söz konusu insanlar Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın rütbelerini öylesine bir hınçla söküp atıyor ki, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onların nezdinde sıradan bir insan makamına bile oturamayacak duruma geliyor neredeyse. Bu insanlara göre, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hiç bir imtiyazı, hiçbir farklılığı, hiçbir fazla yanı yoktur öteki, insanlar karşısında...
Hani bu insanlara göre namazda ne okuduğunuzu anlamanız için ayetlerin Arapçasını okumasanız da oluyor ya, hatta anlamını bilmeden Arapçasını okumanız yasaklanıyor ve bilmediğiniz âyetlerin asıllarını ezberleme zahmetine katlanmaktan kurtuluyorsunuz ya, iş bu kadarla da bitmiş olmuyor. Kur'ân'da belirtilmemiş olan tüm özelliklerden arındırılmış bir namaz amaçlandığından, bakılıyor ki, Kur'ân'da namazdan söz edilirken kıyam deniliyor, rukû deniliyor, sucud deniliyor ama namazların rekatlarına ilişkin olarak bir açıklama yapılmıyor; öyleyse, mesela bir akşam namazının üç rekatlık farzı neden beş rekat olarak, altı rekat olarak kılınmasın? Böyle düşünüyorlar bu konuda."
Sünnet'e saygıyı yitirenlerin şeytana ne denli maskara olabileceğini görmek için bu kaydedilenler yeterlidir. Öyle davranmanın böyle netîceye götüreceğini bilen Selef büyüklerimiz, ittifakla, bizlere mezhebimizin imamlarına tâbi olmayı, bu disiplinin dışına hiç bir surette çıkmamayı, aksi takdirde, her ferdin, hiçbir İmam'da rastlanmayan fikirlere saplanarak anarşiye ve dolayısıyla dinî yönden tehlikeye düşeceğini belirtirler.

İmam Mâlik (radıyallahu anh)'in tavsiyesi şudur: "İmamlara tâbi olun ve onlarla mücâdele etmeyin. Eğer cedelde başkalarından üstün gördüğünüz her adama uyacak olsaydık, Cebrâil'in getirdiklerini reddetme durumunda kalacağımızdan korkulurdu".
Bu tavsiyeyi yapan İmam Mâlik'in, talebelerinden Ma'n ibnu İsâ, mevzuyu aydınlatıcı bir vak'a anlatır. Bizim için ibretli ve yol gösterici olan hâdiseyi kaydetmede fayda görüyoruz:
"Birgün İmam Mâlik mescidden dönüyordu. Elimi tutmuş bir halde iken, Murcie fırkasına mensup Ebu'l-Cuveyriyye denilen bir adam İmam'a yetişti ve aralarında şu konuşma geçti:
- Ey Mâlik, beni dinle, sana delil getirip görüşümü açıklayacağım, bir şey diyeceğim.
- Ya beni mağlub edersen?
- Benim dediğimi kabul edersin.
- Şâyet ben seni mağlub edersem?
- O zaman ben senin görüşünü kabul ederim,
- Eğer biri gelir de, onunla konuşursak, o da ikimizi mağlub ederse?
- Onun görüşünü kabul ederiz ,
- Allah Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'i tek bir din ile göndermiştir. Görüyorum ki sen daldan dala atlıyorsun. Ömer İbnu Abdilaziz: "Kim dinini münâkaşalara hedef yaparsa çok sık görüş değiştirir" demiştir.


En son @bdulKadir tarafından C.tesi Kas. 07, 2009 7:47 am tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Empty
MesajKonu: Geri: Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih ..   Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Icon_minitimeC.tesi Kas. 07, 2009 7:30 am

SAHİH HADİSLER KAYNAĞIMIZDIR
(HADİS İNKARCILARINA -mealci-akılcı-mutezile REDDİYE)



De ki; “Allaha ve Peygambere itaat edin! [itaat etmeyip] yüz çeviren [kâfir olur] Elbette Allahu teâlâ kâfirleri sevmez. [Al-i imran 32]

Peygamberin bütün hadisi şeriflerini ve sünnetlerini inkar eden , Allahın bu emrini (peygambere itaat) nasıl yerine getirmeyi düşünüyorsunuz ?
Yoksa peygambere itaat dönemi çoktan mı bitti size göre ?
Hz. Peygambere benzeme açısından rehberiniz ne olacak ?

Rasulullah'ın haber verdiği namez zekat, oruç, ba's, hesab, mizan, cennet ve gaybi şeyleri ve bu konuda verdiği sahih hadisleri inkar etmek "Muhammedu'R Rasulullah"a şehadeti bozar !

"Kur'an bize yeter " diyenlere "Kur'an dan yeterince cevaplar"

Şimdiçağdaş mutezilelere (mealci- akılcı) diyeceklerim :

Çevrelerine topladıkları insanları ilimsizce, meal okuyoruz, dinimizi öğreniyoruz diyerek hadis inkarcılığına sevkeden, atalarınızdan devraldığınız dini bırakın deyip, başka ataların dinine tabi kılmaya çalışan, İslamı kendi anlayışlarına uymak zorunda kabul eden, bu müfsidlerin kendileri bilmese de onlara bu anlayışı miras bırakan ataları yunan felsefesiyle İslamı anlamayı metod kabul etmiş, tâbi olmanın meşakkatini terk edip tabi etmenin zevkine varmış fasıklar ve bir kısmı da tuğyan sahibi zındıklardır.

Kendileri bu ismi ısrarla gizleseler de hadis inkarcısı mu’tezile fırkasının, dalaletine sebep; iman ettikleri şu kaidedir. “Akıl ile nakil teâruz ederse (çelişirse)
akıl tercih edilir. “ İşte bu kaide kayıtsız şartsız itaati kabul etmez.
Oysa Allah (Azze ve Celle) "Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlune davet edildiklerinde, muminlerin sözü ancak "İşittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir" .(Nur 51) ayetiyle mu’min (iman eden) olmanın övgüye değer vasfını açıklamış ve onların kayıtsız
şartsız teslimiyetini övmüştür.
Öncelikle onlar peygamberin (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerinin din adına bir kaynak olmasını, Kur’anı tefsir etmesini asla kabul etmezler, çünkü peygamber onlar gibi
düşünen bir felsefeci değildir. Zirâ Allah (Azze ve Celle) peygamberine bilmediği şeyleri
öğrettiğini Nisa suresi 113 te haber vermektedir ve peygamber, öğrendikleriyle hükmetmiştir ve ona uyulması bu yüzden gereklidir.
Oysa kendilerine vahy gelmediği için bilmeyen zavallılar akılları da ermeyince inkara kalkışarak akılsızlıklarını isbat etmişlerdir.
Onlara: İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiği vakit "Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz!" derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler). (Bakara 13)

Peygambere imanın ne demek olduğunu bilmeyenler Onlara göre peygamberler postacı gibidirler (hâşâ), kitabı bırakır giderler. Oysa nice peygamberler
vardır ki, kendilerine kitap verilmemiş, yalnızca tebliğ ve irşad görevlerini tamamlamış, bir kitap bırakmadan ömürleri bitmiştir.
Eğer peygamberlerin sünneti, söz ve fiilleri din kabul edilmeseydi kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerin ölmesiyle dinin ortadan kalkması ve peygamberi görmeyenlerin de hiç bir şeyden sorumlu olmaması gerekirdi.
Kur'anda Peygambere itaatın gerekliliği ile ilgili birçok ayet bulunmasına rağmen , bize Kur’an yeter diyen bu zavallılar hangi Kur’andan bahsediyor acaba!
Allah (Azze ve Celle) Kitabında “Biz her peygamberi ancak Allahın izniyle itaat edilsin diye gönderdik buyurmuştur. … Kim peygambere itaat ederse Allah (Azze ve Celle) ’a itaat etmiş olur (Nisa 80), buyurmuştur,

Allah (Azze ve Celle) ve Rasulu bir işe hükmetti mi mu’min erkek ve mu’mine kadınların işlerinde muhayyerlikleri yoktur, kim Allah (Azze ve Celle) ’a ve peygamberine karşı gelirse şüphesiz o apaçık bir sapıklığa düşmüştür . (Ahzab 36) buyurmuştur.

Her kim Allah'a ve Rasûlune itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bunlar mutluluğa erenlerdir . (Nur 52)

Peygambere itaatın gerekliliği ve dolayısıyla hadis olmadan dinin anlaşılamayacağı ve yaşanamayacağı, yaşansa bile Allah’ın o dini kabul etmeyeceği ile ilgili ilâhi kelama kulak veriniz.
Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler .(Nur 48)

Namazı kılın; zekâtı verin; Peygamber'e itaat edin ki merhamet göresiniz . (Nur 56)

(Ey muminler!) Peygamber'i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir
azap isabet etmesinden sakınsınlar.(Nur 63)

De ki: Allah'a ve Rasûlu'ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez . (Al-i İmran 32)

Allah'a ve Rasûl'une itaat edin ki rahmete kavuşturulasınız ..(Al-i İmran 132)

Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik .(Bakara 151)


Onlar ki, o ummî peygambere uyarlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılmış bulacakları O peygambere uyup, onun izinden giderler ki, O , onlara iyiyi emreder ve onları kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar, işte o vakit ona iman eden, ona kuvvetle saygı gösteren, ona yardımcı olan ve onun peygamberliği ile birlikte indirilen nuru izleyen kimseler var ya, işte asıl murada eren kurtulmuşlar onlardır. (A'raf 157)

Öncekilerin sahih haberleri delil değilse, kendisini görmediğiniz ve kendisine vahy geldiğini iddia eden ve bir tek kişi olan peygambere nasıl inanıyorsunuz .
O hem bir tek kişidir ve bu haber 1400 sene öncesine dayanmaktadır, bozulmadan geldiğinden niçin şüphe etmiyorsunuz.
Siz haber-i âhad dinde huccet değildir
diye durun, bize yeter dediğiniz Kur’anda Allah Nuh’u, Şuayb’ı, Salih’i İbrahim’i (aleyhimu’s
selam) kavimlerine tek başına huccet, sözüne güvenilmesi gereken elçi tayin ettiğini haber
veriyor ve o bir tek kişi olan elçilere iman etmeyen kavimler helak edilmiş ve ebedî cehennemlik kafirlerden olmuşlardır.
Bundan da anlıyoruz ki önemli olan elçinin
güvenilirliğidir ve güvenilirliğini araştırmadan hiçbir haberin inkar edilemeyeceğine bu ayetler delildir.
Onlar hadislerin tevatür derecesinde olması gerektiğini bunun da bir hadisi yüzlerce sahabenin rivayet etmesiyle ve onlardan rivayet edenlerin de bize ulaşana kadar her
tabakada o sayıda olmasıyla mümkün olduğunu, aksi takdirde kabul edilemeyeceğini söylüyorlar. (M.Şeltut Akaid ve Şeriat 1/70)

Bu sayı hususunda biraz daha insaflı olanlar da var. Tabi saydıkları sıhhat şartları rivayeti imkansız kılmak ve hadisleri kabul etmemek içindir. Kendileri bu iddialarına Kur’andan nakli delil getiremezken ve sözlerini yüzlerce kişi koro halinde birbirine nakletmemişken nasıl oluyor da insanların kendilerine inanmasını bekliyorlar. Birisi koşarak gelip evin yanıyor deyince, bir kişinin haberine itimad edilmez, yüzlerce şahitle gel demiyorlar, niye çünkü yine menfaatleri söz konusu, dolayısıyla bir kişiden gelen (haberi ahad) söze kulak vermekte fayda görürler.
Ya onlarca sahabeden rivayet edilen, cerh ve ta’dil kitaplarında iyi veya kötü yanları tesbit edilmiş, yalancı mı, mübalağacı mı, ömrünün bir kısmında bunamış mı vehm ve vesvese sahibi mi, ve daha nice sıfatları tesbit edilmiş ve eğer bu kusurlardan biri varsa ondan gelen haberin sıhhati zayıf, uydurma vs. tesbit edilmiş ve güvenilir, akıl, hafıza, zabt ve adalet yönünden cidden övgüye değer insanların rivayet ettikleri sahih olan ve yine bu vasıfta alim insanların kaleme aldığı hadislere niçin itimad etmiyorsunuz.
Çünkü bu defa yanan ev sizin değil. Eğer o hadislere itimad ederseniz peygamber sizi oturduğunuz din adamı postundan kaldıracak ve siz felsefenizle birlikte çöpe gideceksiniz.!

Zamane mutezile fikriyatındakilere

Ebu Hanife'nin hadis eleştirisine yaklaşımı


Talebe: Mumin zina edince, başından gömleğinin çıkarıldığı gibi, imanı da çıkarılır, sonra tevbe edince iman kendisine iade edilir (Ebu Davud, es-sunne 15, et-Tirmizi, el-İman 11) hadisini rivayet eden kimseler için ne dersiniz ?
Eğer tasdik ederseniz Haricilerin prensiplerini kabul etmiş olursunuz. Onların görüşlerinde şüphe ederseniz, Haricilerin prensiplerinde de şüpheye düşmüş ve ifade ettiğiniz haktan rucu etmiş olursunuz. Eğer, ravilerin sözünü tekzip edecek olursanız, onlar da sizi Hz. Peygamberin sözünü yalanlamış olmakla suçlarlar. Çünkü onlar, Hz. Peygambere ulaşıncaya kadar, bu hadisi muteber kişilerden nakletmişlerdir.

Ebu Hanife (r.a.): Tekzip etmek, ancak -Ben Hz. Peygamberin sözünü yalanlıyorum- diyen kimsenin yalanlamasıdır. Fakat bir kimse -Ben Hz. Peygamberin söylediği her şeye iman ederim, fakat O kötülük yapılmasını söylemedi, Kurana da muhalefet etmedi- derse, bu söz o kimsenin, Hz. Peygamberi ve Kuranı Kerimi tasdik etmesi; Allahın Rasulünü, Kurana muhalefetten tenzih etmesidir.
Eğer, Hz. Peygamber, Kurana muhalefet etse ve Allah için hak olmayan şeyleri kendiliğinden uydursa idi, Allah onun kudret ve kuvvetini alır, kalp damarlarını koparırdı. Nitekim bu husus Kuranda şöyle belirtilir:
-Eğer peygamber söylemediklerimizi bize karşı, kendiliğinden uydurmuş olsa idi, elbette onun sağ elini alıverirdik, sonra da kalp damarını koparıverirdik. Sizin hiç biriniz de buna mani olamazdı. (Hakka,44-47).

Allahın peygamberi, Allahın kitabına muhalefet etmez, Allahın kitabına muhalefet eden kimse de Allahın peygamberi olamaz. Onların rivayet ettikleri bu haber Kurana muhaliftir. Çünkü Allah; Kuran-ı Kerimde
-Zina eden kadın ve erkek… (Nur,2) ayetinde zâni ve zâniyeden iman vasfını nefyetmemiştir. Keza -Sizden fuhşu irtikap edenlerin her ikisini de… (Nisa,16) ayetinde Allah, -sizden- kaydı ile Yahudi ve Hrıstiyanları değil, Müslümanları kasdetmektedir.
O halde Kuran-ı Kerim hilafına, Hz. Peygamberden hadis nakleden her hangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamberi reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Bilakis, Hz. Peygamber adına batılı reddeden kimseyi reddetmek demektir. İtham Hz. Peygambere değil, nakleden kimseye racidir. Hz. Peygamberin söylediğini duyduğumuz yahut duymadığımız her şey can, baş üstünedir. Biz onların hepsine iman ettik, onların Allah Rasulunün söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz. Keza Hz. Peygamberin, Allahın nehyettiği bir şeyi emretmediğine, Allahın kullarına ulaştırılmasını emrettiği bir şeye de mani olmadığına şahitlik ederiz. O, hiç bir şeyi Allahın tavsif ettiğinden başka şekilde tavsif etmez. Yine şehadet ederiz ki O, bütün işlerde Allahın emrine muvafakat etmiş, hiç bir bidat ortaya koymamıştır. Allahın söylemediği hiç bir şey de teklif etmemiştir. Bunun için Allahu Teâlâ -Kim Rasule itaat ederse Allaha itaat etmiş olur. (Nisa,80) buyurmaktadır.

Talebe: Çok güzel açıkladınız. Fakat içki içen kimsenin, kırk gün ve kırk gece namazının kabul olunmayacağını iddia eden kimse için ne dersiniz? Bana iyilikleri yıkan ve iptal eden bu hususu açıklayınız.

Ebu Hanife (r.a.):
- Allah, içki içen kimsenin kırk gün ve kırk gece kıldığı namazı kabul etmez.- (et-Tirmizi el-Eribe 1, İbnu Hanber II/176, V/171.) sözünün açıklamasını bilmiyorum. Söz sahiplerinin sözlerinin, hakikate kesin olarak aykırı olduğunu bildiğimiz bir açıklama yapmadıkları sürece, onları yalanlamam.
Biz Biliyoruz ki Allah, kulunu işlediği günahtan dolayı cezalandırır veya günahını affeder. Allah, kulunu işlemediği günahtan ötürü cezalandırmaz, kulun işlediği farzları hesap eder, günahlarını da yazar. Mesela, bir kimsenin malının zekatından, daha fazla vermesi gerekirken, elli dirhem verdiğini kabul edelim. Bu durumda Allah onu verdiği miktardan dolayı değil, vermediği miktardan dolayı cezalandırır. Verdiği miktarı kul lehinde değerlendirir. Keza bu kimse oruç tutar, manaz kılar, hacca gider ve adam öldürürse, bu hususta iyilikleri hesap edilir, kötülükleri ise aleyhine yazılır.
Allah bu konuda Kuranda şöyle buyurur:
-Kazandığı iyilik kendi lehine, yaptığı kötülük de kendi aleyhinedir. (Bakara, 28),
-Bir iş yapmanın amelini ben, elbette boşa çıkarmam.(Âl-i İmran, 195.)
-Yalnız işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılacaksınız. (Yasin, 54.),
-Ancak işlediklerinizin cezasını göreceksiniz. (Tahrim, 7),
-Kim zerre miktarı iyilik işlerse karşılığını görür, kim de zerre miktarı kötülük işlerse karşılığını görür. (Zilzal, 7,Cool
-Küçük, büyük her şey yazılıdır. (Kamer,53)

Bu duruma göre, iyilik ve kötülükler az da olsa Allah tarafından yazılmaktadır.
-Biz kıyamet günü adalet terazilerini koyacağız. Hiç bir kimse hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. Hardal danesi ağırlığınca olsa da biz onu hesaba katacağız. Bizim hesap görmemiz elverir.- (Enbiya, 47)
Bütün bunların aksini iddia eden kimse Allahı zulümle tavsif etmiş olur. Oysaki Allah zulmetmeyeceği hususunda kullarını temin etmiştir:
-Hiç bir kimse hiç bir şeyle haksızlığa uğratılmaz-, -Ancak işlediklerinizin cezasını görürsünüz.- (Saffat, 39),
-Kim bir zerre miktarı iyilik işlerse onun mükafatını görür. (Zilzal 7)
- ayetleri bu hususu belirtmektedir. Allah, iyiliklere mukabelede bulunduğu için kendisinin şekûr olduğunu ifade etmiştir. O, merhametlilerin merhametlisidir.
İyiliklere gelince; onları üç şeyden biri boşa çıkarır. Bunların birincisi, Allaha şirk koşmaktır. Bu konuda Allah, -Her kim imanı inkar ederse, bütün işledikleri boşa gider.- (Maide, 5) buyurmuştur.

İkincisi; bir kimseyi azad etmek veya sıla-i rahimde bulunmak yahut Allah rızası için bir malı sadaka olarak verdikten sonra gazaplanmak veya gazap haricinde iyilik yaptığı kimseyi minnet altında bırakmak için -Ben sana sıla-i rahimde bulunmadım mı?..- ve benzeri şeyler söyleyerek başa kakma durumudur. Bu ve benzeri hususlarda o kimsenin sevabı suratına çarpılır. Zira Yüce Allah, -Sadakalarınızı, başa kakma ve eza vermek suretiyle iptal etmeyin.- (Bakara, 264) buyurmaktadır.

Üçüncüsü; başkalarına gösteriş yapmak için, amel işlemektir. Riya için yapılan salih ameli Allah kabul etmez. Bu üç günahın ötesindekiler, iyilikleri yıkıp boşa çıkarmazlar.

İMAM-I AZAMIN BEŞ ESERI; El-Alim Vel Muteallim Sayfa:31-34. Çeviren: Mustafa Öz, Kalem Yayıncılık A.Ş. Istanbul-1981

Sünnet İnkarcılarının Amaçları

Son zamanlarda dinin temel kaynaklarından biri olduğuna inandığımız, din olduğuna inandığımız, vahyin bir parçası olduğuna inandığımız Rasulullah Efendimizin sünnetini ekarte etmeye, reddetmeye çalışıyorlar. Bize Kur'an yeter, dinimizi yaşamak için bizim Allah'ın Kitabı'ndan başka birşeye ihtiyacımız yoktur" diyerek, Rasulullah'ı ve sünnetini silerek, kendilerince bir din icad etmeye çalışıyorlar. Rasulullah'ın Kur'an konusundaki anlayışını ve uygulamalarını, yeryüzünün en hayırlı nesli olan onun pırlanta ashabının, onlardan sonra gelen tabiinin, tebeu tabiinin, muctehid imamlarımızın ve değerli seleflerimizin Kur'anla ilgili anlayışlarının tümünü yok farzederek, onların tümünün üzerine bir çizgi çekerek kimilerinin salt akıllarıyla Kur'anı anlamaya çalıştıklarını, bu iddiayla ortaya çıktıklarını görüyoruz. Bu sapık anlayışlar karşısında elbette Rasulullah efendimizin sünnetinin müdafası sadedinde birşeyler söylememiz gerektiği kanati ve inancındayız.
İslamın temel kaynaklarından birisi olan sünneti reddetme hadisesi tarihte ilk önce Hicri ikinci yüzyılda ortaya çıkmıştır. Bu konuyu ilk defa ortaya atanlar Hariciler ve Mutezililerdir. Hariciler İslam toplumunda çıkarmak istedikleri fitnenin önünde en büyük engel olarak Rasulullah efendimizin sünnetini gördüler. İslam tolmumunda Rasulullah efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri üzerine kurulan bu son derece sağlam yapı var olduğu sürece din konusunda ortaya atılabilecek hiçbir düşünce, hiçbir akım, hiçbir felsefe müslümanlar tarafından kabul görmeyecek, hiçbir fitne başarıya ulaşamayacaktı. Onun içindir ki İslam toplumunda kendi batıl fikirlerini yayarak toplumu yıkmak isteyen Hariciler ilk önce önlerindeki büyük engel olan sünnete yönelerek onu yıkmayı, o engeli kaldırmayı deneyip planladılar.

