KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Işid'e İslami yanıt nasıl olmalı?

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Limoni
Co-Admin
Limoni


Mesaj Sayısı : 6150
Rep Gücü : 14991
Rep Puanı : 44
Kayıt tarihi : 27/05/09

Işid'e İslami yanıt nasıl olmalı? Empty
MesajKonu: Işid'e İslami yanıt nasıl olmalı?   Işid'e İslami yanıt nasıl olmalı? Icon_minitimeÇarş. Ocak 20, 2016 10:19 pm

Işid'e İslami yanıt nasıl olmalı?
Işid'e İslami yanıt nasıl olmalı? 110870
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Şaban Ali Düzgün, IŞİD’e dini yanıtın nasıl verilebileceğini anlattı. İslam âlimlerinin IŞİD ile baş etmeye çalışırken neden zorlandığını anlattı.

http://dusuncemektebi.com/isid-e-islami-yanit-nasil-olmali-_d110870.html


Yakınları, özellikle çocukları IŞİD’e giden aileler bize çocuklarının gitme kararlarını Kur’an’a dayandırdığını söylediler; onlarla dini tartışmalara girdiklerinde çaresiz kaldıklarını ve bu konudaki bilgilerinin bazen yetmediğini belirttiler. Ailelerin bazılarına göre, eksik ya da yanlış dini bilgi çocuklarını IŞİD’e götürdü.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Şaban Ali Düzgün de, ana akım İslam’ın IŞİD ve benzeri örgütlerle mücadeleye hazır olmadığını ve âlimlerin IŞİD ile baş etmede zorlandığını kabul ediyor. “Sonsuz ilahî kudreti temsil eden bir güç kaynağı olarak Kur’an’ın, ehil olmayan zihinler tarafından araçsallaştırılmasını önlemek için ne yapılmalıdır?” diyen ve bu soruya yanıt arayan Düzgün’e göre, “ekonomiden, sosyal yapıdan, coğrafyadan kaynaklı sorunların dinden bağımsız olarak öncelikle masaya yatırılması” gerekiyor.
Türkiye’den IŞİD’e katılmak için gidenlerin aileleriyle görüşmeler yaptık. Aileler bize, “çocuklarımız gitmeden önce IŞİD’in yaptıklarını açıklamak için Kur’an’ı referans gösterdiler ve biz çaresiz kaldık, onlara söyleyecek bir şey bulamadık’ dediler. Bu aileler çocuklarına ne anlatabilirdi ya da ne anlatmalı?
Şüphesiz, söylenen her sözün bir niyeti, amacı vardır. Bu yönüyle Kuranı Kerim’in de pasif bir söz olmadığı, muhatabını harekete geçirdiği anlaşılabilir bir şeydir. Kur’an’ın bir eyleme yönlendirirken nasıl bir yol takip ettiği incelendiğinde, farklı mezhep, meşrep yahut grupların tutumlarını değerlendirme imkânı bulabiliriz.
Kur’an önce insanın aklına, zihnine hitap ederek onda kesin bir bilgi yaratmakta, sonra da bu bilgiyi kalbe bağlayarak onu eyleme yönlendirmektedir. Kur’an Kehf Sûresi 13. Âyeti’nde genç mağara arkadaşlarından ashab-ı kehf’ten bahsederken onların eylemden önce bilgi kesinliklerine işaret etmektedir. Kur’an’ın eylem insanlarına önerdiği yöntem budur. İnsan kesin inanca sahip olmadan ve bu inancın yönlendirdiği eyleme girişmeden önce kesin bilgiye sahip olmalı ki, inancının onu sevk ettiği eylemler hem kendisi hem de başkası için bir trajediye sebep olmasın. Kur’an Ta-Ha Sûresi 2. Âyeti, (Kur'an'ın) insanları trajediye sürüklemek için inmediğini bildirmektedir. Ama Kur’an’a yaslandığını söyleyen insanların eylemleri İslam coğrafyası için tam bir trajedi yaratmaktadır. O zaman ya Kur’an’ın beyanında bir sorun var ya da insanların düşünce ve eylemlerinde!
