| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Yöneticilere, Ulul Emre itaat ın sınırı Ulü'l-emr kimlerdir? Ulü'l-emre itaat nasıl olmalıdır? | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Yöneticilere, Ulul Emre itaat ın sınırı Ulü'l-emr kimlerdir? Ulü'l-emre itaat nasıl olmalıdır? Salı Eyl. 28, 2021 12:54 pm | |
| Ulul Emre itaat ın sınırıAllaha isyanda yaradılana itaat olmaz.Ulü'l-emr saygındır fakat hiç kimsenin hatırı Allah'ın hatırından üstün değildir.Allahın emirleriyle çelişen durumlarda ülü'l-emre itaat yoktur.Lokman15te,vurgu var.Sizden,gerçek müminlerden olmayana da itaat edilmez-minküm Nisa 59 Hayrettin Karaman'ın 'devlet başkanına itaat' fetvasını yorumlayan ilahiyatçı Ayhan Tekineş @AyhanTekines : İdareciyi eleştiri hakkı itaatten önce gelir. El-Eş'arî, "Hırsızlık ve eşkiyalık yapana -uyardıktan sonra- kılıç da çekilir" bile der.
İslam kelamında siyasi iktidara silahlı başkaldırının yasak olması icma edilen esaslardandır. Ancak ondan önce icma edilen bir esas daha vardır: “Siyasi iktidarın yaptığı kötülüklerin kötü olduğunu söylemek de müslümanlar üzerine vecibedir.”
*****
İmam-ı Azam’ın ‘zalim hükümdara silahlı isyan (masum kanı dökmemek kaydıyla) caizdir’ fetvasıyla İmam Zeyd’in Emevi Halifesi Hişam’a karşı isyanını tecviz etmekle kalmayıp maddi anlamda da ciddi yardımlarda bulunduğunu unutmamak daha önemli @hagenzileli
...... İslam'a göre yöneticiye itaatin sınırları ve sivil itaatsizlik - Tr724https://medium.com/tr724/i%CC%87slama-g%C3%B6re-y%C3%B6neticiye-itaatin-s%C4%B1n%C4%B1rlar%C4%B1-ve-sivil-itaatsizlik-293c44b1ca7e 3 Oca 2019 Jan 3, 2019 YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU @yukselcayirogluSiyasal muhalefet, sivil itaatsizlik, pasif direniş, barışçıl protesto, hak arayışı ve fikir hürriyeti gibi kavramlar günümüz demokrasilerinin temel unsuru olarak görülmekte ve desteklenmektedir. Hakikaten bir devletin hak ve adalet üzere ayakta kalması, siyasetin yozlaşmaması, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim anlayışının oturması ve idarecilerin de istibdada yönelmemesi adına bunlar çok önemli kavramlardır. Çünkü devlet idarecilerinin müstakim bir çizgide ilerlemelerinde; anayasa ve kanunların, yargının, siyasi kurumların, bürokrasinin ve muhalefet partilerinin yanı sıra en etkili amillerden birisi de sivil halkın yöneticilere karşı ortaya koyduğu tavır ve davranışlardır.Fakat bu tür sivil hareketlerin ve karşıt fikirlerin özellikle tek adam rejimlerinin hâkim olduğu siyasal sistemler tarafından birer “tehlike” olarak algılandığı ve “bastırılmaya” çalışıldığı da bir gerçektir. Bu yüzden onlar, eleştiri ve muhalefet yerine biat kültürünü, mutlak itaati, uysal vatandaş olmayı ve otoriteye bağlı kalmayı öne çıkarmaktadırlar. Böyle bir yaklaşımın bir yere kadar fitnenin, anarşinin ve fesadın önlenmesinde ve toplum düzeninin sağlanmasında etkili olduğu düşünülse de; fakat aynı zamanda bunun tiran ve diktatörlerin türemesinde, baskı ve zulümlerin ortaya çıkmasında etkili olduğu da bir gerçektir.Günümüzde Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde daha ziyade mutlak itaat anlayışının ve biat kültürünün hâkim olduğunu ve bu anlayışa da parçacı ve seçici yaklaşımlarla bir kısım dini referanslar bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan biz, burada İslâmî nasları ve ilk dönem uygulamalarını merkeze alarak devlet başkanına itaatin mahiyetini ve sınırlarını ele alacak, İslâm açısından siyasal muhalefetin ve sivil itaatsizliğin konumunu ve imkânını inceleyeceğiz.İtaatin Sınırlarıİslâm’a göre ehliyet ve liyakat sahibi olduktan sonra her kim olursa olsun ve hangi mevkii tutarsa tutsun yöneticiye itaat çok önemlidir. Çünkü ona itaati emreden çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Zira idarecilerin hükmünü icra edemediği ve sözünü dinletemediği bir toplumda anarşi ve kaosun ortaya çıkacağı muhakkaktır. Farklı bir tabirle vatandaşların yöneticilerini/yönetimi kabullenmediği bir devlette toplum ahenginin ve kamu düzeninin sağlanması da mümkün olmayacaktır. Özellikle İslâm öncesi cahiliye toplumunda olduğu gibi kabilecilik anlayışının devam ettiği, kabileler arası ihtilaf ve çatışmaların bir türlü dinmediği, insanların yeterince medenileşmediği ve henüz devlet bilincinin yerleşmediği toplumlarda bir idareci altında toplanarak siyasi düzeni kurabilmek oldukça önemlidir.İşte bu noktada karşımıza bazı mühim sorular çıkmaktadır. Acaba itaatin emredilmesinin asıl maksadı/illeti nedir? İtaatin sınırları var mıdır? İtaatsizlikten ne anlaşılmalıdır? Kendisine itaat edilmesi gereken yönetici hangi sıfatlara sahip olmalıdır?Hemen ifade etmek gerekir ki yöneticilere itaati emreden hadislerin maksadı; fitnenin, fesadın, kaosun ve anarşinin önüne geçmek; salahı, asayişi, istikrarı, güvenliği ve toplum düzenini sağlamak, korumak ve devam ettirmektir. Çünkü çok sayıda âyetten de anlaşılacağı üzere bunlar, İslam’ın en önemli hedefleri arasındadır. Bu sebeple söz konusu problemlere sebebiyet vermediği sürece her eleştiri ve muhalefetin “itaatsizlik” olarak görülmesi doğru değildir. Hele hele bu tür tavır ve hareketlerin devlete karşı “isyan” ve “başkaldırı” gibi algılanarak susturulmaya veya bastırılmaya çalışılması son derece yanlıştır. Bilakis bazı durumlarda yöneticilerin bir kısım yanlış ve haksız uygulamaları karşısında sessiz kalınması bu problemlere sebebiyet verebilir.Öte yandan İslâm’a göre Allah ve Peygamberler dışında hiçbir varlık mutlak ve sınırsız bir itaate layık değildir. İslâm, “ülü’l-emr” olarak isimlendirilen yöneticilere sınırsız yetkiler vermediği gibi onlara kayıtsız şartsız itaat etmeyi de emretmemiştir. Konuyla ilgili nakledilen, “Allah’a isyanın olduğu yerde mahlûka itaat edilmez.” (Buharî, Kitabu’l-âhâd 1) şeklindeki hadis itaatle ilgili genel bir prensibi dile getirmiştir. Bunun yanında Allah Resûlü’nün, “İtaat, sadece maruf (makul ve meşru) işlerde söz konusudur.” (Buharî, ahkâm 5); “Masiyet emredildiğinde itaat edilmez.” (Buharî, ahkâm 43) şeklindeki hadisleri itaatin sınırlarını göstermesi açısından oldukça önemlidir.Konuyla ilgili nasları değerlendiren İslâm hukukçuları da kendisine itaat edilmesi gereken devlet başkanının hangi vasıflara sahip olması gerektiği üzerinde uzun uzadıya durmuşlardır. Bu konuda çok farklı görüşler dile getirilmiş olsa da genel itibarıyla fakihler bir devlet başkanının itaati hak etmesi için “adil” ve “meşru” olması gerektiğini söylemiş; “zalim” ve “fasık” devlet başkanına muhalefet etmenin ve karşı gelmenin ise itaatsizlik sayılmayacağını belirtmişlerdir. (DİA, “Biat” 6/122) Literatürde konuyla ilgili oldukça uzun açıklamalar yer alsa da bizim buradaki maksadımız itaatin mutlak ve sınırsız olmadığını göstermek olduğundan bu kadarlık izahı yeterli görüyoruz.Devlet Başkanının Özellikleri ve İtaat Hakkıİslâm’da ne devletin ne de devlet başkanının sorgulanamaz bir kutsiyeti ve aşkınlığı yoktur. Dolayısıyla onun bireyler üzerinde mutlak bir vesayeti ve egemenliği de yoktur. Onun iktidarı sınırlıdır. O, hukukun dışında veya üstünde olmadığı için herkes gibi kanunlara uymakla mesuldür ve kanunlar önünde diğer vatandaşlarla eşit konumdadır. Yani kanunlar karşısında herhangi bir ayrıcalığa veya dokunulmazlığa sahip değildir.Aynı şekilde o, masum ve günahsız da değildir. Çünkü “ismet” sıfatı sadece peygamberlere mahsustur. Dolayısıyla devlet başkanının ve yöneticilerin iyilikleri olabileceği gibi hata ve yanlışları da olabilir. Onun, halkın fayda ve menfaatlerine uygun icraatlarda bulunması mümkün ve muhtemel olduğu gibi, zulüm ve haksızlıklar yapması da böyledir.İslâm’a göre devlet başkanlığı (imamet/hilafet) devlet başkanı ile halk arasında gerçekleştirilen bir akittir. Dolayısıyla devlet başkanı meşruiyetini kutsal ve ilahi bir güçten değil, ümmetin oyundan ve kabulünden alır. Yapılan bu akde göre devlet başkanı halkın hem vekili hem de velisidir. Vekili olması demek yönetim ve ülke işleriyle ilgili onlar adına tasarruflarda bulunmasıdır. Velisi olması ise halkı koruyup kollaması, onların maslahatlarını gözetmesi, herkese hak ve adalet üzere muamelede bulunması ve muhtaçlara el uzatması gibi anlamlara gelir.Bu yönüyle aslında o, “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” (Deylemî, Müsned, 2/324) hadisinin de işaret ettiği üzere halkın efendisi değil hizmetkârıdır. İmam Gazzali de devlet başkanının tıpkı kendi aile fertlerini koruyup kolladığı gibi halkına da sahip çıkması gerektiğini ifade etmiştir. Allah Resulü’nün şu hadisleri devlet başkanının halk karşısındaki vazife ve sorumluluğunu çok veciz bir şekilde ifade etmektedir: “Müslümanların yönetimini üstlenip de onlar için çalışıp çabalamayan hiçbir yönetici, onlarla birlikte Cennet’e giremez.” (Müslim, imara 22); “Cenâb-ı Hakk’ın yönetici yaptığı bir kimse, yönettiği insanları aldatarak ölürse Allah Teâlâ ona Cennet yüzü göstermez.” (Buhari, ahkâm Hz. Ömer’in Dicle’de kurdun yediği bir koyunun bile hesabını Allah’ın kendisine soracağını ifade etmesi bu sorumluluğu göstermesi ve aynı zamanda yönetici olmanın bir nimet ve ganimet değil bilakis ağır bir vazife ve sorumluluk olduğunu ifade etmesi adına ne müthiş bir misaldir.Devlet başkanı kamusal alanda bütün vatandaşların vekâletini ve velayetini üstleneceğine ve onların her türlü ihtiyacını karşılayacağına göre elbette bu vazifesini hakkıyla ve layıkıyla yerine getirebilmesi için bir kısım özelliklere sahip olması gerekecektir. Dolayısıyla o, hem adil ve güvenilir bir insan olmalı hem de üstlendiği emaneti ve ağır yükü taşıyabilme adına gerekli bilgi, kabiliyet, donanım ve ehliyete sahip olmalıdır.Ayrıca o, ne kadar bilgili ve kabiliyetli olursa olsun yine de İslam’a göre yönetim işini istişare ile yürütmek zorundadır. Zira yöneticileri istibdat ve tahakkümden uzak tutmanın ve aynı zamanda yasama faaliyetiyle siyasal tasarrufların tekelleşmesini önlemenin en etkili yolu hakkıyla yapılan istişaredir. Vahiyle müeyyet olduğu halde Allah Resûlü’nün bütün işlerini istişareyle yapması, onun devlet idaresinde nasıl hayatî bir yerinin olduğunu göstermesi adına yeterlidir.Bütün bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere halkın devlet başkanına itaat etmesi; onun bu görev için gerekli şartları taşıyor olmasına, vekâlet ve velayet görevini ihlâl veya ihmal etmemesine, halkın maslahatlarını gözetmesine, onlara eşit muamelede bulunmasına ve hukuka riayet etmesine bağlıdır. Fakat o, adalet ve meşruiyetini kaybettiği, hukukun dışına çıktığı, vatandaşlara karşı haksızlık ve zulüm yapmaya başladığı zaman itaat hakkını da kaybeder. En azından ona karşı muhalefet etmek meşru duruma gelir. Dolayısıyla itaat, sınırlıdır ve belirli şartlara bağlıdır. Eğer itaat bu şekilde iki taraflı düşünülmez ve konu sadece yönetilenler açısından ele alınırsa isabetli değerlendirmelere ulaşılamaz.Selefin Bu Konudaki TavrıBuraya kadar üzerinde durduğumuz konularla ilgili özellikle Raşid Halifeler döneminde yaşanmış pek çok misal bulmak mümkündür. Raşit Halifeler halka irat ettikleri hutbelerinde bizzat bu itaatin sınırlarına dikkat çektikleri gibi, sahabe-i kiram da yanlış buldukları uygulamalara muhalefet etmekten ve onları eleştirmekten kaçınmamışlardır.Hz. Ebu Bekir halife olduktan sonra halka hitaben şunları söylemiştir: “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Şayet Allah’a ve Rasûlü’ne isyan edersem bana itaat etmeniz söz konusu olamaz.”; “Beni kontrol edin, istikamet üzere olursam bana tâbi olun, ayağım kayarsa beni düzeltin.” (İbn Sad, et-Tabakat, 3/182, 212)Aynı şekilde Hz. Ömer, kendisine karşı emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getirmek suretiyle halktan yardım istemiş ve Allah’ın kendisine tevdi ettiği vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmesi için onlardan kendisine nasihatte bulunmalarını talep etmiştir. Başka bir gün Hz. Ömer, ashabına, yanlış yaptığında kendisine karşı nasıl muamele edeceklerini sormuş, huzurdakilerden birisinin, “Böyle bir şey yaparsan seni oku düzelttiğimiz gibi düzeltiriz.” cevabı üzerine ise şöyle demiştir: “İşte o zaman siz bu ümmetin gerçek temsilcileri olarak kalmaya devam edersiniz.” (Buhari, et-Tarihü’l-kebir, 2/98)Aynı şekilde Hz. Ömer devlet reisi olduğu dönemde hutbe verirken evlilikte kadınlara verilen mehir miktarını azaltmak istemiş fakat arka saflardan bir kadın Kur’ân’dan getirdiği bir delil ile onun bu hükmüne itiraz etmiştir. Hz. Ömer’in camide, Cuma hutbesi esnasında ve bir kadın tarafından kendisine yöneltilen böyle bir itiraza verdiği karşılık şu olmuştur: “Herkes Ömer’den daha fakih!” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 7/380)Her ne kadar Emeviler döneminde düşünce ve vicdan özgürlüğü ciddi baskı altına alınmış olsa da yine de Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebi Bekir, Zührî, Said b. Müseyyeb ve Hasan el-Basri gibi sahabe ve tabiinin önde gelenlerinden çok sayıda kimse her türlü riski göze alarak Emevî halifelerini ikaz etmiş ve onların haksız uygulamalarını açıktan eleştirmişlerdir. Dört mezhep imamı olan Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel de devlet başkanlarının ve valilerin gayrimeşru ve despot uygulamalarına karşı tavır almış, onlara karşı açıktan muhalefet etmiş ve bu yüzden de hapis ve sürgün gibi cezalara çarptırılmışlardır.Uyarı ve eleştirilerin yanında ulemadan bazıları da verilen resmi görevleri reddederek, biattan kaçınarak, yöneticilerden gelen hediyeleri kabul etmeyerek, onların sofralarına oturmayarak, onlara haklı olarak muhalefet eden bazı kimseleri destekleyerek hatta evine kapanarak veya bulunduğu ülkeyi terk ederek zalim yöneticilere karşı tepkilerini dile getirmişlerdir. Zira onlar, bir taraftan günah ve masiyette itaatin söz konusu olmayacağını düşünmüş, diğer yandan da bunu dinî bir sorumluluk olarak görmüşlerdir.Siyasal Muhalefetin Dini TemelleriPeygamber Efendimiz’in, “Zalim sultanın yanında hakkı söylemek, en büyük cihad sayılır.” (Tirmizi, fiten 13) şeklindeki beyanı zalim yöneticilere karşı hak ve hakikati dile getirebilmeyi hem bir sorumluluk hem de Allah yolunda yapılmış çok önemli bir salih amel olarak ortaya koymaktadır. Hadis olarak rivayet edilen fakat gerçekte bir kelam-ı kibar olan, “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” sözü de ulema arasında meşhur olmuştur.Öte yandan İslam âlimleri, “Kim bir kötülük görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle mani olmaya çalışsın, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin.” (Tirmizî, kitâbu’l-fiten 11) şeklindeki hadise dayanarak, zalim ve fasık idarecilerin âlimler tarafından dil ile ikaz edilmeleri gerektiğini belirtmişlerdir.Öte yandan yöneticiler ve idareciler, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önleyen bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân, 3/104), “Din nasihattır.” (Müslim, îmân 95) şeklindeki beyanlarda dile getirilen emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker prensibinin dışında tutulamaz. Onların da hata ve yanlışlarına karşı uyarılması gerekir. Nitekim İslam tarihinde ulema tarafından devlet başkanlarına karşı yazılmış bir nasihatname literatürü oluşmuştur.Maide suresinde yer alan, “İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, kötülük, zulüm ve taşkınlıkta yardımlaşmayın.” (Maide suresi, 5/2) âyeti de Müslümanlara, hayatın her alanında tatbik edilebilecek emsalsiz bir ilke vermektedir. Yöneticilerin kötülük ve taşkınlıklarına sessiz kalmak, onları buna karşı daha da cesaretlendirecektir. Fakat onların haksızlık ve zulümlerine destek olunmaz ve hatta karşı çıkılırsa, zulüm ve kötülüklerin büyümeden ve yayılmadan önlenme imkânı olacaktır.Hûd suresinde yer alan, “Zulmedenlere küçük bir temayülle dahi olsa eğilim göstermeyin. Yoksa ateş size dokunur.” (Hûd sûresi, 11/113) âyeti ise mü’minleri zulmetmemenin yanında zulme çok az dahi olsa taraftan olmaktan da menetmiştir. Dolayısıyla yöneticilerin haksızlık ve zulümleri karşısında alınması gereken tavrı da mü’minlere talim etmiştir.Bunu destekleyen bir hadiste Efendimiz, “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” buyurmuş, sahabenin zalime nasıl yardım edileceğini sorması üzerine ise, “Onu zulmüne mâni olursun.” cevabını vermiştir. (Buhari, mezalim 5) Çünkü âyet-i kerimede ifade edildiği üzere (Enfal sûresi, 8/25) zalimlerin zulmünden dolayı gelen bir fitne sadece onlara mahsus kalmayacak, masumlar da dâhil bütün bir topluma zarar verecektir.Son olarak devlet idaresinde şuranın emredilmiş olması da siyasal muhalefetin meşruiyetini gösteren önemli bir delildir. Zira istişare, farklı fikirlerin rahatça dile getirilmesi, serbestçe tartışılması ve bunlar içinden en doğru olanı üzerinde karar kılınmasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla mutlak itaatin hâkim olduğu, aykırı ve karşıt fikirlere hak tanınmadığı bir ortamda istişareden de söz edilemez.Sivil İtaatsizlikGünümüz demokrasileri yönetimin daha adil olması adına muhalefeti partiler vasıtasıyla yasallaştırdığı gibi, halkın hak arayışı adına yapmış olduğu bir kısım barışçıl eylem ve protestoları da anayasal bir hak olarak kabul etmiş ve bunları kanunlarla düzenlemiştir. Yukarıda geçen izahlardan da anlaşılacağı üzere haksızlık ve zulümlerin ortaya çıkması, hak ve özgürlüklerin sınırlanması, siyasal sistemin tek adam rejimine doğru kayması, hukukun askıya alınması, tavziflerde liyakatin gözetilmemesi, ülke menfaatlerinin zarar görmesi gibi durumlarda vatandaşların söz konusu olumsuzlukları giderme adına -gerek bireysel olarak gerekse örgütlenerek- yönetime karşı eleştiri ve tenkitte bulunmasının, muhalif bir tavır takınmasının ve pasif veya aktif bir direnişe geçmesinin İslam’a aykırı bir yönü yoktur.Yeter ki şiddete ve bozgunculuğa başvurulmasın, ahlakî değerlere aykırı hareket edilmesin, hem mer’i kanunların hem de şer’î hükümlerin dışına çıkılmasın, “iyi niyet” muhafaza edilsin, hedef ve maksat ıslaha yönelik olsun, milletin malına ve canına zarar verilmesin.Halkın hak arama bilincinin geliştirilmesi, onlara siyasilerin politika ve icraatlarını farklı yollarla denetleme ve değerlendirme şuurunun aşılanması, zulüm ve baskılara karşı direnmenin öğretilmesi, yönetimdekileri de daha sağlıklı ve dikkatli kararlar almaya zorlayacak, despotizmaya kayan otoriteryan yaklaşımların önüne geçilecektir. Dahası halkın bu ölçüde şuurlu olduğu, rahatça örgütlenebildiği, kamuoyu oluşturabildiği ve sesini duyurabildiği durumlarda yöneticiler dinî değerleri suiistimal edemeyecek, devlet imkânlarını rahatça kendi çıkarları için kullanamayacak, güç zehirlenmesine maruz kalmayacak ve istedikleri gibi yasalarla oynayamayacaklardır.Ayrıca böyle bir duruş ve tavır, ülke insanlarını daha otonom ve özgür kılacak; toplumu açık bir toplum haline getirecek; devletin de şeffaflaşmasına, hesap verebilir olmasına, adalet ve hukuka bağlı kalmasına yardım edecektir. Sınırsız bir itaat ise beraberinde mutlak bir teslimiyeti getirecektir. Böyle bir kimsenin ise bırakalım itaat ettiği kişinin hatalarına karşı çıkmayı ve onları sorgulamayı, onun yanlış yapabileceğini düşünmesi bile zor bir ihtimaldir. Hatta zihin dünyaları esir alınan bu tür insanlar zamanla koyu bir fanatizme ve taassuba saplanacaklarından akıl ve iradeleri de işlevsizleşecek ve dolayısıyla iyi ve kötüyü birbirinden ayıramayacak hâle geleceklerdir.Devlet idarecilerinin almış olduğu kararlar ve izlemiş oldukları siyaset her şeyden önce vatandaşların geleceğini tayin ettiğine göre, onların buna alakasız kalmaları düşünülemez. Bu açıdan hiçbir vatandaş kayıtsız ve şartsız itaati benimseyerek aklını ve iradesini tamamıyla bir başkasına ipotek etmemelidir. Bilakis onlar fikirlerinin hür ve vicdanlarının da serbest olmasına dikkat etmelidirler ki meşru yol ve yöntemlerle temel hak ve özgürlüklerini koruyabilsin ve kime yapıldığına bakmadan her türlü haksızlık ve zulme karşı çıkabilsinler.Zikrettiğimiz bütün bu hususların ise İslâm’ın toplum hayatı ve devlet yönetimiyle ilgili ortaya koymuş olduğu ilke ve prensiplere, gerçekleştirmeyi hedeflediği maksatlara büyük oranda uygun olduğunu ifade edebiliriz.Entelektüel SorumluluğuŞüphesiz ki gerekli olduğu durumlarda hükümeti ve politikalarını eleştirebilme ve onlara karşı tavır alabilme noktasında en büyük sorumluluk toplumun aydın, âlim ve entelektüellerine düşmektedir. Zira onlar, yöneticilerin eksikliklerini daha iyi görebilecekleri gibi topluma da yön verebileceklerdir. Avam halkın manipüle edilmesi, aldatılması ve propagandalarla istenilen tarafa yönlendirilmesi, entelektüel kesime göre çok daha kolaydır. Çünkü avam, sözlerin önünü arkasını tam anlayamayabilir, perde önündeki olaylarla perde arkasını birbirinden ayıramayabilir.Bu yüzden eğer yöneticilerin her türlü haksızlık ve zulmü karşısında bir toplumun entelektüelleri -ister korku isterse çıkarları yüzünden- derin bir suskunluğa gömülmüşlerse, fasit bir daire oluşacak ve her geçen gün işler daha da kötüleşecektir. Entelektüellerin yanında cemaatler, hareketler ve sivil toplum kuruluşları gibi resmi veya gayri resmi örgütlenmelerin de haksızlık ve zulümlere sessiz kalmamaları ve hak arama eylemlerini de sadece kendileriyle sınırlı tutmamaları keyfiliklerin ve hak ihlallerinin önüne geçecektir.Toparlayacak olursak aşırı politizasyon doğru olmadığı gibi siyasi hayata karşı tam anlamıyla ilgisiz kalmak da doğru değildir. Aynı şekilde haksızlıklar karşısında hemen iktidara karşı isyan ve başkaldırıya yönelmek doğru bir yol olmadığı gibi, kayıtsız şartsız mutlak bir itaat de doğru değildir. Hususiyle günümüzün demokratik sistemlerinde barışçıl ve müspet yollarla iktidarın yanlışlarına karşı muhalefette bulunmanın pek çok yolu vardır. Bu açıdan insan onur ve şerefinin korunması, hak ve özgürlüklerin muhafaza edilmesi ve insanca yaşama imkânlarının devam ettirilmesi isteniyorsa, iktidarın güzel icraatlarını alkışlamanın yanında haksızlık ve zulümleri karşısında da eleştirel ve muhalif bir tavır ve duruş ortaya koymasını bilmek gerekir. Bu, hem bir vatandaşlık görevi hem de dinî bir sorumluluk olarak görülmelidir.****
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu_Hanife
Ebû Hanîfe, Emevî ve Abbâsî devletleri zamanında yaşamıştır. Ömrünün elli iki yılı Emevî, son on sekiz yılı da Abbasi devleti zamanına denk gelir. O, Emevîler'in Arap milliyetçiliği esaslı yönetim şekline karşı çıkmış, Ehl-i Beyt ve sahabilere karşı zalimane davranışlarına karşı etkin olarak mücadele vermiştir. Emevî devletinin yıkılması için Abbâsîler'e destek verse de bu hanedanın da Emevîler'in yönetim anlayışıyla aynı yolu izlemesi üzerine desteğini geri çekmiştir. Nitekim ölümü de bir Abbâsî halifesinin eliyle olmuştur.
Ebû Hanîfe'nin doğumu, yetişmesi ve bir bilgin olarak parlaması devirlerinin tümü Emeviler Hanedanlığı zamanına denk gelir. Bu devirdeki Zeyd bin Ali'nin Hişam bin Abdülmelik'e başkaldırısını hem fikirleriyle hem de maddi olarak desteklemiştir. Bu başkaldırıyı Bedir Muharebesi'ne benzetmiş, Zeyd bin Ali'ye biat etmiş ve on bin dirhem nakdi yardım göndermiştir. Bu başkaldırıya direkt olarak destek vermemesini şu sözlerle savunmuştur ki bu ifadelerinde Zeyd bin Ali'yi Hüseyin bin Ali'ye benzetmiştir: “ Şayet halkın, onun atalarını aldattıkları gibi O’nu da aldatıp yarı yolda bırakmayacaklarını bilseydim, O’nunla beraber bende savaşırdım. „
Emeviler, derin ilmini ve etki alanının genişliğini gördükleri Ebû Hanîfe'ye kadılık teklif ederek yanlarına çekmeye çalışmışlardır. Bu teklifi Emevîler'in Irak valisi Ömer bin Hübeyre yapmıştır. Fakat Ebû Hanîfe, bu makamın ne niyetle verildiğini sezmiş ve bu görevi kabul etmemiştir. Bunun üzerine hiddetlenen vali, onu kırbaçlatmıştır. Bu durumdan imamı kırbaçlayan zindancı bile etkilenmiş, bu şekilde devam ederse imamın öleceğini valiye bildirmiştir. Bu zulüm esnasında yanına gelenlere Ebû Hanîfe'nin cevabı şu şekilde olmuştur: “ Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O bir insanın katline hükmedecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün değil! Bu dünyada kırbaç yemek ahirette ceza görmekten daha iyidir. Valinin beni öldürmeye gücü yeter fakat tekliflerini kabul ettirmeye asla! „
Bu olaydan sonra Ebû Hanîfe Kûfe'de kalamayacağını anladığı için Mekke'ye giderek altı yılı aşkın bir süre orada ikamet etti. Bu zaman zarfında kısa sürelerle Kufe'ye gittiği bilinse de bu ziyaretler uzun süreli olmamıştır.
Ebû Hanîfe'nin, Emeviler'in yıkılıp Abbâsîler'in iktidara geldiği zamanlarda Mekke'de olduğu sanılmaktadır. Bu olay üzerine sevincini gizleyememiş ve bu duygularını şöyle ifade etmiştir: “ Bu iş (hilafet) Peygamberimiz’in yakınlarına geçerek hak yerini buldu. Bu Allah’ın lutfu ve keremidir. Ey alimler; bunlara yardım etmeye en layık olan sizsiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halifenize biat ediniz. Biat ahirette sizin için emniyete kavuşmaya vesiledir. Allah’ın huzuruna biatsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız. „
Fakat bu sevinci fazla uzun sürmemiştir. Abbâsî hanedanı da zamanında Emevîler'e destek verdiğini öne sürdüğü alim ve fazıl kişileri katletmeye ve adaletsiz bir yönetim tarzı izlemeye başladılar. Nihayet Muhammed bin Abdullah (Nefs’üz-Zekiyye) ve kardeşi İbrahim, Abbasi halifesine isyan edince, bu isyana Ebû Hanîfe de destek vermiştir. Öyle ki, Ebû Hanîfe halife ordusu komutanı Hasan bin Kahtaba'nın İmam İbrahim üzerine yürümesini engellemiştir. Tabiî ki bu davranışı halife Ebû Câʿfer "el-Mansûr"'un dikkatinden kaçmamıştır. Halife, Ebû Hanîfe'ye fiili bir saldırının onu daha da güçlendireceğini tahmin etmiş ve ona yakınlık göstererek yanına çekmeye çalışmıştır. Bu amaçla Ebû Hanîfe'ye değerli hediyeler göndermiş fakat İmam-ı Azam bu hediyelerin kamu malından alındığını belirterek hepsini reddetmiştir. Yapılan başkadılık teklifini de geri çeviren İmâm-ı Â’zam, son olarak Musul halkının isyanını bahane ederek isyancıların katli için fetva isteyen halifeye olumsuz cevap verince halife onu zindana kapatarak kırbaçlatmaya başladı. Yaşı oldukça ilerlemiş olan Ebû Hanîfe, bu eziyete dayanamadı ve bu direnişini daha fazla sürdüremeyerek vefât etti. Bazı kaynaklar, Ebû Hanîfe Nu’man ibn-i Sâbit'in Abbâsî Hâlifesi Ebû Câʿfer "el-Mansûr" tarafından zehirleterek öldürdüğünü de kaydederler. ******* Ulü'l-emr kimlerdir? Ulü'l-emre itaat nasıl olmalıdır?
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin, sizden olan ulü'l-emre de. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu, Allah'a ve Peygamber'e götürün. Bu, elde edilecek sonuç bakımından hem hayırlıdır hem de en güzelidir.” (Nisâ, 4/59) “Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 4/65) “Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır! / Bu lütuf Allah'tandır; bilen olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/69, 70)
Bu âyetlerin asıl konusu itaattir. “Söz tutmak, boyun eğmek, emri yerine getirmek” mânasına gelen itaat, sosyal, siyasî, hukukî, ahlâkî boyutlarıyla İslâmî hayat düzenini kuran temel kavram ve kurumlardan biridir. Bu açıdan aynı mahiyette olan emanet ve adalet kavramlarından sonra buna yer verilmiş, araya “münafıklar ve fâsıklar” gibi emre uymayanların dünya ve âhirette karşılaşacakları sonuçları bildiren âyetler konmuştur. Allah'a itaat, “O'nun Kur'ân-ı Kerîm'de ve elçisinin tebliğ mahiyetindeki söz ve davranışlarında ortaya çıkan emir ve iradesine uymak” demektir. Resûlullah'a itaat, öncelikle tebliğ ettiği Kur'an'a ve sünnete uymaktır. Ancak burada “ve” bağlacı ile yetinilmeyip “İtaat ediniz” emrinin “Resûlullah” için de tekrar edilmesi ona itaatin, “Kur'an'dan ibaret olan vahyin tebliğine uyma”yı aştığını, kaide olarak bütün davranışlarının örnek edinilmesini, bütün buyruklarının yerine getirilmesini içine aldığını göstermektedir. Sahâbe, Resûlullah'ın “dinî veya bağlayıcı olmadığını bildirdiği, ya da karîneler yoluyla böyle olduğunu anladıkları emirleri” dışındaki bütün emir ve isteklerini, “Ona itaat dinî bir görevdir” şuuru içinde yerine getirmişlerdir; bunu yaparken de itaat hakkındaki âyet ve hadislerle Allah elçisinin gönderiliş amacına, kendisine verilen vazifelere ve O'nun örnekliğini bildiren naslara dayanmışlardır. “İtaat ediniz” emri tekrarlanmadan “ülü'l-emre de...” denilmesi, bunların itaat yükümlülüğü bakımından Allah ve Resulü gibi olmadıklarına, emirleri meşrû (Allah ve Resulünün tâlimatına uygun) olmadıkça kendilerine itaat edilmeyeceğine işaret etmektedir. “Hiçbir mahlûka, Allah emrine uymadığı takdirde itaat edilemez”, “Ancak mâruf (meşrû) olan emre itaat edilir”, “Allah'a itaatsizlik sayılan emre itaat edilmez” meâlindeki hadisler bu kaideyi açıkça ifade etmektedir. Hz. Peygamber bir gruba (seriyye) askerî görev vermiş, başlarına da Abdullah bin Huzâfe'yi geçirmişti. Abdullah bir sebeple öfkelenmiş, emri altındakilere odun toplayıp yakmalarını, ateş olunca da içine girmelerini emretmişti. Emri alanlar tereddüt içinde kaldılar. Bir kısmı “Komutana (ulü'l-emre) itaat edilir” diye ateşe girmeye teşebbüs ediyorlar, bir kısmı ise “bu itaatin, buyruğun meşrû olmasına bağlı bulunduğunu” düşünerek, onları engelliyorlar, “Biz ateşten kaçarak Peygamber'e katıldık” diyorlardı. Bu çekişme devam ederken ateş söndü, seferden dönünce durumu Resûlullah'a arzettiler. “Ateşe girseydiler kıyamete kadar ondan kurtulup çıkamazlardı. İtaat ancak meşrû emre olur.” buyurdu. Ulü'l-emr, “emir sahipleri, emir verme salâhiyeti taşıyan ve bu konumda olanlar yani âmirler” demektir. Bunlardan maksadın kimler olduğu konusunda “devlet başkanı, onun veya toplumun yetki verdiği yöneticiler ve kumandanlardır”, “âlimlerdir” gibi çeşitli anlayışlar ve rivayetler vardır. “...sizden olan emir sahiplerine itaat edin” buyurulduğuna göre bunların belli kişiler ve makam sahipleri olduğu, iman ve dünya görüşü itibariyle Müslüman olanlardan seçildiği veya tayin edildiği, meşrû buyruklarında bunlara itaat etmenin Allah emri ve dinin gereği olduğu anlaşılmaktadır. İslâm dini, gerek kamu hayatında ve gerek özel hayatta bazı sıfat ve özellikleri taşıyan kimselere itaat edilmesini, onların buyruklarının yerine getirilmesini ve söylediklerine uyulmasını istemiştir. Başkan, aile reisi, kumandan, ana-baba, bilmeyenlere göre bilenler (âlimler) bunlardandır ve ulü'l-emr kavramına bunların tamamı dâhil bulunmaktadır. Kamu hayatındaki ulü'l-emr ya halife gibi ümmetin seçmesi ve biatıyla belirlenir -onun tayin ettiği yüksek dereceli memurlar da dolaylı olarak ümmetin belirlediği ulü'l-emr olurlar- ya da bir makamın tayinine gerek bulunmadan, taşıdıkları üstün vasıflarla bu yetkiyi elde ederler. Bu üstün vasıflar “İslâm, ilim ve adalet”tir. Bilmeyenler, Müslüman, âdil, kâmil ahlâk sahibi ve âlim olan kimselere danışmak, fetva sormak ve aldıkları cevabı uygulamak mecburiyetindedirler. Yöneticiler de -bilmedikleri konuları- bilenlere sormakla yükümlüdürler. Bu açıdan bakıldığında birinci derecede ulü'l-emr “âlimlerdir”, ikinci derecede ulü'l-emr ise “yöneticiler, âmirler ve kumanda mevkiinde olanlar”dır. Bir Hususta Anlaşmazlığa Düşmek“Bir hususta anlaşmazlığa düşmek” Allah ile mümin kulları arasında olamaz, Resûlullah ile ümmeti arasında da düşünülemez. Geriye yönetici, yönetilen, bilen, soran... şeklinde ümmet kalır; bu çerçevede ümmet arasında bir anlaşmazlık çıktığında mesele Allah'a ve Resul'e götürülecektir. Yönetilenlerle ülü'l-emr arasındaki ihtilâfta, bu ikincisi de taraf olduğu için tek merci Allah ve Resulü'dür; yani –biraz sonra açıklanacağı üzere– dinin ana kaynakları ışığında çözüm üretecek kurumlardır. İhtilâfın tarafları arasında ülü'l-emr bulunmazsa, meselenin halledilmesinde onun da, benimsenen idare şekline göre salâhiyeti çerçevesinde devreye girmesi tabiidir; ancak ülü'l-emr tasarruflarında Allah ve Resulü'nden bağımsız değildir. Meselenin “Allah'a götürülmesi” Kur'an'a, “Resul'e götürülmesi” ise sünnete başvurmayı gerektirir. Anlaşmazlık konusunda bu iki kaynakta çözüm ve hüküm var ise bu, bütün ümmet için bağlayıcıdır ve gereğine uyularak anlaşmazlık çözüme kavuşturulur. Bu iki kaynaktaki çözüm her zaman nokta tayini şeklinde değildir. Kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün anlaşmazlıkların konu konu, parça parça çözümü Kitap ve Sünnet'te bulunmaz. Ancak bütün anlaşmazlıkların çözümüne ışık tutan ilkeler, işaretler, delâletler, örnek ve emsal çözümler vardır. Bunlardan yararlanarak çözüm ve hüküm bulma işine ictihad denir. İctihad bilinmeyenleri, açıkça belli olmayanları, anlaşmazlıkları Kitaba ve Sünnet'e başvurarak (götürerek) çözme metodunun ve çabasının adıdır; Resûlullah tarafından sahâbeye öğretilmiş, daha sonraki nesiller de bunu, onlardan alarak usulünü yazmış, kullanmış ve geliştirmişlerdir. “Eğer bir hususta (âyetteki kelimeyle “şeyde”) anlaşmazlığa düşerseniz...” şeklindeki cümle yapısı umum (genellik) ifade eder. Buna göre müminlerin hayatında ihtilâf konusu olan her şey çözümü Kur'an'dan ve Sünnet'ten alacak, başka bir deyişle çözüm, bu iki kaynağa başvurularak aranacaktır. Hem hâkim (hüküm koyan) hem de mâbud (kendisine ibadet edilen) yalnızca Allah'tır. Allah'a mahsus bulunan bu sıfat ve salâhiyetlerin, aynı mahiyette olmak üzere bir başka merci veya şahsa tanınması şirk, bu merci ve şahsın Kur'an'daki adı da, Nisâ 60. âyette zikredildiği üzere tâguttur. Zübeyr b. Avvâm ile bahçe komşusu arasında su yüzünden bir anlaşmazlık çıkmıştı. Hz. Peygamber (asm)'e başvurdular; o da “Zübeyr! Bahçeni suladıktan sonra suyu sal ki komşun da sulasın.” buyurdu. Komşu (bu hükmün din kuralı koyma değil, sulhetme mahiyetinde olduğunu düşünmüş olmalı ki) Hz. Peygamber (asm)'e, Zübeyr'in tarafını tuttuğunu ima etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber şikâyetçinin tutumundan hoşnut olmadı ve bu defa Zübeyr'e normal hakkını kullanmasını söyledi. Buna göre gerçek iman sahiplerinin iki temel vasfı olmalıdır: a) Aralarında bir anlaşmazlık çıktığında Resûlullah'ı hakem kılmak, onun hükmüne başvurmak. b) Hz. Peygamber (asm) bir hüküm verince bunu benimsemek, onun âdil olduğuna inanmak, itiraza kalkışmamak. Allah'ın dininin hükmü demek olan Resûlullah'ın hükmüne başvurmak ve bunu gönülden benimsemek iman alâmeti olmakla beraber insanların beşeriyet icabı menfaatlerine uygun gördükleri ve istedikleri hükmü elde edememeleri karşısında üzüntü duymaları da küfür veya nifak alâmeti değildir; yeter ki, verilen hükmün haklı ve âdil olduğuna inansınlar! Alıntı :Şevkânî'nin Taberânî, Ziyâ el-Makdisî gibi hadisçilerden naklettiğine göre bir sahâbî Allah Resulü'ne gelmiş ve dünyayı kendisine dar eden şu endişesini dile getirmiştir: “Ey Allah'ın elçisi! Ben seni kendimden ve çocuklarımdan daha çok seviyorum. Evimde iken seni hatırlıyor, hasretine dayanamadığım için hemen gelip görüyor, yüzüne bakıyorum. Senin ve benim ölümümü düşündüm. Anladım ki, sen öldüğünde ve cennete girdiğinde peygamberlere mahsus yüce makamlarda bulunacaksın. Ben ise cennete girdiğimde seni göremeyeceğimden korkuyorum!..”Hz. Peygamber bu sözlere cevap vermeden Cebrâil gelmiş, Allah'a ve Resulü'ne itaat edenlerin cennette kimlerle beraber olacaklarını bildiren âyeti getirmiştir: Alıntı :“Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (Nisâ, 4/69) https://sorularlaislamiyet.com/blog/ulul-emr-kimlerdir-ulul-emre-itaat-nasil-olmalidir
En son Limoni tarafından Salı Eyl. 28, 2021 1:34 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 4 kere değiştirildi | |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Mustafa İslamoğlu – “Ulü’l-emr”e itaat mi? O da kim? Salı Eyl. 28, 2021 12:58 pm | |
| https://www.emekveadalet.org/alinti/mustafa-islamoglu-ulul-emre-itaat-mi-o-da-kim/ [size=42]Mustafa İslamoğlu – “Ulü’l-emr”e itaat mi? O da kim?[/size] Emek ve Adalet Platformu · 3 Kasım 2018 Türkiye’de sağcılığın her zaman ve zeminde diline pelesenk olmuş olan “Ulu’l-emre itaat” meselesi mustafi Harran Üniversitesi rektörünün akıllara zarar beyanıyla tekrardan gündeme geldi. Meseleyi izah noktasında hayli anlamlı bulduğumuz Mustafa İslamoğlu’nun ““Ulü’l-emr”e itaat mi? O da kim?” başlıklı yazısını ilginize sunuyoruz. https://mustafaislamoglu.com/ulul-emre-itaat-mi-o-da-kim/ [size=32]“Ulü’l-emr”e itaat mi? O da kim?[/size]Epey oluyor, Kürşat Bumin, bir ara Zekeriya Beyaz’ın “Allah yöneticinin emrine itaat etmeyi emreder” türünden bir incisini köşesine taşımış ve hayli çekingen bir dille bunun gerçekten de böyle olup olmadığını ehlinin sorgulaması gerektiğini ima etmişti. Bumin, Beyaz’ın söylediklerinden kuşku duymakta yerden göğe haklı. Aslında bu yaklaşım, yalnızca sağlıklı bir akla değil, aynı zamanda Allah’a ve Kur’an’a da aykırıdır. Dahası, hiçbir kayıtla sınırlamaksızın “Allah’ın yöneticiye itaati emrettiğini söylemek” Allah’a da vahye de açık bir iftiradır. Beyaz’ın diline doladığı ayeti, ondan önce başkaları da işine geldiği gibi diline dolamıştı. Bunların başında 12 Eylül darbesinin kudretli generali Evren gelir. Muhafazakar kentlerdeki nutuklarında, “ulü’l-emre itaati” emreden Nisa 59. ayeti dile getirerek, halkı kendisine itaate çağırıyordu. Bunun adı rivayet istismarcılığıdır. Yeni bir şey değildir. İslam tarihi, istismar edilen rivayetler ve onları kendi zihniyetleri için kaldıraç olarak kullanan istismarcılarla doludur. Konumuz esasen bu değildir. Konumuzun ne olduğunu bu köşeyi takip eden okurlar hatırlayacaklardır: Adalet merkezli siyasetten, güvenlik merkezli siyasete geçiş… İslam inanç sisteminin merkezini teşkil eden Allah inancı, adalet düşüncesinin illetidir. Zulüm, Allah inancıyla bir arada düşünülmesi mümkün olmayan bir kavramdır. Bu nedenledir ki, İslam’da hemen her tür emir ve yasağın (Mesela oruç, namaz, hac emirleri; içki, domuz eti vs. türü yasaklar gibi), zorunluluk hallerinde mubahlık durumu söz konusudur. Fakat zulmü mubah kılan bir zaruret hali söz konusu edilmemiştir. Mesela, “Zulüm yasaktır ama devletin âlî menfaatleri hatırına, ya da hikmet-i hükümet adına olursa mubah olur” diye bir şey düşünülemez. Bir yönetici zulmeder de, ardından İslam için, Allah için zulmettiğini söylerse, bu iki kere zulüm olur: Hem mazluma, hem de İslam’a. Fakat geleneksel İslami tasavvurda itaat ahlakı, “güvenlik” gerekçe gösterilerek adalete bir biçimde öncelenmiştir. Allah inancının insan-insan ilişkilerindeki doğal ve kopmaz uzantısı olan adalet ilkesi, güvenlik söz konusu olduğunda göz ardı edilebilir bir şey olarak görülmüştür. Bu, İslam toplumlarının pasif muhalefet tarzının da temel nedenidir. Hatta İngiltere’nin başkentinde bir milyon insan “Savaşa hayır!” diye haykırırken, halkının kahir çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’den çıkan sesin cılızlığının sebeplerinden biri de budur. Tabiî burada, cari sistemin, yıllar yılı İslâmî muhalefeti görüldüğü yerde başı ezilmesi gereken bir yılan olarak tanımladığını da hatırlamak gerek. Biz yeniden konumuza dönelim ve soralım: Sahiden İslam, “Kitab’a uymak” yerine Kitab’ı militer aklına uyduran birilerinin dediği gibi her ne olursa olsun, kayıtsız şartsız “yöneticilere itaati” mi emretmektedir? Her şey, Nisa 59’da geçen “ulü’l-emr” (emir sahipleri) kavramının, semantik bir dönüşüme uğramasıyla başladı. Ulü’l-emr, “emretme yetkisine sahip olan” anlamına da alınabilir. Emretme yetkisine sahip olanlar kimlerdi? Bir biçimde, iktidar erkini eline geçirenler. O halde, kim iktidar erkini eline geçirirse, ona tıpkı Allah’a ve Rasulü’ne itaat edildiği gibi itaat edilmeliydi. İşte geleneksel “itaat ahlakı”nın dayandığı analoji buydu. Fakat burada sorgulanmayan bir şey vardı: Emir sahibinin meşruiyeti. Yani bir emri meşru kılan şey neydi? Salt o emri veren kişinin iktidar sahibi olması mıydı emri meşru kılan? O zaman, “Cihadın en büyüğü zalim yöneticiye karşı hakkı haykırmaktır” diyen Hz. Peygamber’i nereye koymalıydı? “Kur’an’ın Tercümanı” lakaplı İbn Abbas, yukarıdaki ayetin kötü niyetlilerin istismarına alet edildiğini görünce, “emir sahipleri” ibaresini “bilgi sahipleri” diye açıklamıştı. Bunun anlamı, itaatin meşruiyetinin “güç ve servete” değil, “bilgiye” dayalı olmasıydı. Bu o kadar böyleydi ki, Hz. Peygamber’in vahyin emri dışında kalan kişisel tercihe dayalı emirleri bile, bu kapsamda değerlendirilmişti. Kur’an “Onunla toplumsal bir iş görüşmek için bir araya geldiklerinde, onun iznini almadıkça (onun görüşünden) asla ayrılmazlar” (Nur 62) diyerek, bir tür “yapıcı muhalefet” tarzının zeminini hazırlıyordu. Biz “ondan izin anlamadıkça” ifadesinin ne anlama geldiği, Hz. Peygamber’in kişisel talimatları karşısında sahabenin nasıl yapıcı muhalefet sergilediğini ve Hz. Peygamber’in de bu çok sesliliği, çok özel otoritesine ve yetkisine rağmen nasıl yüreklendirdiğinin güzel örneklerini görüyoruz. Bedir savaşında Hz. Peygamber ordu için yer göstermiş, Hubab b. Münzir bu görüşe muhalefet için şöyle izin istemişti: “Bu vahiyle mi bildirildi, yoksa sizin kendi görüşünüz mü?” İkincisi olduğunu öğrenince, muhalefetini dillendirmiş ve Hz. Peygamber de onun “bilgi”ye dayalı görüşüne uymuştu. Yine aynı muhalefet iznini, ayrıldığı kocasına dönmesini emrettiği Berire isimli bir genç kadın da almış ve bu izin üzerine muhalefetini sergilemekten çekinmemişti. Rasulullah’ın ona mukabelesi ise, müstesna konumunu ve tartışılmaz otoritesini gerekçe göstererek susturmak değil, sadece sıcak bir tebessüm olmuştu. “Sıcak bir tebessüm”… Unutmayın o bir Peygamber. Ondan sonra peygamber yok. Bunları niçin anlattım? Şunun için: Bunlar bilinmeden “güvenlik merkezli” bir siyasetten, Kur’an’ın öngördüğü “adalet merkezli” bir siyasete geçilemez de ondan. | |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Zalim yönetime isyan câiz mi? Salı Eyl. 28, 2021 1:03 pm | |
| https://sorularlaislamiyet.com/zalim-yonetime-isyan-caiz-mi Hz. Huzeyfe'den nakledilen şu hadîs-i şerîf bu mevzuya ışık tutmaktadır: - Alıntı :
- "Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır."
"Ben buna yetişirsem ne yapayım, yâ Resûlâllah?" diye sordum. "Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile yine dinle ve itaat et." diye buyurdular." (Tac, III/44-45) İSYAN ETMEMEK ZULME RAZI OLMAK DEĞİLDİRResûlüllah Efendimizin (sav) ümmetine, yöneticilerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilâkis isyan yoluyla, devlet ve millet bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir. Malûmdur ki, Kur'ân-ı Azîmüşşân, değil zulüm yapmayı, zulme en ufak bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan Sevgili Peygamberimizin (sav), zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak mânâsında düşünmek abestir. Bu emir, zulmün def'ine çalışmaya mani de telâkki edilmemelidir. Zira, itaat içinde de zulmü giderecek çeşitli imkân ve fırsatlar, uygun şartlar, meşrû yollar bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, zulmü gidermeye itaat içinde meşrû bir çare bulunamazsa, cüz'i ve şahsî hukukunu umumun selâmetine, âmmenin menfaatine feda etmek idrak sahibi, muhakemeli bir Müslümandan beklenen olgun bir davranıştır. İSYANIN ZARARLARIİbn-i Abbas (ra)'dan gelen başka bir rivâyete göre Nebi (sav) şöyle buyurmaktadır: - Alıntı :
- "Her kim emîrin yapmış olduğu bir şeyi kötü görürse sabretsin (isyanla hareket etmesin). Çünkü her kim sultana (itaatten) bir arşın ayrılırsa cahiliyyet ölümü ile ölür." (Buharî, Kitabü'l-Fiten)
Hadis Profesörü Kâmil Miras Bey bu hadîsi şöyle açıklar: - Alıntı :
- "Vahiy ile desteklenen Peygamberimiz (sav) umumun sorumluluğunu taşıyan bir kısım idarecilerin gayrimeşrû hareketlerde bulunacaklarını, nübüvvet nûruyla yani Cenab-ı Allah' ın bildirmesiyle görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sabır ve sükûn ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu. Ve 'Her kim sabırsızlanarak bile bile umumun sorumluluğunu taşıyan sultandan, yani millî otoriteyi temsil eden devlet reisinden ve İslâm ümmetinden bir karış ayrılırsa, cahiliyet ölümü ile ölür.' buyuruyor ki, bunun mânâsı 'Başsız ve toplum düzeninden mahrum cahil milletlerin âsi bir ferdi olarak ölür.' demektir. Yoksa kâfir olarak ölür demek değildir."
Vatanın bütünlüğünün muhafazası, namus ve iffetin korunması, mal ve canın emniyeti hep devletin varlığı ve devamı ile bağlı olduğu için, Peygamber Efendimiz (sav) itaat üzerinde ısrarla durmuştur. Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, bölücülük ve ayrılıklardan şiddetle menetmiştir. İtaatdaki hikmet ve maslahatı kavramayan nice milletler, Cenâb-ı Hakk'ın en büyük ihsanlarından biri olan devlet nimetini ellerinden kaçırmışlar; birlik ve bütünlüklerini istiklâliyetlerini muhafaza edememişlerdir. Bunun tarihte pek çok misâlleri vardır. DEVLET REİSİ ALLAH'A İSYANI EMREDERSE...Resûlüllah (sav) bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur: - Alıntı :
- "Allah'a isyan olan şeyde kula itaat edilmez. İtaat ancak ma'ruftadır."
Bir başka hadîs-i şerifte de Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır: - Alıntı :
- "Sizin başınıza öyle kimseler imam (reis) olacak ki, bazı hareketlerini güzel bulup memnun kalacaksınız. Bazı davranışlarını da çirkin bulacaksınız. Kim o davranışların kötü olduğunu o reislere söylerse (müdahane ve nifakdan) kendini korur. Kim de (dil ile söylememekle beraber kalben) buğz ederse, İlâhi mes'uliyetten kurtulur. Kim de (bu fena işlerden) memnun kalır ve onlara uyarsa helâka gider." (Sahih-i Müslim).
Bütün müçtehidler, müceddidler ve diğer İslâm âlimleri, itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalâa etmişlerdir. Onlar, Allah'ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemişlerdir. Bununla beraber kat'iyyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişlerdir. Bilâkis mü'minleri isyandan men etmek hususunda gayret ve himmetlerini esirgememişler ve bu vadide bütün Müslümanlara, halleriyle, örnek olmuşlardır. | |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: Zalim otoriteye itaat edilir mi? muhammed salar Salı Eyl. 28, 2021 1:09 pm | |
| https://artigercek.com/yazarlar/muhammed-salar/zalim-otoriteye-itaat-edilir-mi Zalim otoriteye itaat edilir mi? muhammed salar Takip edilmesi gereken güvenli ve sağlıklı yöntem; zalim otoriteye karşı sus-pus olmak, itaat, yandaşlık ve riyakârlık yapmak değil; ‘emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’dir.07.12.2018 - Bugünkü İslâm ülkelerine baktığımızda nice baskı, vahşet ve zulümlere imza atan yerli-milli iktidarlara ses çıkarmayan uysal toplulukların niteliksiz koca bir çoğunluğu oluşturduğunu görürüz. Vicdan ve akla ters bu menfi-negatif tutum inananların temel referansları olan Kur’an ve Sünnetin hedefleriyle barışık olmayan bir “Zalim iktidarlar-mazlum halklar!” tablosunu ortaya çıkarmıştır.Kur’an’ın emri ve Hz. Peyğamber’in de meşhur Veda Hutbesi’nde inşasını istediği ne zalim ne de mazlum olan ideal-vasat toplumun bir ütopya olarak kalmasını istemiyorlarsa Müslümanların mevcut tablodan rahatsızlık duyup uyku saatlerini epeyce kısmaları gerekiyor.Tarih boyu kimi Müslümanlar, devlet ve iktidarı temsil eden otoriteyi, mutlak itaat edilmesi gereken Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak okumuşken kimileri de Allah ve Resulü’nden sonra itaat edilecek üçüncü otorite ‘ulul-emr’ veya ‘imam’ diye niteleyerek hatta bundan sevap umarak desteklemişlerdir.Pekiyi; doğru düzgün bir otoriteye tamam da zalim bir otoriteye itaat edilir mi? Bu sorunun da pratikte tek bir cevabı yoktur. Evet inananlar; inançlarına, temel insani değerlere zıt olan tekliflere, iradelerini hesaba katmayan emrivakilere ve de kanun dışı keyfiliklere itaat değil muhalefet etmelidirler. Fakat bu muhalefetin ‘yüz çevirme’den ‘isyan’a kadar çeşitli versiyonları vardır. Hz. Muhammed, Mekke oligarşisinin ilk Müslüman yiğitlere 12 yıl boyunca aksatmadan reva gördükleri cahilliklerine, vahşet ve baskılarına şiddet içerikli bir isyanla değil çoğu kere sabırla direnme veya yüz çevirme şeklindeki bir muhalefetle itiraz etmiştir.O’ndan sonraki kimi okumalarda ise yanlış yapan idareciye bir çeşit muhalefet olan ‘isyan etmek’ vacip sayılmışken bir diğerlerine göre isyan etmek haram kabul edilmiştir. Orta bir yol tutturan uzlaşmacılar da vardır.Adeta kronikleşmiş mezhep-din odaklı ihtilaf ve şiddet gibi sorunlarımızın çözümüne de yardımcı olabilecek verimli ve yeni çıkarımlar elde etmek için uzun zaman denizini yarıp Arap Yarımadası’na doğru açılmamız gerekecektir. İslâmın ilk yıllarına, geniş ve derinlikli bir perspektiften bakarak söz konusu farklı yaklaşımların barındırdığı iktidar ve muhalefet olgusuna dair sağlıklı ve tutarlı okumalarda bulunabiliriz.Anlamlı bir muhalefetin geliş(e)mediği Hz. Muhammed’in Medine ve ilk iki halifenin büyük oranda sorunsuz geçen parlak devirlerini es geçerek, siyasi kargaşaların başladığı döneme hızlıca göz atıyoruz;Mazlum halife Hz. Osman’ın evinde bir baskınla şehit edilmesinden sonra Müslümanların büyük çoğunluğu Hz. Ali’ye biat etmişti. Ama Abdullah bin Ömer, Said bin Ebi Wekkas, Üsame bin Zeyd ve Muhammed bin Mesleme gibi sahabeler bir süre çekimser kalıp sonra biat ettiler. Bu zatlar; ehl-i kıbleye kılıç çekilemeyeceğini belirterek sosyal barış sağlanıncaya kadar ‘fitne’den uzak kalıp kenarda durmak gerektiğini savundular.Bu tutuma paralel bir yaklaşım sergileyen Mürcie Mezhebi de siyasi tartışmaların barışı zedelemesi durumunda yapılacak en doğru hamlenin hamlesizlik olduğunu dolayısıyla barışın yeniden inşasına dek kenarda durmanın en isabetli tavır olduğunu savundular. Birlik taraftarı olan bu uzlaşmacı fırka, iktidara oynamadıkları için Emevi idarecilerinin hışmına da uğramadılar.Emeviler Hanedanı kendi devirlerinde olan olumsuzlukları Din ve özellikle Kader anlayışı üzerinden meşrulaştırıp sorumluluk almaktan kaçınıyorlardı. İnsan iradesini önemsizleştiren bu cebrî anlayışa göre kendilerinin halifelik makamında bulunmaları da Allah’ın bir takdiri sonucu idi. Dolayısıyla olup bitene isyan, Allah’a isyan demekti. Bu kader istismarcılığına karşıt olarak Ma’bed el-Cüheni ve Geylan ed-Dımeşkî gibi zatlar da kaderi inkâr üzerinden bu Emevi siyasetini boşa çıkartmaya çalıştılar. Kaderiye’nin geliştirdikleri söylemde iyilikler gibi kötülükler de sadece insanın iradesine verilip Kader’e herhangi bir pay ayrılmamalıydı.Bugün her alanda rekabet etmeyi meslek haline getiren İran Şiiliği ile Suud Vehhabiliği’nin kökenlerinde yatan ortak noktalara bakın! Dikkat çekicidir ki; Tarihlerinde nice katliamlardan geçen Haricîler ve Şia’nın itaat edilecek günahsız otorite olarak kabul ettiği ehl-i beyt imamlarının mezhepleri aynı zamanda iktidara da talip fırkalardır. İmam-ı Ali’den tutalım da Muaviye başta olmak üzere Emevi’lere ta Abbasi’lere kadar siyasi ve dini otoriteyi temsil eden halife ve sultanlara hep isyan eden Haricîlerin öne sürdükleri argümanları ise ‘adîl olmayan imam’a isyan etmenin farz oluşudur. Bugünkü Vehhabiliğin kökenleri de Haricîliğe dayanır.Yine bugün Suud bombardımanına tabi tutulan Yemen’in resmi mezhebi olarak kabul edilen Zeydî’lik; Şii’lerin Ehl-i sünnet’e en yakın duran mezhebidir. İmam Zeyd’e göre; zalim olan otoriteye baş kaldırıp mazlumu zalimlerin elinden kurtarmak farzdır. Kendileri de Emevi idarecilerini ğayr-ı meşru görüp başkaldırmıştır. Hz. Ebu Hanife’nin bu isyanı desteklediği kabul edilir.İsmâilîye Şiası’nın tarihi de isyan hareketleriyle doludur. Selçukîlerin uykularını kaçıran meşhur Hasan Sabbah ve Haşhaşîn ekibi de İsmâilî idi.Halife Mütevekkil’e kadar uzunca bir dönem Abbasi’lerin resmî mezhebi statüsünde itibar görmüş Mu’tezile Mezhebi; başta alimler olarak toplumun sürekli iyiliği emredip kötülükten alıkoyması gerektiğini aksi halde zulüm ve ahlâksızlığın ortalığı kasıp kavuracağını belirtirken haklıydılar. Mihne Olayı dediğimiz halk-ı Kur’an (Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı) tartışmasında ise saray çevresinin alimlere ve halka dayattıkları işkencelere, baskılara destek çıkarak kendi teorileri olan ‘insan iradesinin özgür olması gerektiği’ ile çeliştiler.Hz. Hüseyin’in zalim Yezid’e karşı izzetli başkaldırısını haklı gördükleri halde fiilen destek de çıkmayan Ebu Hureyre, İbn-i Ömer, İbn-i Abbas, İbn-i Zübeyr gibi zatların Emevi iktidarına silahlı-silahsız başka muhalif cepheler oluşturduklarını da unutmayalım.Hz. Ali’nin talebesi ve tabiin devri imamlarından Hasan-ı Basrî ise; iktidara isyan etmeyi doğru görmediği gibi suya-sabuna dokunmadan olayları kenarda seyretmeyi de uygun görmez. O, yanlış yapan idarecilerin ikaz edilmesi gerektiğini söyler. Nitekim kendi kaleme aldığı mektuplarla zamanındaki Emevi idarecilerini ikaz etmekten geri durmamıştır. Ehl-i sünnetin büyük çoğunluğu bu metodu doğru olarak kabul etmiştir. Yani; zulüm ve fıska dalarak şımarmış, yoldan sapmış hiçbir otoriteye itaat edilmez fakat silahlı bir isyana da kalkışılmaz. Çünkü şiddet içerikli bir isyanda ‘zafer’ uğruna, adalet kaygınız lekelenir ve güçlü otoriteye binlerce masumu çiğnetip iktidarla el ele sosyal barışı dinamitlemek, güçlü olasılıktır.Takip edilmesi gereken güvenli ve sağlıklı yöntem; zalim otoriteye karşı sus-pus olmak, itaat, yandaşlık ve riyakârlık yapmak değil; ‘emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’dir. Diğer bir deyişle yapılması gereken; gücü elinde bulunduran ve yanlış yapan otoriteye razı olmak değil; hakkı-hakikatı haykırmak, toplumu bilinçlendirmek ve iktidarı yanlış, kötü icraatlarından uzaklaştırmak için sürekli bir çaba ve ğayret içerisinde bulunmaktır. | |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: İmam-ı Azam’ın Siyasi tutumu Salı Eyl. 28, 2021 1:17 pm | |
| İmam-ı Azam’ın ‘zalim hükümdara silahlı isyan (masum kanı dökmemek kaydıyla) caizdir’ fetvasıyla İmam Zeyd’in Emevi Halifesi Hişam’a karşı isyanını tecviz etmekle kalmayıp maddi anlamda da ciddi yardımlarda bulunduğunu unutmamak daha önemli @hagenzileli
......
https://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu_Hanife
Ebû Hanîfe, Emevî ve Abbâsî devletleri zamanında yaşamıştır. Ömrünün elli iki yılı Emevî, son on sekiz yılı da Abbasi devleti zamanına denk gelir. O, Emevîler'in Arap milliyetçiliği esaslı yönetim şekline karşı çıkmış, Ehl-i Beyt ve sahabilere karşı zalimane davranışlarına karşı etkin olarak mücadele vermiştir. Emevî devletinin yıkılması için Abbâsîler'e destek verse de bu hanedanın da Emevîler'in yönetim anlayışıyla aynı yolu izlemesi üzerine desteğini geri çekmiştir. Nitekim ölümü de bir Abbâsî halifesinin eliyle olmuştur.
Ebû Hanîfe'nin doğumu, yetişmesi ve bir bilgin olarak parlaması devirlerinin tümü Emeviler Hanedanlığı zamanına denk gelir. Bu devirdeki Zeyd bin Ali'nin Hişam bin Abdülmelik'e başkaldırısını hem fikirleriyle hem de maddi olarak desteklemiştir. Bu başkaldırıyı Bedir Muharebesi'ne benzetmiş, Zeyd bin Ali'ye biat etmiş ve on bin dirhem nakdi yardım göndermiştir. Bu başkaldırıya direkt olarak destek vermemesini şu sözlerle savunmuştur ki bu ifadelerinde Zeyd bin Ali'yi Hüseyin bin Ali'ye benzetmiştir: “ Şayet halkın, onun atalarını aldattıkları gibi O’nu da aldatıp yarı yolda bırakmayacaklarını bilseydim, O’nunla beraber bende savaşırdım. „
Emeviler, derin ilmini ve etki alanının genişliğini gördükleri Ebû Hanîfe'ye kadılık teklif ederek yanlarına çekmeye çalışmışlardır. Bu teklifi Emevîler'in Irak valisi Ömer bin Hübeyre yapmıştır. Fakat Ebû Hanîfe, bu makamın ne niyetle verildiğini sezmiş ve bu görevi kabul etmemiştir. Bunun üzerine hiddetlenen vali, onu kırbaçlatmıştır. Bu durumdan imamı kırbaçlayan zindancı bile etkilenmiş, bu şekilde devam ederse imamın öleceğini valiye bildirmiştir. Bu zulüm esnasında yanına gelenlere Ebû Hanîfe'nin cevabı şu şekilde olmuştur: “ Eğer vali benden Vasıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş istesin, yine kabul etmem. O bir insanın katline hükmedecek, ben mühür basacağım ha? Allah’a yemin ederim ki bu mümkün değil! Bu dünyada kırbaç yemek ahirette ceza görmekten daha iyidir. Valinin beni öldürmeye gücü yeter fakat tekliflerini kabul ettirmeye asla! „
Bu olaydan sonra Ebû Hanîfe Kûfe'de kalamayacağını anladığı için Mekke'ye giderek altı yılı aşkın bir süre orada ikamet etti. Bu zaman zarfında kısa sürelerle Kufe'ye gittiği bilinse de bu ziyaretler uzun süreli olmamıştır.
Ebû Hanîfe'nin, Emeviler'in yıkılıp Abbâsîler'in iktidara geldiği zamanlarda Mekke'de olduğu sanılmaktadır. Bu olay üzerine sevincini gizleyememiş ve bu duygularını şöyle ifade etmiştir: “ Bu iş (hilafet) Peygamberimiz’in yakınlarına geçerek hak yerini buldu. Bu Allah’ın lutfu ve keremidir. Ey alimler; bunlara yardım etmeye en layık olan sizsiniz! Size istediğiniz kadar ikram ve ihsan var. Halifenize biat ediniz. Biat ahirette sizin için emniyete kavuşmaya vesiledir. Allah’ın huzuruna biatsız çıkarak hüccetsiz ve delilsiz kalmayınız. „
Fakat bu sevinci fazla uzun sürmemiştir. Abbâsî hanedanı da zamanında Emevîler'e destek verdiğini öne sürdüğü alim ve fazıl kişileri katletmeye ve adaletsiz bir yönetim tarzı izlemeye başladılar. Nihayet Muhammed bin Abdullah (Nefs’üz-Zekiyye) ve kardeşi İbrahim, Abbasi halifesine isyan edince, bu isyana Ebû Hanîfe de destek vermiştir. Öyle ki, Ebû Hanîfe halife ordusu komutanı Hasan bin Kahtaba'nın İmam İbrahim üzerine yürümesini engellemiştir. Tabiî ki bu davranışı halife Ebû Câʿfer "el-Mansûr"'un dikkatinden kaçmamıştır. Halife, Ebû Hanîfe'ye fiili bir saldırının onu daha da güçlendireceğini tahmin etmiş ve ona yakınlık göstererek yanına çekmeye çalışmıştır. Bu amaçla Ebû Hanîfe'ye değerli hediyeler göndermiş fakat İmam-ı Azam bu hediyelerin kamu malından alındığını belirterek hepsini reddetmiştir. Yapılan başkadılık teklifini de geri çeviren İmâm-ı Â’zam, son olarak Musul halkının isyanını bahane ederek isyancıların katli için fetva isteyen halifeye olumsuz cevap verince halife onu zindana kapatarak kırbaçlatmaya başladı. Yaşı oldukça ilerlemiş olan Ebû Hanîfe, bu eziyete dayanamadı ve bu direnişini daha fazla sürdüremeyerek vefât etti. Bazı kaynaklar, Ebû Hanîfe Nu’man ibn-i Sâbit'in Abbâsî Hâlifesi Ebû Câʿfer "el-Mansûr" tarafından zehirleterek öldürdüğünü de kaydederler. | |
| | | Limoni Co-Admin
Mesaj Sayısı : 6150 Rep Gücü : 14991 Rep Puanı : 44 Kayıt tarihi : 27/05/09
| Konu: İslam'a göre yöneticiye itaatin sınırları ve sivil itaatsizlik Salı Eyl. 28, 2021 1:26 pm | |
| İslam'a göre yöneticiye itaatin sınırları ve sivil itaatsizlik - Tr724https://www.tr724.com › Türkiye https://medium.com/tr724/i%CC%87slama-g%C3%B6re-y%C3%B6neticiye-itaatin-s%C4%B1n%C4%B1rlar%C4%B1-ve-sivil-itaatsizlik-293c44b1ca7e 3 Oca 2019 — Hemen ifade etmek gerekir ki yöneticilere itaati emreden ... (Tirmizi, fiten 13) şeklindeki beyanı zalim yöneticilere karşı hak ve hakikati ... Jan 3, 2019 YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLUSiyasal muhalefet, sivil itaatsizlik, pasif direniş, barışçıl protesto, hak arayışı ve fikir hürriyeti gibi kavramlar günümüz demokrasilerinin temel unsuru olarak görülmekte ve desteklenmektedir. Hakikaten bir devletin hak ve adalet üzere ayakta kalması, siyasetin yozlaşmaması, şeffaf ve hesap verebilir bir yönetim anlayışının oturması ve idarecilerin de istibdada yönelmemesi adına bunlar çok önemli kavramlardır. Çünkü devlet idarecilerinin müstakim bir çizgide ilerlemelerinde; anayasa ve kanunların, yargının, siyasi kurumların, bürokrasinin ve muhalefet partilerinin yanı sıra en etkili amillerden birisi de sivil halkın yöneticilere karşı ortaya koyduğu tavır ve davranışlardır.Fakat bu tür sivil hareketlerin ve karşıt fikirlerin özellikle tek adam rejimlerinin hâkim olduğu siyasal sistemler tarafından birer “tehlike” olarak algılandığı ve “bastırılmaya” çalışıldığı da bir gerçektir. Bu yüzden onlar, eleştiri ve muhalefet yerine biat kültürünü, mutlak itaati, uysal vatandaş olmayı ve otoriteye bağlı kalmayı öne çıkarmaktadırlar. Böyle bir yaklaşımın bir yere kadar fitnenin, anarşinin ve fesadın önlenmesinde ve toplum düzeninin sağlanmasında etkili olduğu düşünülse de; fakat aynı zamanda bunun tiran ve diktatörlerin türemesinde, baskı ve zulümlerin ortaya çıkmasında etkili olduğu da bir gerçektir.Günümüzde Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerde daha ziyade mutlak itaat anlayışının ve biat kültürünün hâkim olduğunu ve bu anlayışa da parçacı ve seçici yaklaşımlarla bir kısım dini referanslar bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan biz, burada İslâmî nasları ve ilk dönem uygulamalarını merkeze alarak devlet başkanına itaatin mahiyetini ve sınırlarını ele alacak, İslâm açısından siyasal muhalefetin ve sivil itaatsizliğin konumunu ve imkânını inceleyeceğiz.İtaatin Sınırlarıİslâm’a göre ehliyet ve liyakat sahibi olduktan sonra her kim olursa olsun ve hangi mevkii tutarsa tutsun yöneticiye itaat çok önemlidir. Çünkü ona itaati emreden çok sayıda âyet ve hadis bulunmaktadır. Zira idarecilerin hükmünü icra edemediği ve sözünü dinletemediği bir toplumda anarşi ve kaosun ortaya çıkacağı muhakkaktır. Farklı bir tabirle vatandaşların yöneticilerini/yönetimi kabullenmediği bir devlette toplum ahenginin ve kamu düzeninin sağlanması da mümkün olmayacaktır. Özellikle İslâm öncesi cahiliye toplumunda olduğu gibi kabilecilik anlayışının devam ettiği, kabileler arası ihtilaf ve çatışmaların bir türlü dinmediği, insanların yeterince medenileşmediği ve henüz devlet bilincinin yerleşmediği toplumlarda bir idareci altında toplanarak siyasi düzeni kurabilmek oldukça önemlidir.İşte bu noktada karşımıza bazı mühim sorular çıkmaktadır. Acaba itaatin emredilmesinin asıl maksadı/illeti nedir? İtaatin sınırları var mıdır? İtaatsizlikten ne anlaşılmalıdır? Kendisine itaat edilmesi gereken yönetici hangi sıfatlara sahip olmalıdır?Hemen ifade etmek gerekir ki yöneticilere itaati emreden hadislerin maksadı; fitnenin, fesadın, kaosun ve anarşinin önüne geçmek; salahı, asayişi, istikrarı, güvenliği ve toplum düzenini sağlamak, korumak ve devam ettirmektir. Çünkü çok sayıda âyetten de anlaşılacağı üzere bunlar, İslam’ın en önemli hedefleri arasındadır. Bu sebeple söz konusu problemlere sebebiyet vermediği sürece her eleştiri ve muhalefetin “itaatsizlik” olarak görülmesi doğru değildir. Hele hele bu tür tavır ve hareketlerin devlete karşı “isyan” ve “başkaldırı” gibi algılanarak susturulmaya veya bastırılmaya çalışılması son derece yanlıştır. Bilakis bazı durumlarda yöneticilerin bir kısım yanlış ve haksız uygulamaları karşısında sessiz kalınması bu problemlere sebebiyet verebilir.Öte yandan İslâm’a göre Allah ve Peygamberler dışında hiçbir varlık mutlak ve sınırsız bir itaate layık değildir. İslâm, “ülü’l-emr” olarak isimlendirilen yöneticilere sınırsız yetkiler vermediği gibi onlara kayıtsız şartsız itaat etmeyi de emretmemiştir. Konuyla ilgili nakledilen, “Allah’a isyanın olduğu yerde mahlûka itaat edilmez.” (Buharî, Kitabu’l-âhâd 1) şeklindeki hadis itaatle ilgili genel bir prensibi dile getirmiştir. Bunun yanında Allah Resûlü’nün, “İtaat, sadece maruf (makul ve meşru) işlerde söz konusudur.” (Buharî, ahkâm 5); “Masiyet emredildiğinde itaat edilmez.” (Buharî, ahkâm 43) şeklindeki hadisleri itaatin sınırlarını göstermesi açısından oldukça önemlidir.Konuyla ilgili nasları değerlendiren İslâm hukukçuları da kendisine itaat edilmesi gereken devlet başkanının hangi vasıflara sahip olması gerektiği üzerinde uzun uzadıya durmuşlardır. Bu konuda çok farklı görüşler dile getirilmiş olsa da genel itibarıyla fakihler bir devlet başkanının itaati hak etmesi için “adil” ve “meşru” olması gerektiğini söylemiş; “zalim” ve “fasık” devlet başkanına muhalefet etmenin ve karşı gelmenin ise itaatsizlik sayılmayacağını belirtmişlerdir. (DİA, “Biat” 6/122) Literatürde konuyla ilgili oldukça uzun açıklamalar yer alsa da bizim buradaki maksadımız itaatin mutlak ve sınırsız olmadığını göstermek olduğundan bu kadarlık izahı yeterli görüyoruz.Devlet Başkanının Özellikleri ve İtaat Hakkıİslâm’da ne devletin ne de devlet başkanının sorgulanamaz bir kutsiyeti ve aşkınlığı yoktur. Dolayısıyla onun bireyler üzerinde mutlak bir vesayeti ve egemenliği de yoktur. Onun iktidarı sınırlıdır. O, hukukun dışında veya üstünde olmadığı için herkes gibi kanunlara uymakla mesuldür ve kanunlar önünde diğer vatandaşlarla eşit konumdadır. Yani kanunlar karşısında herhangi bir ayrıcalığa veya dokunulmazlığa sahip değildir.Aynı şekilde o, masum ve günahsız da değildir. Çünkü “ismet” sıfatı sadece peygamberlere mahsustur. Dolayısıyla devlet başkanının ve yöneticilerin iyilikleri olabileceği gibi hata ve yanlışları da olabilir. Onun, halkın fayda ve menfaatlerine uygun icraatlarda bulunması mümkün ve muhtemel olduğu gibi, zulüm ve haksızlıklar yapması da böyledir.İslâm’a göre devlet başkanlığı (imamet/hilafet) devlet başkanı ile halk arasında gerçekleştirilen bir akittir. Dolayısıyla devlet başkanı meşruiyetini kutsal ve ilahi bir güçten değil, ümmetin oyundan ve kabulünden alır. Yapılan bu akde göre devlet başkanı halkın hem vekili hem de velisidir. Vekili olması demek yönetim ve ülke işleriyle ilgili onlar adına tasarruflarda bulunmasıdır. Velisi olması ise halkı koruyup kollaması, onların maslahatlarını gözetmesi, herkese hak ve adalet üzere muamelede bulunması ve muhtaçlara el uzatması gibi anlamlara gelir.Bu yönüyle aslında o, “Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir.” (Deylemî, Müsned, 2/324) hadisinin de işaret ettiği üzere halkın efendisi değil hizmetkârıdır. İmam Gazzali de devlet başkanının tıpkı kendi aile fertlerini koruyup kolladığı gibi halkına da sahip çıkması gerektiğini ifade etmiştir. Allah Resulü’nün şu hadisleri devlet başkanının halk karşısındaki vazife ve sorumluluğunu çok veciz bir şekilde ifade etmektedir: “Müslümanların yönetimini üstlenip de onlar için çalışıp çabalamayan hiçbir yönetici, onlarla birlikte Cennet’e giremez.” (Müslim, imara 22); “Cenâb-ı Hakk’ın yönetici yaptığı bir kimse, yönettiği insanları aldatarak ölürse Allah Teâlâ ona Cennet yüzü göstermez.” (Buhari, ahkâm Hz. Ömer’in Dicle’de kurdun yediği bir koyunun bile hesabını Allah’ın kendisine soracağını ifade etmesi bu sorumluluğu göstermesi ve aynı zamanda yönetici olmanın bir nimet ve ganimet değil bilakis ağır bir vazife ve sorumluluk olduğunu ifade etmesi adına ne müthiş bir misaldir.Devlet başkanı kamusal alanda bütün vatandaşların vekâletini ve velayetini üstleneceğine ve onların her türlü ihtiyacını karşılayacağına göre elbette bu vazifesini hakkıyla ve layıkıyla yerine getirebilmesi için bir kısım özelliklere sahip olması gerekecektir. Dolayısıyla o, hem adil ve güvenilir bir insan olmalı hem de üstlendiği emaneti ve ağır yükü taşıyabilme adına gerekli bilgi, kabiliyet, donanım ve ehliyete sahip olmalıdır.Ayrıca o, ne kadar bilgili ve kabiliyetli olursa olsun yine de İslam’a göre yönetim işini istişare ile yürütmek zorundadır. Zira yöneticileri istibdat ve tahakkümden uzak tutmanın ve aynı zamanda yasama faaliyetiyle siyasal tasarrufların tekelleşmesini önlemenin en etkili yolu hakkıyla yapılan istişaredir. Vahiyle müeyyet olduğu halde Allah Resûlü’nün bütün işlerini istişareyle yapması, onun devlet idaresinde nasıl hayatî bir yerinin olduğunu göstermesi adına yeterlidir.Bütün bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere halkın devlet başkanına itaat etmesi; onun bu görev için gerekli şartları taşıyor olmasına, vekâlet ve velayet görevini ihlâl veya ihmal etmemesine, halkın maslahatlarını gözetmesine, onlara eşit muamelede bulunmasına ve hukuka riayet etmesine bağlıdır. Fakat o, adalet ve meşruiyetini kaybettiği, hukukun dışına çıktığı, vatandaşlara karşı haksızlık ve zulüm yapmaya başladığı zaman itaat hakkını da kaybeder. En azından ona karşı muhalefet etmek meşru duruma gelir. Dolayısıyla itaat, sınırlıdır ve belirli şartlara bağlıdır. Eğer itaat bu şekilde iki taraflı düşünülmez ve konu sadece yönetilenler açısından ele alınırsa isabetli değerlendirmelere ulaşılamaz.Selefin Bu Konudaki TavrıBuraya kadar üzerinde durduğumuz konularla ilgili özellikle Raşid Halifeler döneminde yaşanmış pek çok misal bulmak mümkündür. Raşit Halifeler halka irat ettikleri hutbelerinde bizzat bu itaatin sınırlarına dikkat çektikleri gibi, sahabe-i kiram da yanlış buldukları uygulamalara muhalefet etmekten ve onları eleştirmekten kaçınmamışlardır.Hz. Ebu Bekir halife olduktan sonra halka hitaben şunları söylemiştir: “Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz. Şayet Allah’a ve Rasûlü’ne isyan edersem bana itaat etmeniz söz konusu olamaz.”; “Beni kontrol edin, istikamet üzere olursam bana tâbi olun, ayağım kayarsa beni düzeltin.” (İbn Sad, et-Tabakat, 3/182, 212)Aynı şekilde Hz. Ömer, kendisine karşı emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini yerine getirmek suretiyle halktan yardım istemiş ve Allah’ın kendisine tevdi ettiği vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmesi için onlardan kendisine nasihatte bulunmalarını talep etmiştir. Başka bir gün Hz. Ömer, ashabına, yanlış yaptığında kendisine karşı nasıl muamele edeceklerini sormuş, huzurdakilerden birisinin, “Böyle bir şey yaparsan seni oku düzelttiğimiz gibi düzeltiriz.” cevabı üzerine ise şöyle demiştir: “İşte o zaman siz bu ümmetin gerçek temsilcileri olarak kalmaya devam edersiniz.” (Buhari, et-Tarihü’l-kebir, 2/98)Aynı şekilde Hz. Ömer devlet reisi olduğu dönemde hutbe verirken evlilikte kadınlara verilen mehir miktarını azaltmak istemiş fakat arka saflardan bir kadın Kur’ân’dan getirdiği bir delil ile onun bu hükmüne itiraz etmiştir. Hz. Ömer’in camide, Cuma hutbesi esnasında ve bir kadın tarafından kendisine yöneltilen böyle bir itiraza verdiği karşılık şu olmuştur: “Herkes Ömer’den daha fakih!” (Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, 7/380)Her ne kadar Emeviler döneminde düşünce ve vicdan özgürlüğü ciddi baskı altına alınmış olsa da yine de Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebi Bekir, Zührî, Said b. Müseyyeb ve Hasan el-Basri gibi sahabe ve tabiinin önde gelenlerinden çok sayıda kimse her türlü riski göze alarak Emevî halifelerini ikaz etmiş ve onların haksız uygulamalarını açıktan eleştirmişlerdir. Dört mezhep imamı olan Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafiî ve Ahmed b. Hanbel de devlet başkanlarının ve valilerin gayrimeşru ve despot uygulamalarına karşı tavır almış, onlara karşı açıktan muhalefet etmiş ve bu yüzden de hapis ve sürgün gibi cezalara çarptırılmışlardır.Uyarı ve eleştirilerin yanında ulemadan bazıları da verilen resmi görevleri reddederek, biattan kaçınarak, yöneticilerden gelen hediyeleri kabul etmeyerek, onların sofralarına oturmayarak, onlara haklı olarak muhalefet eden bazı kimseleri destekleyerek hatta evine kapanarak veya bulunduğu ülkeyi terk ederek zalim yöneticilere karşı tepkilerini dile getirmişlerdir. Zira onlar, bir taraftan günah ve masiyette itaatin söz konusu olmayacağını düşünmüş, diğer yandan da bunu dinî bir sorumluluk olarak görmüşlerdir.Siyasal Muhalefetin Dini TemelleriPeygamber Efendimiz’in, “Zalim sultanın yanında hakkı söylemek, en büyük cihad sayılır.” (Tirmizi, fiten 13) şeklindeki beyanı zalim yöneticilere karşı hak ve hakikati dile getirebilmeyi hem bir sorumluluk hem de Allah yolunda yapılmış çok önemli bir salih amel olarak ortaya koymaktadır. Hadis olarak rivayet edilen fakat gerçekte bir kelam-ı kibar olan, “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” sözü de ulema arasında meşhur olmuştur.Öte yandan İslam âlimleri, “Kim bir kötülük görürse eliyle, buna gücü yetmezse diliyle mani olmaya çalışsın, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin.” (Tirmizî, kitâbu’l-fiten 11) şeklindeki hadise dayanarak, zalim ve fasık idarecilerin âlimler tarafından dil ile ikaz edilmeleri gerektiğini belirtmişlerdir.Öte yandan yöneticiler ve idareciler, “İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önleyen bir topluluk bulunsun.” (Âl-i İmrân, 3/104), “Din nasihattır.” (Müslim, îmân 95) şeklindeki beyanlarda dile getirilen emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker prensibinin dışında tutulamaz. Onların da hata ve yanlışlarına karşı uyarılması gerekir. Nitekim İslam tarihinde ulema tarafından devlet başkanlarına karşı yazılmış bir nasihatname literatürü oluşmuştur.Maide suresinde yer alan, “İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, kötülük, zulüm ve taşkınlıkta yardımlaşmayın.” (Maide suresi, 5/2) âyeti de Müslümanlara, hayatın her alanında tatbik edilebilecek emsalsiz bir ilke vermektedir. Yöneticilerin kötülük ve taşkınlıklarına sessiz kalmak, onları buna karşı daha da cesaretlendirecektir. Fakat onların haksızlık ve zulümlerine destek olunmaz ve hatta karşı çıkılırsa, zulüm ve kötülüklerin büyümeden ve yayılmadan önlenme imkânı olacaktır.Hûd suresinde yer alan, “Zulmedenlere küçük bir temayülle dahi olsa eğilim göstermeyin. Yoksa ateş size dokunur.” (Hûd sûresi, 11/113) âyeti ise mü’minleri zulmetmemenin yanında zulme çok az dahi olsa taraftan olmaktan da menetmiştir. Dolayısıyla yöneticilerin haksızlık ve zulümleri karşısında alınması gereken tavrı da mü’minlere talim etmiştir.Bunu destekleyen bir hadiste Efendimiz, “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” buyurmuş, sahabenin zalime nasıl yardım edileceğini sorması üzerine ise, “Onu zulmüne mâni olursun.” cevabını vermiştir. (Buhari, mezalim 5) Çünkü âyet-i kerimede ifade edildiği üzere (Enfal sûresi, 8/25) zalimlerin zulmünden dolayı gelen bir fitne sadece onlara mahsus kalmayacak, masumlar da dâhil bütün bir topluma zarar verecektir.Son olarak devlet idaresinde şuranın emredilmiş olması da siyasal muhalefetin meşruiyetini gösteren önemli bir delildir. Zira istişare, farklı fikirlerin rahatça dile getirilmesi, serbestçe tartışılması ve bunlar içinden en doğru olanı üzerinde karar kılınmasıyla gerçekleşir. Dolayısıyla mutlak itaatin hâkim olduğu, aykırı ve karşıt fikirlere hak tanınmadığı bir ortamda istişareden de söz edilemez.Sivil İtaatsizlikGünümüz demokrasileri yönetimin daha adil olması adına muhalefeti partiler vasıtasıyla yasallaştırdığı gibi, halkın hak arayışı adına yapmış olduğu bir kısım barışçıl eylem ve protestoları da anayasal bir hak olarak kabul etmiş ve bunları kanunlarla düzenlemiştir. Yukarıda geçen izahlardan da anlaşılacağı üzere haksızlık ve zulümlerin ortaya çıkması, hak ve özgürlüklerin sınırlanması, siyasal sistemin tek adam rejimine doğru kayması, hukukun askıya alınması, tavziflerde liyakatin gözetilmemesi, ülke menfaatlerinin zarar görmesi gibi durumlarda vatandaşların söz konusu olumsuzlukları giderme adına -gerek bireysel olarak gerekse örgütlenerek- yönetime karşı eleştiri ve tenkitte bulunmasının, muhalif bir tavır takınmasının ve pasif veya aktif bir direnişe geçmesinin İslam’a aykırı bir yönü yoktur.Yeter ki şiddete ve bozgunculuğa başvurulmasın, ahlakî değerlere aykırı hareket edilmesin, hem mer’i kanunların hem de şer’î hükümlerin dışına çıkılmasın, “iyi niyet” muhafaza edilsin, hedef ve maksat ıslaha yönelik olsun, milletin malına ve canına zarar verilmesin.Halkın hak arama bilincinin geliştirilmesi, onlara siyasilerin politika ve icraatlarını farklı yollarla denetleme ve değerlendirme şuurunun aşılanması, zulüm ve baskılara karşı direnmenin öğretilmesi, yönetimdekileri de daha sağlıklı ve dikkatli kararlar almaya zorlayacak, despotizmaya kayan otoriteryan yaklaşımların önüne geçilecektir. Dahası halkın bu ölçüde şuurlu olduğu, rahatça örgütlenebildiği, kamuoyu oluşturabildiği ve sesini duyurabildiği durumlarda yöneticiler dinî değerleri suiistimal edemeyecek, devlet imkânlarını rahatça kendi çıkarları için kullanamayacak, güç zehirlenmesine maruz kalmayacak ve istedikleri gibi yasalarla oynayamayacaklardır.Ayrıca böyle bir duruş ve tavır, ülke insanlarını daha otonom ve özgür kılacak; toplumu açık bir toplum haline getirecek; devletin de şeffaflaşmasına, hesap verebilir olmasına, adalet ve hukuka bağlı kalmasına yardım edecektir. Sınırsız bir itaat ise beraberinde mutlak bir teslimiyeti getirecektir. Böyle bir kimsenin ise bırakalım itaat ettiği kişinin hatalarına karşı çıkmayı ve onları sorgulamayı, onun yanlış yapabileceğini düşünmesi bile zor bir ihtimaldir. Hatta zihin dünyaları esir alınan bu tür insanlar zamanla koyu bir fanatizme ve taassuba saplanacaklarından akıl ve iradeleri de işlevsizleşecek ve dolayısıyla iyi ve kötüyü birbirinden ayıramayacak hâle geleceklerdir.Devlet idarecilerinin almış olduğu kararlar ve izlemiş oldukları siyaset her şeyden önce vatandaşların geleceğini tayin ettiğine göre, onların buna alakasız kalmaları düşünülemez. Bu açıdan hiçbir vatandaş kayıtsız ve şartsız itaati benimseyerek aklını ve iradesini tamamıyla bir başkasına ipotek etmemelidir. Bilakis onlar fikirlerinin hür ve vicdanlarının da serbest olmasına dikkat etmelidirler ki meşru yol ve yöntemlerle temel hak ve özgürlüklerini koruyabilsin ve kime yapıldığına bakmadan her türlü haksızlık ve zulme karşı çıkabilsinler.Zikrettiğimiz bütün bu hususların ise İslâm’ın toplum hayatı ve devlet yönetimiyle ilgili ortaya koymuş olduğu ilke ve prensiplere, gerçekleştirmeyi hedeflediği maksatlara büyük oranda uygun olduğunu ifade edebiliriz.Entelektüel SorumluluğuŞüphesiz ki gerekli olduğu durumlarda hükümeti ve politikalarını eleştirebilme ve onlara karşı tavır alabilme noktasında en büyük sorumluluk toplumun aydın, âlim ve entelektüellerine düşmektedir. Zira onlar, yöneticilerin eksikliklerini daha iyi görebilecekleri gibi topluma da yön verebileceklerdir. Avam halkın manipüle edilmesi, aldatılması ve propagandalarla istenilen tarafa yönlendirilmesi, entelektüel kesime göre çok daha kolaydır. Çünkü avam, sözlerin önünü arkasını tam anlayamayabilir, perde önündeki olaylarla perde arkasını birbirinden ayıramayabilir.Bu yüzden eğer yöneticilerin her türlü haksızlık ve zulmü karşısında bir toplumun entelektüelleri -ister korku isterse çıkarları yüzünden- derin bir suskunluğa gömülmüşlerse, fasit bir daire oluşacak ve her geçen gün işler daha da kötüleşecektir. Entelektüellerin yanında cemaatler, hareketler ve sivil toplum kuruluşları gibi resmi veya gayri resmi örgütlenmelerin de haksızlık ve zulümlere sessiz kalmamaları ve hak arama eylemlerini de sadece kendileriyle sınırlı tutmamaları keyfiliklerin ve hak ihlallerinin önüne geçecektir.Toparlayacak olursak aşırı politizasyon doğru olmadığı gibi siyasi hayata karşı tam anlamıyla ilgisiz kalmak da doğru değildir. Aynı şekilde haksızlıklar karşısında hemen iktidara karşı isyan ve başkaldırıya yönelmek doğru bir yol olmadığı gibi, kayıtsız şartsız mutlak bir itaat de doğru değildir. Hususiyle günümüzün demokratik sistemlerinde barışçıl ve müspet yollarla iktidarın yanlışlarına karşı muhalefette bulunmanın pek çok yolu vardır. Bu açıdan insan onur ve şerefinin korunması, hak ve özgürlüklerin muhafaza edilmesi ve insanca yaşama imkânlarının devam ettirilmesi isteniyorsa, iktidarın güzel icraatlarını alkışlamanın yanında haksızlık ve zulümleri karşısında da eleştirel ve muhalif bir tavır ve duruş ortaya koymasını bilmek gerekir. Bu, hem bir vatandaşlık görevi hem de dinî bir sorumluluk olarak görülmelidir. | |
| | | | Yöneticilere, Ulul Emre itaat ın sınırı Ulü'l-emr kimlerdir? Ulü'l-emre itaat nasıl olmalıdır? | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|