Bunun için de şu iki iddia üzerinde fikirlerini yoğunlaştırdılar:

a: Sünnetin dinde hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Dinde müslümanı bağlayan Allah'ın kitabı'dır. Allah'ın Kitabı'nın dışında uyulmaya layık başka bir kaynak, hiçbir otorite yoktur.

b: Zaten Kur'an'ın dışında hiçbir şey Allah tarafından korunmaya alınmadığından sünnetin, peygamberin hadislerinin doğruluğunda şüphe vardır. Şüphe üzerine kesinlikle din bina edilemez. Çünki hadisler bir sonraki nesle aktarılıken içine pekçok yalan yanlış şeyler karışmıştır. Binaenaleyh dinimizi böyle şüpheli, şaibeli şeylere bina edemeyiz.
Allah'ın lafzan ve manen konrunmuş olan Kitabı'nın dışında başka hiçbir şeye itimad edilemez.
Mutezile de hemen hemen aynı şeyleri söyledi. Yunan felsefesinin ürünleriyle karşı karşıya gelen bu insanlar bunları yargılayıp sorgulayabilecek kadar dinlerini yakından tanıyamamış olmalarının sonucu olarak tamamen akılcı olan bu felsefi akımların etkisi altında
kaldılar. Bu felsefi akımlar karşısında aşağılık duygusuna, yenilmişlik psikozuna kapılan ve inançları, akideleri sarsılan bu adamlar dinlerini, inançlarını bu felsefi akımlar karşısında tamamen akılcı ölçülere uyacak biçimde yeniden yorumlamak, yeniden gözden geçirmek tutkusuna kapıldılar. Ama dinlerinde reforma yönelen, akıllarına uygun bir biçimde dine şekil vermek cinnetine kapılan bu insanların karşısına da yine en büyük engel olarak Rasulullah'ın sünneti çıkınca onlar da tıpkı selefleri
gibi sünnete gölge düşürmeye, sünneti reddetmeye yöneldiler. Kur'an'ı bu felsefi akımlar önünde diledikleri gibi yorumlamalarına engel olacak peygamberin ve onun sahabesinin örnekliliğini reddettikleri zaman önlerinin açılabileceğini zannediyorlardı. O zaman Kur'an'ı istedikleri gibi yorumlayabilecekler ve kendilerine yepyeni bir din yapabileceklerdi.
Bunun için şu iddiayı ısrarla savundular: "Peygamberin görevi sadece bize Kur'an'ı getirip ulaştırmaktır. Allahın Rasulu bü görevini hakkıyla yerine getirmiştir. Bunun ötesinde Muhammed Bin Abdillah olarak Rasulullah bizim gibi sıradan bir insandan başkası değildir. Onun
söylediklerinin ve yaptıklarının bizim için hiçbir değeri, hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Onun yapıp söyledikleri sadece kendisini ve kendi dönemini ilgilendirir. Bizler sadece Kur'n'a yönelir onunla amel ederiz."
Sünnet hakkında ortaya atılan bu iki fitnenin ikisi de İslam toplumunda hüsnü kabul görmedi. Muhaddis alimlerimizin ve diğerlerinin ciddi çalışmaları, ümmetin vicdanının uyanıklılığı sayesinde çok kısa bir süre içinde her ikiside ummet arasında kabul görmeden yok olup gittiler.
Kitab'ı ve sünneti tanıyan sıradan bir müslümanın bile peygamberini bir posta memuru kabul etmesi elbette mümkün değildi. Onun içindir ki bu ummetin mizacı böyle saçmalıkları, bu tür bid'atleri kabule asla musait değildir. Nasıl müsait olsun da? Rasulullah efendimizin mubarek asrından başlayarak Raşid Halifeler, tabiin, müctehid imamlar ve ümmetin fakihlerinin, muhaddislerinin rehberliğinde gelişerek gelmiş olan bu İslami hayat düzenini reddederek günübirlik küfür dünyanın felsefi akımlarının etkisi altında kalarak dinlerini reddedecek değillerdi elbette müslümanlar...
Ancak uzun yıllar kül halinde bulunan bu fitnenin asrımızda yeniden hortlatılmaya başlandığını görüyoruz. Tıpkı hicri ikinci asırda olduğu gibi batı karşısında, batı medeniyeti karşısında zihinsel bir yenilgiyi yudumlamış, kafirler karşısında aşağı-lık kompleksine kapılmış kimi insanların aynı konuyu bugün gündeme getirmeye çalıştıklarını görüyoruz.
Son günlerde "İslamı anlamak ve onu hayatımıza aktarabilmek için bize yalnızca Kitap (Kur'an) yeter. Kur’anın dışında başka hiçbir kaynağa ihtiyacımız yoktur. Zaten bizim dinimizin temel kaynağı Kur'andır" iddiası gündeme getirilmeye, ve dinimizin ikinci temel kaynağı olan sünnetin dinde huüccet olmadığı ve de sünneti ortaya koyan kaynakların doğruluğundan şüphe iddiaları yaygınlaşıyor. Ne yazık ki tıpkı öncekiler gibi ama bu defa batı medeniyeti karşısında aşağılık psikozuna kapılmış bir kısım insanlar tarafından batılı müsteşriklerin de etkisiyle Rasulullah efendimizin dinde temel odak nokta oluşu, ya da şarii yönü reddedilmeye çalışılmaktadır.
Bu iddialar tıpkı öncekiler gibi tarih boyunca yan yana giden dinin iki temel kaynağını birbirinden ayırmaya yöneliktir. Kur'an'ı sünnetten, sünneti Kur'an'dan ayırmaktır. Az evvel de ifade ettiğim gibi bu akım yeni ve tesadufi değildir. Yalnızca Türkiyeye mahsus da değildir. Bunu gündeme getirenler esasen müsteşriklerdir. Asrımızda sünnete en büyük şüphe gölgesini düşüren Pr Goldizerdir. Bu adam İslam hukukunun ikinci temel kaynağı olan hadislerin, Rasulullah efendimizin sözlerinden çok, Şam bilginlerinin görüşleri olduğunu iddia etti. Hadis diye kitaplarda yazılı olanlar peygambere ait sözler değil bir kısım insanların sözlerinden ibarettir dedi. Maksadı müslümanlar nazarında değerli bir mevkii olan sünneti sarsmak, Peygamberimiz ve onun sünneti konusunda zihinleri saptırıcı şüphe tohumları atmaktır.
Aynı akımın Hindistanda önce Mehdilik, sonra da Peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan Mirza Gulam Ahmed tarafından savunulduğunu görüyoruz. Bu nevzuhur adam da, sünnete en büyük darbeyi vurmalıydı ki, kendi Peygamberliğini yutturabilsin. Bunlardan ayrı olarak bir takım modernist yazarlar da bunların tilmizi olarak aynı iddiayı savunmuşlardır. Bu sünnet düşmanı modernistlerin iddiası şöyledir:

a: Eğer İslamı anlamada Kur'an kadar Sünnet de önemli olsaydı, Cenab-ı Hakk bunu bize Kur'anda bildirirdi. Biz de Kur'an kadar sünneti de anlamağa mecbur olurduk ve Sünnete de değer verirdik.

b: Rasulullah'ın sünnetini, anlayışını ancak kendi dönemi ve kendi toplumu için geçerli kabul etmek lazımdır. Halbuki devir ve şartlar değişmiştir. Değişen asrın şartlarına sünneti tatbik edemeyiz.

c: Hadisler çok zor şartlar altında toplanmıştır. Bunlara yalan karışma ihtimali çok fazladır. Binaenaleyh sünneti bir kenara bırakmak zorundayız. Hatta bu insanların gençlere; Hadislerle kafanızı bozmayın diyecek kadar Allah Rasulune saygısızlık ederek Kur'ancı kesilirler.
Temel iddiaları bunlardır.

İbni Hazm zamanında da hicri 500 lerde kendilerine Kur'ancı denen bir grup zuhur eder. Bunların iddiasına göre herşey Kur'anda vardır. Hatta birisi sormuş, peki Hz. Alinin sakalının sık Hz. Muaviyenin sakalının seyrek oluşu da var mı? Ama bunlar bir taraftan Kur'ancı kesilirken sünneti ekarte etmişler. Bize sadece Kur'an yeter, kulluğu yaşayabilmek için sadece Kur'an yeter, onun dışında başka kaynağa ihtiyacımız yoktur diyerek sünneti inkar etmişler. Veya "işte efendim sünnetin intikalinde, subutunda süphe vardır, bu yüzden zaman içinde içine yalan yanlış şeyler karışmış bir şeyi delil kabul edemeyiz" diyerek reddetmişler.
Peki hedefleri neydi bu adamların? Hedef şu: Eğer Kur'anın beyanı, Kur'anın tamamlayıcısı ve açıklayıcısı olan hadisler ekarte edilirse sonunda Kur'an da çok rahat ekarte edilebilir. Veya "sünnet yani Rasulullah efendimizin anlayışı ve uygulaması ekarte edilirse o zaman Kur'anı salt aklımızla anlayıp dilediğimiz gibi bir müslümanlık yaşama ve Kitab'ı kendi arzu ve heveslerimize göre anlayıp yorumlama imkanını elde ederiz" derdi vardı adamların. Keyiflerine geldiği gibi bir din yaşama, din belirleme konusunda hiçbir kayd-u bend altına girmeme arzularından kaynaklanıyordu bu iddia.
Bugünküler de hemen hemen buna benzer iddialarla ortaya çıkmaktadırlar. Esasen bu iddiaların altında akılcılık, rasyonalizm yatmaktadır. Yani Kur'anı anlamak için yalnızca akıl yeter, bunun dışında ne sünnete, ne de başka bir kaynağa ihtiyaç yoktur iddiası yatmaktadır bir.
İkinci olarak da bu iddianın altında Ashab-ı Kirama karşı güvensizlik ve itimatsızlık yatmaktadır. Zira sünneti Rasulullah'tan sözlü olarak bize aktaran Ashab-ı Kiram efendilerimizdir. Eğer bu mevzuda, hadislerin bize aktarılması konusunda ashab-ı kiram efendilerimize herhangi bir itimadsızlık isnad edersek o zaman Kur'an'a da itimad etmemek gerekecektir. Kur'an'dan da şüphe etmemiz gerekecektir. Zira Kur'an'ı yazıp, hıfzedip, toplayan ve bize ulaştıranlar da ashab-ı kiram efendilerimizdir. Görülüyor ki bu iddianın altında Kur'an'ı reddetme sinsi planı da yatmaktadır. Yani bugün sünnet diyecekler, bu tuttu mu yarın Kur'an diyecekler.
"Kur'an'a da itimad edilmez, çünki hadislere bir sürü yalan yanlış şeyler katanlar elbette Kur'ana da katmışlardır" diyecekler ve dini bitirecekler.
İşte üç aşağı beş yukarı dünkülerin de bugünkülerin de demeye çalıştıkları bunlar.
Şimdi bu iddianın sahiplerine peygamberin ne olduğunu, peygamberin kim olduğunu, sünnetinin bizim dinimizde, bizim hayatımızda yerinin ne olduğunu anlatmamız gerekecektir.
Peygamberin dinde temel odak nokta olduğunu, onsuz dinin olmayacağını, onsuz müslümanlık olmayacağını, olamayacağını anlatmamız gerekecek. Peygamberin kullukta adım adım takip edilmesi gereken, kendisine tabi olunması gereken bir mukteda bih olduğunu, bir Usve-i hasene olduğunu anlatmamız gerekecek. Peygamberin Kur'an'ın beyan edicisi, Kur'an'ın tamamlayıcısı ve açıklayıcısı olduğunu, sünnetsiz Kur'an'ın anlaşılamaz olduğunu, peygamberin sürekli Allah kontrolünde bir masum olduğunu ve Rabbımızın kitabında kendisine itaat istediği herbir bölümde aynı zamanda peygamberine de itaat istediğini, bu konuda peygamberle Allah'ın arasını ayıranların kafir olduklarını, peygambere din belirleme, haram ve helal koyma hakkının verildiğini, anlatmamız gerekecek. Kur'an'da Rabbımızın anlatmadığı pek çok konuyu pek çok konuyu kendisine anlattırarak Rabbımızın peygamberini dinde nasıl şari kıldığını anlatmamız gerekecek.

Sünnete Sokulmak İstenen Şüpheler:


Rasulullah'ın hadislerini yargılamaya çalışan ve bilgiçlik taslayan bazı insanlar bir kısım tutarsız delillerle hadislere olan güveni sarsmaya çalışmış*lardır. Bunların iddialarını şöylece özetlemek mümkündür.

1. "Kur'an Yeter, Sünnete İhtiyaç Yoktur" Diyenler:

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "... Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırak*madık..." (En am 38) "... Biz sana her şeyi açıklayan hidâyet rehberi, rahmet kay*nağı ve müslümanlar için bir müjde olan Kur'anı indirdik." (Nahl 89) iddiasını ile*ri sürmektedirler. Bu iddia tutarsızdır.
Çünkü birinci âyetteki "kitap"tan levh-i mahfuz mu yoksa Kur'an-ı Kerim mi olduğu hususu ihtilaflıdır. "Levh-i mah*fuzdur" diyen görüşde, hadise karşı çıkanlar için herhangi bir delil yoktur. "Kur'an-ı Kerimdir" diyen görüşe göre de bu âyette ve bundan sonra zikre*dilen âyette hadis düşmanlarına herhangi bir delil yoktur. Çünkü âyetler, Kur'an-ı Kerim'in umumi kaideler ihtiva ettiklerini beyan etmektedirler. Kur'an'ın ihtiva ettiği genel kaidelerden biri de "sünnete başvurmanın zorun*lu olduğu" kaidesidir. Daha önce de izah edildiği gibi Cenab-ı Allah Kitabın*da bu hususu şöyle ifade buyurmaktadır:
"Rabbine yemin olsun ki aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem se*çip sonra da verdiğin hükme içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamıyla boyun eğmedikçe, iman etmiş olmazlar." (Nisa 65)

Âyet-i kerimede muminlerin ara*larında çıkan anlaşmazlıklarda Rasulullahı hakem seçmeleri emredilmekte ve bunu yapmadıkları takdirde mümin olamayacakları bildirilmektedir.
Elbetteki Rasulullah hayatta iken hakem kendisi olacaktır. Vefatından sonra ise onun sünneti hakem kabul edilecektir. Aksi takdirde, Rasulullah'ın hakemliği yir*mi üç sene gibi bir zamana sıkıştırılmış olur ki bu da Kur'an'ın emirlerinin kıyamete kadar baki olması esasına ve Rasulullah'ı rehber kılma emrine ters düşer.
Diğer bir âyette "Kim Peygambere itaat ederse, şüphesiz o Allah'a İtaat etmiş olur" (Nisa 80) buyurulmaktadır.
Allah Teala bu âyetinde Peygambere ita*atin kendisine İtaat sayılacağını bildirmiştir.
Elbetteki Rasulullah'a sağken ita*at onun emir ve sözlerini dinlemekle olur. Ölümünden sonra ise yine onun söz ve fiilleri olan hadislere tabi olmakla olur.
Şayet sadece Allah'a, dolayı*sıyla Kur'an'a itaat etme söz konusu olsaydı Peygambere itaat edilmesinin emredilmesi boşuna olurdu. Bu da gösteriyor ki hadislerle amel etmek Kur'an'ın hükümlerindendir. Ve muhalifler tarafından delil gösterilen bu âyetlere ha*disler de dahildir.


2. "Kur'an Korunmuş Sünnet Korunmamıştır" Diyenler:

Allah Teala Kur'an'ı bizzat kendisinin koruyacağını bildirmiş ve; "zikri biz indirdik. Onun koruyucusu da şüphesiz Biziz" (Hicr 9)tur. Hadisler için böyle bir garanti yoktur" demektedirler.
Bunların tutunmaya çalıştıkları bu âyette Rasululllah'ın sünnetini reddet*meyi gerektirecek bir husus söz konusu değildir. Zira Rasulullah'dan sonra*ki dönemlerde, sahabeler, tabiiler ve tebei tabiiler hadislerin ezberlenmek su*retiyle muhafaza edilmesi hususunda bir beşerin gücünün yeteceği en son gayreti ve titizliği göstermişlerdir. Bu zatlar sahih olan hadisleri, sahih olma*yanlardan ayırmışlar, hadis uyduranları tesbit edip soyutlamışlardır. Hadis*leri rivayet eden zatlarda ağır şartlar arayarak Rasulullah'a karşı yalan uydur*ma yollarını tıkamışlardır. Zaten hadis uydurmanın cezasının cehennem olacağını kesin olarak bilen bir müslümanın hadis uydurması beklenilmeyen bir cinayettir. Zira Rasulullah'a yalan uyduran bir kişinin cezalandırılacağını belirten hadis-i şerif bizim tesbitimize göre otuza yakın sahabeden rivayet edil*miştir.


3. "Sünnetle Amel Edildiğinde Şer'i Hükümlerle Çelişir" Diyenler:

Diğer yandan delil gösterilen âyetteki "zikir" kelimesine hadislerin de da*hil olmadığı kesin olarak söylenebilir mi?
Âyette korunacağı beyan edilen zikire hadisler de dahil ise âyeti sadece Kur'an'ın korunmasına tahsis etmek
delilsiz bir iddia olmaz mı?
"Sünnetle amel edildiği takdirde şer'î hükümler birbirleriyle çelişirler. Zira hadislerin çoğunun delil olması tartışmalıdır, der*ler. Onların bu iddiaları da tutarsızdır. Zira bir meselenin şer'î hükmünün ne olduğu hususundaki İhtilafların sebebi, hadislerin şer'î delil sayılması değil, naslardan hüküm çıkaran alimlerin aklî güçlerinin, ilmî seviyelerinin, kültür*lerinin, toplum yapılarının farklı olması ve nasların da genel ifadeler taşıma*larıdır. Hadislerle amel edilmediği ve yalnızca Kur'an'ın kaynak kabul edil*diği takdirde de bu türden olan ihtilaflar kaçınılmazdır.
Nitekim Kur'an-i Kerİm'de geçen ve asıl anlamı "sona erme olan" Kuru1 ke*limesinin manasının adetten kesilme mi yoksa temizlikten kesilme mi mana*sına geldiği hususu müctehit alimler tarafından ihtilaf edilen bir meseledir. Buna benzeyen misaller pek fazladır.
Diğer yandan hadislerle amel edilmediği takdirde bu tür ihtilafların yapıl*ma ihtimali daha çoktur. Zira âyetlerin yorumlamalarında akıllar esas alına*caktır. İnsanların birbirleriyle ihtilaf ettikleri bir vakıadır. Hatta bir insanın ak*şamleyin verdiği hükümden sabahleyin cayarak kendi kendine muhalefet et*tiği görülmektedir.
Bütün bu ihtimallerle birlikte "Hadisler alınmazsa ihtilaf*lar olmaz" demek yanlıştır. Bu anlayış taassuptan kaynaklanmaktadır. Böy*le yapan fırkaların bölük pörçük oldukları bilinen bir husustur.


4. "Rasulullah Hadis Yazmayı Yasaklamıştır" Diyenler:

"Rasulullah hadislerin yazılmasını yasaklamış ve:
"Benden birşey yazma*yın kim benden Kur'andan başka bir şey yazdıysa onu imha etsin" buyur*muştur. (Muslim, Kit. Zuhd bab: 72 hn. 3004; Ebû Dâvûd Kit. İlim bab: 31ın. 3647, 3648, Dârimî Kit. Mukaddime bab: 47; Musned, İmam Ahıned, c. III sh. 12, 31)

Bu da hadislerin önemli olmadıklarını ve dini hükümler olamaya*caklarını gösterir" demektedirler.
Hadise soğuk bakan bu gibi kimselerin ileri sürdükleri bu hadis de ken*dileri için delil değildir. Çünkü hadislerin yazılmasını yasaklayan bu hadis-i şerif, İslâm'ın ilk dönemlerinde Kur'anla hadisleri aynı malzemeler üzerin*de yazarak onları birbirine karıştırabilen vahiy katipleri hakkında varid ol*muştur. Böyle olmayan insanlar için hadislerin yazılmasının yasaklandığı va*ki değildir. Aksine yazmalarına ruhsat verilmiş, hatta emredildiği de olmuş*tur. Bunlara örnek olarak daha önce zikredilen Abdullah bin Amr'a; "Yaz. Canım elinde olan Allah'a yemin olsun ki, buradan haktan başka birşey çık*maz. " (Ebû Dâvûd, Kit. İlim, bab: 3 lın. 3646; Darimi, Kit. Mukaddime bab: 13; Müsned, İmam Ahmed, c. II sh. 162, 192)


Ebu Hureyre'nin: "Rasulullah'ın sahabilerinden hiç bir kimse ben*den daha fazla hadis rivayet etmiş değildir. Abdullah b. Amr hariç. Çünkü o yazıyordu ben yazmıyordum" (Buhârî, Kit. İlim, bab: 39; Tirmizî Kit. İlim bab: 12 hn. 2668; Musned, İmam Ah*med, c. II, 249) ifadesi; Mekke fethi gününde Hz. Peygamberin okuduğu hutbenin kendisine yazılı olarak verilmesini isteyen Ebu Şah'ın olayı (Tirmizî, Kit. İlim, bab: 12. hn. 2666 (Not: Bu hadisin ravilerinden biri olan Halid b. Murra eleştirilen bir ravidir.) ve "Ensar'dan bir zata Rasululah'ın eliyle yazıyı göstererek sağınla (sağ elinle) yardımlaş” buyurması zikredilebilir.

Görüldüğü gibi ha*dislerin yazılmasının yasaklanması belirli kişiler için söz konusu olmuştur.
Ge*nel bir yasaklama olmadığı gibi yer yer teşvik de edilmiştir. Diğer yandan ha*disleri reddedenlerin hadislere dayanarak düşüncelerini isbatlamaya hakla*rı yoktur. Hadisleri delil gösterme, onları kabullenenlerin işidir. Hesabınıza gelince hadisleri almanız, gelmeyince almamanız çelişki içinde olduğunuzu ve görüşlerinizin tutarsızlığını göstermektedir.


5. "Hadislerin Çoğu Kur'an'a Ters Düşmektedir" Diyenler:

"Hadislerin çoğu Kur'an'a ters düşmektedir. Bu nedenle bunları kabullen*mek mümkün değildir. Çünkü bir hadiste: "Size bir hadis geldiğinde onu Al*lah'ın kitabıyla karşılaştırın. Eğer ona uyarsa o hadisi alın. Şayet uymazsa onu bırakın" buyurulmuştur demektedirler.
Bunların bu delilleri de asılsızdır. Birinci olarak delil gösterdikleri hadis sahih hadis kitaplarında mevcut değildir.
Yahya bin Mâin gibi hadis sarraf*ları "Bunun uydurma bir hadis olduğunu zındıklar tarafından uydurulduğu*nu" söylemişlerdir. (Hattabi, Mealim Fi's-Siinen Şerhi Ebû Dâvüd, lın. 4604; Aridatü'l-Ahvez; c. X, sh. 131, 133)

Aslında hayret edilecek durum şudur; Bu kadar titizlik*le toplanıp yazılan sahih hadis kitaplarında ki sağlam hadisleri kabullenmek*te zorlanan bu insanlar, kaynağı dahi bilinmeyen ve ravilerden Eş'asın Sevbandan hadis rivayet ettiği görülmeyen bu "söze" hadis diye sımsıkı sarılmış*lar, bir çok hadisi Kur'an'la çelişir gibi gösterip red etmişlerdir.
Aslında hadislerin Kur'anla tamamen çelişmeleri mümkün değildir.
Bu konu ile İlgili ola*rak Tirmizînin şârihi Ebu Bekir Muhammed b. Abdullah İbnu'l-Arabi özet*le şunları zikretmektedir:


Hadisleri reddedenler üç kısma ayrılmaktadır:

A. Hadisi küçümseyerek kasıtlı bir şekilde reddedenler. Bunlar Rasulullah'la alay ettikleri için kâfirdirler.

B. Hadisi haber-i ahad olduğu için reddedenler. Bunların bazıları bid'at-çi diğer bazıları da kâfirdirler...

C. Hadisi Kur'an'a ters düştüğü için reddedenler. Bu şekilde mutala edi*len hadisleri üç kışıma ayırmak mümkündür.

a. Genel bir hüküm İfade eden âyetlere muhalif olan hadisler. Bunlarla mu*halif görülen âyetleri birbirleriyle bağdaştırmak mümkündür. Hadislerin Kur'an'ın genel hükmünü kayıtladığı veya tahsis ettikleri kabul edilir. Böy*lece ihtilaf ortadan kalkar.

b. Kur'an'ın zahirine muhalif olan hadisler. Bu hadislerle amel edilip veya edilmeyeceği şüphelidir. Eğer Kur'an da, hadis de zahiri metinlerse, Kur'anla amel edilir. Şayet Kur'an zahiri bir metin şeklinde ve hadis de nass olan bir me*tin şeklinde ise Kur'an'ın zahiri o hadisin ifadesine göre tevil edilir.

c. Şayet hadisle Kur'an'm arasını bulmak imkansız ise, bu takdirde Kur'an'la amel edilir. Ancak hadisle Kur'anın tamamen birbirleriyle çelişecek*leri ihtimalinde İhtiyatlı olunmalıdır. Bunların birbirleriyle çelişeceklerine ih*timal veren hadis sahih değildir. Batıldır." (Aridatu'l-Ahvezi X, 331)
Araştırmaya başvurmadan hadisin Kur'anla çeliştiğini savunarak onu he*men red etmeye kalkışmak basitliktir. İlim adamına yakışmayan bir sıfattır.

Hadis alimleri, hadislerin sağlamlık ve kuvvetlilik derecelerini tesbit için hayatlarını bu yola vakfetmiş ve değerli çalışmalarını yazıp kaydederek gü*nümüze kadar gelmesini sağlamışlardır. Böylece hangi hadisin sahih, hangi*sinin asılsız olduğunu tesbit etmişler, bir kısım insanların hadisler hakkında ileri geri konuşmalarına yer bırakmamışlardır. Yeter ki bunların değerli eser*lerini okumuş ve neyin ne demek olduğunu anlamış olsunlar. Halisane bir niyet taşıyıp insaf ölçülerini kaybetmesinler.