Rengine, diline ve dinine bakmadan insan hak ve özgürlüklerinin garantörü olarak Allah’ı gören, bir insanın hakkına tecavüzü Allah’ın sınırlarına, Hudûdullah’a tecavüz olarak tanımlayan, bütün gayesinin insanların önlerini görmelerini sağlayacak bir zihin ve kalp birlikteliğini yani hidayeti sağlamak olduğunu beyân eden ve insanların önüne Bakara Sûresi 208. Âyet’te ‘Toplu halde barışa girmeyi’ hedef olarak koyan Kur’an’ın söyleminde bir sorun olma ihtimali var mı? Varlıklara merhametli olmayı ilke olarak benimsediğini En’am Sûresi 12. Âyet’te bildiren Allah’ın kitabı nasıl şiddetin, insan onurunun ayaklar altına alındığı işkencenin meşrulaştırma aracına dönüştürülebilir? Kur’an’ın bütün hedefi insanın onurlu bir yaşam sürme mücadelesinde ona destek olmaktır. İnsanlık onurunun can, mal, nesil, akıl, din gibi temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasıyla korunabileceği açıktır. Ama bir o kadar açık olan da şudur ki doğal, fıtrî olanın üzerine giydirilen her kimlik din, mezhep, meşrep, etnisite, insanların bu hakların korunma ihtimalini zayıflatmaktadır. Din mensuplarının mutlak hakikat iddialarının ve bu iddiaların onları sürüklediği çatışmaları bu çerçevede hatırlamak yeterlidir. Bütün bu tartışmaların bir trajedi yaratmaması için İslam bilginleri insanın doğuştan getirdiği beş temel hakkın; can, mal, akıl, din ve ırz her şart altında korunması gerektiğinde ısrarcı olmuşlardır.
Bunları dikkate aldığımızda şunların sorulması kaçınılmazdır:
Bir kutsal kitap olarak Kur’an’ın niyeti nedir ve muhatabından ne tür eylemler talep etmektedir? Kur’an bütünüyle iyi bir insan projesi midir, yoksa insan sayısı kadar çeşitlilik gösteren arzu ve hevesleri gerçekleştirmenin bir aracı mıdır? Daha da önemlisi, sonsuz ilahî kudreti temsil eden bir güç kaynağı olarak Kur’an’ın, ehil olmayan zihinler tarafından araçsallaştırılmasını önlemek için ne yapılmalıdır?
Kur’an’ı doğru anlamak için hangi esasların takip edilmesi gerektiği konusunda sayısız çalışma yapıldığını ama yine de Kur’an istismarının önlenemediğini görüyoruz. Bu durumda çok daha temelli ilkelerin geliştirilmesi gerektiği ortadadır. Kur’an’ın bir ayetini bağlamından kopararak sloganlaştırmaktan Kur’an’ın kendisinin de Hicr Sûresi 91. Ayet’te şikâyet ettiği unutulmamalıdır.
IŞİD sözünü ettiğiniz bu yönteme başvuruyor; yaptığı eylemleri “onlar da bize yapmıştı” diye meşrulaştırıyor.
Kısasa kısas, göze göz, dişe diş hükmü Tevrat’ın hükmü, İslam’ın değil. ‘Biz bunu Tevrat’ta yazdık’ diyor Kur’an (Maide Sûresi 5.Ayet’te). Kur’an’ın öldürmelere karşı üç alternatif sunduğunu biliyoruz. Bir, katilin öldürülmesini talep edebilirsiniz. Yani kısasa kısas. İkincisi tazminat isteyebilirsiniz. Üçüncüsü affedebilirsiniz. "Allah sizin affetmenizi önerir" diye bitiyor ayet. İslam’ın getirdiği ilke bu. İlla kişiye, yaptığının aynısıyla mukabele edilecek; gözünü çıkardıysa, gözü çıkarılacak diye bir şey yok. Bu kriminal adalet. Yahudi kültüründe böyleydi. Bu gelişiyor ve İslam’la birlikte etik adalete evriliyor. Kısasa başvurmadan da adaletin sağlanabileceğini insan zihni çok sonra anladı. Kuranı Kerim affı öneriyor. Çünkü adaletin bir erdeme dönüşmesi gerek. Bu da bir duygunun tatminiyle gerçekleşebilecek bir şey değil. Evet, sizin canınız istiyor, içgüdüsel olarak; ‘benim yakınıma yapana ben de yapayım’ diyorsunuz ama bizi insan yapan, içgüdüleri kontrol etmektir. Bu da erdemdir ve affı gerektirir. Erdeme kaynaklık etmesi yönüyle din, sabit ve evrensel bir gerçeklik olarak hayata kaynaklık etmeli; çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, iftira atmayacaksın, yalancı şahitlik yapmayacaksın gibi insanın aklına, insafına ve vicdanına hitap eden temel yaşam değerleriyle hayata dokunmalıdır. Bir mahkeme ve yargı diliyle sürekli cezalardan, infazlardan bahseden bir dinin uzun erimde kendini marjinalleştireceği ve marjinal örgütlerin enstrümanına dönüşeceği açık. IŞİD ve benzeri marjinal yapıların yaptığı şey bana sorarsanız bu. Ama şu soruyu sormak da bilim ahlâkının gereğidir: Bir kutsal kitap nasıl olur da insan aklını donduracak uygulamalara kaynak olarak kullanılabiliyor?
Bu da ailelerin içinden çıkamadığı bir soru. Ayrıca IŞİD her eylemi için fetva da çıkartıyor ve tarihsel örneklere de referansta bulunuyor.
Kendi amaçları doğrultusunda kullanıyorlar bazı âlimlerin görüşlerini. Bunun için fetvalarda tahrif de yapıyorlar. Mesela İbn Teymiyye’nin fetvası. Mardin Moğollar tarafından işgal altındayken, Müslüman halkın konumunu tartışan bir fetva. İbn Teymiye şunları söylüyor: “Orada ikamet eden kimse, eğer dininin icaplarını yerine getirmekten âciz ise hicret etmesi vacibtir. Aksi halde vacib değil müstehaptır. Mal ve canlarıyla Müslümanların düşmanlarına yardım etmeleri ise haramdır. … Onlara hakarette bulunmak ve münafıklıkla itham etmek helâl değildir. Münafıklıkla itham, Kitâb ve Sünnet’te zikredilen nitelikleri taşıyanlar için söz konusudur. Buna da Mardin ehlinden bazıları ve başkaları da girer.”
Benzer bir fetva Karahitaylar’ın işgali altında bulunan Müslüman coğrafyanın halkları için de verilmiştir. Muhammed b. Yusuf es-Semerkandî fetvasında, işgal altındaki toprakların Müslümanların ibadetlerini serbestçe yerine getirmeleri gibi gerekçelerle dârulharp sayılamayacağını belirtmekte ve İslam dışı yönetim altında görev üstlenenlerin Müslüman olduklarını, kâfir sayılamayacaklarını söylemektedir.
İbn Teymiyye’nin fetvasında ‘Müslümanlara Müslüman olarak muamele edilir’ ifadesi yer alıyor. IŞİD ve benzeri örgütler fetvanın bu kısmını ‘Müslümanlarla işgale ses çıkarmadıkları için savaşılır’ diye çevirip kullandılar. Tarafsız kalan ve işgal güçlerine ses çıkarmayanlar öldürülür gibi sundular. Kaldı ki, böyle bir fetva olsa bile, bu o bilginin kendi yorumudur. Bir âlimin düşüncesini alıp da çağlar boyunca Allah’ın kutsal sözü gibi muameleye tabi tutacak hâlimiz yok. Kur’an bu örgütleri hiçbir şekilde yönlendirmiyor; sadece eylemlerini haklılaştırmak için Kur’an’a başvuruyor bunlar. Başka bir ifadeyle ortak bir değer olduğu için Kur’an üzerinden prim yapmaya çalışıyorlar.
Ailelerle konuştuğumuzda dikkatimizi çeken başka bir nokta da gidenlerin Türkiye’yi yeteri kadar İslami bulmaması.
Bunun çok sahici bir gerekçe olduğuna inanmıyorum. Bunun maddi sebepleri de var. IŞİD‘e katılanların katıldıkları operasyon başına aldıkları iyi ücretler var. Ayrıca geri dönebilirlerse anlatacak hikâyeleri de olacak. Türkiye dini özgürlüklerin kısıtlandığı bir devlet değil ki. Burası küfür devleti mi? Ne istiyoruz ki? Ben Müslüman olarak ne yapmak istedim de engellendim? IŞİD gibi örgütlerin temel mücadelesi tekfir ederek ötekileştirdikleri Müslümanlarla ilgili. Müslümanların birbirlerini öldürmesini engelleyecek bir reçete lazım. Bu da çokseslilik, farklılık, çoğulculuk. Allah dilese herkesi tek bir ümmet olarak yaratırdı ama böyle dilemedi. İnsanların farklı düşünmelerini, farklı giyinmelerini, farklı harekette bulunmalarını Allah’ın yaratma kanunu olarak gösteren ayetler var. İnsanları giyimleriyle, düşünce ve eylemleriyle tek tipleştirmeye çalışan, baskıcı, otoriter ideolojiler olarak karşımıza çıkıyor bu örgütler. Hem Allah’ın yaratma yasasını çiğnedikleri için, hem insan fıtratına ters bir şey önerdikleri için hem de otoriter ve baskıcı yönetimlerin zamanı çoktan geçtiği için şansları yok.
Konuştuğum ailelerden birinin babası anlattı: Eskiden oğlumla namaza giderdik ama şimdi gelmiyor. Bana dedi ki ‘Ben Türkiye Cumhuriyeti’nden maaş alan bir imamın ardında namaz kılamam’. Baba demişti ki, ben oğlumu ikna edemedim. Siz o babayla karşılaşsanız ‘şunu söyle ikna olur’ gibi bir öneriniz olur muydu?
O gence, ‘Müslümanlık sence nasıl bir şey?’ ‘Neleri serbestçe yaptığımızda bir ülke Müslüman ülke olarak adlandırılmayı hak eder?’ sorularını sorardım. Cüppe giyip, sarık sarmak mı? Ya da hırsızlık yapan birinin elini kesmek, yahut zina eden birini yarı beline kadar gömüp taşlayarak öldürmek mi Müslüman olarak kabul edilmenin kriteri? Bunları yaptığımızda bir ülke artık Müslüman ülkeye mi dönüşmüş olacak?
Bunların hayalini kurduğu düzen, Hz. Peygamber'in ortadan kaldırma mücadelesi verdiği bir düzen. Kur’an, gerdek gecesi bakire çıkmayan kızı recmeden Yahudi kültünü (Tesniye, 22: 13-21) ortadan kaldırma mücadelesi vermiştir. Recm, Kuranı Kerim’le zerre kadar ilgisi olmayan bir ceza. Birkaç ceza uygulayarak Müslümanlık fiyakası satma derdinde olan örgütler ve devletler var. Burada dinin kendi içinden, kendi mensupları tarafından ciddi bir manipülasyona uğradığını görüyoruz. Maun Sûresi'nde ayet: “Siz dini yalanlayanı gördünüz mü?” diye soruyor. Ben o ayeti farklı tercüme ediyorum: “Siz dini yalancı çıkaranı gördünüz mü?” şeklinde. Bana sorarsanız bu örgütler dini yalancı çıkaran örgütler. Din esenliğin, barışın, huzurun kaynağıydı. Tam tersine şiddetin, öldürmenin, yıkıcılığın kaynağı haline getirildi.
Esir aldıkları insanların kafasını vuruyorlar. Muhammed Sûresi’nin 4. Ayeti'ne taban tabana zıttır. Savaşın amacı ne esir alıp insanları köleleştirmek, cariye yapmak ne de ganimet elde etmektir. Böyle bir savaşın çapul kültürü olduğunu biliyoruz. İster ganimet elde etmenin, isterse köle ve cariye edinmenin aracı olsun, savaşın bir çapula dönüşmemesi için Hz. Ömer’in savaşa katılanlara ganimetten pay vermeyi reddettiğini biliyoruz. O zaman savaşın tek gayesi vardır: Yeryüzünde zulüm yapan kim varsa etkisiz hâle getirmek. Enfal Sûresi’nin 67. Ayeti “Peygamber'e esir almak yakışmaz” derken aynı endişeyi dile getirmektedir. Bu ayetlere göre, zulüm ortadan kaldırılmadan savaş bitirilmeyecek, esir alınmayacaktır. Savaş esnasında esir düşenler olursa onlar da ya karşılıksız salıverilecek ya da tazminat karşılığında bırakılacaktır. Esiri öldürmenin İslam’la hiçbir ilişkisinin olmadığını ama bir korku imparatorluğu yaratmak için bu örgütler için bir PR değeri bulunduğunu hepimiz biliyoruz.
Peki bunun kuvvetli bir biçimde anlatılabildiğini düşünüyor musunuz? IŞİD veya benzer örgütlerin yoğun bir propaganda bombardımanına karşı, bu örgütleri eleştiren ciddi argümanların öne sürülmediğini görüyoruz.
IŞİD bir azınlık psikolojisiyle hareket ediyor. Bu insanları örgütleyen ‘gücü' küçümsememek gerekir. Yoktan var olmanın, sıfırdan meydana çıkmanın getirdiği bir güç var ortada. Bu tür örgütler ayrıldıklarında yok olacaklarını, ortadan kalkacaklarını bildiklerinden birbirlerine çok sıkı kenetlenirler ve bu kenetlenmeyi sürekli kılacak bir ideoloji üretirler. Hayatta kalma mücadelesinin yarattığı güç ve bunu pekiştiren ideoloji başkası için çok yıkıcı olabilir.
Bu tür güçlere ve güç ideolojilerine karşı ana akım İslam’ın çok hazırlıklı olmadığını kabul etmek lazım. Kelam, felsefe, tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf gibi disiplinlerle büyük bir entelektüel gelenek yaratan Müslüman düşünürler, kendi bedeninin ürettiği aykırı yapılarla baş etmenin yollarını keşfedemedi maalesef. Keşfedebilseydi ne İslam’ın ilk dört halifesinden üçü öldürülmüş olurdu, ne de peygamberin dizinin dibinde eğitilen sahabiler iktidar kavgasına tutuşup birbirini yerdi. Veda hutbesinde 100 bin kişiye hitap eden Hz. Peygamber’in cenazesinin üç gün bekletildikten sonra 17 kişiyle kaldırılabilmiş olması, Müslümanların tarihinin bu dönemde bir çöküş, dekadans olarak kendini gösterdiğine işaret etmektedir. Haşr Sûresi’nin 10. Ayeti'nin işaret ettiği, tarihe mal olmuş kişileri ve olayları nasıl değerlendirmek gerektiğine ilişkin ilahî yönlendirme unutulmuş, mesele bir iman savaşı olarak sunulmuştur. Bu da Müslüman bilginlerin bir siyaset felsefesi geliştirmelerinin önünü tıkamıştır. Kendi içinden türeyen marjinal gruplarla nasıl başa çıkılacağı gibi daha detay konu bir kenara, Müslüman âlimler yöneticilere nasihat veren Nasihatu’l-Mülûk eserler dışında kayda değer siyaset felsefesi eserleri üretememişlerdir.
Bu kalemden olmak üzere, öncelikle kendini Müslüman olarak tanımlayan insanların mücadele araçlarının kelimeler / mesaj olduğunu kabul etmek gerekir. Hz. Peygamber mücadelesinde cepheye nasıl özgürlük, eşitlik, adalet, hakkaniyet gibi kelimeleri sürdüyse, bizim de hem kendi bünyemizden neşet eden marjinalliklerle mücadelemize imkân veren hem de yeni bir yaşam kültürünü var kılmamıza hizmet eden kelimelerimiz olmalıdır. Bu elimizdeki yumuşak güçtür. Odağında insan onurunun, barışın, esenliğin, birlikte daha iyi bir dünya var etme idealinin bulunduğu bu yumuşak güç, masum insanlara yönelen ve tekfir ideolojisiyle tahkim edilen kıyıcılığa imkân vermediği için bu örgütler kendi camilerini inşa ettiler. Bu camilerde kendi politik-ideolojik hedeflerine hizmet edecek yeni bir söylem geliştirdiler. Sadece şu örnek üzerinde düşünmek bile ne demek istediğimi daha net anlatacaktır. Afganistan’da iktidarı ele geçirdiğinde Taliban’ın yaptığı ilk şey Bamyan’da bulunan Buda heykelini dinamitle havaya uçurmak olmuştu. Zira onlara göre bu bir puttu. Oysa aynı bölgede yüzlerce yıllık bir İslamî birikim vardı ve İslam bilginleri bu heykelleri put olarak görüp, yok edilmelerine ilişkin bir fetva vermemişlerdi. 'Ana akım İslam’ın varlık görüşüyle, bu marjinal gruplarınki arasında nasıl bir fark var' diye sorulursa cevap bu örnekte yatmaktadır.
Ama propaganda mekanizması çok güçlü. Nasıl bir karşı koyma mekanizması öneriyorsunuz?
Ortadoğu’da olup biten her şeyi din etiketi yapıştırarak tahlil etme gibi bir hata işleniyor. Bu bir kategori hatası. Ortadoğu’nun tarihinin bir dinler tarihi olarak okunduğuna ilk olarak Karl Marx dikkat çekmişti. Ekonomiden, sosyal yapıdan özellikle kabile kültüründen, coğrafyadan kaynaklı sorunların dinden bağımsız olarak öncelikle masaya yatırılması gerekir. Dinden kaynaklanmayan sorunları din faktörünü devreye sokarak çözmeye çalışmak sonuç vermez. Sorunların dinsel olarak etiketlenmesi, objektif bir değerlendirme yapma imkânını da ortadan kaldırmaktadır. Sorunun kaynağında din yok ama savaşanlar dine referansta bulunduklarında tabanda karşılık buluyorlar. Dinin kullanımı dediğimiz bir pragmatizm var ortada.
Kişisel kanaatime göre asıl sorun Ortadoğu’nun aşiret, kabile yapısı ve toprak yönetimidir. Afganistan’da mücahitler Sovyetler çekildikten sonra birbirleriyle savaşmaya başladılar. Kimin din anlayışının daha doğru olduğu sorununu çözmek için mücadele etmediklerini biliyoruz.
Sorunuza dönersek, IŞİD’in propagandasının omurgasına dini koyarak hedef saptırmasını gözler önüne sermek gerekir. İktidar mücadelesinin, güç ve servet elde etmenin adı ne zamandan beri din mücadelesi oldu?
IŞİD’in kıyametçi bir yanı var. Ordular Guta’da toplanacak, Dabık’ta büyük bir savaş olacak, sonra İstanbul’u alacaklar o sırada Deccal gelecek gibi. Bu kıyametçi anlayışın İslam’daki yeri ne?
Gelecekten haber verme, kehanetlerde bulunma, İslam öncesine ait bir gelenek. Tarihi geriye doğru yazmanın alternatifi olarak, arzu edilen bir tarihi yaratma öngörüsü ve temennisi demek bu. Yuhanna İncili’nin özellikle Vahiy bölümü tam da bu söylediğimize odaklanır. Buna apokaliptik gelenek denmektedir. Bunun İslam kültüründeki karşılığı fiten ve melâhim’dir. Hz. Peygamber'in ağzından gelecek savaş ve katliamlardan söz edilir. Bunların ne kadarı Peygamber’e aittir? Peygamber'e ait olma ihtimalleri var mıdır?
Geleceği / gaybı Allah’tan başka kimse bilemeyeceğine göre Neml Sûresi 65. Ayet’te de belirtildiği gibi, bu tür gelecek okumalara dinî bir değer atfedilmemelidir. Zira Peygamber'in geleceği bilme ihtimali, ilgili ayette ortadan kaldırılmaktadır. Ama meseleye dinî değil de tarih felsefesi ve gelecek öngörüsü açısından bakarsak başka bir durumla karşılaşabiliriz. O da şudur: Tarihi geriye doğru ne kadar sararsanız ileriye doğru o kadar açarsınız. Apokalipsi zaten sarılan bir şeyi açmak demek. Tarihi geriye doğru ne kadar iyi bilirseniz geleceği o kadar iyi okuma ihtimaliniz vardır. Peygamberliğinin başında Peygamberimize geriye doğru tarihin bildirildiğini, Kur’an'ın İsra Sûresi'nde anlatmaktadır. Peygamber'in tarihi kıssalar üzerinden kurduğu bir akıbet yani gelecek zaman fikri olabilir. Peygamber geçmiş olayların sebepleri ve sonuçları arasındaki zorunlu ilişkiyi geleceğe transfer etmiş olabilir. Dolayısıyla geleceğe ilişkin bildirimlerde bulunma geleneğini devam ettirmesi de anlaşılabilir bir şeydir. Ama bildirimleri bir tarih okuması çerçevesinde değerlendirilmelidir; kendisine Allah tarafından bildirildiği şeklinde anlaşılmamalıdır.
Etiketler : Işid'e - İslami - yanıt - nasıl - olmalı? -

http://dusuncemektebi.com/isid-e-islami-yanit-nasil-olmali-_d110870.html
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Işid'e İslami yanıt nasıl olmalı?
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Bilgisayar karşısında duruşunuz nasıl olmalı?
» Cemaatlerin Birbirine Bakışı Nasıl Olmalı?
» Öğrencilere Göre Öğretmen NASIL oLMALI ??
» Hristiyana İslamı Nasıl Anlatabiliriz?
» Baba ve Oğul Arasındaki İletişim Nasıl Olmalı?

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: YENİ VE EN SON :: Soru --Cevaplar-Tartışmalı Konular-
Buraya geçin: