Mevzuyu ilk önce, O pâk şahsiyete bakan yönüyle ele alalım. Her şeyden
evvel bilinmelidir ki, güzel ahlakın zirvesinde olan Efendimiz (ASM),
yirmi beş yaşına kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu
da göz önüne alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun
da, dün ve bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O’nda iffetin esas
olduğunu ve müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir.
Eğer bu hususta, Efendimizin (ASM) küçük bir hatası bulunsaydı, dünkü ve
bugünkü düşmanları, bunu cihana ilân etmekten bir an bile geri
kalmayacaklardı. Hâlbuki eski ve yeni bütün düşmanları, O’na hiç
olmayacak şeyleri dayandırdıkları hâlde, bu yönde bir şey söyleme
cüretini gösterememişlerdir.
Peygamberimiz (sav) ilk evliliklerini, yirmi beş yaşlarında iken
yaptılar. Bu evlilik, Allah ve Resûlü (asv) katında çok yüce ve
müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş kırk yaşındaki bir
kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam
yirmi üç sene devam etmiş ve
peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi, arkada acı bir
hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sav) yirmi beş yaşına
kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet, aile, çoluk çocuk her
şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra, yeniden dört beş sene
bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe ulaşmış bulunuyordu.
İşte, diğer bütün evlilikleri de böyle evliliğe alâkanın azaldığı bu
yaştan sonra başlar ve devam eder ki; sıcak bir memlekette elli beş
yaşından sonra yapılan evlilikde, insani bir arzu ve şehevîlik görmek,
ne insafın, ne de akıl ve kalbin kabulleneceği bir şeydir.
Burada akla gelen diğer bir mesele de, Efendimizin (ASM) peygamberliğinin çok evlenmeyi gerektirdiği yönüdür:A) Evvelâ, bilinmelidir ki, bu meseleyi, bu şekilde medar-ı bahs
edenler, ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle
bir şeyi kınamaya aslâ ve kat’â hakları yoktur. Zira onlar, bütün
prensiplere karşıdırlar. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek çok
kadınla münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâha müsade ederler.
Yahut bunlar, belli kitaplara dayanan farklı din mensuplarıdır. Onların
hücumu da, insafsızca, garazlı ve araştırılıpdüşünülmeden yapılmış,
hatta kendi namlarına üzülecek bir durumdadır. Çünkü, ellerindeki
kitapların ve o kitaplara bağlı cemaatlerin kendi peygamberleri olarak
kabul ettikleri, nice büyük peygamber vardır ki; bunlar birçok kadınla
evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir.
Meselâ; Süleyman (as) ve Davud (as) peygamberleri düşününce, onlara
mensup olduklarını iddia edenlerin bu meseleye itiraz etme hususunda
insaflı davranmadıkları açıkça ortaya çıkar. Dolayısıyla, çok kadınla
evlenmeyi, Peygamberimiz (sav) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok
evlilik, nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra
görüleceği gibi birden fazla evliliğin peygamberlik vazifesi açısından
da, düşünülenlerin de ötesinde pek çok faydaları vardır.
Evet, çok kadınla evlenme, özellikle yeni dini hükümler ve şeriatlarla
gelen peygamberler için bir bakıma zarurîdir. Zira, dinin, aile
mahremiyeti içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, bu yönleri
ancak bir insanın nikâhlısı tam olarak öğrenebilir. Dolayısıyla, dinin
bu yönlerini anlatmak için herhangi bir kapalı anlatım veya dolayısıyla
ifade etme mecburiyetinde olunmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı
anlamayı ve hayata tatbik noktalarını zorlaştırır- her şeyi alabildiğine
açıklık içinde anlatacak, mürşidelere yani hanım öğreticilere ihtiyaç
vardır.
İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu temiz ve pak
peygamber hanımları, kadınlık âlemine karşı yol göstericilik ve tebliğ
vazifesinin sorumluları ve nakilcileri bulunmaları itibarıyla, peygamber
için de, peygamberlik için de; kadınlık âlemi için de gerekli, hatta
olmazsa olmaz durumdadırlar.
B) Diğer bir husus da, umumî mânâda Efendimiz (asv)’in eşleriyle alâkalı oluyor ki, o da:
1) Eşler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması
itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli dini hükümler
bina ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sav) hânesi içinde bulunan bu pâk
eşler sayesinde uygulama imkânı buluyordu.
2) Eşlerin her birerleri, çeşitli kabilelerden olması sebebiyle,
evvelâ o kabileler arasında; sonra da Efendimizin (ASM) muazzez
şahsiyetiyle akrabalık bağının kurulduğu bütün cemaatler içinde, köklü
bir sevgi ve alâkaya yol açılıyordu. Her kabile ve oymak, O’nu,
kendinden biliyor, din hissinin yanında, cibillî bir akrabalık bağıyla
O’na karşı derin bir alâka hissediyordu.
3) Her kabileden aldığı kadın, O’nun hayatında ve ebedi aleme
göçmesinden sonra, kendi cemaati arasında çok ciddî dinî hizmete vesile
olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına, Efendimizin (ASM) gizli ve
aşikâr bütün sünnetleri ve dini hükümler noktasında tercümanlık
yapıyordu. Bu sayede O’nun kabilesi de, kadın ve erkeğiyle, Kur’ân’ı,
tefsiri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna vâkıf olabiliyordu.
4) Bu evlilikler vasıtasıyla, Peygamber Efendimiz (ASM), âdeta
bütün Arap Yarımadası ile yakınlık tesis etmiş gibi, her hânenin,
teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu yakınlık vasıtasıyla O’na
yaklaşabiliyor ve dinîn emirlerini öğrenme fırsatını buluyordu. Aynı
zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir çeşit, kendini O’na yakın
sayıyor ve bununla iftihar ediyordu.
Mahzumoğulları, Ümmü Seleme vasıtasıyla; Emevîler, Ümmü Habîbe
vasıtasıyla; Hâşimîler, Zeynep bintü Cahş (r.anha) vasıtasıyla
kendilerini ona yakın kabul edip, bahtiyar sayıyorlardı...
C) Buraya kadar olanlar umumî mânâda ve bazı yönleriyle de, diğer
peygamberlere şâmil olacak şekilde idi. Şimdi bir de, hususî mânâda ve
teker teker her eşinin hususi faziletleri noktasında, meseleyi ele
alalım:
Evet, burada dahi göreceğiz ki; insan mantığı, vahiy ile desteklenen o
Zât’ın (ASM) mübarek hayatı karşısında toprak kadar aşağı kalıyor; diğer
bir tabirle insan düşüncesi vahyin gölgesi altında bulunan bu büyük
dahi önünde iki büklüm oluyor.
1) İlk zevceleri Hz. Hatîce (r.anha) validemizdir. Kendinden on beş yaş daha büyük olan bu nâdîde kadınla izdivaçları, her
evlilik için en büyük örnek mahiyetindedir. O, bütün bir hayat boyu,
derin bir vefâ ve sadakatle Hz. Hatice validemizin aziz hatıralarına
bağlı kaldığı gibi, vefatından sonra dahi O’nu hiçbir zaman unutmamış,
hatta her vesile ve fırsatta O’ndan bahisler açmıştır.
Hz. Hatîce’den sonra Peygamberimiz (sav) dört beş sene evlenmediler.
Başlarında birçok yetim bulunmasına rağmen, onların külfetlerine
katlanıp, bir bakıma hem annelik, hem de babalık vazifesini yürüttüler.
Farzımuhal, öncesinde ve sonrasında kadınlara karşı küçük bir zaafı
olsaydı, böyle mi hareket ederlerdi?..
2) Sıra itibarıyla olmasa bile ikinci zevceleri, Âişe-i Sıddîka’dır (r.aanha). En yakın arkadaşının kızı; acı tatlı bütün bir hayatı beraber yaşayan
bu büyük insana karşı, nebînin en müstesna ikramıdır. Bütün
yakınlıkların, akrabalıkların sona erdiği günde, sona ermeyen
yakınlığıyla O’nun yanında bulunma şerefi ancak bu sayede olacaktır.
Evet, Âişe-i Sıddîka ile, Hazreti Ebû Bekir, maddî mânevî hiçbir boşluk
bırakmayacak şekilde Efendimiz’e (ASM) yakın olma şerefine mazhar
olmuşlardı.
Ayrıca, Hz. Âişe gibi çok zeki bir müstesna insan, nübüvvet davasına tam
vâris olabilecek yaradılışta idi. Evlilikden sonraki hayatı ve daha
sonraki hizmetleriyle kendini ispatlamıştır ki; o eşsiz varlık, ancak
peygamber eşi olabilirdi. Zira o, yerinde en büyük hadisçi, en mükemmel
tefsirci ve en nâdide fıkıhçı olarak kendini gösteriyor, Efendimizin
(ASM) görünen görünmeyen bütün tüm hallerini emsâlsiz kavrayışıyla,
hakkıyla temsil ediyor ve yansıtıyordu.
Bunun içindir ki; Efendimiz (asv)’e rüyasında, onunla evlelik yapacağı
işâret ediliyor ve henüz gözlerine başka hayal girmeden Peygamber
hânesine ayak basıyordu...
Bu sayede o, Hz. Ebû Bekir (ra) için şeref kaynağı olacak ve kadınlık
âlemi içinde, bütün istîdat ve kâbiliyetlerini geliştirerek, Efendimiz
(asv)’in en başta talebelerinden biri olma hüviyetiyle, büyük muallim ve
tebliğci olmaya hazırlanacaktı. İşte böylece, o da hem bir zevce, hem
de bir talebe olarak Efendimizin (ASM) saadet hânesine girmiş
bulunuyordu.
3) Yine evlenme sırasına göre olmamakla beraber üçüncü eşleri, Ümmü Seleme’dir (r.anha). Mahzum
Oymağı’ndan ve ilk Müslümanlardan olan Ümmü Seleme, Mekke’de büyük
zorluklar görmüş; ilk olarak Habeşistan’a, ikinci defa da Medine’ye
hicret etmiş ve o günkü şartlara göre ilk saftakiler arasında yer
almıştı.
Kendisiyle beraber bu uzun ve meşakkatli yolculuklara katlanan bir de
kocası vardı. Ve, Ümmü Seleme’nin nazarında eşi, benzeri olmayan bir
insandı. Bütün çile devrini beraber yaşadığı, bu eşsiz hayat arkadaşı
Ebû Seleme’yi Medine’de kaybedince çocuklarıyla baş başa kaldı.
Yurdundan, yuvasından uzak, bir sürü yetimle hayat külfetini yüklenmiş
bu kadına, ilk şefkat elini, Ebû Bekir ve Ömer (ra) uzatırlar; fakat o
bu talepleri reddetti. Zira onun gözünde Ebû Seleme’nin yerini
dolduracak insan yoktu.
Nihayet, izdivaç teklifiyle Allah Resûlü (sav) ona el uzattı. Bu izdivaç
da gayet tabiîydi, zira İslâm ve iman uğrunda hiçbir fedâkârlıktan geri
olmayan bu benzersiz kadın, Arab’ın en soylu oymağı içinde uzun zaman
yaşadıktan sonra yapayalnız kalmıştı ve dilenciliğe terk edilemezdi.
Hele ihlâs, samimiyet ve İslâm için katlandığı şeyler düşünülünce, ona
muhakkak ki el uzatılmalıydı. Ve, işte Kâinatın Efendisi (asv), onu
nikâhı altına alırken bu yardım elini uzatmıştı. Evet, gençliğinden beri
yaptığı; kimsesizleri görüp gözetme ve yetimlere el uzatma iş ve
vazifesini, o günkü şartların iktizasına göre bu şekilde yerine
getiriyordu.
Ümmü Seleme de Hz. Âişe gibi zeki, kapasiteli ve kabiliyetli bir
kadındı. Bir muallim ve tebliğci olma kabiliyetlerini taşımaktaydı. Onun
için bir taraftan şefkat eli onu, himâyeye alırken diğer taraftan da,
bilhassa kadınlık âleminin kıyamete kadar şükran duyacağı bir talebe
daha ilim ve irşat medresesine kabul ediliyordu.
Yoksa, altmış yaşına yaklaşmış Fahr-i Kâinat Efendimiz (asv)’in, bir
sürü çocuğu olan dul bir kadınla evlenmesini ve evlenip bir sürü külfet
altına girmesini, başka hiçbir şeyle izah edemeyiz. Hele şehevîlik ve
kadınlara düşkünlükle aslâ ve kat’â!...
4) Bir diğer zevceleri de Remle bint-i Ebî Süfyan’dır (Ümmü Habîbe) (r.anha). Peygamber (sav) ve peygamberlik karşısında bir müddet küfrü temsil eden
birinin kızı... Bu da ilk Müslüman olanlardan ve birinci safta yerini
alanlardandı. Çile devrinde Habeşistan’a hicreti, orada kocasının önce
Hristiyanlığı kabul etmesini, sonra da vefâtını görmüş çok sıkıntılar
çekmiş bir kadın...
O gün sahabi, sayı itibarıyla az; mal yönünden fakirdi. Herhangi birine
bakacak, geçim sıkıntısına ortak olacak durumları yoktu. Buna göre, Ümmü
Habîbe ne yapacaktı? Ya din değiştirip, Hristiyanların yardımına mazhar
olacak; ya küfür yuvası olan baba evine dönecek veya kapı kapı dolaşıp
dilenecekti. Bu en dindar, en soylu, aile itibarıyla en zengin kadının
bunlardan hiçbirini yapması mümkün değildi. Bir tek şey kalıyordu; o da
Efendimiz (asv)’in müdahalesi ve yardımı...
İşte, Ümmü Habîbe ile izdivaçta da bu yapılıyordu. Dini için her türlü
fedakârlığa katlanmış bu kadın, yurdundan yuvasından uzak; zenciler
arasında; kocasının dinden çıkması ve vefâtı kendisini binbir
sıkıntılara uğrattığı günlerde; Necâşi’nin huzurunda, Peygamberimizle
(asv) nikâhının kıyılması gibi en tabiî bir şey yapılıyordu. Bunu değil
kınamak
“Rahmeten li’l-Âlemîn” olmanın gerektirdiği bir hususun gerçekleşmesi sayarak alkışlamak lâzımdır.
Kaldı ki; bu büyük kadının da, emsâli gibi kadın erkek Müslümanların
irfan hayatına getireceği çok şey vardı. O da bu suretle hem bir zevce
hem de bir talebe olarak, o saadethâneye intisap ediyordu.
Aynı zamanda bu evlilik sayesinde, Ebû Süfyan ailesi de,
Peygamberimizin (ASM) hanesine teklifsiz girip çıkma imkânını elde
ediyor ve değişik bir bakış kazanarak yumuşamış oluyordu. Hem değil
sadece Ebû Süfyan ailesi, belki bütün Emevîler’de tesirini gösterecek
bir hâdise olma karakterinde. Hatta denebilir ki; alabildiğine sert ve
dışa kapalı olan bu aile, Ümmü Habîbe’nin nikâhı sayesinde oldukça
yumuşadı ve her türlü hayrı kabul etmeye hazır hâle geldi.
5) Saadet hânesine girenlerden biri de Zeyneb bint-i Cahş’dır (r.anha). Alabildiğine asil ve o kadar da ince, iç derinliğine sahip Hz. Zeyneb,
Sultân-ı Enbiyâ (asv)’ın yakın akrabası ve yanı başında büyüyen, gelişen
bir kadındı. Efendimiz (sav), Zeyd (ra) için O’nu talep ettiği zaman,
ailesi biraz çekimser kalmış ve bu arada Efendimiz (asv)’e verme
temâyülünü göstermişlerdi. Sonunda Peygamberimizin (sav) ısrarıyla Zeyd
b. Hârise (ra)’e vermeye râzı olmuşlardı.
Zeyd, bir zamanlar hürriyetini yitirmiş; esirler arasına girmiş ve sonra
Kâinatın Efendisi (asv) tarafından hürriyetine kavuşturulmuş bir âzâtlı
idi. Peygamber Efendimiz (sav) bu izdivaçtaki ısrarıyla, insanlar
arasındaki eşitliği tesis, kuvvetlendirerek dengeyi sağlamak istiyor ve
bu zor işe de, yine yakınlarıyla başlıyordu. Ne var ki, Zeyneb gibi çok
yüce fıtratlı bir kadın, emre uyarak gerçekleştirdiği bu evliliği, uzun
sürdüremeyecek gibiydi. Bu evlilik, Zeyd için de bir şey getirmemiş ve
sadece bir ızdırap ve hasret olmuştu.
Nihayet boşama hâdisesi oldu; fakat Efendimiz (asv) Zeyd’i vazgeçirmeye
ve evliliğin devam ettirilmesine çalışıyordu. Tam o esnada, Cibrîl (as)
geldi ve semâvî fermanla, Zeyneb’in Peygamber Efendimiz (asv) ile
izdivaç etmesi emrini getirdi. Efendimiz (asv)’in mâruz kaldığı imtihan
oldukça ağırdı; zira, o güne kadar, kimsenin cesaret edemediği bir şey
yapılıyor ve yerleşmiş, kök salmış âdetlere karşı, ilân-ı harp
ediliyordu. Bu çok çetin bir mücadeleydi. Ancak Allah emrettiği için
yapılabilirdi. Ve işte Efendimiz (asv), derin bir kulluk şuuruyla, nezih
şahsiyetine karşı çok ağır gelen bu işi yaptı. Hz. Âişe’nin dediği
gibi,
farzımuhal, Peygamberimiz (asv)’in, Kur’an’dan bir şeyi saklaması câiz olsaydı Zeyneb’le evliliğini emreden âyetleri gizlerdi. Evet, bu Efendimiz’ e (ASM) o kadar ağır gelmişti...
İlâhi hikmet ise, bu temiz ve yüce varlığı, Peygamber (asv) hânesine
sokmak, ilim ve irfan yönüyle hazırlamak, irşat ve tebliğle vazifeli
kılmak istiyordu. Nihayet, öyle de oldu. Ve daha sonraki nezih hayatı
boyunca, peygamber zevceliğinin iktizâ ettiği inceliklere riâyet etti.
Ayrıca, cahiliye devrinde, evlâtlıklara evlât deniyor ve onların eşleri
de aynen evlâdın eşi gibi kabul ediliyordu. Cahiliyeye ait bu âdet,
kaldırılmak murat buyurulunca, yine tatbikata Efendimiz (asv) ile
başlanıldı. Herhangi bir kimseye “evlâdım” demekle, evlâdınız
olamayacağı gibi, “evlâdım” dediğinizin zevcesi de gelininiz olamaz. (1)
6) Saadet hânesine girmekle şereflenenlerden biri de, Cüveyriye bintü’l-Hâris’dir (r.anha). Gayri müslim olan kabîlesine karşı harp edilmiş ve kadın erkek esir
edilmişlerdi. Hissiyatı alt üst olmuş, gururu kırılmış bu saray mensubu
kadın, Pergamberimiz (asv)'in huzuruna getirildiğinde, kin ve nefretle
doluydu.
İşte o zaman Efendimiz (ASM), yağdan kıl çekme kolaylığı içinde meseleyi
bir hamlede halletti. Peygamber Efendimiz (asv) Hz. Cüveyriye (ra) ile
nikâh kıyınca, Cüveyriye, mü’minlerin anası mevkiine yükseldi ve
sahabenin bakışında bir hürmet âbidesi hâline geldi. Hele Ashâb-ı
Resûlullah,
“Peygamber’in akrabaları esir edilmez.” deyip, ellerindeki esirleri bırakınca, hem Cüveyriye (ra) hem de onun aşiretin’in gönlü fethediliverdi.
Görülüyor ki, Peygamberimiz (asv) altmış yaşları dolaylarında,
yaptıkları bu izdivaçta dahi pek çok meseleyi bir çırpıda hallediyor;
kızıl kıyamet hâdiselerin içinde, barış ve sükûn meltemleri estiriyordu.
7) Talihliler arasına karışanlardan birisi de, Safiyye bintü Huyey’dir (r.anha). Hayber
emirlerinden birinin kızı. Meşhur, Hayber Vak’ası’nda, babası, kardeşi
ve kocası öldürülmüş; kabilesi de esir edilmişti. Safiyye (ra) büyük bir
öfke ve intikam hırsıyla yanıp tutuşuyordu. Nikâh akdedilip,
mü’minlerin hürmet duyacağı, Efendimiz (asv)’e zevce olma muallâ
mevkiine yükselince, hem Ashab’ın (ra) “Anam anam” diyerek hürmet
göstermeleri ve hem de Efendimiz (asv)’in eritici ve tüketici yüceliği
karşısında, Hz. Safiyye (ra) olup biten her şeyi unuttu ve Peygamberimiz
(asv)’e zevce olmakla iftihar etmeye başladı.
Ayrıca, Hz. Safiyye vasıtasıyla pek çok Yahudi’nin, Efendimiz (asv)’i
yakından görüp tanıma ve yumuşama imkânı da doğuyordu. Bir şeyle her şey
yapan ve bir fiilinde binler hikmet bulunan Hazreti Allah (cc) bütün
izdivaçlarda olduğu gibi, bunda da pek çok hayır ve bereket yaratmıştı.
Bundan başka, düşmanların iç âleminden haberdar olma bakımından,
ümmetine bir ders vermiş olabileceğini zikretmek de uygun olur
zannederim. Hazreti Safiyye ve emsâli ayrı milletlerden olan kadınların,
o milletlerin iç durumlarına nüfûz bakımından büyük ehemmiyeti vardır;
elverir ki insan onların hâin olanlarıyla kendi sırlarını düşmanlara
kaptırmasın.
Bu bahtiyarlardan biri de Hz. Sevde (r.anha) Validemizdir. İlk
safta yerini alanlardan; kocasıyla Habeşistan’a hicret edenlerden ve
Ümmü Habibe’nin kaderine benzer şekilde, kocasının vefatıyla ortada
kalanlardan.
Efendimiz (asv), bu kalbi kırığın da, yarasını sardı; onu perişan
olmadan kurtardı ve ona enis oldu. Zaten sadece Efendimiz (asv)’in
nikâhı altında bulunmayı düşünen bu büyük kadının, dünya adına istediği
başka hiçbir şey de yoktu.
İşte bütün izdivaçlarında, bu türlü hikmet ve maslahatlar bulunan
Peygamber Efendimiz (sav) hiç mi hiç nefsânî duygularıyla bu işin içine
girmemiştir. Ya Râşid Halifelerin ilk ikisine karşı olduğu gibi,
vezirleriyle bir yakınlık tesis etme ve zevcesi olacak kadındaki istîdat
ve kabiliyet; veya teker teker, diğerlerinde gördüğümüz gibi, başka
hikmet ve maslahatlarla evlenmiş ve büyük yük ve yükler altına
girmiştir.
Bunlardan başka, Peygamber Efendimiz (asv)’in bu kadar kadının, kalacak
yer, gıda, elbise gibi ihtiyaçlarını, en âdil şekilde temin etmesi ve
onlara karşı muâmelesinde kılı kırk yararcasına, adâlet ve hukuklarına
dikkat etmesi; aralarında meydana gelmesi muhtemel huzursuzlukları
peşinen önlemesi, meydana gelen problemleri yağdan kıl çekme rahatlığı
içinde halletmesi, Bernard Shaw’ın ifadesiyle
“En büyük problemleri kahve içme kolaylığı içinde halleden...” O müstesna Zât’ın peygamberliğine delâlet eder...
Bir kadın ve bir iki çocuğun dahi, idaresinin ne kadar müşkül olduğunu
gören ve bilen bizler; daha evvel başka yuvalar kurmuş; başka âile
yapılarına şâhit olmuş; girdiği yuvalarda farklı mizaçlar kazanmış pek
çok kadını, bir şiir âhengi ve ritmi içinde idare eden, o muallâ ve aziz
varlık karşısında iki büklüm oluyoruz.
Bir husus kaldı ki, o da, zevcelerin adedinin, ümmetine meşru kılınan
adedin üstünde olma durumudur. Bu, bir hususî durumdur. Evet, bildiğimiz
ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve hikmetleri içerisinde barındıran
bir hususî kanundur. Bir müddet bu mevzuda mutlak izin verilmiş; belli
bir müddet sonra ise sınır konmuş ve evlenmesi yasak edilmiştir.(2)
9) Bir diğer eşi Hafsa binti Ömer el- Hattab'dır. Mü'minlerin
annesi, Rasûlullah (s.a.s) ın eşi, Hz. Ömer'in kızı. Hz. Hafsa, Hz.
Peygamber'in risaletinden beş sene önce doğdu. Annesi büyük sahabî Osmân
b. Maz'un'un kız kardeşi Zeyneb'tir.
Hz. Hafsa'nın İslâm'ı ne zaman kabul ettiği bilinmemektedir. Hz. Ömer'in
İslâm'ı kabulünden sonra bütün aile ve yakınlarının müslüman olduğu
bilgisinde yola çıkılarak onun da babası ile birlikte müslüman olduğu
söylenebilir.
Mü'minlerin annesi Hz. Hafsa daha önce Huneys b. Huzafe, es-Sehmî ile
evlenmişti. Huzafe Habeşistan'a hicret eden müslümanlardandır. Hz.
Hafsa'nın da bu hicrete katıldığı yolunda rivâyetler bulunmaktadır.
Habeşistan'dan dönen Huzafe daha sonra eşi Hz. Hafsa ile birlikte
Medine'ye hicret etti.
Hz. Huneys b. Huzâfe, Uhud savaşına katılmış ve ciddi biçimde
yaralanmıştı. Bu yara sonucu Medine'de şehid oldu. Hz. Hafsa beyinin
yarasını bizzat kendisi tedavi etmeye çalışmıştır. Vefatına bir hayli
üzüldü ve yas tuttu. Nihayet Hz. Ömer dul kalan kızını Hz. Ebû Bekr'e
nikâhlamak istedi. "İstersen Ömer'in kızı Hafsa'yı sana nikâhlayayım"
şeklindeki teklif, Hz. Ebû Bekr tarafından cevapsız bırakıldı. Hz. Ömer,
bu kez de Hafsa'yı o günlerde eşi Rasûlullah (s.a.s)'in kızı Rukiyye
vefat ettiği için yalnız olan Hz. Osman'a teklif etti.
Eşinin vefatından dolayı üzüntü içindeki Hz. Osman'a: "İstersen sana
Ömer'in kızı Hafsa'yı nikâhlayayım" dedi. Hz. Peygamber'in kızı Ümmü
Gülsüm ile evlenmeyi uman Hz. Osman, bir süre düşündükten sonra, "Şu
günlerimde evlenmem doğru değil" diyerek özür diledi.
Gerçek bir müslümana yakışacak bir davranışla kızını salih bir mü'mine
nikâhlamak için çaba harcayan Hz. Ömer, neticeye ulaşamayınca büyük bir
üzüntü içinde Hz. Peygamber'e gitti. Söz arasında "Ya Rasûlullah,
Osman'a şaşıyorum. Hafsayı nikahlamayı teklif ettim, yanaşmadı" diye
dert yanınca Hz. Peygamber, "Sana Osman'dan daha hayırlı bir damad,
Osman'a da senden daha hayırlı bir kaynata tavsiye edeyim mi?" dedi. Hz.
Ömer, "evet ya Rasûlullah" deyince Sen kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın,
ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikahlarım" buyurdu.
Bu teklif karşısında bütün dünyalar Hz. Ömer'in olmuştu. Allah Rasûlü
ile akrabalık kurmak hususunda büyük bir istek duymasına rağmen teklif
etmek cesaretini gösteremiyordu.
Çünkü Hz. Hafsa, Hz. Âişe'nin deyimiyle, "tam babasının kızı idi", yani
biraz sertti. Rasûlullah (s.a.s) ise bu teklifi ile Hz. Ömer'in duyduğu
şiddetli arzuyu gerçekleştirerek hem aralarındaki yakınlığı pekiştirmek,
hem de onun İslâm'a yaptığı hizmetleri ödüllendirmek istemişti.
Rasûlullah (s.a.s) ile Hz. Hafsa'nın düğünleri hicrî üçüncü yılın
ortalarında yapıldı. Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Hafsa'ya dörtyüz direm,
yani 1188 gram gümüş' mehir verdi.
Hz. Hafsa, Rasûlullah (s.a.s)'in irtihalinden sonra son derece mütevâzî
ve dindarca bir hayat sürmüştür. Kendisinden, bir kısmını doğrudan
Rasûlullah'tan, bir kısmını da babasından aldığı altmış hadîs rivâyet
edilmiştir. Okuma yazma bilen Hz. Hafsa hicretin kırbeşinci yılında
vefat etmiş ve cenaze namazını zamanın Medine valisi Mervân
kıldırmıştır. Bir rivâyete göre kırk birinci hicrî yılda vefat etmiştir.
(1) bk. Ahzâb sûresi, 33/4
(2) bk. Ahzâb sûresi, 33/52
Kaynaklar: "Asrın Getirdiği Tereddütler" ve
"Sonsuz Nur" isimli eserlerden..
**********************
Her şeyden evvel bilinmelidir
ki, güzel ahlakın zirvesinde olan Efendimiz (ASM), yirmi beş yaşına
kadar hiç evlenmedi. O sıcak memleketin hususî durumu da göz önüne
alınacak olursa, bu kadar zaman iffetiyle yaşaması ve bunun da, dün ve
bugün böylece kabul ve teslim edilmesi, O’nda iffetin esas olduğunu ve
müthiş bir irade ve nefis hâkimiyeti bulunduğunu gösterir. Eğer bu
hususta, Efendimizin (ASM) küçük bir hatası bulunsaydı, dünkü ve bugünkü
düşmanları, bunu cihana ilân etmekten bir an bile geri kalmayacaklardı.
Hâlbuki eski ve yeni bütün düşmanları, O’na hiç olmayacak şeyleri
dayandırdıkları hâlde, bu yönde bir şey söyleme cüretini
gösterememişlerdir.
Peygamberimiz (sav) ilk evliliklerini,
yirmi beş yaşlarında iken yaptılar. Bu evlilik, Allah ve Resûlü (asv)
katında çok yüce ve müstesna; fakat başından iki defa evlenme geçmiş
kırk yaşındaki bir kadınla olmuştu. Bu mutlu yuva tam yirmi üç sene
devam etmiş ve peygamberliğin sekizinci senesi kapanan bir perde gibi,
arkada acı bir hasret bırakarak sona ermişti. Bu defa Efendimiz (sav)
yirmi beş yaşına kadar olduğu gibi, yine yapayalnız kalmıştı. Evet,
aile, çoluk çocuk her şeyiyle yirmi üç senelik bu mesut hayattan sonra,
yeniden dört beş sene bekâr olarak yaşamışlardı ki; yaşları da elli üçe
ulaşmış bulunuyordu.
İşte, diğer bütün evlilikleri de böyle
evliliğe alâkanın azaldığı bu yaştan sonra başlar ve devam eder ki;
sıcak bir memlekette elli beş yaşından sonra yapılan evlilikde, insani
bir arzu ve şehevîlik görmek, ne insafın, ne de akıl ve kalbin
kabulleneceği bir şeydir.
Burada akla gelen diğer bir mesele de, Efendimizin (ASM) peygamberliğinin çok evlenmeyi gerektirdiği yönüdür:
A) Evvelâ, bilinmelidir ki, bu meseleyi, bu şekilde söz konusu edenler,
ya hiçbir din ve prensip kabul etmeyenlerdir ki, onların böyle bir şeyi
kınamayakesinlikle hakları yoktur. Çünkü onlar, bütün prensiplere
karşıdırlar. Hiçbir kânun ve kayda tâbi olmaksızın, pek çok kadınla
münasebet kurar; hatta mahremleriyle dahi nikâha müsade ederler. Yahut
bunlar, belli kitaplara dayanan farklı din mensuplarıdır. Onların hücumu
da, insafsızca, garazlı ve araştırılıp düşünülmeden yapılmış, hatta
kendi namlarına üzülecek bir durumdadır. Çünkü, ellerindeki kitapların
ve o kitaplara bağlı cemaatlerin kendi peygamberleri olarak kabul
ettikleri, nice büyük peygamber vardır ki; bunlar birçok kadınla
evlenmiş ve başlarından daha çok nikâh geçmiştir.
Meselâ;
Süleyman (as) ve Davud (as) peygamberleri düşününce, onlara mensup
olduklarını iddia edenlerin bu meseleye itiraz etme hususunda insaflı
davranmadıkları açıkça ortaya çıkar. Dolayısıyla, çok kadınla evlenmeyi,
Peygamberimiz (sav) başlatmadığı gibi; aynı zamanda çok evlilik,
nübüvvetin ruhuna da zıt değildir. Kaldı ki; daha sonra görüleceği gibi
birden fazla evliliğin peygamberlik vazifesi açısından da,
düşünülenlerin de ötesinde pek çok faydaları vardır.
Evet, çok
kadınla evlenme, özellikle yeni dini hükümler ve şeriatlarla gelen
peygamberler için bir bakıma zarurîdir. Zira, dinin, aile mahremiyeti
içinde cereyan eden pek çok yönleri vardır ki, bu yönleri ancak bir
insanın nikâhlısı tam olarak öğrenebilir. Dolayısıyla, dinin bu
yönlerini anlatmak için herhangi bir kapalı anlatım veya dolayısıyla
ifade etme mecburiyetinde olunmadan -ki çok defa bu türlü anlatma tarzı
anlamayı ve hayata tatbik noktalarını zorlaştırır- her şeyi alabildiğine
açıklık içinde anlatacak, mürşidelere yani hanım öğreticilere ihtiyaç
vardır.
İşte, her şeyden evvel, nübüvvet hânesinde olan bu
temiz ve pak peygamber hanımları, kadınlık âlemine karşı yol
göstericilik ve tebliğ vazifesinin sorumluları ve nakilcileri
bulunmaları itibarıyla, peygamber için de, peygamberlik için de;
kadınlık âlemi için de gerekli, hatta olmazsa olmaz durumdadırlar.
B) Diğer bir husus da, umumî mânâda Efendimiz (asv)’in eşleriyle alâkalı oluyor ki, o da:
1) Eşler arasında, yaşlı, orta yaşlı ve gençler bulunması
itibarıyla, bu devre ve dönemlerin hepsine ait çeşitli dini hükümler
bina ediliyor. Ve bizzat Peygamber (sav) hânesi içinde bulunan bu pâk
eşler sayesinde uygulama imkânı buluyordu.
2) Eşlerin her
birerleri, çeşitli kabilelerden olması sebebiyle, evvelâ o kabileler
arasında; sonra da Efendimizin (ASM) muazzez şahsiyetiyle akrabalık
bağının kurulduğu bütün cemaatler içinde, köklü bir sevgi ve alâkaya yol
açılıyordu. Her kabile ve oymak, O’nu, kendinden biliyor, din hissinin
yanında, cibillî bir akrabalık bağıyla O’na karşı derin bir alâka
hissediyordu.
3) Her kabileden aldığı kadın, O’nun
hayatında ve ebedi aleme göçmesinden sonra, kendi cemaati arasında çok
ciddî dinî hizmete vesile olabiliyor; uzak yakın bütün akrabalarına,
Efendimizin (ASM) gizli ve aşikâr bütün sünnetleri ve dini hükümler
noktasında tercümanlık yapıyordu. Bu sayede O’nun kabilesi de, kadın ve
erkeğiyle, Kur’ân’ı, tefsiri, hadîsi ondan öğreniyor ve dinin ruhuna
vâkıf olabiliyordu.
4) Bu evlilikler vasıtasıyla, Peygamber
Efendimiz (ASM), âdeta bütün Arap Yarımadası ile yakınlık tesis etmiş
gibi, her hânenin, teklifsiz misafiri hâline gelmişti. Herkes bu
yakınlık vasıtasıyla O’na yaklaşabiliyor ve dinîn emirlerini öğrenme
fırsatını buluyordu. Aynı zamanda bu ayrı ayrı aşiretlerin her biri, bir
çeşit, kendini O’na yakın sayıyor ve bununla iftihar ediyordu.
(Sorularla İslamiyet)