SÜNNETE UYMAK ve DÎNDE BİD’AT ÇIKARMAKTAN YASAKLAMA KONUSUNDA EHL-İ SÜNNET İMAMLARININ TAVSİYELERİ




Muâz b. Cebel:
" Ey insanlar! İlim kaldırılmadan önce, ilim öğrenmeye bakınız. Şunu biliniz ki ilmin kaldırılması, ilim ehlinin gitmesidir. Bid’atlerden, bid’at çıkarmaktan ve aşırıya gitmekten sakınınız, siz eski halinize uymaya bakınız."
[İbn-i Vaddâh; "el-Bideu ven-Nehyu Anhâ"]


Huzeyfe b. Yemân:
"Rasûlullah (s.a.v.)’in ashâbının ibâdet diye yapmadığı hiçbir ibâdeti siz de yapmayın. Çünkü önce gelen, sonra gelene söyleyecek söz bırakmamıştır. Ey âlimler topluluğu! Allah’tan korkun. Sizden öncekilerin izlediği yolu tutun."
[İbn-i Batta, "el-İbâne" adlı eserinde rivâyet etmiştir]


Abdullah b. Mes’ud:
"Sizden kim başkasının izinden gidecekse, ölenlerin sünnetine uysun. Onlar bu ümmetin en hayırlısı, kalpleri en iyi, ilimleri en derin ve kendilerini en az külfete sokan Muhammed (s.a.v.)'in ashâbıdır. Onlar, Allah Teâlâ'nın Peygamberine arkadaşlık yapmaları ve dînini taşımaları için seçtiği bir topluluktur. Siz de ahlâkınızı onların ahlâkına ve yolunuzu da onların yoluna benzetin. Çünkü onlar dosdoğru yol üzereydiler."
[Beğavî, "Şerhus,Sunne" adlı eserinde rivâyet etmiştir]

Yine şöyle der:

"(Sünnete) uyun,bid’at çıkarmayın. Sizin başka bir şeye ihtiyacınız yoktur (dîniniz tamamlanmıştır). Siz eski yola uymaya bakınız."
[Dârimî, süneninde rivâyet etmiştir.]


Abdullah b. Ömer:
"İnsanlar öncekilerin izlerine uydukları sürece doğru yol üzere kalmaya devam edeceklerdir."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir.]

"İnsanlar onu güzel görseler dahi, her bid’at dalâlettir."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir.]


Büyük sahâbî Ebud-Derdâ:
"Sen öncekilerin izini izlediğin sürece asla sapıtmazsın."
[İbn-i Batta, "el-İbâne" adlı eserinde rivâyet etmiştir]


Mu’minlerin emîri Hz. Ali b. Ebî Tâlib:
"Eğer dîn görüşe göre olsaydı, mestlerin alt tarafının meshedilmesi, üst tarafının meshedilmesinden daha uygun olurdu. Ancak ben Rasûlullah (s.a.v.)’i mestlerin üstünü meshederken gördüm."
[İbn-i Ebî Şeybe, "el-Musannef" adlı eserinde rivâyet etmiştir.]



Abdullah b. Amr b. el-Âs:
"Hiçbir bid’at çıkarılmasın ki o devam etmiş olmasın. Hiçbir sünnet ortadan kaldırılmasın ki onun ortadan kayboluşu devam etmiş olmasın."
[İbn-i Batta, "el-İbâne" adlı eserinde rivâyet etmiştir.]



Âbis b. Rabîa:

Ben, Ömer b. Hattâb’ı Hacer-i Esved’i öperken ve bu arada şunları söylerken gördüm:
"Ben, senin ne fayda, ne de zarar verebilen bir taş olduğunu çok iyi biliyorum. Eğer Rasûlullah (s.a.v.)’i seni öperken görmüş olmasaydım, ben de seni öpmezdim."
[Buharî ve Muslim]



Adâletli halife Ömer b. Abdulaziz:
"O kavmin durduğu yerde sen de dur. Çünkü onlar bilerek durmuşlardır. Derin bir görüş ile uzak kalmışlardır. O durdukları noktayı açığa çıkarmakta onlar daha güçlü idiler. Eğer bu işte bir fazîlet olsaydı, onu yapmaya da daha layık idiler. Şâyet sizler 'onlardan sonra meydana geldi' diyecek olursanız, şüphesiz onların yoluna aykırı hareket eden ve sünnetinden yüz çevirenden başkası bu yeni şeyi ortaya çıkarmış değildir. Onlar şifâ için yeterli olacak kadarını söylediler, yetecek kadar söz söylediler. Onlardan öteye giden aşırıya gitmiş, onlardan geri kalan hata yapmış olur. Birtakım kimseler onlardan geriye kaldığından dolayı onlar uzak düştüler, kimisi de onları geride bıraktığından dolayı aşırıya gittiler. Onlar ise bu ikisi arasında hiç şüphesiz dosdoğru bir yol üzerinde idiler."
[İbn-i Kudâme; "Lum'atul-İ'tikâd el-Hâdî İlâ Sebîlir-Raşâd"]



İmam Evzaî:
"İnsanlar seni reddetseler bile sen selef’in izinden gitmeye bak. Sözleriyle sana süslü gösterseler bile insanların görüşlerinden uzak dur. Çünkü böyle yapacak olursan, sen dosdoğru yol üzere olduğun halde mesele senin için açıklık kazanır."
[el-Hatîb; "Şerafu Ashâbil-Hadîs" adlı eserinde rivâyet etmiştir.]



Eyyûb Sıhtiyanî:
"Bid’at sahibinin gayreti ne kadar artarsa, Allah’tan da o kadar uzaklaşır."
[İbn-i Vaddâh; "el-Bideu ven-Nehyu Anhâ"]

Eyyûb Sıhtiyanî:
"Bana sünnet ehlinden birisinin öldüğü haber verildiğinde sanki organlarımdan birisini kaybetmiş gibi oluyorum."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir.]


Hassân b. Atiyye:
"Bir topluluk dînleri hakkında bir bid’at çıkardılar mı, mutlaka onun benzeri olan bir sünnet onların arasından çekilip alınır."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir]



Muhammed b. Sîrîn:
"Şöyle diyorlardı: Kişi öncekilerin izi üzere yürümeye devam ettikçe,doğru yol üzerinde devam ediyor demektir."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir]



Sufyan-ı Sevrî:
"Bid’at çıkarmak, İblis'e günah işlemekten daha sevimlidir. Çünkü kişi günahtan tevbe eder, bid’atten ise tevbe edilmez."
[Beğavî, "Şerhus,Sünne" adlı eserinde rivâyet etmiştir.]

Sufyan-ı Sevrî:
"Doğuda bir adamın sünnete bağlı olduğuna dâir sana bir haber ulaşırsa, sen de ona selâm gönder. Çünkü sünnet ehli (sünnete bağlı) kimseler azalmıştır."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir.]


Abdullah b. Mubârek:
"Dayandığın şey, eser (öncekilerin izlediği yol) olsun. Sen, görüşlerden hadisi açıklayacak kadarını al."
[Beyhakî; "Sunenul-Kubrâ"da rivâyet etmiştir.]


İmam Şafîi:
"Sünnete aykırı olarak hakkında konuştuğum ne kadar mesele varsa, ben ondan hayatımda da, ölümümden sonra da dönüyorum, vazgeçiyorum."
[El-Hatîb; "el-Fakîh vel-Mutefakkih" adlı eserinde rivâyet etmiştir]

İmam Şafiî :
Ehl-i sünneti nitelendirdiği şu sözleri ne kadar doğrudur:
"Ben, hadis ashâbından bir adamı gördüğüm zaman sanki Rasûlullah (s.a.v.)’in ashâbından birisini görmüş gibi oluyorum."
[el-Hatîb; "Şerafu Ashâbil-Hadîs" adlı eserinde rivâyet etmiştir]



Rabî’ b. Süleyman:
"Şafiî bir gün bir hadis rivâyet etti.
Bir adam ona: Ey Abdullah’ın babası sen de bu hadisi delil olarak alıyor musun? deyince, Şâfiî ona şöyle dedi:
"Ben Rasûlullah (s.a.v.)’den sahih bir hadis rivâyet edip de onu delil olarak kabul etmezsem şâhid olunuz ki aklımı başımdan yitirmişim demektir."
[İbn-i Batta, "el-İbâne" adlı eserinde rivâyet etmiştir]


Nuh el-Câmî:
"Ebu Hanife'ye -Allah ona rahmet etsin- şöyle dedim: İnsanların ârâz ve cisimler hakkında söylediklerine ne dersin?
O şöyle dedi:"Bunlar felsefecilerin görüşleridir. Sen esere ve selefin izlediği yola uymaya bak. Sonradan çıkarılmış, her şeyden sakın.Çünkü o bir bid’attir."
[El-Hatîb; "el-Fakîh vel-Mutefakkih" adlı eserinde rivâyet etmiştir.]



İmam Mâlik b. Enes:
"Sünnet Nuh'un gemisidir. Ona binen kurtulur, ondan geri kalan suda boğulur."
[Suyûtî; "Miftâhul-Cenne Fil-İ'tisâm Bis-Sünne"]

Yine şöyle der:
"Şâyet kelâm bir ilim olsaydı, sahâbe ve tâbiîn, ahkâm hakkında konuştukları gibi, kelâm hakkında da konuşurlardı. Ancak o bir bâtıla delâlet eden bir bâtıldır."
[Beğavî, "Şerhus, Sünne" adlı eserinde rivâyet etmiştir.]

İmam Mâlik :
Sözünü ettiğimiz bütün imamların sözlerini özetleyen büyük bir kâideyi şu sözleriyle ortaya koymaktadır:
"Bu ümmetin başı ne ile düzelmişse, sonu da ancak onunla düzelir. O gün dîn olmayan hiçbir şey bugün de dîn olamaz."
[Kadı İyâd;" eş-Şifâ". Cilt: 2, sayfa: 88]



İbn-i Mâcişûn:
"Ben Mâlik’i şöyle derken işittim:
'Her kim İslam’da güzel görüp bir bid’at çıkarırsa, Muhammed (s.a.v.)’in risâleti edâ etmede ihânet ettiğini iddiâ etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ: 'Bugün sizin için dîninizi tamamladım' diye buyurmaktadır. Bu sebeple o gün dîn olmayan hiçbir şey bugün de dîn olamaz."
[İmam Şâtıbî; "el-İ'tisâm"]



Ehl-i sünnet imamı İmam Ahmed b. Hanbel :
"Bize göre sünnetin esasları, Rasûlullah (s.a.v.)’in ashâbının izlediği yola sımsıkı sarılmak, onları örnek almak ve bid’atleri terketmektir. Çünkü her bid’at bir sapıklıktır."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir.]


Hasan-ı Basrî:
"Bir kimse eğer ilk selef’e yetişmiş olup da, sonra bugün diriltilmiş olsaydı, İslam’dan bildiği hiçbir şey göremezdi. -Bu arada elini yanağına koyduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
Ancak şu namaz müstesnâ -Sonra şunları söyledi- :
Allah’a yemîn ederim, ancak şu tanınmadık hal içerisinde yaşayıp da o selef-i sâlih’e de yetişmemiş olan kimse bir bid’atçinin bid’atine dünyalık isteyen bir kimsenin dünyasına dâvet ettiğini görmekle birlikte, Allah bu işten o kişiyi koruyup da kalbinin o selef-i sâlih’e arzu duymasını sağlar, böylece o kimse onların yolunu sorup, izini takib etmeye, yolunu izlemeye koyulursa, hiç şüphe yok ki bunların (bid’at ve dünyalığın) yerine ona pek büyük bir ecir verilecektir. Allah’ın izniyle siz de böyle olun."
[İbn-i Vaddâh; "el-Bideu ven-Nehyu Anhâ"]



İlmiyle âmil Fudayl b. İyâd'ın:
"Hidâyet yollarına uy.O yolu izleyenlerinin az oluşu sana zarar veremez. Dalâlet yollarından ise sakın. Helâk olanların çokluğuna da aldanma."
[İmam Şâtıbî; "el-İ'tisâm"]



Abdullah b. Ömer :
Kendisine bir mesele hakkında soru sorup da baban bu işi yasaklamıştı, diyen kimseye şöyle söylemişti:

"Rasûlullah (s.a.v.)’in emrine uyulması mı daha uygundur? Yoksa babamın emrine mi?"
[İbn-i Kayyim; "Zâdul-Meâd"]

Abdullah b. Ömer:
Adamın birisi aksırıp, "elhamdulillah vessalâtu vesselâmu alâ rasûlillah" dediğini duyunca, İbn-i Ömer ona şöyle demişti:
“Rasûlullah (s.a.v.) bize böyle öğretmedi. Aksine : Sizden biriniz aksırdığında elhamdulillah desin, diye buyurdu. Rasûlullah’a salât ve selâm getirsin, demedi."
[Tirmizî süneninde hasen bir senedle rivâyet etmiştir.]



İbn-i Abbas :
Ebu Bekir ve Ömer'in sözleri ile sünnete karşı çıkana şöyle demiştir:

"Bu gidişle fazla geçmeden gökten üzerinize taş yağacaktır. Ben sizlere Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu diyorum, siz bana Ebu Bekir ve Ömer şöyle şöyle dedi, diyorsunuz."
[Abdurrezzâk; "el-Musannef" adlı eserinde sahih bir senedle rivâyet etmiştir]

Sünneti nitelendirdiği bu sözleri ne kadar doğrudur:
"Sünnet ehlinden bir kimseye bakmak, sünnete dâvet eder ve bid’ati yasaklar."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir.]



Câfer b. Muhammed:


"Ben Kuteybe’yi-Allah ona rahmet etsin- şöyle derken işittim:
'Bir adamın Yahya b. Saîd, Abdurrahman b. Mehdî, Ahmed b. Hanbel, İshak b. Râhaveyh -ve daha başka kimseleri de zikrederek- gibi hadis ehli olan kimseleri sevdiğini görürsen, şüphesiz ki o kişi sünnete uyan bir kimsedir. Bunlara muhalefet eden kimse de bil ki o bid’atçi birisidir."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir]


İbrahim Nehaî:
"Eğer Muhammed (s.a.v.)’in ashâbı bir tırnağın üzerini meshetmiş olsalardı, ben de onlara uymanın fazîletini elde etmek için onu yıkamazdım"
[Ebû Dâvûd, süneninde rivâyet etmiştir]


Abdullah b. Mubârek:
"Ey kardeşim, şunu bil ki bugün ölmek; sünnet üzere Allah’ın huzuruna çıkacak her müslüman için bir lutuf ve ikramdır. Elbette biz Allah’a âitiz ve O’na döneceğiz. Yalnızlığımızdan, kardeşlerin gidip bizi bırakmasından, yardımcıların azlığından, bid’atlerin ortaya çıkmasından ötürü Allah’a şikayet ederiz. İlim adamlarının,sünnet ehlinin gitmesi, bid’atlerin ortaya çıkması gibi, bu ümmetin başına gelen büyük musibetlerden dolayı da şikâyetimiz Allah’adır."
[İbn-i Vaddâh; "el-Bideu ven-Nehyu Anhâ"]



Fudayl b. İyâd:
"Şüphesiz Allah’ın kendileri vasıtası ile ülkelere hayat verdiği kulları vardır ki onlar sünnet ashâbı kimselerdir."
[El-Lâlekâî; "Ehl-i Sünnet vel-Cemaat İtikâdının Esasları Şerhi"nde rivâyet etmiştir.]

Bunlar Ehl-i Sünnet vel- Cemaat olan selef-i sâlih’in önderlerinden bazılarının söyledikleri sözlerdir. Onlar insanlara en iyi nasihat eden, insanlar arasında ümmetinin iyiliğini en çok isteyen, onların ne ile düzeleceklerini ve ne ile hidâyet bulacaklarını en iyi bilenlerdi.

Onlar, Allah Teâlâ'nın kitabı ve Rasûlunün sünnetine sımsıkı sarılmayı tavsiye etmekte, sonradan ortaya çıkmış işlerden ve bid’atlerden sakındırmakta, Peygamber (s.a.v.)’in onlara haber verdiği şekilde kurtuluş yolununun Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine ve onun yoluna sımsıkı sarılmak olduğunu bildirmektedirler

*******************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Empty
MesajKonu: Geri: Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih ..   Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Icon_minitimeC.tesi Kas. 07, 2009 7:37 am

İmam Şafii; Şer'i Hükümleri Şu Kısımlara Ayır mıştır.


1) Allah Tealâ, Kur'ân'ı Kerimde insanlara zekat, namaz, hac gibi farz olan ibadetleri ve kötülüklerin açığının, kapalısının, zinanın, şarabın, boğazlanmayarak ölen hayvanın ve domuz etinin yenilmesinin haram olduğunu abdestin farz olduğunu açıklamıştır.

2) Kur'ân'da mucmel (kapalı) olarak gelen hükümleri, Rasulullah (s.a.v.) kavli sünnetiyle (sözleriyle), ameli sünnetiyle (yapmak suretiyle) açıklamıştır.
Meselâ: Rasulullah (s.a.v.) Kur'ân'da mücmel (kapalı) olarakgelen namazın vakitlerini rekatlarının sayılarını, diğer hükümlerini, zekat verilecek mallan miktarlarını ve zekatın verileceği vakti, orucun, haccın hükümlerini, hayvan kesmenin, avın hükümlerini, eti yenilen ve yenilmeyen hayvanları ve nikâhın, alış-verişin, cinayetle rin hükümlerini açıklamıştır. Çünkü mücmel âyetlerin açıklanması Rasulullah (s.a.v.)a bırakılmıştır.
Nitekim Tealâ Hazretleri: "Sana da Kur'ânı indirdik ki, kendilerine indirileni, insanlara anlatasın, ola ki, düşünür ler" (Nahl sûresi: 44) buyurmuştur.

3) Rasulullah (s.a.v.) bir takım şer'i hükümler koydu ki, o hükümler hakkında Kur'ân'da âyet yoktur. Çünkü Allah Tealâ kitabında Rasulune itaat edilmesini ve onun hükmüne müracaat edilmesini farz kılarak; "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin." (Nahl sûresi: 59) buyurmuştur. Kim Rasulullah (s.a.v.)in koymuş olduğu bu hükümleri kabul ederse Allah'ın emrine itaat etmiş olur.
İbn-i Kayyım, sünnetle sabit olan hükümlere -isterse bu hükümler Kur'ân'daki hükümler üzerine ziyade olsun-uymanın gerekli olduğunu açıklarken İmam Şafii'nin 3'e taksim ettiği şer'i hükümleri misalleriyle izah ettikten sonra "sünnetle sabit olan hükümlerin Kur'ân ile sabit olan hükümlere nisbetle durumu üç kısımdır" dedi:

1) Sünnetle sabit olan hüküm, her bakımdan Kur'ân ile sabit olan hükme uygun olur. Buna göre Kur'ân ve sünnet bir hükmü açıklayarak birbirini desteklemiş olur.

2) Sünnet, Kur'ân ile murad edilen mücmel (kapalı) hükmü açıklar ve tefsir eder. -

3) Sünnet, Kur'ân'ın vacip kılmadığı bir hükmü vacip kılar, Kur'ân'ın haram kılmadığı bir şeyi haram kılar.

Sünnetle sabit olan hükümler bu üç kısmın dışına çık maz. Hiçbir zaman sünnetle sabit olan hükümler, Kur'ân'ın hükümlerine zıd olmaz. Sünnetle sabit olan hüküm, Kur'ân ile sabit olan hüküm üzerine ziyade olursa, bu hüküm Rasulullah (s.a.v.)tarafından konulmuş yeni, şer'i bir hüküm olur. Bu hükümde Rasulullah (s.a.v.)a itaat etmek vacib olur ve ona karşı gelmek helâl olmaz. Sünnetle sabit olan hükümle amel etmek sünneti Kur'ân'ın önüne geçirmek değildir. Böyle bir hükümle amel etmek Allah Tealâ'ın emrini tutmaktır. Çünkü Allah Tealâ Rasulune itaat edilmesini emretmiştir. Sünnet ile sabit olan hükümde Rasulullah (s.a.v.)a itaat edilmezse, Rasulullah (s.a.v.)a itaat etmenin bir manası olmaz ve Rasulullah (s.a.v.)a mahsus olan itaat da düşmüş olur. Eğer Rasulullah (s.a.v.)ın sünnetle koyduğu hükümlerine ancak Kur' ân' in hükümlerine uygun olduğunda itaat edilmesi vacip olup, Kur'ân'ın hükümleri üzerine ziyade olduğunda itaat vacip olmazsa Rasulullah (s.a.v.)a mahsus itaat olmamış olur. Halbuki Allah Tealâ: "Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa sûresi: 80) buyurmaktadır.

İlim ehlinden olan bir kimsenin Allah'ın kitabının hükmü üzerine ziyade bir hüküm ifade eden bir hadis-i şerifi kabul etmemesi nasıl mümkün olur?
Meselâ: "Bir kadın ne halasının, ne de teyzesinin üzerine nikah olunmaz" "Neseben haram olan süt cihetinden de haram olur" Hadis-i şeriflerini nasıl kabul etmeyebilir?

İbn-i Kayyım, bundan sonra sünnet ile sabit olan hükümlerden birçoğunu misalleriyle zikretmiştir.

Hiç şübhe yok ki, araştırmalar; Kur'ân'da zikredilme yen bir çok hükümlerin sünnetle sabit olduğuna delalet etmektedir.

Meselâ: Ehli eşeklerin ve azı dişi olan her yırtıcı hayvanın etlerinin yenilmesinin haram olması, öldürülen kafir karşılığında müslümanm öldürülmemesi gibi bir çok hükümler sünnet (hadis) ile sabit olmuştur. Buna göre, şeriatta bir çok hükümlerin yalnız sünnet (hadis) ile sabit olduğunu itiraf etmekten başka çare yoktur.
Nitekim Rasulullah (s.a.v.)sünnet ile sabit olan hükümleri kabul etmeyenleri kınayarak ve onlardan sakındırarak "Sakın sizden birinizi emrettiğim veya yasakladığım hükümlerden biri kendisine gelince koltu ğuna yaslanmış olduğu halde bilmiyorum? Allah'ın kitabın da neyi bulursak ona uyarız, derken bulmayayım" buyurmuştur. (Ahmed, Ebû Davud, Tirmizi, Mace rivayet etmiştir. )

Şatıbi, sünnetle sabit olan hükümleri kabul etmeyen lerden sakındırarak: "Yalnız Kur'ân'ın hükümleriyle yetinilmesi hakkındaki görüş, ahirette nasibi olmayan ve sünnetten çıkmış bir güruhun görüşüdür. Çünkü onlar Kur'ân'da her şeyin açıklanmış olduğunu iddia ederek sünnetin hükümlerini bıraktılar, onların bu durumu kendilerini müslüman cemaattan uzaklaştırdığından Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı yanlış yorumladılar." demiştir. (Muvafakat cild: 4-s: 120)

Bu açıklamalardan anlaşıldığı gibi, Rasulullah (s.a.v.)in sünneti, Kur'ân'ın mücmel (kapalı) olanı açıklamak ta, âmm olanını tahsis etmekte, mutlak olanını takyid etmekte, Kur'ân'da bulunmayan şer'i hükümleri koymak ta, islâm fıkhını beslemekte ve şer'i hükümleri geliştir mekte bol bir kaynaktır. Rasulullah (s.a.v.)in hükümlerini kabul etmek, Allah'ın hükümlerini kabul etmektir, çünkü Allah Tealâ Rasulune itaat etmeyi farz kılmıştır. Kur'ân'da ve sünnette olan bir şeyi bilen bir müslümanın bunlardan birine aykırı olarak hareket etmesi helâl olmaz

***********

Rasulullah (s.a.v.)'in İçtihadı



Rasulullah (s.a.v.) in şer'i hüküm koyma içtihadı ile şer'i olmayan hüküm koyma içtihadı arasım ayırmamız gerekir.

1) İnsanların hayatta âdet edindikleri ziraat, tıp gibi işlerin bilinmesi tecrübe ve denemeye dayanır. Böyle konularda Rasulullah (s.a.v.)in içtihadı diğer muctehidlerin içtihadı gibi olup, içtihadında hata da eder, isabet de eder. Çünkü bu işler şer'i ister değildir.
Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) hurma ağaçlarının aşılanması hakkında:
"Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.

Buhâri ve Muslim; Enes (r.a) den rivayet etmişlerdir. Enes (r.a) demiştir ki:
Rasulullah (s.a.v.) hurma ağaçlarını aşılayan bir kavmin yanına uğradı ve onlara: "Bunu yapmasanız daha iyi olur" buyurdular.

Enes (r.a) diyor ki: "Sonra aşısız hurma ağaçlan koruk çıkardılar. " Rasulullah (s.a.v.) (tekrar) o kavmin yanına uğradı ve "Hurma ağaçlarınıza ne oldu?" diye sordu.
Onlar da: "Sen şöyle şöyle buyurdun" dediler.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.)da: "Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.

2) Harb yerlerinde orduyu yerleştirmek, ordu safların düzenlemek, ordunun konaklayacağı yerleri seçmek,
ordunun saldırı ve geri çekilme planlarını belirlemek gibi işlerin bilinmesi özel eğitime, insan becerisine ve tedbiri ne dayanır.
Bu işler yapılması istenilen ve yapılmaması istenilen şer'i hükümlerle ilgili işlerden değildir.
Bu işler Peygam ber Efendimizin şer'i hüküm koyma ve şeriata kaynak olma işlerinden olmayıp beşeri işlerdendir.

Meselâ: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Bedir Gazvesin de Medine tarafında bulunan Bedir sularından bir suyun yakınında konakladı. Hubab b. Munzir b. Amr b. el-Cemuh Peygamberimizin yanına gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlu bu konakladığın yerden bana haber ver, bu yer Allah'ın seni indirdiği bir konaklama yerimidir? Eğer öyleyse bizim için bu yerden ne ileri ne de geri gitme hakkımız yoktur. Yoksa burada konaklama bir görüş, bir harp, bir hile midir?" diye sordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) : "Bilâkis bu yerde konaklamak bir görüş, harp ve hiledir" buyurdu.
Hubâb da "Ey Allah'ın Rasûlu burası konaklama yeri değildir. Orduyu kaldır. Kureyş'e en yakın olan bir suya gidelim ve orada konaklayalım. Sonra o suyun ötesindeki kuyuların sularını bozalım. Sonra orada bir havuz yapalım ve onu su ile dolduralım. Biz içelim onlar ise içmesinler" dedi.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) bu görüşü beğendi. Hubâb (r.a)ın dediğini yaptı. Bu hadiseyi Siyer ehli rivayet etmişlerdir.

3) Peygamber Efendimizin (s.a.v.) inançlar, ibadetler, helâl, haram, ahlak ve bunlarla ilgili olan işleri bildirmesi ve kadı tayın etmek, ganimetleri taksim etmek, antlaşma yapmak, davacı ile davalıların arasındaki anlaşmazlığı çözümlemek gibi yapmış olduğu genel idare işleri şer'i hüküm koyma konularında Peygamber Efendimiz (s.a.v.)in delilin bulunmadığı yerlerde ictihad etmesi caizdir. Fakat Peygamber Efendimiz (s.a.v.) içtihadında yanılırsa doğru olanı Allah tarafından kendisine bildirilirdi. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ictihad ettiği bazı hâdiselerde hata etmiş sonra Cenab-ı hak tarafından bu hatası kendi­sine bildirilmiştir:

A) Rasulullah (s.a.v.) Bedir esirleri hakkında ashabı ile istişare etti. Hz. Ebü Bekir (r.a) esirlerden fidye (kurtuluş parası) alınarak bırakılmasını teklif etti. Çünkü esirler Müslümanların akrabaları idi. Hz. Ömer (r.a) ise hepsinin kılıçtan geçirilmesini istedi. Çünkü bunlar Müslümanlara en çok kötülük yapan muşriklerin başlarıydı.
Rasulullah (s.a.v.) ve arkadaşlarının çoğu Hz. Ebû Bekir (r.a)in teklifini kabul etti. Her bir esirden dörder bin dirhem (bir nevi gümüş para) bedel alınarak bütün esirler serbest bırakıldı. Yalnız kurtuluş parasını ödeyecek kudreti bulunmayanlardan okuma yazması olanlara mühim bir vazife verildi. Her esir Medine'li on çocuğa okuma yazma öğreterek salıverilecekti. Bunun üzerine Allah Tealâ Rasulullah (s.a.v.)a ve ashabına darılarak şu âyeti indirmiştir:
"Hiçbir peygamber için, yeryüzünde ağır basmadıkça (üstün gelmedikçe), esirleri bulunmak doğru değildir. Sizler dünya malını istiyorsunuz Allah ise ahireti (ka zanmanızı) diliyor. Allah güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'tan bir yazı geçmiş olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı mutlaka size büyük bir azab dokunurdu" (Enral sûresi: 67-68)
(Bunu siyer yazarları, Muslim, İmam Ahmed rivayet etmişlerdir.)

B) Rasulullah (s.a.v.) Tebuk gazasına gitmemek için özür beyan ederek izin istiyen münafıklardan kendisine özründe doğru olan've yalancı olan belli olmadan onlara izin vermişti. Bunun üzerine Allah Tealâ Rasulune darılarak şu âyeti indirmiştir.
"Allah seni affetti ya! Neden onlara izin verdinde şu doğru söyliyenler sence belli oluncaya ve yalancıları bilinceye kadar beklemedin?" (Tevbe sûresi: 43)

C) Rasulullâh (s.a.v.) Mekke'nin hürmeti hakkında: "Şübhe yok ki, bu beldeyi Allah gökler ile yeri yarattığı gün haram kılmıştır. Bundan dolayı o, Allah'ın haram kılmasıyla kıyamete kadar haramdır. Dikeni kesilmez avı ürkütülmez, ilân edenlerden başkası orada bulduğu eşyayı alamaz, yaş otu da kesilemez" buyurunca. Hz. Abbas (r.a) "Ey Allah'ın Rasûlu! Yalnız izhir müstesna olsun, çünkü o, Mekke'nin demircileri ile evlerine lâzımdır. " dedi.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) da: " (evet) Yalnız izhir müstesna" buyurdular.
Rasulullah (s.a.v.)ın her çeşit yaş otun kesilmesini yasakladıktan sonra Hz. Abbas (r.a)ın görüşünü alarak izhir otunu istisna etmesi kendisinin bir içtihadı oldu.
(Bu hadisi Buharı, Muslim ve diğer sünen sahibleri zikretmiştir. )

D) Hayber gazasında Hayber'in Müslümanlar tarafın dan fethedildiği günün akşamında mucahidler yer yer ateş yakmışlardı.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) : "Bu ateşler nedir? Niçin yakıyorsunuz?" diye sordu.
Ashab: "Et pişirmek için!" diye cevap verdiler.
Rasulullah (s.a.v.) : "Hangi et, ne eti?" diye sordu.
Ashab: "Ehli eşeklerin eti!" diye cevap verdiler.
Rasulullah (s.a.v.) : "Onu dökünüz, kaplarını da kırınız. " Buyurdu.
Ashabdan birisi (Ömer b. Hattab): "Ey Allah'ın Rasûlu! Eti döküp, kapları yıkasak olmaz mı?" dîye sordu.
Rasulullah (s.a.v.) : "Yahud öyle yapınız." buyurdu. (Bu hadisi Buhari rivayet etmiştir. )

Rasulullah (s.a.v.) önce ashabını ehli eşek etini yemele rini şiddetle yasaklayarak; et pişen kaplarında kırılmasını emretti. Ashab, Rasulullah (s.a.v.) in emrini kabul edince, ashabdan biri kapları kırıp kullanılmaz hale getirmek yerine yıkamakla yetinilmesine işaret etti. Rasulullah (s.a.v.) da onlara kapları yıkamalarına izin verdi.
İşte bunlar, Rasulullah (s.a.v.)in ictihad yaptığını bildiren olaylardır.




Peygamberin Fiilleri


Peygamber (s.a.v.)in fiilleri 3 çeşittir. (el-ihkâm, Âmidî: 1/89, Şerhu'l-Adûd: 2/22, et-Takrir: 2/302)

1- Fıtrî hareketleri:
Bunlar oturup kalkma, yeme, içme, uyuma, yürüme gibi insan olmanın gereği zat-ı âlilerinden sadır olan fiillerdir. Bunlar kendisi için mubah hareketler olduğu gibi ümmeti için de mubah hareketlerdir, dolayı-sıyle bunları yapmak ve bu davranışlarında Rasûlullah'a ittiba etmek bize vacib değildir. Ama meselâ sağ elle yemek gibi mendup veya sünnet olduğuna dair hakkında delil varsa o şer'î bir hüküm olur.
Dünya işlerindeki tecrübesi ve bilgisi gereği kendilerinden sadır olan ticaret, ziraat, harp idare etmesi, bir hastaya ilaç tarif etmişi gibi hareketleri de bu kabildendir, şer'î bir hüküm sayılmaz. Çünkü bunlar ilâhî vahy ile değil şahsi ictihad ve tecrübe ile yapılan fiillerdir.

Bu sebepledir ki Bedir gazasında Rasû lullah (s.a.v.) orduyu muayyen bir yere yerleştirme yönünde görüş beyan edince Habbab bin Munzir kendisine "Ya Rasûlallah bu yer Allah'ın sana gösterdiği bir yer midir yoksa kendi reyiniz veya harp ve taktik icabı mıdır?
Rasûlullah: "Bu, görüş harp ve tatbik icabıdır" buyurdular. O zaman Habbab: "Konaklanacak yer burası değildir" diyerek su kaynağına yakın başka bir yeri işaret etti, ordu oraya indi.

Rasûlullah (s.a.v.) Medine halkının hurma ağaçlarını tohumladığını gördüğünde onlara bunu yapmamalarını tavsiye etti, onlar da bıraktılar. O yıl hurmalar olmadı. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.) onlara "Siz dünyanızın işle rini daha iyi bilirsiniz" buyurdular.

2- Sadece Rasûlullah'a ait olduğu sabit olan fiiller:
Meselâ: iftar etmeden oruca devam etmek, kuşluk namazının, kurban kesmenin, vitir ve teheccud namazlarının ona vacib olması, dörtten fazla kadınla evlenme, bir davanın isbatında yalnız Huzeyme'nin şahitliğini yeterli görmesi Hasâis-i Nebî'den (Rasûlullah'a mahsus fiillerden) sayılır.
Bunların hükmü şudur: Hasâisde Rasûlullah'a tabi olunmaz, kendine mahsus sayılır.

3- Yukarıda geçenlerin dışında olup dinî bir hüküm kastedilen fiiller:
Bunlar uymamız istenilen fiillerdir. Bunların vucub veya nedb veya ibâha ifade edip etmediği aşağıdaki şartlarla anlaşılır:

a) Eğer bu fiiller Kur'an'daki bir mucmeli beyan veya bir mutlakı takyid veya bir umûmu tahsis için sadır olmuş ise onun vücub ve nedb bakımından hükmü beyan ettiğinin hükmü gibidir. Bu fiillerin beyan olup olmadığı ya me selâ: Rasûlullah (s.a.v.)in namaz hakkında "Namazı benden gördüğünüz gibi kı lın", hac hakkında da "Hac hükümlerinizi benden alın" hadislerinde olduğu gibi sözle açıkça ifade buyurmasından veya beyana ihtiyaç duyulduğu sırada sadır olan ve beyan sayılabilecek fiillerde olduğu gibi karinelerden anlaşılır. Veya meselâ Rasûlullah (s.a.v.)ın hırsızın elini bilekten kesmesi "... onlann elini kesin" ayetinin bir beyanıdır. Yine teyemmümde dirseklere kadar meshetmesi "... yüzlerinizi ve ellerinizi mesnedin" ayetinin bir beyanıdır. Beyan vucub, nedb ve ibaha konusunda beyan edilene tâbidir.

b) Bu fiiller herhangi bir şeyi beyan için değil de müstakil vârid olmuşsa bakılır: Vacib veya nedb veya ibaha gibi bir hüküm ifade ettiği biliniyorsa bunu yapma konusunda ümmet de Rasûlullah gibidir.
Çünkü: "Peygamber size ne verdiyse onu alın size ne yasakladıysa ondan da sakının" (Haşr. 7) ve "Andolsun ki, Rasûlullah'da sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar, için en mükemmel bir örnek vardır" (Ahzab: 21) ayet-i kerimeleri bunu emretmektedir.
Ayrıca ashab-ı kiram pek çok olayda delil olarak Rasûlullah'ın fi ilini esas alıyorlardı.
Meselâ Hz. Ömer, Haceru'l-esved'i öpme konusunda şunu söylemişti:
"Ey taş, Vallahi iyi biliyorum ki sen kimseye zararı ve faydası do kunmayan bir taşsın, Rasûlullah'ın seni öptüğünü görmeseydim öpmezdim"

Şayet şer'î bir hüküm ifade ettiği bilinmiyorsa bakılır: Devamlı olmaksı zın bazan iki rekat namaz kılması gibi insanı Allah'a yaklaştıracak şekilde iba det sıfatı olduğu anlaşılırsa da bu o fiilin mendub olduğuna delâlet eder.
Alış-veriş ve ziraat ortaklığı gibi kendisinde ibadet sıfatı bulunmadığı anlaşılırsa ibâha (yapılması mubah) ifade eder. Âlimler nazarında râcih olan görüş budur. Çünkü bu fiilin ibâha ifade ettiği kesindir. Bunun üstünde (daha kuvvetli) bir hüküm ifade etmesi ancak delil ile olur, delil de yoktur. Bir başka izaha göre de Rasûlullah'ın onu yapması mendup olduğuna delâlet eder. Çünkü bu fiilin mutlaka ibadet için yapılmış olması gerekir, ibadet için yapılanın da en aşağı hükmü menduptur.

Özetle söylersek: Rasûlullah'tan bir insan olması hasebiyle sadır olan fiiller ve tecrübeleri, dünyevî işleri ve kendine mahsus (hasâis-i Nebî) olan fiiller şer'î hüküm sayılmaz, ve yapmamız matlub bir sünnet değildir. Ama bunlar Peygamber olma vasfıyla kendisinden sadır olup umumi olarak hüküm ifade etmesi kastedilmişse bu, ümmetin uyması lazım gelen şer'î bir hükümdür.

******

Kur'an, Sünnet (Hadis)'le Nesh Olunur Mu?

Alimler Kur’an’ın Kur'an’la sünnetin sünnette ve mutevatir bir haberin yalnız mutevatir bir haberle neshedilebileceği üzerinde ittifak etmişlerdir.

Diğer taraftan Kuran'ın sünnet (hadis) ile, mutevatir bir haberin ahâ-di bir haberle neshedilmesi konusunda alimler, ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafi (r.a.)'ye göre âyeti, yalnız âyet nesheder. Âyetin hadiste neshedilmesi (caiz) değildir. Alimlerin cumhuruna göre bir âyet diğer bir âyetle neshedildiği gibi sahih bir hadisle de neshedilir. Çünkü âyet ve hadisin ihtiva ettiği hükümler yine Allah (c.c.)'ındır..


Ayetin hadisle neshedilemeyeceği hususunda Şafii'nin delilleri:

İmam Şafii (r.a.) «Biz neshettiğimiz (hükmünü diğer bir âyetle değiştirdiğimiz) veya unutturduğumuz (geri bıraktırdığımız) bir ayetin (yerine) ya ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz.» ayetine dayanarak, ayetin hadisle neshedilmeyeceği görüşünü savunur. Bu görüşünü şu delillerle isbat eder.

Birincisi: Ayetteki «getiririz» ifadesini Allah (c.c.) kendisine isnat etmiştir. Bu da âyetin ancak ayetle neshedileceğini gösterir.

İkincisi: Âyetteki "ondan daha hayırlısını" ifadesinden anlaşılan, ayet veya hükmünün neshi ancak âyetle mümkündür. Çünkü sünnet (hadis), katiyyen âyetten hayırlı olamaz.

Üçüncüsü: Allah (c.c.)'ın «Allah'ın her şeye kemaliyle kadir olduğunu bilmedin mi?» ayeti, daha hayırlı bir hükmü getirmenin O'na mahsus ol*duğuna işaret eder. Bu buyruk, âyet veya hükmünün neshinin ancak O'na mahsus olduğunu gösterir.

Dördüncüsü:«Biz bir âyeti diğer bir âyetin yerine getirdiğimiz zaman.. (Nahl: 101) âyetindeki «bir âyeti diğer bir âyetin yerine» ifadesi, ayet veya hükmünün neshibinin yalnız âyetle olacağını açıkça gösterir. Çünkü «getiririz» tabirinde getirme işini kendisine isnat etmiştir. Bu delil İmam Şafii'nin (r.a.) en kuvvetli delilidir.


Cumhur'un delilleri:

Alimlerin cumhurunun Kur'an'ın sünnetle neshedilebileceğl hususunda bir çok delilleri vardır. Bunları özetle beyan ediyoruz.

A- Vasiyyet âyetinin neshi: "Birinize ölüm geldiği vakit, bir mal bırakacaksa, babası, annesi ve en yakın akrabası için meşru bir biçimde vasiyette bulunması, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar üzerine yapılması gerekli bir hak olaral üzerinize yazıldı." (Bakara, 180) âyetindeki anaya, babaya ve yakın akrabaya, ölümden sonra bırakılacak maldan vasiyyet etme hükmünü Hz. Peygamber: «Ölen mal bırakmışsa ebeveyn ve akrabalarına vasiyette bulunsun. Bu sebeple varislerden biri lehine vasiyet yoktur.» (Buhari , Muslim) meşhur hadisi ile neshetmiştir.
Bu da âyetin hükmünün sadece âyetle değil hadisle de neshedildiğini gösterir.


B- «Evli bir kadınla evli bir erkek zina yaptıkları zaman yüzer değnek vurun.» hükmü: «Zina eden kadınla zina eden erkeğin herbirine yüzer değnek vurun..» (Nur: 2) âyetiyle sabit iken Rasulullah (s.av.), kadın ve erkeğin ölünceye kadar taşlanmalarını emrederek ayetin hükmünü neshetmiştir. Burda hükmü nesheden Râsulullah (s.av.)'ın fiili hadisidir.

C. Alimlere göre Kur'an ve sünnetin ihtiva ettiği hükümlerin tümü isimleri değişik de olsa Allah (c.c.)'ındır. Zira Cenabı Hak, Rasulullah'ın hadisleri hakkında: «Kendi rey ve hevesinden söylemez O. O, kendisine (Allah'tan) gelen bir vahiyden başkası değildir.» (Necm: 3-4) buyurmaktadır.

D. Alimlerin cumhuru, Şafiî'nin delilleri hakkında «O'nun delilleri vazıh değildir. Zira âyetteki «daha hayırlısı» tabirinden maksat, bir nesheden hükmün, neshedilen hükümden daha hayırlı olmasıdır.
Bu Allah (c.c.)'ın kullarının maslahatlarına göre zaman zaman hükümlerini değiştirmesi, O'nun ilminin kapsamı içindedir. Yoksa bir âyetin lafzı diğer bir ayetin lafzından daha hayırlıdır anlamına gelmez» demektedirler.
Hal böyle olunca nesheden hüküm ister âyet, ister hadis olsun neshedilen hükümden daha hayırlıdır. Zira onların hepsi alîm ve hakîm olan Allah (c.c.)'ın kullarına teşriîdir.

Cumhur'un görüşü, diğer görüşlere tercih edilir. Zira nesheden hükümlerin, nesholunan hükümlerden daha hayırlı ve daha faziletli oluşu, gelecekteki sevabı ve kullara qetirdiği kolaylıklardan dolayıdır. Bu konu*nun daha geniş izahı Usulü Fıkıh kitaplarında bulunur.
(Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, Şamil Yayınları: 1/80-82)





"Haberiniz olsun, rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığı zaman kişinin: "Bizimle sizin aranızda Allah'ın kitabı vardır. Onda nelere helâl denmişse onları helâl biliriz. Nelere de haram denmişse onları haram addederiz." diyeceği zaman yakındır. Bilin ki, Rasûlullah (s.a.v.)'ın haram kıldıkları da tıpkı Allah'ın haram ettikleri gibidir."


(Ebu Dâvud, Sünne, 6, (4604); Tirmizî, İlm 60, (2666); İbnu Mace, Mukaddime 2, (12))



'Benden sonra nebi gelmeyecek, alimler gelecek, halifeler gelecek, onlara tabi olan bana tabi olur, onlara asi olan bana asi olur.''
(Sahih Buhari 9.c. 1409., Sahih Buhari 11.c. s:181)



“Ben sizi serbest bıraktığım müddetçe siz de beni bırakınız. Zira, sizden öncekileri, suallerinin çokluğu ve peygamberleri üzerindeki ihtilâfları helâk etmiştir. Öyle ise sizi, bir şeyden nehy mi ettim ondan kaçının ; bir şey emrettiğim zaman da, onu elinizden geldiğince yapmaya çalışın. Soru sormayın.”
(Muslim, Hacc, 73, 1337)



"O kendi arzusu ile söylemez. O (nun söylediği) kendisine vahyedilenden başka birşey değildir."
( Necm Sûresi, 3-4)



İşte bütün bu hükümler, Allah'ın çizdiği sınırlardır. Her kim Allah'a ve O'nun peygamberine itaat ederse, Allah onu içlerinde sonsuza dek oturmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Bu ise büyük kurtuluştur!
(Nisa Sûresi, 31)



Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, peygambere de itaat edin, sizden olan yetkililere de. Sonra bir şeyde anlaşmazlığa düştünüz mü, hemen Allah'a ve Peygamberine arz edin onu, eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanan muminler iseniz. Bu hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.
(Nisa Sûresi, 59)



Yok, yok! Rabbine yemin ederim ki onlar aralarında çıkan çapraşık işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden nefislerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.
(Nisa Sûresi, 65)



Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur, kim de yan çizerse, kendilerine seni gözcü de göndermedik!
(Nisa Sûresi, 80)




"Eğer siz Allah-u Teâlâ'yı seviyorsanız Bana uyun ki Allah-u Teâlâ'da sizi sevsin."





NESH MESELESİ


Kur'an’da nesh üç kısma ayrılır.


1- Âyetin hükmünün ve okunmasının birlikte neshi.
2- Âyetin yalnız okunmasının neshi, hükmünün kalması.
3- Âyetin sadece hükmünün neshi, okunmasının kalması.


1- Âyetin hükmünün ve okunmasının neshi:


Böyle bir âyetin, hem okunması hem de hükmüyle amel edilmesi caiz değildir. Çünkü, âyet tamamıyla neshedilmiştir. İslâm'ın ilk devirlerinde, süt emzirme hakkında gelen âyette, bir kadın kendi çocuğu olmayan yabancı bir çocuğu doya doya on defa emzirmeyle, o çocuğun süt annesi sayılırdı. O kadının kendi çocukları da annelerini on defa emen çocuğun süt kardeşleri olurdu.
Süt emzirmeyle ilgili âyet, Hz. Aişe (r.a.)'den şu şekilde rivayet edilmiştir: "Kur'an-ı Kerimde «on defa emzirme vâki olursa, süt emzirmeyle ilgili hüküm meydana gelir» âyeti vardı. Daha sonra bu âyetin hükmü ve okunması beş defa malum emme ile neshedildi."


Fahreddin er-Râzi; "Hz. Aişe (r.a.)'den yapılan rivayette, âyetin birinci bölümü -on defa emzirmenin bilinmesi- hem okunma, hem de hükmü bakımından nesh edilmiştir. İkinci bölümü -beş defa. emzirmenin bilinmesi ise okunması bakımından nesh olunmuşsa da İmam Şafii (r.a.)'ye göre hükmü devam etmektedir." der.
( Fahreddin er-Razi age. C. 1 S. 230. İmam Şafii (ra)nin okunması nesholunan ayetin hükmünün devam edeceğini kabul etmesi ile. ondan sonra gelen Şafi sunnilerinin tümü aynı görüşü kabul etmişlerdir. Şafi mezhebinin fıkıh kitaplarında bu konu mevcuttur.)



2- Âyetin yalnız okunmasının neshi, hükmünün kalması:


Zerkeşi'nin «Burhan» kitabında dediği gibi eğer alimler, okunması nesh olunan âyetin hükmünün muteber olduğunu kabul ederlerse onunla amel olunur. Nitekim Nur suresinde okunması nesh olunan «Yaşlı bir erkekle yaşlı bir kadının (ikisi de evli) birbirleriyle veya ayrı ayrı başkalarıyla zina yapması ile Allah'ın azabı için elbette onları taşlayacaksınız, şüphesiz Allah (C.C.) yegâne galip ve hikmet sahibidir!» âyetinin hükmü baki ve geçerlidir.


Hatta Hz. Ömer (R.A.): «Eğer halkın "Ömer Allah (C.C.)'ın kitabına bir âyet ekledi." demeyeceklerini bilsem bu ayeti. Nur suresine elimle yazardım.» demektedir.
(Sahih-i Buhari)


Ebu Hayyan, Sahih kitabında Ubey bin Ka'b (R.A.)'dan naklen şöyle di*yor: «Ahzab suresi uzunluk bakımından Nur suresi kadardı. Sonra Ahzab suresinden bazı ayetler neshedilince kısaldı.» Ubey bin Ka'b (r.a.)'ın «Ahzab suresinden bazı âyetler neshedilince sure kısaldı.» ifadesi neshin olduğuna işaret eder.


Âyetin gerek hükmünün ve okunmasının neshi, gerekse hükmünün kal-mast okunmasının neshi şekilleri Kur'an-ı Kerimde azdır ve bulunması nadirdir. Cenab-ı Allah (c.c.) mukaddes kitabını, ihtiva ettiği hükümlerin İcra edilmesi ve okunarak sevab kazanılması için göndermiştir.


3- Âyetin sadece hükmünün neshi, okunmasının kalması:


Bu şekildeki nesh Kur'an-ı Kerim'de çoktur. Zerkeşi'nin dediği gibi 63 surede mevcuttur. Bu tür neshlere vasiyyet âyeti, iddet müddetiyle ilgili âyeti ve müşriklerle savaşmayı yasaklayan âyetleri gösterebiliriz.


Şeyh Hibbetullah bin Selâmet, neshedilen ve nesheden âyet ve hadisleri mevzu edinen kitabında özetle: «Şeriatta ilk neshedilen, namazın İki rekat olarak kılınmasını emreden ayetin hükmüdür. Daha sonra namazın dört rekat olarak kılınmasını emreden âyet nazil olunca, namazın iki rekat olarak kılınmasını emreden hüküm neshedildi. Bilahere önce Mescid-i Aksa'ya yönelerek namaz kılınmasını emreden âyetin gelişi. Aşure orucunun neshedilmesi ile onun yerine Ramazan ayında oruç tutulmasını emreden âyetin gelişi, müşriklerden yüz çevrilmesini emreden hükmün neshi ile onlarla cihad edilmesini emreden âyetin gelişi, ehl-i kitapla cizye verinceye kadar savaşın emredilmesi. Veraset hukukundaki bazı hükümlerin neshi ile bunların yerine yeni hükümlerin gelişi ve cahiliyet devri adetlerini belirten bütün işaretlerin neshi ki Hac'ta müslümanlar He cahiliyet adeti üzere hac yapan müşrik ve kitap ehlinin yapacakları ibadetlerin birbirinden ayrılmasını emreden âyetin gelişini görürüz.» der.



Ayetin Hükmü Neshedildiği Halde, Lafızlarının Okunmasının Hikmeti Nedir?


Zerkeşi: «Yukarıdaki soruya iki açıdan cevap verilebilir.


Birincisi:Kur'an-ı Kerim, ihtiva ettiği hükümlerin bilinip tatbik edilmesi için okunduğu gibi yalnız ibadet niyetiyle de okunur. Allah (C.C.) kelâmı olduğundan hükmü neshedilse de, lafızları ibâdet maksadıyla okunduğu için baki kalmıştır.


İkincisi: Nesh âyetleri, çoğu kez bir önceki âyette bulunan ağır bir hükmü hafifletmek için gönderilmiştir. Âyetin okunmasının kalışı, daha önceki hükmün ağırlığını ve Allah (c.c.)'ın kullarına vermiş olduğu nimetini hatırlatmak içindir.» [Zerkeşi - El Burhan fi Ulumil Kur an 80.] demektedir.


A- Recmi Kabul Etmeyenler ve Gerekçeleri



Recm cezasını kabul etmeyenler birden fazla gerekçe ileri sürmüşlerdir. Hariciler ile bir kısım Mutezile ve bazı Şiiler recm cezasını, Kuran’da olmadığı gerekçesi ile reddetmişlerdir[İbn Hacer, XII, 98].
Haricilere göre, Allah’ın Kitabı, yalan olması muhtemel olan ahad haberlerle terk edilemez [İbn Kudame, Muğni, XII, Kahire 1986, s. 309. Bu eleştirilere recmin ahad değil, mütevatir haberle sabit olduğu ve ayetin mütevatir haberle tahsis edildiği, kaldı ki haber-i vahid ile de ayetin tahsisinin de mümkün olduğu şeklinde cevap verilmiştir. Ayrıca Haricilerin, recm gibi hususlarda, sünnete tabi olmayı reddettikleri için sapıttıkları da ileri sürülmüştür (Razi, XXIII, 134; Sabuni, II, 23; İbn Teymiye, Mecmu’ul-Feteva, XIII, Kahire 1404, s. 208.].


Diğer bir kısım müellife göre ise, Hz. Peygamber’in recm uygulamaları, celde ayetinden öncedir ve bu ayetle söz konusu uygulama kaldırılmıştır [Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim Tefsiri, II, İstanbul 1995, s. 577; Bayındır, 242].


Ayrıca eğer recm cezası kabul edilecek olursa Kuran’da zina eden cariyelere uygulanacağı belirtilen, “zina eden bekar-hür kadınlara uygulananın yarısı”[Nisa 25], ifadesi nasıl anlaşılacaktır. Recmin yarısı olmayacağına göre recm diye bir ceza da söz konusu olamaz. Keza Hz. Peygamber’in hanımlarına uygulanacak cezanın da recmle bağdaştırılması söz konusu olmaz. Çünkü onlar eğer zina edecek olursa normal kadınların iki katı[Ahzab 30] cezalandırılacağı hükme bağlanmıştır [Peygamber eşleri ile ilgili cezanın ahirete yönelik olduğu da ileri sürülmüştür. Bkz. Kurtubi, Cami’, XIV, 176; Taberi, Camiul-Beyan, XXI, 101; Yazır, VI, 309].
Recmin iki katı nasıl olamayacağına göre recm de yoktur. Dolayısıyla recmin ne yarısı ne de iki katı uygulanamayacağından zina cezasında evli-bekâr ayrımı yapılamaz [Derveze, et-Tefsiru’l-Hadis (Terc. Mustafa Altınkaya), C. VI, İstanbul 1998, s. 310].


Recmi reddedenlere göre, recm ile ilgili rivayetler, Tevrat vasıtası ile İslam’a girmiştir [Schacht, İslam Hukuka Giriş, Ankara 1977, s. 26; Üçok, 133; Öztürk, 608]. Ayrıca nakillerde ifade edilen üslup ve ilahi kelam açısından da İslam’da recmin varlığını kabul etmek mümkün değildir. Hz. Ömer’e atfedilen recm ile ilgili bir ayet olduğu iddialarına ne nakil, ne akıl ne de Kur’an’da kullanılan üsluba uygunluk açısından katılmak mümkün değildir. Nakilde geçen ifadeye bakılırsa genç evlilere veya dullara recm uygulanamaz. Ayrıca hırsızlık, sarhoşluk, kazf gibi hadleri açıkça belirleyen ilahi iradenin onlardan daha ağır olan recmi Hz. Peygamber’e bırakması kabul edilemez [Ali Mansur, Nizamu’t-Tecrim, Medine 1976, s. 179]. Dahası bir ayetin lafzı ile hükmü ayrılmaz bir bütündür. Lafzı mensuh olan ayetin hükmünün de mensuh olması gerekir [İbn Hacer, Feth, XII, 120.].


Sonuç olarak recmle ilgili ilk dönem uygulamalarına ilişkin rivayetler tamamen uydurma olup recm cezası, özel şartlar nedeni ile Hz. Ömer tarafından ihdas edilmiştir [Fazlurrahman, İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp (Trc. Adnan Bülent Baloğlu) Ankara 1997, s. 78.].




B- Recmi Kabul Edenler ve Gerekçeleri


İslam hukukunda recm cezası olduğunu ileri sürenler de görüşlerini birden fazla gerekçeye dayandırmışlardır. Her şeyden önce Hz. Ömer’in sözünü ettiği recm ayetinin lafzı mensuh olsa dahi hükmü bakidir [İbn Kuteybe, 314; İbn Hacer, XII, 143; Suyuti, II, 34. Ancak Kur’an’da nesh ayetinde “biz bir şeyi nesheder ya da unutturursak daha iyisini veya benzerini getiririz(Bakara 2/106)denmektedir. Dolayısıyla bu şekildeki nesh anlayışının Kur’an’ın hükmüne uygun olduğu söylenemez.]. Ayrıca Hz. Ömer’in minberde recm ayeti ile ilgili konuşmasına sahabeden bir itiraz gelmediğinden bu hususta sükuti icma oluşmuştur [Nevevi, XI, 191. Vakıa o sırada bütün müçtehit sahabelerin orada olduğuna ilişkin bir bilgimiz yoktur(Baberti, V, 230).].


İkincisi, Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Şii hukukçuların çoğunluğuna göre recm, Hz. Peygamber’in sözü, fiili ve tevatüre yakın haberlerle sabittir. Hz. Peygamber’in sünneti ile Kuran’ın bir hükmü tahsis edilmiştir. Ayrıca ashab ve tabiin de bu konuda icma etmiştir [Merginani, II,96, Baberti V,230; İbn Kudame,XII,309, Şirbini, Muğni’l-Muhtac, C. IV, Beyrut 1933, s. 146, İbn Hazm, el-Muhalla, C. XI, Kahire Ty., s. 231; İbn Rüşt, Bidayetü’l-Müçtehid, II, Kahire 1406, s. 628; Hılli, Muhtasaru’n-Nafi, Mısır Ty., s. 215; İbn Abidin, VI, 13; Ebu Zehra, Ukube, 97; Udeh, II, 383; Zuhayli, VI, 23; Keskin, 131.].
Gerçekten Kuran’da pek çok hüküm genel (âmm) olarak gelmiştir. Daha sonra bu hükümler sünnetle tahsis veya takyit edilmiştir. Mesela hırsızın elinin Kuran’a göre en küçük bir şey çaldığında dahi kesilmesi gerekirken sünnet bunu takyit ederek miktarını belirlemiştir. Keza namazın vakitleri, rekatları, zekatın hangi maldan ne kadar verileceği, ölü hayvan eti yemenin yasaklığının kara hayvanlarına tahsisi hep Hz. Peygamber’in tahsis ve takyit yetkisi çerçevesinde konulan hükümlerdir. Bu durumda genel olarak zina edenlere sopa cezası verileceğini hükme bağlayan ayet, bekârlara tahsis edilmiş, evlilere ise recm uygulanacağı Hz. Peygamber tarafından hem ifade edilmiş hem de uygulanmıştır [Mursafi, Ehadisu’r-Recm, Beyrut 1994, s. 63-64; Mevdudi, III, 459.]. Keza Şafii’ye göre de celde ayetinden sonra Hz. Peygamber Allah’tan aldığı bir emir (vahy-i gayrı metluv) ile zina eden evlilere recmi uygulamıştır [er-Risale, 147].
Hz. Peygamber’in zina eden Yahudilere Tevrat’ın hükmü olarak recmi uyguladığı doğru olmakla birlikte daha sonra zina eden muhsan Müslümanlara kendi içtihadı ile recm uygulamıştır. İkisi de ilahi olan dinlerin hükümleri arasında bu tür benzerliklerin olması tabiidir [E. Buğra Ekinci, İslam Hukuku ve Önceki Şeriatlar, İstanbul 2003, s. 176.].
Şu kadar var ki birisinde kitaba giren husus diğerinde peygamberin söz ve uygulaması ile sabit olmuştur. Doğrusu değişen bir şey olduğu söylenemez.


Sahabi ravilerin recmi bizzat görerek naklettikleri anlaşıldığından Maiz, Gamidli kadın ve Asif’in recminin celde ayetinden sonra olduğunun anlaşılması ve sahabe ile tabiinin recmi uygulamaya devam etmeleri recmin celde ayetinden sonra da uygulandığı hususundaki kanaati güçlendirmektedir. Bu sebeple recmin celde ayetinden önce mi sonra mı olduğu hususunda herhangi bir şüphe kalmamıştır [Şeybani’nin, Abdullah b. Ebi Evfa’ya Hz. Peygamber’in recm uygulayıp uygulamadığını sorması, onun da uyguladığını ancak celde ayetinden önce mi sonra mı olduğunu bilmediğini (Buhari, Hudud, 21) söylemesi ferdi bir durumdur.].


Hz. Peygamber’den “zina eden evlilere yüz sopa ve recm, bekârlara ise yüz sopa ve bir yıl sürgün” [Muslim, Hudûd, 12; İbn Hanbel, V, 317.] cezası verileceğine ilişkin rivayetten hareketle Hz. Ali zina eden evli bir kadına önce sopa vurup sonra da recmettikten sonra “Allah’ın kitabına göre sopaladım, Hz. Peygamber’in sünnetine göre de recmettim” [Buhari, Hudud, 21] demesinden hareketle İslam hukukçuları recmle birlikte sopa vurulup vurulmayacağı hususunda farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.


İbn Abbas, İbn Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Ebu Zer, Hasan Basri, İshak b. Rahuye, İbn Hanbel ve Davud ez-Zahiri de önce sopa sonra recm cezası verilir [Cassas, Ahkamu’l-Kur’an, III, Beyrut 1986 s. 225; İbn Kudame, XII/313; Ferra, 264].
Cumhura göre ise, Hz. Peygamber, söz konusu hadise rağmen sadece recm uygulamıştır. Bu nedenle ayrıca sopaya gerek yoktur [İbn Rüşt, II/629; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, III, İstanbul Ty., s. 225.]. İslam tarihi boyunca da cumhurun görüşü uygulanmıştır.


Diğer taraftan recmin had değil, ta’zir olduğu da ileri sürülmüştür [Mustafa Zerka, Feteva, Dımaşk 1999, s. 392; Karaman-Çağırıcı-Dönmez-Gümüş, Kur’an Yolu Türkçe Meal, C. II, Ankara 2004, s. 24; Mustafa Avcı, Osmanlı Hukukunda Suçlar ve Cezalar, İstanbul 2004, s.199.].
Devlet başkanının ta’ziren ölüm (siyaseten katl) cezası verebileceği İslam hukukçuları tarafından kabul edilmektedir[İbn Abidin, IV/62.]. Ancak recm, ta’zir cezası olsaydı tarih boyunca farklı uygulanır ve Hz Peygamber bu cezayı hafifletmeye herkesten daha fazla hak sahibi olduğundan hafifletirdi [Mursafi, 75.].
Nitekim Gamidli kadına recm uygulamamak için adeta elinden geleni yapmış, önce çocuğu doğurması sonra emzirmesi daha sonra da çocuğu yalnız bırakamayız diyerek kadını geri çevirmiş ama kadın ısrar edince recmi uygulamak zorunda kalmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in tahsisleri genelde ağırlaştırma değil, hırsızlıkta nisap, ölü hayvan etinin haramlığının kara hayvanlarına tahsisi gibi hafifletme şeklindedir. Diğer taraftan zina kamuya yönelik (hakkullah) suçlardan olduğundan normal cezayı uygulayıp gerisini Allah’a bırakmak asıl olması gerekirken Hz. Peygamber’in ta’ziren cezayı artırması mantıklı değildir.
Ayrıca Hz. Peygamberin recm uygulamaları hep ikrar ile sabit olmuş, dolayısıyla kamu düzeni recm gibi ağır bir cezayı uygulayacak kadar bozulmamış hatta olaylar şuyû dahi bulmamıştır. Keza Hz. Peygamberin, Maiz’in recm esnasında kaçtığı kendisine anlatılınca “Keşke bıraksaydınız!” demesinden de ta’zir hükmü çıkarılamaz. Zira zina, ikrar ile sabit olmuş ise, recmden kaçma ikrarından rücû’ olarak kabul edilir ve had düşer.
(Zuhayli, VI, 56.)



Recmi rivayet eden sahabeler;


1- Ebu Hureyre (r.a) “Buhari: 14.c / 6684.s”
2- Ömer İbnu’l Hattab (r.a) “Buhari : 15.c / 7107.s”
3- Abdullah ibn Ömer (r.a) “Buhari : 14.c / 6670.s”
4- Ubadetu-bnu Samid (r.a) “Muslim : 5.c / 1690.n”
5- Bera İbn Azib (r.a) “E. Davud : 5.c / 4447.n ”
6- Semure (r.a) “Tirmizi : 3.c / 1463.n”
7-Nu’man B. Beşir (r.a) “E. Davud : 5.c / 4459.n”
8-İmran bin Husayn (r.a) “E. D. : 5.c / 4440.n”
9-Abdullah ibn Mes’ud (r.a) “E.D. : 5.c / 4352.n”
10-Aişe (r.a) “E.D. : 5.c / 4353.n”
11-İbn Abbas (r.a) “E.D. : 5.c / 4399.n”
12-Vail (r.a) “E.D. : 5.c / 4379.n”
13-Ebu Zeyban (r.a) “E.D. : 5.c / 4402.n”
14-Semmak (r.a) “E.D. : 5.c / 4423.n”
15-Ebu Said (r.a) “E.D. : 5.c / 4431.n”
16-Bureyde (r.a) “E.D. : 5.c / 4431.n”
17-Halin bin Leclac (r.a.) “E.D. : 5.c / 4435.n”
18-Cabir (r.a) “E.D. : 5.c / 4438.n”
19-Abdullah bin Bureyde (r.a) “E.D. : 5.c / 4442.n”
20-İbn Ebu Bekre (r.a) “E.D. : 5.c / 4443.n”



İbn Abbâs (r. anhümâ) anlatıyor:
“Hz. Ömer (r.a.)’i hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti: “ALLAH Teâla hazretleri Muhammed (s.a.s.)’i hak (din ile) gönderdi ve O’na Kitab’ı indirdi. Bu indirilenler arasında recm âyeti de vardı! Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Rasûlullah (s.a.s.) zinâ yapana recm cezâsını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: ‘Biz Kitabullah’da recm cezâsını görmüyoruz’ (deyip inkâra sapabilecek ve) ALLAH’ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalâlete düşebilecektir. Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinâları, -delil veya hâmilelik ya da itiraf yoluyla- sübût bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah’da mevcut bir haktır. ALLAH’a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: ‘Ömer ALLAH Teâlâ’ nın kitabına ilâvede bulundu’ demeyecek olsalar, recm âyetini (Kitabullah’a) yazardım.”
(Buhârî, Hudûd 30, 31, Mezâlim 19, Menâkibu’l-Ensâr 46, Meğâzî 21, İ’tisâm 16; Muslim, Hudûd 15, h. no: 1691; Muvattâ, Hudûd 8, 10, h. no: 823, 824; Tirmizî, Hudûd 7, h. no: 1431; Ebû Dâvud, Hudûd 23, h. no: 4418)


Hz. Ömer'in sözünü ettiği okunuşu mensuh ayet şudur:


"İhtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ederlerse, onları recmedin."
(Mâlik, Muvatta', Hudûd 10; Ibn Mâce, Hudûd, 9; Ahmed b. Hanbel, V, 132, 183).


Hz. Ömer'in recmi, Medine minberinden ilân etmesi, içlerinde bir çok sahabe bulunan cematten hiç birinin buna karşı çıkmaması, recmin sabit olduğunu gösterir.
(Sahih-i Muslim Tercüme ve Şerhi, Ahmed Davudoğlu, Istanbul 1978, VIII, 350). es-Serahsî (ö. 490/1097).


Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini nakleder:
"Eğer insanlar, Ömer Allah'ın Kitabına ilave yaptı demeyecek olsalar, "ihtiyar erkekle ihtiyar kadın zina ettikleri.." ifadesini Mushaf'ın haşiyesine yazardım."
(es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978, IX, 37).


Hz.Muhammed döneminde recm edilenler -sadece- Yahudi değildir.
Mâiz b. Mâlik (r.a.) müslümandır. Üst üste zina yaptığı için Peygamberimizden ısrarla gerekeni yapmasını istemiş, Râsulullah bunun üzerine recm ceza uygulamıştır.
Aynı zamanda işverenin hanımıyla ilişkiye giren genç (bekar olduğu için) yüz değnek ve bir yıl sürgünle cezalandırılmıştır. Kadına ise suçunu itiraf ettiği için recm edilmiştir.
Ebû Hanife'ye göre, yüz değnek yanında bir yıl sürgün, ayete ilâve niteliğinde olup, ayet inince bu ilâve kısım neshedilmiştir. Ancak İslâm devlet başkanı böyle bir cezayı ta'zir cezası olarak verebilir. İlaveten zina yapan evli bir kadın hamile kalması üzerine, doğurana ve çocuk sütten kesilene kadar hayatına devam etmiş, doğurduktan sonra recm edilmiştir. Hatta recm sırasında Hâlid b. Velîd (r.a.)'ın üzerine kan sıçraması üzerine kadın hakkında kötü sözler söylediğini işiten Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilir:
"Ey Halid! yavaş ol. Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim. Bu kadın öyle bir tövbe etti ki, onu bir baççı (vergi memuru) yapsaydı, şüphesiz mağfiret olunurdu."
Sonra kadının hazırlanmasını emrederek cenazesini kılmış ve kadın defnedilmiştir.
(Muslim, Hudûd, 23)


Peygamberimize gelen emir ve yasakların bir kısmı sadece mana olarak geliyordu. Peygamber Efendimiz de onları ümmetine anlatıyordu. Diğerleri ise hem mana hem de lafız olarak geliyor ve Peygamber efendimizin onlara hiç bir katkısı olmadan olduğu gibi kalıyordu. İşte bunlar Kuran ayetleridir. Manası Allah'tan olup da anlamı peygamber efendimize ait olanlar veya Kur'an ayeti olmayan vahiyler ise Kur'an'a girmiyordu. Okunan bir Kur'an ayeti olmadığı için Kur'an'a girmeyen ayetler vardır. İşte recimle ilgili olan vahiy de bunlardan biridir. Bu nedenle bu ayetin hükmüyle amel ediliyor. Ancak okunan Kur'an ayeti olmadığı için de Kur'an da yoktur. Yani hükmüyle amel edilmektedir. İslam'ı en doğru anlayan kişi Hz.Muhammed'dir. Dolayısıyla müslüman olduğunu söyleyen bir kişi bu konularda Hz.Muhammed'e biat etmek zorundadır. Kendi nefsi ile böyle konularda hüküm çıkaramaz.


İmam Şafii, meşhur eseri el-Umm’de şunları kaydeder:
“Peygamber’in farz kıldığı her şey vahiy ile olmuştur. Bir okunan vahiy (vahy-i metluv) vardır, bir de doğrudan Hz. Peygamber’e vahyedilen ve Hz. Peygamber’in sünnet kıldıkları vardır.”


Şafii, bu ikinci çeşit vahyin, ister bazılarının dediği gibi Cebrail tarafından Hz. Peygamber’in (s.a.v) kalbine ilka edilen bir bilgi olsun, isterse insanları doğru yola iletmesi için bizzat Allah’ın kendisine bildirdiği bir bilgi olsun, herkesi bağlayıcı olduğunu söylemektedir .


Şafii, bu yaklaşımı aynı kitabın bir başka yerinde şöyle ifade eder:
“Peygamber, Allah’ın emri olmadan hiçbir konuda hüküm vermemiştir. Allah’ın, Peygamberine gönderdiği emirler iki kısımdır:
Biri, bizzat Allah’ın insanlara tebliğ edilmek üzere inzal ettiği vahiy; diğeri de Allah’tan “şu işi şöyle yap” diye bir mesaj gelir, o da onu yerine getirir.”


Şafii, bu yaklaşımını delillendirmek için “(Ey Peygamber hanımları) oturun da evlerinizde okunan Allah’ın âyetlerini ve hikmeti zikredin.” (Ahzab, 34) âyetini anarak, vahyin ikinci kısmını “hikmet”le açıklar .
Şafii bir başka yerde de şöyle demektedir:
“Bazı âlimlere göre, Hz. Peygamber’in sünnetinin tümü onun kalbine ilka olunmuştur ve onun sünneti de hikmetin ta kendisidir”.


Hz. Peygamber ve daha sonraki uygulamalar, Kurandaki zina için öngörülen ceza ile örtüşmeyince ilim adamları bu hususta farklı fikirler ileri sürmüşlerdir.




Hz. Ömer (r.a.)'in Okunması Nesh olunan Recm ayeti hakkındaki sözü



İbnu Abbâs (r.ah) anlatıyor:
"Hz. Ömer (r.a.)'i hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti:
"Allah Teâla hazretleri Muhammed (s.a.v.)'i hak (din ile) gönderdi ve O'na Kitab'ı indirdi. Bu indirilenler arasında recm âyeti de vardı! Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Rasûlullah (s.a.v.) zinâ yapana recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: "Biz Kitabullah'da recm cezasını görmüyoruz (deyip inkâra sapabilecek ve) Allah'ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalâlete düşebilecektir.
Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinâları, -delil veya hamilelik veya itiraf yoluyla- subût bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah'da mevcut bir haktır. Allah'a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: "Ömer Allah Teâla' nın kitabına ilâvede bulundu" demeyecek olsalar, recm âyetini (Kitabullah'a) yazardım."
( Buhârî, Hudud 31, 30, Mezâlim 19, Menâkibu'l-Ensar 46, Megâzi 21, İ'tisâm 16; Muslim, Hudud 15, (1691); Muvatta, Hudud 8, 10, (, 823, 824); Tirmizî, Hudud 7, (1431); Ebu Dâvud, Hudud 23, (4418)



İzahı


1- Bu hadis, hadis kaynaklarında farklı vecihlerle rivayet edilmiştir. Muvatta'nın bir rivayeti daha açıktır:


"Hz. Ömer (r.a) haccdan çıkınca Medine'ye geldi. (Orada halka hitaben şunları söyledi: "Ey insanlar! Sizlere bir kısım sünnetler ve farzlar teşrî edildi. Size çok açık bir din bırakıldı. Recm âyeti hususunda kendinizi sakın tehlikeye atmayın. İçinizden biri: "Biz Allah'ın kitabında iki haddi (1) bulamıyoruz" diyebilir. Şurası muhakkak ki Resûlullah da, biz de (zinâ edenlere) recm uyguladık. Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zulcelâl'e yemin ederim, insanlar "Ömer Kitabullah'a (onda olmayan şeyi) ilavede bulundu"demiyecek olsalar, (Kur'ân'ın sonuna) şu âyeti elimle yazardım:

اَلشَّيخُوَالشَّيْخَةُإِذَازَنَيَافَارْجُمُوهُمَااَلْبَتَّةَ

"Yaşlı bir erkek ve yaşlı bir kadın zinâ edecek olurlarsa onları mutlaka recmedin."


İmam Mâlik, burada geçen yaşlı erkek ve yaşlı kadın tâbirlerini "dul erkek", "dul kadın" diye açıklar.
Parantez içindeki ziyadeler başka rivayetlerden alınarak dercedilmiştir.


Nesâî'de Ubey İbnu Ka'b'dan kaydedilen rivayette recm âyetinin Ahzâb sûresinde gelmiş olduğu belirtilir.



2- Neshle ilgili konulardan biri de, tilâveti mensuh, hükmü bâki âyetlerin varlığıdır. İşte Recm ayeti bunlardandır.



3- İbnu Hacer: "Hz. Ömer (r.a.)'in korktuğu husus vukua gelmiştir. Zîra Haricîlerin büyük çoğunluğu ile bir kısım Mu'tezile, recmi inkar ettiler" der.



4- Recm cezası Hz. Peygamber tarafından erkek olan Mâîz İbnu Mâlik el-Eslemî (r.a.)'ye tatbik edilmiştir. Mâiz, bizzat gelerek, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e zinâ yaptığını itiraf etmiştir. Rasûlullah, onu üç sefer reddeder. Mâiz dördüncü sefer müracaat ederek zinâ yaptığını beyan edince, yakınlarına: "Bunun aklında bir eksiklik var mıydı?" diye sorar. "Yoktu!" cevabını alınca recmedilmesini emreder ve recmedilir.


Kadın olarak da Gâmidiyye (radıyallahu anhâ) recmedilmiştir. Bu da kendisi gelip Hz. Peygamber'e "Ey Allah'ın Rasûlu, beni temizle!" diye itirafta bulunmuş, Rasûlullah onu: "Git!" diye geri çevirmiş, ancak o, ertesi günü tekrar gelip hâmile olduğunu da belirtmiştir.
Rasûlullah çocuğunu doğurmasını söylemiş, doğumdan sonra gelince "sütten kesilinceye kadar" mühlet vermiş, çocuk sütten kesilince tekrar gelen kadının recmedilmesini emretmiştir.



Gâmidiyye ile ilgili rivayette Hâlid İbnu Velid'in attığı taşın kadında açtığı yaradan yüzüne kan sıçrayınca, Halid (r.a) kadına küfreder. Ancak Hz. Peygamber müdahele ederek:
"- Yapma! Ruhumu elinde tutan Zât-ı Zulcelâl'e yemin olsun, o öyle bir tevbede bulundu ki, öylesini alışveriş sahtekârları yapsaydı affa uğrarlardı" buyurur.
Kadının cenaze namazını kıldırır ve defnedilir.



Keza, Yahudilerin mürâcaatı üzerine, Hz. Peygamber (s.a.v.) zinâ yapan bir Yahudi çiftine de recm tatbik eder.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Empty
MesajKonu: Geri: Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih ..   Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Icon_minitimeC.tesi Kas. 07, 2009 7:43 am

5- Şarihler, "Hz. Ömer (r.a.)'in: "İnsanlar: "Ömer Allah'ın Kitabına ilavede bulundu" demeyecek olsalar, recm âyetini Kur'ân' ın sonuna yazardım" demesini, mübalağaya ve recmi tatbik etmeye teşvike hamlederler.
"Zîra, derler, âyetin lafzı neshedilse de mânası bakidir. Hz. Ömer gibi, fıkhı, ilmi yüce bir şahsiyetin lafzı neshedilen bir âyeti, Kur'ân-ı Kerim'e yazmaya kalkması düşünülemez."


Kur'ân-ı Kerim, Ashab'ın huzurunda, bugünkü haliyle ihtilafsız olarak cem'edilmiştir. Recm âyetinin Kur'ân-ı Kerim'e lafzen girmeyeceği hususunda icma vardır. Rasûlullah'a gelen vahiylerden bir kısmının lafzen, bir kısmının hükmen, bir kısmının hem lafzen ve hem de hükmen neshedildiği Ashab'ca bilinen bir husustur. Bu durumu açıklayan rivayetler gelmiş, ulema bunların değerlendirmesini yapmıştır. Daha önceki bahislerde, Rasûlullah'ın her Ramazan ayında, o zamana kadar inmiş olan âyetleri önce Cebrâil (aleyhisselam)'e, sonra da halka okuyarak "arza" yaptığını, Cebrâil'e okuyarak hatası, yanlışı varsa tashih ettirdiğini, halka okumakla da onların hatalarını düzelttiğini, işte bu arzalarda, lafzı neshedilen vahiylerin de Kur'ân-ı Kerim'den çıkarıldığını belirtmiştik. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ömrünün son Ramazan'ında arzayı iki sefer yapmıştır. Buna arza-i âhire denir.


6- Zinâ eden kadın ve erkek muhsan olduğu takdirde recm edilirler. Zinâ, itiraf veya beyyine ile sâbit olur.


İtiraf : Kişinin zinâ yaptığını kadıya gelip beyan etmesidir.


Beyyine: Şehâdeti makbul dört erkeğin veya sekiz kadının zinâya şahidlik yapmasıdır. Şahidlerin sayısı bu rakamdan aşağı düşerse zinâ suçu subût bulmaz. Âlimler bu hususlarda ittifak ederler. Ancak itirafın sayısı ve şahidlerin sıfatları gibi bazı teferruatta ihtilâf vaki olmuştur. Sözgelimi Hanefîlerle Hanbelîler itirafın dört ayrı mecliste vaki olmasını şart koşarlar.
İmam Mâlik ve Şâfiî'ye göre, kişinin zinâ yaptığını bir kere ikrar etmesi kâfidir, suç sübût bulur.


7- Gebelik zinâya delil olur mu?
Bu husus ihtilaflıdır.
Hz. Ömer (r.a.)'e göre, gebelik zinâya delildir, recme sebep olur. İmam Mâlik ve ashâbı da aynı kanaattedirler: "Kocası veya efendisi bilinmeyen bir kadın gebe olur ve zinâya icbar edildiği de bilinmezse, recmi gerekir. Ancak yabancı ise ve çocuğun kocasından veya efendisinden olduğunu söylerse beyanına itibar edilir" demişlerdir.
İmam Âzam, Şâfiî ve ulemânın cumhuruna göre, gebelik mutlak surette zinâya delil olmaz. Bu hususta, kadının kocası veya efendisi olmuş olmamış, kadın yerli veya yabancı olmuş, zinâya mecbur edildiğini söylemiş, söylememiş hüküm aynıdır. Beyyine olmadıkça veya itirafta bulunmadıkça recmedilemez. Zîra şer'î hadler şüphe ile ortadan kalkar ve sâkıt olur.






İbn Şihab şöyle dedi: Bana Ubeydullah İbn Abdillah İbn Utbe haber verdi ki kendisi Abdullah ibn Abbas’tan şöyle derken işitmiştir:
Ömer İbnu’l Hattab Rasulullah'ın minberi üzerine çıkmış halde iken şöyle dedi:
Hiç şüphe yokki Allah, Muhammed’i hak peygamber olarak gönderdi. Ona indirilen bu kitabın içinde “recm ayeti de vardı”. Biz bu ayeti okuduk ezberledik, ve onu anlayıp belledik, ve Rasulullah recm etti, bizde ondan sonra recm ettik. Böyle olduğu halde insanlara zaman uzayıpta onlardan birinin: "Biz Allah’ın kitabında recmi bulamıyoruz" demesi ve böylece Allah’ın indirmiş olduğu bir farizayı, terk suretiyle dalalete düşmelerinden korkarım. Hiç şüphesiz ki Allah’ın kitabında evli erkek ve kadınlardan olupta zina eden ve zinasında beyyine bulunan yahut da gebelik ve itiraf bulunmasıyla zinası sabit görünen kimse üzerine recm bir haktır.
(E. Davud : 5.c / 4418.N, Buhari : 14.c / 6684.s, Tirmizi : 3.c / 1455.N, Muslim : 5.c / 1691.N)



Recm cezası Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanında da uygulanmıştır. Bu sebeple recm ile ilgili bir kaç hadis bulunmaktadır.
Kendi ikrarlarıyla dört vakıa (Maîz adında bir erkek, Cüheyneli bir kadın, Büreyde adında bir kadın ve adı verilmeyen bir genç -ki buna sopa vurulmuştur, çünkü nikahlı değildir-) gerçekleşmiştir.



Peygamber gelenleri her defâsında vaz geçirmeye çalışmıştır. Kaçan Mâiz adında birisi için, "Bıraksaydınız." demiştir.


..Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:
Sizler Rasullullah (s.a.v)’in huzurunda bulunduğunuz sırada birden bedevilerden bir adam ayağa kalktı ve; "Ya Râsulullah! Benim için Allah’ın kitabı ile hükmet!"dedi. Akabinde ona muhasımı olan kimsede ayağa kalktı ve: "Ya Râsulullah! Hasmım doğru söyledi. Sen onun için Allah’ın kitabı ile hükmet, ve söz söylemek üzere bana izin ver!" dedi.
Peygamber (s.a.v.)’de ona; "Sözünü söyle." buyurdu.
O da şöyle dedi: "Benim oğlum, bu Arabinin yanında asif, yani ücretle çalışan bir kimse idi. Oğlum bunun karısı ile zina etmiş. İnsanlar bana oğlum üzerine taşlanmak cezası olduğunu haber verdiler. Ben bu adama oğlum adına yüz koyun ve birde cariyeyi fidye vererek oğlumu bu cezadan kurtardım. Bundan sonra ben bu meseleyi ilim ehlinden sordum. Onlarda bana onun karısı üzerine taşlama cezası düştüğünü, benim oğluma da ancak yüz değnek vurulma ile bir yıl gurbete sürgün edilmek üzere, ceza olduğunu haber verdiler!" dedi.
Rasulullah (s.a.v)’de: "Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki ben sizin aranızda elbette Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim. Cariye ile koyunları kendi sahibine geri veriniz. Senin oğluna gelince: onun üzerinde yüz değnek cezası ve bir yıl gurbete sürgün edilme cezası vardır." buyurdu.
Bundan sonra Eslem kabilesinden bir adam olan Unes’e de: "Sana gelince ya Uneys! Sende bu adamın karısına git tahkikini yap, eğer kadın suçunu itiraf ederse onu recm et buyurdu."


Ravi: Uneys o kadına gitti, kadının suçunu itiraf etmesi üzerine, Uneys ona taşlama cezası uyguladı demiştir.
(Buhari : 15.c / 7107s., Muslim : 5.c / 1697.N, Tirmizi : 3.c / 1457.N)


Hz. Amr b. As ve Hz. Zeyd b. Sabit, Kur’an ‘ı Mushaf halinde yazarken, aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:
Zeyd dedi ki: “Ben böyle bir ayeti Hz. Peygamber’den duymuştum.”
Amr b. As şöyle cevap verdi: “Böyle şey olur mu? Görmüyor musun/hep bildiğimiz, öğrendiğimiz şu değil mi ki; bekâr olduğu takdirde -yaşlı da olsa- değnek cezasını, evli olduğu takdirde -genç de olsa- recim cezasın hakkediyor."
( Ahmed b. Hanbel, V/183; Hakim, IV/360)


..Ömer b. El-Hattab (r.a.)’dan rivayet edilmiştir, dedi ki: Râsulullah (s.a.v.) recm etti; Ebu Bekr recm etti; bende recm ettim. Allah’ın kitabına ilave etmiş olmaktan çekinmemiş olsam onu muhakkak mushafa yazardım. Çünkü ileride bazı kavimlerin gelip onu Allah’ın kitabında bulamayınca inkar edeceklerinden cidden korkuyorum.
(Tirmizi : 3.c / 1456.N)




İbnu Abbâs (r.ah) anlatıyor:
"Hz. Ömer (r.a.)'i hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti:
"Allah Teâla hazretleri Muhammed (s.a.v.)'i hak (din ile) gönderdi ve O'na Kitab'ı indirdi. Bu indirilenler arasında recm âyeti de vardı! Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Rasûlullah (s.a.v.) zinâ yapana recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: "Biz Kitabullah'da recm cezasını görmüyoruz (deyip inkâra sapabilecek ve) Allah'ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalâlete düşebilecektir.
Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinâları, -delil veya hamilelik veya itiraf yoluyla- subût bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah'da mevcut bir haktır. Allah'a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: "Ömer Allah Teâla' nın kitabına ilâvede bulundu" demeyecek olsalar, recm âyetini (Kitabullah'a) yazardım."
( Buhârî, Hudud 31, 30, Mezâlim 19, Menâkibu'l-Ensar 46, Megâzi 21, İ'tisâm 16; Muslim, Hudud 15, (1691); Muvatta, Hudud 8, 10, (, 823, 824); Tirmizî, Hudud 7, (1431); Ebu Dâvud, Hudud 23, (4418)



Ömer İbnu’l Hattab, insanlara hutbe okumuş, Abdurrahman onun için şöyle dediğini işitmiş:
Uyanık olunuz; bazı kimseler: Recm de ne oluyormuş? Allah’ın kitabında değnek cezası var diyorlar. Muhakkak ki Allah Râsulu (s.a.v) recmi uygulamışve ondan sonra bizde uygulamışızdır. Şayet bazı kimseler: Ömer, Allah’ın kitabından olmayan bir şeyi Allah’ın kitabında ziyade etti dememiş olsalardı, o ayeti nazil olduğu gibi Kur’ana koyardım.
(Ahmed İbn Hanbel, İbn Kesir: 11.c / 5687.s., Nesei)



..Hafız Ebu Ya’la el-Mavsili der ki: Bize Ubeydullah ibn Ömer el-Kovariri, Kesir İbn Salt’dan rivayet etti ki o şöyle anlatmış:
Biz Mervan’ın yanındaydık, içimizde Zeyd de vardı. Zeyd: "Biz zina eden ihtiyar erkeği ve ihtiyar kadını mutlaka recm edin, diye okurduk" dedi.
Mervan: "Onu mushafa yazmadın mı?" diye sordu da, o şöyle dedi: "Biz bunu zikretmiştik. Ömer İbnu’l Hattab da içimizdeydi. Size bu hususta yeterli bilgi vereyim mi?" dedi, Biz: "Nasıl?" diye sorduk da, şöyle dedi: "Bir adam Peygamber (s.a.v.)’e; "Ey Allah’ın elçisi, bana recm ayetini yazdır." dedi. Allah Râsulu (s.a.v.): "Şimdi yazdıramam, veya benzeri bir söz söyledi."
(İbn Kesir : 11.c / 5687.s, Ebu Ya’la, Nesei)



Abdullah İbn Ömer şöyle haber verdi:
Râsulullah’a zina etmiş bir Yahudi erkeği ile bir Yahudi kadını getirildi.
Bunun üzerine Râsulullah (s.a.v) Yahudilerin yanına kadar gidip: "Sizler zina edenlerin üzerine Tevrat’ta ne cezası buluyorsunuz?" diye sordu.
Onlar: "Biz zina eden erkek ile kadının yüzlerini karartır, onları bir hayvan üzerine yükler, yüzleri biri birinin aksine gelecek suretde oturtup ve böylece onları dolaştırıp teşhir ederiz dediler.
"Râsulullah (s.a.v): "Eğer doğru söyleyenler iseniz Tevrat’ı getirin." buyurdu.
Onlar Tevrat’ı getirdiler ve onu okumaya başladılar. Nihayet “recm” ayeti üzerine koydu da iki eli arasını ve arkasını okudu.
O sırada Râsulullah (s.a.v.) ile beraber bulunan Abdullah ibn Selam Peygamber’e: "Ona emret de elini kaldırsın." dedi. Genç elini kaldırdı. Birde baktılar ki “recm” ayeti elinin altındadır.
Râsulullah zina eden erkek ve dişi yahudilerin “recm” edilmelerini emretti. Onlar da “recm” olundular.
(Buhari :14.c. / 6670 s., Muslim : 5.c. / 1699.n.)


Ubedet ubnu Samid (r.a.) şöyle dedi. Râsulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
Benden alınız benden alınız.Muhakkak ki Allah zina yapan kadınlar için bir yol tayin etmiştir. Evlenmemiş olan evlenmiş olanla zina ederse bunların her birine yüz değnek ve bir sene sürgün cezası vardır. Evli veya dul olan. Evli veya dul olanla zina ederse bunların her birine de yüz değnek ve recm cezası vardır.
(Muslim : 5.c / 1690.N, Ahmed : Musned)



Ebu Hureyre (r.a..)’dan, şöyle demiştir:
Râsulullah (s.a.v) mescidde iken müslümanlardan bir kimse yanına geldi ve ona bir nida edip: "Ya Râsulullah! Ben zina yaptım." dedi.
Peygamber ondan yüz çevirdi. Bu sefer o zat peygamberin yüzünü döndürdüğü tarafa geçip yine: "Ya Râsulullah! Ben zina ettim." dedi.
Peygamber (s.a.v.) ondan yüz çevirdi. Nihayet o zat bu itirafı dört kere tekrarladı. Bu şekilde kendi aleyhine dört kere şehadet edince Râsulullah onu çağırıp: "Sende delilik var mı?" diye sordu o zat:
"Hayır." dedi.
Râsulullah: "Sen evli misin?" diye sordu.
O zat: "Evet." dedi.
Bunun üzerine Râsulullah oradakilere: "Bunu götürünüz ve recm ediniz emrini verdi."
(Muslim : 5.c / 287.s. 16)

..Cabir ibn Abdillah (r.a.) şöyle diyordu: "Râsulullah (s.a.v)Eslem kabilesinden bir adamı, Yahudilerden bir adamı ve onun zina ettiği kadını recm etti."
(Muslim : 5.c. / 1701.N)


Sünneti Kur'an'a Arz Hadisi


Sünnetin teşride müstakil olmadığını savunanla rın ileri sürdükleri şöyle bir hadis vardır: «Size ben den bir hadis gelirse Allah'ın kitabı ile karşılaştırın. Ona uygun düşerse alın, muhalif olursa terkedin».
Hadis imamları ve uzmanları bu hadisin hadisleri sail-dışı bırakmak gibi kötü emellerine erişebilmek için zındıklar tarafından Peygamber'e iftira edilerek uydu rulmuş bir haber olduğunu açıklamışlardır. Bazı imam lar bu hadisi Kur'an'a arzetmiş ve şöyle demişlerdir: «Biz bu hadisin kendisini Allah'ın kitabına arzettik, bizzat onun Kur'an ayetlerine ters düştüğünü gördük :
«...Rasul size ne verdiyse alınız, neden yasakladıysa kaçınınız...» «...de ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana. uyun ki'Allah da sizi sevsin...» «...kim Rasule itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur...»[41]
Görüldüğü gibi Kur'an-ı Kerim bu hadisi yalan lamış ve reddetmiştir.
Bazı müştekrikler ve sömürgelerine alet olan ba zı yaverleri sönüp gitmiş olan bu çirkin iddiayı yeni den hortlatmaya teşebbüs etmişlerdir. Ancak Allah Teala eskiden bu düşünceyi savunanlara karşı hakkı savunacak ve hilelerini kursaklarında bırakacak kim seler var ettiği gibi şimdi de bunu yapacak kimseler hazırlamıştır.
«...Kafirler hoşlanmasalar da Allah nu runu tamamlamaktan asla vazgeçmez...» [42]

Sahabenin Hadis Ve Sünnete Verdikleri Önem


Sünnetin dindeki yeri ve Kur'an-ı Kerim'deki ko numu dolayısıyle Sahabiler Hz. Peygamber'in hadis lerine son derece büyük önem vermişlerdir. Kur'an'a gösterdikleri Özeni ona da göstermiş, onu lafzı ya da manasıyla ezberlemiş ve anlamışlardır, sünnetin mak sat ve gayelerim kendilerine has Arap selikasıyla Hz. Peygamber'den duydukları sözler ve müşahade ettik leri davranışlar ve hadislerin vücud sebebleriyle id rak etmişlerdir. Bu konuda anlayamadıkları bir müş külle karşılaştıklarında Resulullah (as)'a sormuşlardır.
Sahabiler Allah'ın vahyi ve Hz. Peygamber'in sün-, netini işitmeye o kadar büyük ehemmiyet vermişler ki, bunu münavebeli olarak ta'kib etmişlerdir.
Buhari Sahih'inde Hz. Ömer (ra)'den söyle bir rivayette bu lunur. «Medine'nin yüksek bir semti olan Umayye b. Zeyd oğullan[43] mahallesinde (otururken) ensardan bir komşum vardı. Rasulullah'ın meclisine sırayla bir1 gün O, bir gün de ben giderdik. Ben gittiğim vakit ogün gelen vahy ve diğer şeyleri O'na bildirirdim, O gittiği zaman aynı şeyi o bana yapardı.[44]
Sahabe böylece dünya ve ahiret menfaatlerini bir leştirmişlerdir. Ne dinleri onları dünyalarından ne de dünyaları dînlerinden alakoymuştur.
Biz biliyoruz ki Kur'an ve sünnet ilim ve âlimle rin fazileti ile doludur. Yine biliyoruz ki Sahabe sün netin dinin ikinci aslı olduğunu biliyor, Resulullah'ı kendi nefislerinden çok seviyor, onu dinlemekten bü yük bir manevi haz duyuyorlardı. Konuştuklarının vahy ürünü olduğuna inanıyorlar, ondan işittikleri şeylerini iman ve takva için bir gıda[45] ve bunun cen nete giden bir yol olduğuna kanaat ediyorlardı.
Bütün bunlardan biz sahabenin sünnet ve hadis leri dinlemeye ne kadar düşkün olduklarım tasavvur edebiliyoruz. Onların bu durumu apaçık bir gerçektir.
Sahabe sünnetin bütün insanlara tebliğ edilmesi gereken bir din olduğunu bildikleri için buna azami derecede itina göstermişlerdir. Hz. Peygamber de çok defa şu sözünde olduğu gibi onları buna teşvik ederdi; «Benim sözlerimi işitip, belleyen ve onları işittiği gibi başkalarına aktaranın A Hah yüzünü ağartsın. Çünkü nite, söz kendisine sonradan ulaşan kimseler vardır ki: Onu bizzat işitenden daha iyi kavrarlar.» Başka bir rivayet şöyledir: «Nice fıkıh taşıyanlar var İti fakîh değildir. Nice taşıyanlar da kendilerinden daha fakîh olanlara fıkıh iletirler.» Bunu İmam Şafii ve Beyhaki el-Medhâl'inde rivayet etmiştir.
Resulullah Meşhur Vecla Haccı hutbesinde şöyle buyuruyor; «Burada hazır bulunanlar bulunmayanla ra tebliğ etsin, çünkü burada bulunan kendisinden daha iyi kavrayan birisine ulaştırabilir.» (Bunu da) Buhari Salıih'inde rivayet etmiştir.[46]
Hz. Peygambere bir heyet geldiği zaman onlara Kur'an ve sünneti ve onlara bunları iyi öğrenip baş kalarına ulaştırmalarını tavsiye ederdi. Buhari'de geç­tiğine göre Abdu'l Kays kabilesi temsilcilerine şöyle tavsiye etmiştir: «Bunları iyi belleyin ve buraya gel meyenlere bildiriniz.» Başka bir rivayette «hemşerilerinize dönün ve bunları öğretin»[47] buyurmuştur.
Hz. Peygamber onlara sürekli şu hadisi telkin edi yordu. *Her kim ilmi gizlerse kıyamet gününde ağ zına ateşten, bir gem vurulur.» Bunun için sahabe sün­netleri muhafaza etmeye lafzı veya manasıyla ezber leyip tebliğ etmeye oldukça önem vermişlerdir. [48]

Hz. Peygamber Döneminde Hadis Yazımının Yasaklanması

İki sebepten dolayı hadisler Hz. Peygamberin dö neminde tedvin edilmemiştir:
Birincisi: Yazım âletlerinin fazla miktarda bulun mayışı ve sahabenin kıvrak zekalarına ve ezberleme gücüne olan güven.
İkincisi: Hz. Peygamber'in yalnız Kur'an'ın yazı lıp, hadislerine yazılmasını yasaklayan bir emrinin mevcudiyetidir.
Muslim, Sahih'inde Ebu Said el-Hudri (ra) 'den Re-sulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Kur' an'ın dışında benden işittiğiniz hiç bir şeyi yazmayın, her kim böyle bir şey yazdıysa onu imha etsin.» Bu nun için selef ulemasından bazıları hadislerin yazıl masını hoş karşılamamışlardır.
Hz. Peygamber'in yazılmasını yasaklamasının ba zılarının onları Kur'an'la karıştırmaları endişesinden kaynaklandığı açıktır. Ya da özellikle ümmî olan in­sanların Kur'an'ı bırakıp hadislerle meşgul olmala rını önlemek içindir. Veya bu yasak sadece hafıza sına güvenenler içindir. Ancak okuma-yazma bilme diğinden dolayı Kur'an ve sünneti birbirine karıştır masından emin olunan kimse veyahut duyduğunu unutmaktan ya da iyi muhafaza etmekten korkan kimsenin yazmasında bir mahzur yoktur. Hz. Peygam ber'in bazı sahabilerden Hadis yazmasına müsade et tiğine delalet eden haberler bu şekilde yorumlanabilir.
Ebu Davud, el Hakim ve başkaları Abdullah b. Amr b. As'dan şöyle rivayette bulunmuşlardır. «Re-sulullah'a dedim kij Ey Allah'ın Rasulu senden duy duğum herşeyi yazabilir miyim, Resulullah «evet» de di. Ben «sakin halinizde iken de kızgın halinizde iken de mi» diye sordum. Resulullah «evet», benim her ha­limde de benden haktan başka bir şey sâdır olmaz.» buyurur.
Buharı de, Ebu Hureyre (ra)'den şöyle bir riva yette bulunmuştur. «Resulullahın ashabı içerisinde Abdullah b. Amr b. As hariç benden daha fazla hadis bilen hiç kimse yoktu. Çünkü O duyduğu hadisleri ya zardı ben ise yazmazdım.» Abdullah gibi olanlar Kur' an ve hadisi karıştırmaktan emin olunan kimselerdir.
Tirmizi de, Ebu Hureyre (ra)'nin şöyle dediğini rivayet eder: «Ensardan bir kişiHz. Peygamber'in mec lisinde oturup onun sözlerini dinlerdi. Bu sözler çok hoşuna gider ancak ezberleyemezdi. Bunun üzerine bu durumu Hz. Peygambere şikayet edince Resulullah eliyle yazıya işaret ederek ona yazmasını salık verdi.
Buharı ve Müslim Sahih'lerinde «Yemenli Ebu Şah'ın Hz. Peygamberden Mekkenin fethi sırasında irad ettiği hutbenin kendisine yazı verilmesin i istemiş o da «Ebu Şah'a (hutbeyi) yazıverin» dediğini rivayet etmişlerdir.
Yine Buhari Sahih'inde şu rivayete yer verir: «Hz. Ali'ye Kur'andan başka kendilerine Hz. Peygam-ber'den kalan bir şeyin olup olmadığı soruldu. O; «Ha­yır, canlıyı yaratan, tohumu yaran Allah'a yemin ol sun ki, (Bizim'yanımızda) Kur'an'dan başka sadece kendi kitabını anlayışı hususunda Allah'ın bir kulu na verdiği anlayış ve bir de şu sayfadakiler var» dedi. IRavi) Hz. Ali'ye «o sayfada neler var» deyince O, «di yet, esirlerin salıverilmesi ve bir kafire karşılık Müs-lümanın öldürülmemesi (ile ilgili hükümler) vardır, diye karşılık vermiştir.
Ayrıca Hz. Peygamber'in zekat, diyet ve miras ile bazı uygulamaları Amr b. Hazm ve diğer bazı (Vali lerine) yazdığı tesbit edilmiştir.Bazı alimler hadislerin yazılmasına izin veren ha berlerin yasak getiren hadisleri nesh ettiği görüşünde­dirler. Çünkü yasaklama İslâm'ın ilk dönemlerine te sadüf eder ki bu zamanda ashabın Kur'an'ı bırakıp hadislerle uğraşmaları veya Kur'an dışındaki bazı şey­leri ona karıştırmaları endişesi sözkonusuydu. Daha sonraları bundan emin olununca yasaklama kaldırıl dı. Nesh görüşünü destekleyen hususlardan birisi de izne dair bazı hadislerin sonraki tarihlere rastlama-sıdır. Nitekim yazmaya dair hadisin ravisi olan Ebu Hureyre hicretin 7. yılında müslüman olmuş, Ebu Şah olayı ise Mekke'nin fethedildiği tarih olan hicri 8. senesinde vuku bul muştur.
Her hal-u karda Resulullah'ın dönemi bittiğinde sahabe arasında hadis yazanların sayısı pek fazla de ğildi. [49]

Hz. Peygamberin Vefatından Sonra Hadis Yazımı


Hz. Peygamber, Hakk'ın rahmetine kavuşur ka vuşmaz sahabeden hadis yazanların sayısı artmaya başladı. Daha sonra Tâbiun'dan da yazanlar olmuş ve hadis yazımını sahabeden de ileriye götürmüşlerdir. Said b. Cubeyr'den rivayet edildiğine göre; O, ibn-i Abbas'tan duyduğu hadisleri bineğin üstünde yazmış, binekten inince de onları silmiştir.
Abdurrahman b. Ebiz'zenâd babasından şu riva yette bulunmuştur: «Biz helal ve haram (bildiren ha disleri) yazardık İbn-i Şihab (ez-zuhr-i) ise her duy duğunu yazardı. Ona ihtiyaç duyulduğu zaman O'nun ne kadar âlim biri olduğunu anladım» Hişam b. Urve'den rivayet edildiğine göre Yezid b. Muaviye zama­nında bütün kitapları yanmış ve bunun için o şöyle demiştir: «Keşke malım ve ehlim telef olsaydı da ki taplarım yanmasaydı.»
Hz. Ömer (ra) hadisleri biraraya toplayarak ya zıya dökmek istemiş ve bunun için sahabe ile istişare etmiştir. Sahabe yazması yönünde görüş beyan edin ce bir müddet bu konuda istihareye yatmış ancak Allah ona bir şey göstermemiştir.
Beyhaki Medhal'inde Urve b. Zübeyr'den şu riva yette bulunur. Hattab oğlu Ömer (ra) sünnetleri yaz mak istedi ve bunun için sahabe ile istişare etti. Ancak sahabe görüş belirttikten sonra bir ay bu ko nuda istihareye yattı. Bir sabah Allah ona bir yol gösterdi ve şöyle dedi; «Ben sünnetleri yazmak iste dim ancak sizden önce bazı kavimleri hatırladım, on lar birtakım kitaplar yazdılar ve onlara yönelerek Allah'ın kitabını terkettiler. Allah'a andulsunki ben kesinlikle Allah'ın kitabına bir şey karıştırmayacağını [50]



Genel Olarak Hadis Tedvini


Râşid Halife Ömer b. Abdula/.i/ dönemine kadar du rum böylece sürüp giltİ. Yani kimisi hadisleri yazıyor, kimisi yazmıyordu. Ömer b. Abdulaziz, Hak ile batılın bir birine karışmasından veya sünnetlerin kaybolmasından korkarak hadislerin toplanıp tedvin edilmesini istedi. Za man birinci yüzyılın başıydı. Diğer şehirlerde ilimleriyle tebarüz etmiş kişilere mektup göndererek hadislerin top lanmasını emretti. Ayrıca valilerine de bu emri bildiren birer mektup yazdı.
İmam Mâlik, Muhammed b. Hasan eş-Şeybftni ta rikiyle gelen şu rivayete Muvatla'da yer verir. : «Ömer b. Abdulazİz Hbû Bekr b. Muhammet! h. Amr ile Hazm'a yazdığı mektupla şöyle dedi : «11/.. IVygunıher'in hadi.\-Jeti, sünnetleri veya Hz. Ömer'in sözleri vb. gibi şeyleri bul ve yaz. Zira ilmin ve alimlerin kaybolmasından korkuyorum.» (Ayrıca ona) Ensar'dan Aınrc binli Abdiı'rah-man ve Kasını b. Muhammed b. l-'bu ttckr'in yanında ne varsa yazmasını tavsiye elli.
Buharı bir Ta'lik[51]'iıulc şöyle der; Ömer b. Abdül-aziz Ebu -Bekr b. Mazm[52]a ya/.dgı bir mektupla şu\lc dedi : «Kendi beldende Hz. Peygamberin hadislerinden ne bulursan yaz. Zira ilmin ve âlimlerin yokolmasından korkuyorum» Tarih-i Isbahan adlı eserinde Ebu Nuayın Ömer b. Abdilazi/'den onun bütün bölgelere mektup gön dererek «Hz. Peygamber'in hadislerini toplayınız» dediği ni nakleder.
Adil halife Ömer b. Abdulaziz'in mektup gönderdiği kişilerden birisi de Hicri 124'de velal eden Hicaz ve Şam ehli âlimlerinden Medineli büyük İmam Muhammed b. Müslim b. Şihab ez-Zührî'dir. [53]

Tedvin Hareketinin Hızlanması


Her şehir merkezinde âlimler, kendilerine verilen bu görevi en güzel şekilde gerçekleştirdiler. Hadis ve sünnetleri seçerek toplamaya yöneldiler. Sahibini zayıfından, makbulünü merdudundan ayırdılar. Seleften hiç kimse hadisleri yazmakta bir sakınca görmedi. Daha önce ara larında bulunan hadis yazımı ile ilgili ihtilaf da bu şe kilde ortadan kalkmış oldu ve bu konu istikrara kavuş tu. Hadis yazımının cevazı konusunda hatta bunun müslahab bir davranış olduğu hususunda, icma hasıl oldu. İlmi tebliğ etmekle mükellef olan ve fakat onu unutmak tan korkan birisi için vacip olduğu uzak bir görüş olmasa gerektir.[54]
Hadis ilminde ilmi tedvin hareketi gelişti. Sıdk ve emanet sahibi araştırmacı, bir topluluk bu kıymetli işin sonunda sıcak yaatklarından uzaklaşarak hokka ve defter lerine sarıldılar. Bu uğurda zor işlere katlandılar. Defter ve okkalarını yanlarından ayırmayarak şeyhlerle bir ara ya gelmeye ve hadisleri direk ağızlarından almaya gayret gösterdiler. Bu yolda uzun geceleri uykusuzlukla geçirdi ler, ıssız çöl ve çorak arazîleri katettiler. Muhtelif şehir ve bölgeleri dolaştılar. 0 günkü vasıtalarla yolculuk zor ol duğu, imkânlar elvermediği halde ilim ve hadis rivayeti için üstün bir örnek oldular ki bu sayede (isimleri) ebedi kalan âlimler zümresine katılmış oldular.
Hadis ve sünnet için altmçağ kabul edilen yaklaşık olarak üçüncü asırda hadislerin toplanması sona erince ye kadar âlimler hadisleri toplamaya, tenkid ederek ayır maya. Sahih, Sünen ve Müsned'leri telif etmeye devam
ettiler. Bu asrın son bulmasıyla cerh ve tâdil ile tenkid işi de neredeyse sona ermişti. Daha sonra hadis kitaplarım tertib etmek, düzene koymak ve onlara istidraklerde (yani eksik ve hatalı yönlen bulmak) bulunmak gibi işler baş ladı. Bu da dördüncü ve onu takibeden asırlarda devam elti.
Netice olarak (konuyu) şöylece özetleyebiliriz :
Sünnet, aradan uzun bir süre geçmeden tedvin edil miştir. Özel bir anlamda tedvin Hz. Peygamber'in döne minde başladı. Sahabe asrında ve Tâbiun asrının ilk yıl larında gulişli, Tâbiun asrının sonlarında ise genel bir hüviyete kavuştu. Üçüncü asrın sonlarına kadar bu ge-lişme .sürdü ve tamamen olgunluğa kavuştu ki, bu üç asır kurtuluş, hidayet ve doğru yolda ilim, amel ve İman gibi yüce hasletlere şûhid oîan asırlardır. [55]

İlim Uğruna Yapılan Seferler


İslâm âlimlerinin özellikle hadis imamlarının ve onu derleyenlerin en belirgin özellikleri şüphesiz çok göç etmeleri ve uzun yolculuklara çıkmalarıdır. Onlar sahabe nin ve sahabeye en güzel şekilde uyan tâbiunun sünneti üzere yürüdüler. Onlardan birisine sika raviler kanalıyla bir hadis ulaşınca bununla İktifa etmiyorlardı. Bilakis hadisi vasıtasız olarak ilk ravîsinden almak için gece gün­düz demeden yolculuğa çıkıyorlardı. Sahih-i Buhaii'dc kesinlik ifade eden bir siga ile yapılan talike göre Cahit-b. Abdİllah el-Ensari Abdullah b. Uneys'ten bir hadis almak için, bir aylık yolculuğa çıkmıştır.
Buhari'nin «el-Edebu'l Mufred»inde İmam Ahmed ve Ebu Yâla'nın «ei-Musned»]erinde naklettiklerine göre kıssanın tamamı şöyledir :
Abdullah b. Muhammed b. Ukayl Câbir b. Abdillah'ın şöyle dediğini işittiğini söyler; «Bir adamın Hz. Peygamber'den bir hadîs işittiğini Öğrendim. Bir deve satın alarak, bineğimi hazırladım ve bir aylık yolculuk sonunda Şam'a vardım. Bir de baktım ki Abdullah b. Uneys(miş). Ka pıcıya «Câbir'in kapıda olduğu söyle dedim. O, «Abdullah oğlu Cabir mi?» diye sordu. Ben «evet» deyince çıkıp boy numa sarıldı. Ona «Senin Resulullah»tan bir hadis duy duğunu işittim. Senden işitmeden önce Ölmekten kork tum» dedim. O da şöyle dedi: «Hz. Peygamberin şöyle dediğini işittim; «İnsanlar kıyamet günü çıplak olarak haşralacaklar.»
Yine Câbir'in şöyle dediği rivayet edilir: «Hz. Pey-gamber'in kısas konusunda bir hadisi olduğunu duydum, hadisin asıl ravisinin Mısır'da olduğunu öğrendim bir deve satın alarak Mısır'a kadar gittim adamın kapısına vardım...» bundan sonrası ilk kıssa da geçtiği gibidir.
Taberani, Mesleme b. Mahled'den Câbir'in kendisine gelerek şöyle dediğini nakleder : «Senin, müslümanın aybını örtmek ile ilgili bir hadis rivayet ettiğin bana ulaş tı. Onu bana da söyler misin...» anlaşıldığına göre Cabir, bu gaye için farklı seferler düzenlemiştir.
îmam Ahmed'in munkatı bir senedle rivayet ettiği ne göre büyük sahabi Ebu Eyub el-Ensari müslümanın aybını örtmek hususunda rivayet ettiği bir hadis için Ukbe b. Amir el Cuheni'ye gitmiştir.
Ebu Davud, Sünen'inde Abdullah b. Bureyde tarikiyle sahabeden birisinin Fadale b. Ubeyd'den bir hadis almak için Mısır'a gittiğini rîakleder.
Tâbiun ve onlardan sonra gelen âlimler de bu yol üzere yürüdüler.
Hatip [el Bağdadi] Ubeydullah b. Adiy'in şöyle de diğini rivayet eder: «Ali'nin yanında bir hadis olduğunu duydum. O'nun ölmesinden ve bu hadisin kaybolmasın dan korktum yola çıktım ve Irak'a gidip kendisini buldum.»
imam Malik'in Yahya b. Said'den rivayet ettiğine gö re Said b. Museyyib; «Ben bir tek hadis için gece, gün düz demeden yolculuk yapardım.» demiştir.
Hatib (el-Bağdadi) Ebu'l Aliye'nin şöyle dediğini nak leder : «Biz sahabeden nakledilen hadisler duyardık an cak gönlümüz buna razı olmaz, onlara gider ve bizzat on lardan dinlerdik.[56]
Şa'bi bir meseleden dolayı verdiği fetva için (birisine) şöyle der : «Sana bu fetvayı karşılıksız verdim ancak bundan daha küçük bir mes'ele için Medine'ye gidiliyordu.»
'Dârimi sahili bir senedle Busr b. Ubeydullah'm : «Ben bir tek hadis için şehirden şehire dolaşırdım» dediğini nakleder. Ebu Kılâbe; «Sadece bir hadis işitebilir miyim diye Medine'de üç gün kaldım» demiştir.
İmam Ahmed'e : «İlim taleb eden birisi âlim birisinin yanında oturup tahsil mi görsün yoksa ilim yolunda seferemi çıksın?» diye soruldu. O da «sefere çıkarak farklı belde âlimlerinden aldıklarını yazsın» diye cevap verir.
İlim ve hadis uğruna uzun yolculuklara katılanlar arasında, Ebu Hanife, Malik, Şafii, Ahmet ve diğerleri de vardır. Muhaddislerden ise sayılamayacak kadar çoktur.
Bunların ilk öncüleri ise: Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, îbn-i Mâce ve Hâkim gibi imamlardır. Bunlardan hayatı boyunca rahat ve istikrarın tadını tat mayanlar vardır. [57]


Hadis Tedvininin Geçtiği Safhalar


Daha önce de belirttiğimiz gibi genel olarak tedvin hareketi hicri birinci asrın sonunda başladı. Farklı beldelerdeki âlimler Râşid Halife Ömer b. Abdilaziz'in da've-tine icabet ettiler. Muhtelif bölgelerde İslâmî ilimler sa*hasında otorite olan kişiler hadisleri toplama işine soyun*du. Bu geniş sahada âlimler birbirleriyle (adeta) yarış*tılar. Medine'de İmam Mâlik (Ö : 179) Mekke'de Ebu Muhammed Abdulaziz b. Cureyc (Ö : 150) Şam'da el-Fuzaî (Ö : 156) Yemen'de Ma'mer b. Râşid (Ö : 153) Basra'da Hammad b. Seleme (Ö : 176) ile Said b. Ebi Arube (Ö : 156) Kûfe'de Sufyan es-Sevri (Ö : 161) Horasan'da Ab*dullah b. Mübarek (Ö : 181) Vasıt'ta Huşeym b. Beşir (Ö : 188) Rey şehrinde ise Cerir b. Abdulhamid (Ö : 188) ve daha niceleri birer eser te'lif ettiler. Bunlann tama*mı hicri ikinci asırda yaşamışlardır.
Bu asırda müelliflerin metodu hadisleri sahabe söz*leri ve tâbiun fetvalarıyla birlikte toplamak olmuştur. Bu husus îmanı Malik'in Muvatta'ında açıkça görülmek*tedir.
Sonra hadis tedvini için yeni bir dönem geldi. Ki bu dönemde sadece Hz. Peygamber'in hadisleri toplandı. Bu adım ikinci yüzyılın başında atıldı. Bu adımı atanların bir kısmı müsned tarzında eserler verdiler. Bu da konularına bağlı kalmaksızın bir sahabinin hadislerini, birara-ya getirmekten ibarettir. Mesela namaz ile ilgili bir
zekat ve cihad ile ilgili bir hadis ile yanyana gelebilir, imam Ahmed Osman b. Ebi Şeybe, tshak b. Râhûye vb. gibilerinin müsnedleri bu çeşitdendir. Müsned sahipleri sadece sahih hadislere bağlı kalmayıp hasen ve zayii hadisleri de kitaplarına toplamışlardır.
Meşhur Kûtübü Sitte sahibi gibi bazı hadisciler de ki*taplarını fıkıh bablarına göre te'lif ettiler. Bunların bir kısmı sadece sahih hadisleri biraraya getirdiler. Buharı ve Müslim gibi. Bazıları da Sahihin yanında zayıf ve ha*sen hadislere de yer verdiler. Ancak bazen buna işaret ederken bazen de buna işaret etmediler. Bu okuyucunun bilgisine ve makbul haberleri, merdud olanlardan; zayıf*lan, sahihten ayıracak tenkit gücüne, güvenden kaynaklanıyor. Bunun en güzel örnekleri «Sünenul Erbaa» de-dğimiz Ebû Davud, Tİrmlzi, Nesaî, ve İbn-i Mâce'dir.
Hicri üçüncü asır (200-300) Sünnetin toplanması, ted*vini, tenkid ve temyizi bakımından altmçağdır. Hadis imamları ve uzmanları, tenkid konusunda mahir ve sarraf olanlar bu asırda yetiştiler. Nerdeyse sabit olan bütün hadisleri az bir kısmı müstesna içine alan Kütub-i Sitte ve benzerlerinin güneşleri bu asırda parladı. Bütün fakihler, müctehidler, müellifler, öğretmenler, bu eserlere iti-mad ettiler. Tebliğciler, ıslatıcılar ve ahlakçılar, psikolog ve sosyologlar arzu ettiklerini bu eserlerde buldular. [58]

Hadiscilerin Tenkid Ve Dirayete Verdikleri Önem


Hadis imamları hadisleri sağlam kitaplarda topla*makla ilgilendikleri gibi kabulü ve reddini gerektiren se-ned ve metin yönlerinden de araştırmaya özen göster*mişlerdir. Hakikaten hadisin bu yönleriyle ilgilenmek çok
faydalı ve övgüye değerdir. Çünkü iyiyi kötüden, sahihi illetliden, ayırmak buna bağlıdır. Sünnet bu yolla her türlü uydurmadan korunmuş olur. .islâm Şeriatı bu şe*kilde muhafaza edilmiş olur. Bu yönden araştırılan konu*lar şunlardır : Sahih, hasen ve zayıf hadisler ve bunlar*dan herbirinin durumu, munkati, mu'dal, şazz, maklûb, munker, muztarıb ve mevzu gibi zayıf hadis çeşitleri, bun*larla iigili olarak cerh ve tâdil yönünden râvilerin durum*ları ve bununla ilgili lafızlar, rivayet ve şartan hadis ta*hammülü ve keyfiyeti, eda ve lafızları, (hadisi başkaları*na naklederken kullanılan tabirler), hadisin illetleri, ga*ribi ve muhlelcfi (çelişkili hadisler), nasihi ve mensubu, ravilerin labakaları, vatanları, ölüm tarihleri ve bunlara benzer bir çok konu ki, hepsine hadis ilimleri ve rical ki*taplarında geniş bir şekilde yer verilmiştir.
Biraz ünce hadislerin genel olarak birinci asrın so*nunda tedvin edildiğini belirttik. Sakın rivayet ve şart*ları, raviler ve sıfatları, cerh ve tâdil gibi konuların o za*man olmadığını sanma çünkü bütün bu hususlar kalplere ve zihinlere nakşedilmişti. Bu gibi ilimlerin durumu ha*dis metinlerinin durumu gibiydi. Hadisleri toplayan imam*lar bunlardan habersizdi denilemez bilakis bunları en gü*zel şekilde biliyorlardı. Görünürde olmasa bile 'zihinle*rinde vardı. Nitekim hadisleri tedvin ederken rivayetleri kabul konusunda aşın ihtiyata yer vermeleri hadislere yalanın, halta ve gafletin karışmasını önlemeleri husu*sunda bize gelenler bunları bildiklerini doğrulamaktadır.
Bu hususu ilk asırlarda yazılan eserlerde açıkça gö*rebilirsin. Bu eserlerde metinler ile; tenkid ve rivayet il*minin usulü beraber verilmiştir. İmam Safî (Ö : 204)'nin er-Risale'sinde işlediği konular, İmam Ahmed (Ö : 241)'in
talebelerinin, kendisine sordukları sorular ve aralarında geçen konuşma, İmam Müslim (Ö : 161)'in Sahih'inin mu*kaddimesinde yazdıkları, İmam Ebu üavud (Ö : 275)'un meşhur Sîmen'inde takib ettiği metod ile ilgili Mekke ehline yazdığı risale, İmam Ebu İsa et-Tirmizî (Ö : 279)'nİn Câmi'inin sonunda aldığı, sahih, hasen ve zayii" hadislerle ilgili «el-İIel» adlı kitabı, İmam Buharı (Ö : 256)'nin ka*leme aldığı «Üç tarih»[59] ve benzeri gibi eserler hep bu cüm*ledendir.
Bütün bunlardan dolayı rahatlıkla diyebiliriz ki : Ha*dis tenkidi, sahih hadisleri sahih olmayandan ayırma işi; müsned, cami ve diğer hadis kitapları te'lif edilirken be*raber olmuştur. Bâzı hadis kolleksiyonlarında derecesine işaret edilmeksizin ki bu oldukça azdır zayıf mün-ker ve mevzu haberlere yer verilmesi hadis imamlarının cerh ve ta'dil sahih ye zayıf hadisin şartlarında ihtilaf et*melerinden kaynaklanıyor. Cerh konusunda kimisi aşın sert, kimisi yumuşak, kimisi orta yollu davranmıştır. Ba*zılarının keşfedemediği illetleri bazıları bulabilmiş. Bu ise, İslâm'da araştırma hürriyetine en güzel Örnektir. Ancak bu hürriyetin ash; hakkı ortaya çıkarmak ve batılı yok etmek içindir, yoksa heva ve arzuları tatmin için değildir. [60]

İslâm'da Makbul Rivayetin Şartları


Hadisciler makbul rivayet için öyle şartlar koymuşlar*dır ki, bu şartlar; ravinin doğruluğu, nakillerinde yalan, hata ve gafletten beri olduğunu fazlasıyla göstermektedir. Bu şartlan şöylece sıralayabiliriz:
1- Müslüman Olması:
Bu içten ve dıştan İslâm'a teslim olmaktır. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahire t gü*nüne imanı, Allah'ın şeriatı ve hükümlerini kabulü ge*rektirir. Gerek ilminde gerekse amellerinde bunlara bağ*lı kalması gerekir. Diğer dinlerde de yalan yasak olduğu halde, müslümaıılık şartının konulması şunun içindir : Konu dini bir konudur, kafir, gücü yettiği kadar başka*sının dinini yıkmaya çalışır. Ayrıca İnandığı şeylerden dolayı ithama maruz kalmıştır. İtham unsuru baki kal*dıkça dinî hususta rivayetlerinin kabulü doğru olmaz. Haberi mü'min değilken almış ve İslam'dan sonra naklet-misse kabul edilir.
2- Mükellef Olnası:
Bu akıl baliğ olmakla tahakkuk eder, çocuk ve de*linin rivayeti alınmaz Birincisi şer'an sorumlu olmadığı için onu yalandan alıkoyan bir şey yoktur. İkincisine ge-Îİnce, anlama, ayırma kabiliyetinin olmayışındandır. Tabii ki mümeyyiz olan çocuk buluğa ermeden haberi alır bu*luğa kavuştuktan sonra naklederse elbette rivayeti alı*nır. Sahabenin Allah onlardan razı olsun İbn-i Abbas, Îbnu'z-Zııbeyr ve Mahmud b. Rebİy gibi gençlerin rivayetlerini kabul hususunda icma etmeleri de buna delalet eder. Sahabeden sonra gelenler de bunu kabul etmiş ve temyiz yaşım beş olarak tesbit etmişlerdir. Bu konuda da Mahmud b. Rebi'nin şu hadisine dayanmışlardır : «Ben beş yaşında iken Hz. Peygamberin ağzına su alıp, yüzüme püskürttüğünü hatırlıyorum.»
3- Adalet:
Kişinin takva ve murûet sahibi olduğuna delil olan bir melekedir.
Takva; Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasakla*rından da kaçınmaktır. Bu da büyük günah işlememek, küçük günahlarda ısrar etmemek ve bidatlerden uzak ol*makla meydana gelir.
Murûet ise; riayet edildiğinde insanı güzel ahlak ve adalet sahibi kılan edep kurallarıdır.
İki şey murûeti yok eder;
a) İnsanı aşağılayan küçük günahlar, küçük önem*siz bir şeyi çalmak gibi.
b) İnsanın onurunu düşüren ve onun şerefine ha*lel getiren bazı mubah hareketler; yolda bevletmek, edebi aşacak tarzda mizah yapmak. Bu gibi şeyler daha çok örf ve âdellere dayanır.
Hadiscilerin adaletten maksatları ravinin adil olma*sıdır. Bu ister erkek ister kadın oîsun, hür olsun, köle olsun gözleri görür olsun, olmasın farketmez. Hadisçiler erkeklik, hürriyet ve görmeyi şart koşmamakta haklıdır*lar. Zira birçok hadisi müminlerin anneleri ve başka ka*dınlar, Zeyd b. Harise gibi azatlı köleler ve İbn-i Umml Mektum gibi amalar da rivayet etmişlerdir.
4- Zapt:
(Bilgiyi muhafaza etmek) : Bu da iki kısımdır:
a) Ezberlemek suretiyle muhafaza etmek (zaptu'sadr)
b) Yazmak suretiyle muhafaza etmek (zaptu'l-Kitab)
Birincisi; Şeyhinden işitiğini ezberlemesi ve işitti*ği andan söyleyeceği ana kadar istediği zaman onu tekrarlayabilmesidir. '
İkincisi; hadisleri yazdığı kitabı muhafaza etmesi ve onu işittiği andan rivayet edeceği ana kadar her türlü değişiklikten korumasıdır. Ravi bu kitabını ancak gü*vendiği ve değişiklik yapmayacağından emin olduğu kimseye ödünç verebilir.
Ezberlemek suretiyle muhafaza üzerinde icma mey*dana gelmiştir. Ancak yazmak suretiyle muhafazaya tmam Ebû Hanife ve tmam Mâlik gibi büyük imamlar karşı çık-mışlardır[61]. Cumhur'a göre ezberlemek şartıyla kitabından rivayet edenin rivayeti kabul edilir. .
îşte bir ravide bütün bu şartlar tahakkuk edince ri*vayeti kabule şayan olur. Bu şartların tamamını taşıyan kimsenin doğru söyleyip söylemediğinden şüphe edile*mez, hatta hadiscilerin tenkîd metodlarına, cerh ve ta'dil yollarına, ravinin gerçek durumuna öğrenmek için yap*tıkları araştırmalara zan ve töhmet akındaki ravilerin rivayetlerine gösterdikleri dikkate vâkıf olanlar, nerdeyse bu şartlan taşıyan ravilerin yalan söylemelerinin imkan*sız olduğuna inanır. Bu hakikat rical kitaplarını okuma*yan ve hadisçilerin tenkit metodlarını bilmeyen bazıları*na bir demagoji olarak görülebilir. Ama bu söylediklerim bir gerçektir. Bu kitaplar üzerinde derin araştırma ya*panlar bilirler. Bilenler de (bu hakikati) itiraf ederler.
Zapt için de biraz önce belirttiğimiz manada or*taya .koydukları şartlar rivayetlerinde hata ihtimalini uzaklaştırıyor galatı, hatası çoğalan, ezberleme gücü zayıflayanların rivayetlerini reddetmişlerdir. Aynı şekilde hatası ve sevabı eşit olan ravilerin de rivayetlerini red*detmişler ve onları munker olarak kabul etmişlerdir. Onun için hadisçiterin rivayetler hususunda haddinden fazla ihtiyatlı davrandıklarını açıkça görüyoruz. Hadis*leri uyanık, zeki ve âdil kimselerden almış ve evham sa*hibi, rivayetlerde hata işleyenlerin naklettiklerini terketmislerdir. Bu konuda sade insanın kendisinden kurtula*madığı nadir olan hatalaar müsamaha göstermişlerdir.[62]
Nice dindar ve güvenilir kimse var ki hadisçilerin nez-dinde hadis rivayet etmeye ehil değildir. îşte bu konuda bunlar hakkında bize gelen bazı rivayetler:
İbn-i Sirin'in şöyle dediği tesbit edilmiştir : «Bu ilim dinin kendisidir, dininizi kimden aldığınıza iyi bakınız»
Hicret Yurdu (Medine) nun îmarnı, Malik b. Enes bakın ne diyor: «Biz bu mescidde 'falan Resulullah'm şöyle dediğini nakletti' diye (hadis rivayet #eden) nice in*sanlarla karşılaştık. Bunların her biri beytu'1-mâlı teslim edecek kadar emin insandı, ama ben onlardan hiç bir. hadis almadım. Çünkü bu işin ehli değillerdi.»
Yahya b. Said el-Kattan da şöyle diyor: «Birçok sa-lih kimse var ki hadis rivayet etmeseydi onun için daha hayırlı olurdu» tabii ki el-Kattan bununla hafıza gücü zayıf olanları kastediyor.
İmam Ahmed «İnsanları kendisinin arzularına uy*maya çağıran heva sahibi, yalancı ve hadiste hata edip bu hataları kendisine bildirilince kabul etmeyen dışında herkesten hadis yazılabilir.» demiştir.
Süleyman b.~Musa da şöyle der; «Hadis imamları şöy*le derlerdi; timi, hadisleri rivayet yolu ile değil de (orada burada buldukları) sayfalardan elde eÜen kimselerden al*mayın. Zira bunlar hadisleri birbirinden temyiz edemezler, kelimelerin yazılışında yanlışlığa düşer ve çok hata ederler.»[63]
Meşhur kitaplarında hadisleri toplayan imamlar sa*dece rivayete ve âdil ve zabıt ravilerden şifahi olarak al*maya itimad etmişler, yazmayı güven ve muhafazayı ar*tırmak için kullanmışlardır. Ta ki bu dereceye ulaşma*yan ve kendilerinden sonra gelecek hadis talihleri onlara müracaat etsinler. [64]

Hadisçilerin Metin Ve Sened Tenkidine Verdikleri Önem


Hadisçiler isnad tenkidine o kadar özen göstermiş*ler ki, bu konuda eklenecek hiç bir şey kalmamıştır. Rical tenkidi hususunda bize büyük bir serveti miras olarak bıraktılar. Bu eserlerin bir kısmı sika raviler, bir kısmı zayıf raviler, bir kısmı genel olarak bütün raviler hak*kındadır. Ravileri tenkid ederken sadece zahirî olarak cerhetmekle yetinmediler. Bilakis dahili yönden de ten*kid ettiler, bunun en güzel delili- de halkı işlediği bidate çağıranla veya çağırmayan bidat ehli ravilerin rivayetle*rinin ayrı kategoride değerlendirilmesi teşkil eder. Nitekim hadisçiler birincisinin rivayetini red, ikincisininkini de kabul etmişlerdir. Çünkü birincisinin yalan söyleme ihtimali çoktur. Fakat ikincisi öyle değildir. Aynı şekilde işlediği bidate çağırmasa da bu bidatini destekleyecek bir rivayette bulunursa yine kabul etmemişlerdir. Bidate çağıran birisi de bu bidate ters bir rivayette bulunursa böyle rivayetleri de kabul etmişlerdir. Çünkü bu takdirde psikolojik olarak yalan ihtimali oldukça azalıyor.
Sahibini yanlışlığa sevkedecek unsurları da güz önün*de bulundurarak, devlet adamlarının kapısına gitmeyi onlardan ödül almayı ve benzeri şeyleri bir «cerh» sebebi saymışlardır.
Hadisciler isnad tenkidine (harici lenkid) önem ver*dikleri gibi metin tenkidi (dahili tenkid) ne de Önem ver*diler. Bunun da en güzel delili bir hadisin te'vil imkan t olmaksızın akla hisse ve müşahadeye ters düşmesini mev*zu hadisin emaresi olarak görmeleridir. Hadisciler çoğu kez Kur'an'a, meşhur sünnete ve tarihi hakikatlere ters düşen ve fakat te'lif imkanı olmayan birçok hadisi red*dettiler, münker ve şazz hadisi, metni illetli' ve metni muztarib gibi kısımları hadislerin içinde değerlendirdi ter.
Evet hadisciler mutlaka gözönünde bulundurulması gereken bu sebepleri önemli bazı nedenlerden dolayı is*nad tenkidine verdikleri önemi metin tenkidine vermedi*ler. Bu sebebleri sahih hadis konusunda ayrıntılı olarak anlatacağız. [65]

Hadiscilerin Hadislerin Anlaşılması Ve Manalarına Verdikleri Önem


Hadisciler aynı şekilde yadisîerin anlaşılmasına da büyük önem verdiler. Hadiscilere iftira atanların iddia ettikleri gibi onlar manalarını anlamadan sadece hadisle-leri taşımakla kalmamışlardır. Nitekim hadisleri her türlü şaibeden ayırarak eleyen ve onları saf bir şekilde top*layan ilk hadis imamları aynı zamanda fıkıh ve dirayet ehli kimselerdi. İmam Malik, Ahmet, Sufyan, b. Uyeyne,
Sufyan es-Sevrî, Buharî, Müslim ve diğer Kütub-i Sitte yazarları bunun açık örnekleridir.
Ahmed b. Hasan et-Tirmİzi; Ahmed Hanbel'den : «Be*nim yanımda hem hadisci, hem de fakih olan kimse, hadis ezberleyip de fakih olmayan kimseden daha hayırlıdır.» dediğini işittiğini söyler.
Hâkim, Tarih'inde, Abdulaziz b. Yahya'nın şöyle dedi*ğini rivayet eder; «Sufyan b. Uyeyne bize şöyle dedi; «Ey hadis ehli hadislerin manasını iyi öğrenin, ben otuz sene hadislerin manalarını anlamakla uğraştım.[66] Buharî'nin bazı hadîslerin tercemelerine bir hadisi fıkhı konular mü*nasebetiyle farklı yerlerde bölük bölük vermesi (takti) gibi hususlara başlıklarına bakıldığı zaman ne gibi neti*celeri doğurduğu görülebilir. Hadislerin anlaşılması ve fıkhı neticeleri İhtilaflı meselelerde müstakil görüşlerini de açıklar bîr meselede tercih yapmadığı zaman onu kesip atmaz, bunlardan dolayı «Buharî'nin fıkhı bölüm başlık-larındadır.» denilir. Müslim'in kitabındaki tertibide böy*ledir, Sünen sahipleri, özellikle Tirmizi bir işi bilen an*layan bir fakih edasıyla iıkhî görüşleri kitabında ortaya koymuştur
Evet sonraki asırlarda az da olsa metinleri an*lamadan bütün gayretlerini hadis toplamaya sarfeden kimseler çıkmıştır. Bunlar daha çok hadisler güvenilir kitaplarda toplandıktan sonra ortaya çıkmıştır. Ebu'l Fe-rec, «îbnu'l Cevzî'nin; «Saydul Hatır» adlı eserinde bil*medikleri şeyleri taşıyan hamallar olarak vasıflandırdığı kimseler bunlar olsa gerek»[67] demiştir. Burada bir çok örnekleri verilmiştir. [68]

Lafız Ve Mana İle Rivayet


Alimler; hadislerin harfi harfine orijinal lafızlarını korumanın îslâm teşriatında son derece önemli bir yeri olup; îslâm, ahkamının yüce bir hükmü olduğunda ittifak etmiştir. Mümkün olduğu kadar orijinal lafızları muha*faza etmek gerekir. Hadis nakli ve rivayeti ile iştigal eden*lere bu düşer. Hatta bazı âlimler mâna ile rivayeti caiz görmeyip bunu vacip addetmişlerdii.
Hadisleri mana ile rivayet etmeyi caiz görenler de ba*zı şartların ve son derece önemli ihtiyatların tahakkuku*nu şart koşarak şöyle demişlerdir : Hadisleri aslî lafız*larını terkederek mâna ile rivayet etmek; hitap tarzlarını ve lafızların inceliklerini bilmeyenlere haramdır.
Ancak lafızları taşıdıkları manalarıyla bilen onların ifade ettiği manalar hususunda uzman olan farklı mana*lara gelen lafızlarla zahir ve anım ifadeleri diğerlerinden ayıranın bu yola baş vurmasını caiz görmülşerdir. Fakih ve muhaddislerin cumhuru bu görüştedir.
Selef-i Salih lafzen rivayet etmeye azami gayret sarf-utmiş ve mâna ile rivayetin belli ölçüler dâhilinde veril*miş bir ruhsat olduğu görüşündedir. Bâzıları mâna ile rivayeti uygun bulmamış lafızlarla rivayet etmekle ye*tinmişler. Veki' (İbnu'l Cerrah) şöyle demiştir; «Kasım b. Muhammed, Ibn-i Şirin ve Reca b. Hayve Allah onlara rahmet etsin hadisleri aslî lafızları ile tekrarlıyorlardı». Beyhaki'nin el-Medhal'in de belirttiğine göre imam Malik de lafzen rivayet hususunda ısrar etmiş, merfu hadisleri mana ile rivayet etmeyi yasaklamış, ancak sair hadislerin lafzı rivayetine cevaz vermiştir.
Seleften mâna ile rivayete cevaz verenler de vardır. Nitekim İbn-i Şirin; ibrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri ve Şabi'nin hadisleri mana ile rivayet ettiklerini nakleder.[69]
Burada bilinmesi gereken bir husus da şudur; mana ile rivayet etmek sadece hadis müdevvenatmın içermedi*ği hadisler için caizdir. Aksi takdirde hiç kimsenin her*hangi bîr musannifin kitabında yer alan bir hadisin lafız*larını değiştirerek onun yerine aynı mânayı ifade eden başka bir lafza yer vermesi doğru değildir. Çünkü bu ruhsat sadece lafızları ezberleyen ve onları aynen akta-ramayan kimseler içindir. Yazılı sayfa ve kitaplarda böy*le bir durum söz konusu değildir. İbnu's-Salah'ın da de*diği gibi bir insan lafızları değiştirmeye salahiyeti olsa da başkasının eserini değiştirmeye yetkisi yoktur.[70]
Bilinmesi gereken diğer bir husus Hz. Peygamber'in çok ma'naya şamil veciz ifadelerinde olduğu gibi lafızları ile ibadet edilen dua, zikir, ve teşehhüd hadisleri bu ruh*satın dışındadır.
özel olarak tedvinin birinci asırda başladığını, genel anlamda ikinci asnn başında başladığım, mana ile riva*yetin yazılı belge ve kitaplardan yapılmasının caiz olma*dığını, hadisleri nakleden ravilerin aynı lafızlara bağlı kaldıklarını ancak bazılarının mana ile rivayeti uygun gör*düklerini ve bu uygun görenlerin çoğunlukla fesahat ve belagat erbabı hâlis Arap olduklarını, onların bizzat Hz. Peygamber veya Hz. Peygamber'in bütün hallerine şahid olan ve ondan işitenlerden dinlediklerini, onların hitap tarzlarım ve sözün yorumlarını bildiklerini, rivayet ettikleri şeylerin din olduğunun farkında olduklarını, Hz. Pey-gamber'e yalan isnad etmenin haram olduğunun farkın*da olduklarını ve bunun Allah'ın şeriatı ve hükümlerine yapılacak bir iftira olduğunun farkında olduklarım bi*lirsek, bütün bunları gözönünde bulundurursak daha önce işaret ettik mana ile rivayetin dinde bir zarar teş*kil etmediğini, bazı müsteşrik ve onların izinden yürü*yenlerin iddia ettikleri gibi naslarda herhangi bir tah*rif ve tebdilin olmadığını anlarız. Ayrıca kitabını koru*yacağını tekeffül eden Cenab-ı Mevla, Resulünün sünne*tinide tahrif ve tebdilden koruyacağını üstlenmiştir. Allah, her asırda sünneti tahriften, bozguncuların hilele*rinden, ve cahillerin te'vilinden koruyacak âlimler varetmiştir. Bu sebeple içine kansan bâtıl giderilmiş ve geriye kalan hak, içenlere saf bir kaynak olarak bırakılmıştır. «De ki hak geldi, artık batıl ne bir şey ortaya çıkarabilir. Ne de geri dönebilir (o tamamen yok olup gitmiş tir. )[71
Şimdi Allah'tan yardım ve tevfik dileyerek reddiye ve mudafaya başlayabiliriz. [72
SÜNNET MÜDAFAASI -1 (Müsteşrik ve Çağdaş Yazarların

[41] eş -Şevkanî, Irşâdu'l Fuhûl, s. 29.
[42] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/ 58-59.

[43]Sakinlerine izafeten bu semte bu isim verilmiştir.

[44] Buhari, Sahih, Kitabu'l Um, Babu'l Tenavtıbifi'l llm.

[45] Onlardan bilisi Resulullahm meclisi no giderken «gel de bir saut iman edelim- dordi. lYani imanımızı urttırahm.J

[46] Müslim'in rivayet ettiği bir hadis şöyledir: -Kim ilim taleb eünek için bir yola girerse, Allah da buna karşılık ona cennete giden bir yoi bahşeder.

[47] Ibn-i Hacer el-Askalani, Fethu'l Bari, c. 1, s. 12Ö-149.

[48] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/ 59-61.

[49] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/ 61-64.

[50] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/64-65.
[51] Talik; isnadın başından bir ya da daha çok ravinin düşürül*mesidir. Bullarının Sahihinde bunlar çoktur. Ancak bu gibi rivayetler kitabın aslında olmayıp, bab başlıklarında ve şa-hid olarak getirdiği haberlerde olur,

[52] Babasının dedesine nisbet edilen bu zatın dedesi Amr sahu-bidir. Babası ise Resululluh'ı (küçükken) görmüştür. Tabii bir fakihtir. Ömer b. Abdulazİz Medine'ye vali yaparak yjırgı İşlerini onu devretmiştir. Ebu Bekr'dun başka bilinen ismi yoktur. Künyesinin Abdulmelik olduğu söylenir, H. 12n yılın*da vuial etmiştir.

[53] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/ 65-66.

[54] Fethu'l Bari, c. 1, s. 165.

[55] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/67-68.

[56] lbn-i Hacer, Fethu'l B&ri, c. X, 8. 141-142.

[57] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/68-71.

[58] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/71-72.

[59] Buhari; Bkz. Kitabu'd Daavât, 31, İbnü'l Hacer, Fethü'l Bari, c. 1, a. 189, (mire).

[60] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/72-74.

[61] İbnu's-Salah, Mukaddime ,s. 185.

[62] Câmİu'l Usul, c. 1, s. 72, Şerhu *Nuhbetu'l Fiker, İstikamet Matbaası, s. 32:

[63] İbnu'l Muflih, el-Âdabu'ş-Ser'iyye, c. 2, s. 155.

[64] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/74-79.

[65] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/79-80.

[66] el-Adabu'ş-Şw'İyye, c. 2, s. 129.

[67] tt.g.e. c. 2, s. 132.

[68] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/80-81.

[69] Câmiu'l-Usül, c. 1, s. 54, (İbn-i Kesir), el-Sâlsu'l Hasis, s. 166.

[70] tbnu's Salah, el-Mukaddime, s. 189.

[71] Sebe, m.

[72] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/82-84.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
huzeyfe
Süper Moderatör
huzeyfe


Mesaj Sayısı : 7719
Rep Gücü : 18108
Rep Puanı : 23
Kayıt tarihi : 27/03/09

Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Empty
MesajKonu: Geri: Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih ..   Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih .. Icon_minitimePtsi Mayıs 10, 2010 7:32 am

Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Hadis İlmi-Sünnet-TARTIŞMALI KONULAR.zina,recm,nesih ..
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» HADİSLE İLGİLİ SORULAR VE CEVAPLARI LİNKLERİ(TARTIŞMALI KONULAR)
» KURANLA İLGİLİ TARTIŞMALI KONULAR SORULAR VE CEVAPLARI LİNKLERİ
» KADINLARLA ilgili TARTIŞMALI KONULAR...dövme ..çok evlilik ..miras....İHSAN ELİ AÇIK
» Hadis ezberleyenlerin hayata bakışı değişiyor -HADİS EZBERLEME YARIŞMASI
» MUHTELİFU'L-HADÎS

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: İslami ilimler ve dini kültür :: Hadis -Sünnet-
Buraya geçin: