| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
@bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese C.tesi Mayıs 15, 2010 1:08 pm | |
| Şüphe Nedir ve Bir Kısım Kimselerin Endişe Ettiği Kadar Korkunç Bir Şey midir?
Fethullah Gülen
Şüphe, insanı sinsi sinsi kemiren ve yavaş yavaş ölüme götüren korkunç bir hastalıktır. İnsan; bir kere inanç, düşünce ve tasavvurlarıyla kendini bu hastalığa kaptırdı mı, artık hayatî bütün fonksiyonlarıyla, ruhî bütün melekeleriyle felç olmuş demektir.
Şüphe ve şüpheciliğin iki esasa dayandırılması mümkündür:
1) İrâdî olarak benimsenen, eskilerin reybîlik ve hisbânîlik dedikleri şüphecilik;
2) İç idrak ve dış müşâhede muvazenesizliğinden; niyet ve nazar inhirafından; bilgide, terkip kabiliyetine sahip bulunamayışından doğan diğer bir şüphecilik...
İkinci şık şüphecilik, hemen hemen her yerde üzerinde durduğumuz bir mevzûdur ve kanaatimce izâlesi de mümkündür. Birinci şık şüphecilik ise; o, bir mizâc inhirafı, bir cinnet ve bir marazdır. Bu kabil şüpheciler için Spinoza: "Hakiki reybî (şüpheci)nin vazifesi susup oturmaktır." demişti. Keşke bu nasihati dinlemiş olsalardı. Hiç olmazsa zararları başkalarına dokunmaz; nefislerine münhasır kalırdı.
Vâkıa şüphenin, bir de ilmî maksat ile şartlandırılmış ve muvakkat olanı vardır ki, o türlü şüpheye kimsenin diyeceği bir şey yoktur. Ne var ki, bizim burada hastalık dediğimiz şüphe, Dr. Paul Sollier'in de ifade ettiği gibi "Halli imkânsız ve çözülmeyecek gibi olan şüphedir." Böyle bir şüphe, sürekli olarak şuurumuzu baskı altına alır ve devam eder. Sonra bütün ahvâl-i ruhiyemizi ve bütün zihnî faaliyetlerimizi felce uğratır. Bu hâle gelmiş bir insan ruhu, bin bir tereddütün odak noktası olduğu gibi, bin bir kararsızlığın, iç içe kesişip durduğu karmaşık ve içinden çıkılmaz yollara benzer.
Şüphelerini aşamamış ve onlara söz dinletememiş bir insan için; bedenî iktidarsızlık, zihnî ve ahlâkî teşevvüş ve inhiraflar önüne geçilmez cebrî hâdiselerdendir.
Şüphe insanın tavırlarında katılık, ruhunda sıkıntı ve beceriksizlik hâsıl eder. Binaenaleyh şüpheci kimseler, bedene mütevakkıf işlerde hep kaçmak arzusu; yorgunluk getiren şeylere karşı da nefret izhar ederler. Hiçbir iş görmeden yorulmuş bu türlü tiplere, psikiyatrinin koyacağı teşhisler ne kadar iddialı olursa olsun, bunlar hakkında, iç yetmezliğin fonksiyonunu inkâr etmek kabil olmayacaktır.
Şüphenin zihin üzerindeki tesirine gelince, bu maraza müptelâ olanlar devamlı ve ciddî zihnî faaliyet gösteremezler. Az çok dimağı uzun süre şüphe dalgalarıyla sarsılmış bir insanın, sâlim düşünebilmesi bir hayli müşküldür. Böylelerin en bâriz yanları, dikkatlerinin zaâfa maruz kalması, zihinlerinin cevvâliyetini kaybetmesi ve hafızalarının dumura uğraması gibi hallerdir. Artık, bu tipler için, her şey gitgide gayri mümkün bir şekle girer ve önlerine "olmazlardan" aşılmayan tepeler dikilir. Onların önünde bir tek açık kapı ve yürünebilir bir tek yol vardır; o da başkalarını tenkit yolu. Bununla yaşar ve bununla varlıklarını sürdürürler.
Bir de şüphenin, ahlâkı baskı altında tutması bahis mevzûudur ki, bana göre en tehlikelisi de budur. Arzu ve isteklerin; ihtiras ve temâyüllerin; hulâsa şahsiyetin en bâtınî ve samimî esasını teşkil eden şeylerin mâruz kaldıkları sarsıntılar ve zıt dalgalanmalar, şüpheli insanların zihinlerinde meydana getirdikleri neticelerin bir aynını da ahlâkî sahada meydana getirirler.
İş hayatlarındaki beceriksizlik, sıkıntı ve harekete geçirici fakültelerinde (vaso moteurs) teşevvüşler hâsıl olan kimselerde, ürkeklik, merdümgirizlik gibi şeyler baş gösterir. Böyleleri, eğlence ve zevk ü safaya tâlip oldukları hâlde, herkesten kaçmak ve uzlet hayatı yaşamak isterler. Bu itibarla da bir türlü hüzün ve kederden kurtulamazlar. Bunlar hür düşünceden mahrum, mânevî mukavemet itibarıyla da alabildiğine zayıftırlar.
Hele, ileri safhadaki büyük şüphecilerde, bazen hiçbir şeyden müteessir olmama gibi bir sertlik, katılık ve cansızlık hükmettiği gibi, bu insanlar bazen de, tamamen yıkılmış mânevî şahsiyetleri itibarıyla, toplum insanı olma vasfını bütün bütün kaybederler.
Şüphe, içtimâî neticeleri itibarıyla da çok tehlikeli bir hastalıktır. Çevresinden ve çevresinde olup biten şeylerden şüpheye düşmüş bir kimse, göz göre göre kendisini bin bir endişe içine atar, hem kendini hem de çevresini rahatsız eder. Ve hele, mütereddit ve şüphelere mübtelâ olanların, mes'ûliyet endişesiyle, hareket etmenin gerekli olduğu yerde geri çekilmeleri veyahut hareket vaktini kaçırma gibi durumları o kadar tehlikelidir ki; bazen bir cemaatin bütün bütün mahvolmasına sebebiyet verebilir. Bilhassa ehemmiyetli ve büyük işlerde, siyaset ve harplerde başı tutanların tereddüt ve şüpheleri milletleri ve orduları batırmaya yeter ve artar.
Aslında, kendinden şüphe edenin başkaları için bir istinatgâh olması da düşünülemez, Zira, kendinden şüphe edenin, nasıl hareket edeceği belli olmadığından, arkasında birkaç defa yanılmaya maruz kalmış yığınlar, onun, en mâsum ve mâkul davranışlarını da hep kuşkuyla karşılarlar.
Mamâfih, şüphecilerin büyük bir kısmının "olduğu gibi" kalma meylinde olmalarına karşılık, az bir kısmının da, ileri gitme, hamle yapma gayretleri küçümsenmeyecek nispettedir.
Hâsılı, şüphecilerin ne düşüncelerinde, ne de iş ve davranışlarında itidâl ve muvazene yoktur. Onlar içinde, mevkilerini, mesleklerini, memuriyetlerini mes'uliyet korkusuyla terk eden o kadar çok kimse vardır ki -maâzallah- böyleleri kritik bir dönemde bir millet ve bir devleti felç edebilir. Bunların atılganlıkları bir mâcera olduğu gibi, vehim uzantısı tedbirleri de bir sönüp gitme ve donukluktur. Bazılarına göre bu hâl bir iradesizlikten kaynaklanıyor gibi görünse bile, aslında hiç de öyle değildir. Aslında bu hâl isabetli ve seri karar verememeden, hayatla alâkalı umum ahvâl ve hâdiselerin bize ifade ettiği çeşitli çözüm yollarından birini tercih edememekten kaynaklanmaktadır.
Tereddüt ve tercih edememe keyfiyetiyle şüpheci, atılgandan daha zararlı ve daha tehlikelidir. Hareket edenin yönlendirilmesi ve davranışlarının kanalize edilmesi gibi bir problem olsa bile, hiç olmazsa o, hareket etmektedir. Şüpheciye gelince, onun hareketi durma, durması da hareket gibi bir garâbet arz ettiğinden, ne hamlesine ne de geriye çekilmesine bel bağlanamaz...
Hele, atılganlığındaki çılgınlığı cesaret, vehim ve korkaklığını da ihtiyat ve tedbir sayıyorsa, artık o, bu marazî ruh hâleti ile, hem kendini, hem de beraberindekileri mahvedecek bir ifrit hâlini almıştır.
Tehlike ânında cepheyi terk eden nice idareci veya kumandan vardır ki; bütün bir milleti böyle bir reybîliğe kurban etmişlerdir. Açtıkları gediklerde, sadece kendileri helâk olsalardı "Dayansın ehl-i kubûr" demekle iktifâ edilebilirdi. Ama, ne acı ki; böyle birkaç şüpheci sergerdan, maiyetlerindeki bir sürü zavallının felâketine sebebiyet vermişlerdir.
Modern reybîlerden, milleti temsil makamında, küfrünü izhar edecek kadar mertler bulunduğu gibi, mahiyetini setredebilen ve pek çok felâketlere sebebiyet vermiş nâmert şüpheciler de vardır:
"Ben ki hepsinden iştibâh ederim. Kime sorsan diyor ki yok haberim. Kim bilir belki hepsi vehmiyyât. Belki aldanmak ihtiyâc-ı hayat. Kim bilir de belki hepsi doğru da ben Bîhaber kendi sehvî hissimden Varı yok bilmek istedim, yoku var İştibâh işte töhmetim, ne zarar... Kim bilir belki aslımız toprak Bunu bir muzdarip çamur yapmak Hangi hâin tesadüfün işi bu Bunu bir Hâlık irtikap etmez Halk eden mahveder harap etmez."
Zavallı Fikret!.. Küfründeki aşırılığın, günümüzün reybîlerine göre çok geri kaldığını görseydi, kim bilir ne kadar hayıflanacak ve ne kadar öfkelenecekti?..
Ama, yine de o şüpheci, bedbîn ve karamsar düşünceleriyle, tenâsüh görmüş, sanki günümüzün şüphecilerinin içinde yaşıyor gibi...
Burada reybîliğin çeşitlerini, delilleriyle ret ve cerhetme durumunda olmadığımızdan onu felsefe kitaplarındaki tenkitleriyle baş başa bırakarak bir tek hususu belirtmede fayda mülâhaza ediyoruz. O da, her teşebbüsün başında, aksine ihtimal vermeyecek şekilde bir iman ve o imandan kaynaklanan bir irade ve sönmeyen bir azme ihtiyaç olduğu keyfiyetidir. Bunların birinde şüphe ve tereddüt, diğerlerinin de tesirini kırar ve akîm bırakır.
Mükâfat ve ceza gününe kat'i inanç, fert için de cemaat için de tekâmülde ilk şart ve en ehemmiyetli unsurdur. Bu inanç istikametinde, teklif edilen yolu yaşamaya gelince o, en akıllıca bir davranış ve en ehemmiyetli bir hamledir. Bir insanın, kanaat, tasavvur ve davranışlarındaki zikzaklar ise bir başarısızlık âmili ve bir felâkettir.
Mâmâfih, şüpheye düşen birisi için, şu hususlar üzerinde durulmasında fayda vardır:
1) Böyle birisi mutlaka, bir mârifet ehline gitmeli ve götürülmelidir. Böyle bir müdâhele sâyesinde, şüphenin marazî olup olmadığı. derinliği ve hangi hususlara dair olduğu ortaya çıkacaktır ki bu da tedâviyi kolaylaştırma ve şüpheyi gidermede önemli olsa gerektir.
2) Şüphe, inanç mevzûlarıyla alâkalı ise, o sahada; ibâdetle ilgili ise, o hususta; düşünce sistemimize dairse, o yönde genişçe tahşidat yapılmalı; şüpheye sürükleyen sebepler nazara alınarak deliller getirilmeli ve tereddütler birer birer giderilmelidir.
3) Ayrıca, şüpheye düşen kimse; düşünce ufku aydın, kalbî ve ruhî hayatı olan kimselerle sık sık görüştürülmeli, onların hayat-bahş olan sohbetlerinden istifade ettirilmelidir.
4) Böyleleri için bazen imanca derin, ibâdetçe zengin ve düşüncede istikamete ermiş kimselerin umumî manzarası da oldukça faydalıdır. Bu türlü hastaların, yurt içinde ve yurt dışında hemen her yerde, iman, ibadet ve ihsan şuuruna kilitli mü'minler görmeleri, çok defa bin nasihatten daha tesirli olabilir.
5) Bundan başka, şüpheci, mâzînin zengin ve rengin atlasında sık sık gezdirilmeli; yüzü, tarih ve siyerin çağıltılarıyla, bencilliğin karanlık izbelerinden, kehkeşânların kol gezdiği şanlı geçmişimize çevrilmelidir. Bu yolla geçmişin aydın yüzünü ve gür soluklarını duyan hemen herkesin, ruhunu saran bulanık düşüncelerden kurtulduğu ve az-çok gönülde dirilişe yöneldiği çokça görülen vak'alardandır.
6) Şüphe bir hastalık hâlini almış ve etrafa da yayılma istîdâdında ise, hastanın bir hekim müşâhedesinde tecrîde tâbi tutulması ve hezeyanlarının toplum içinde yayılmasına meydan verilmemesi gerekir.
Bedbin: Kötümser, karamsar Cerhetme: Çürütme, iptal etme Cevvaliyet: Canlılık Dumura uğrama: Körelme Hayat-bahş: Hayat veren, canlandıran Hisbânîlik: Şüphecilik İnhirâf: Sapma, doğru yoldan çıkma İrâdî: İsteyerek, iradeyle yapılan Kehkeşan: Samanyolu Merdümgiriz: İnsanlardan kaçma, sıkılma Mütevakkıf: Bir şeye bağlı olan Rengin: Güzel, latif, süslü, sanatlı Reybîlik: Şüphecilik Sergerdan: Başı dönen, şaşkın Teşevvüş: Bulanıklık, karışıklık
Sızıntı, Eylül 1980, Cilt 2, Sayı 20
***************************
Şeytan Pazartesi, 10 Haziran 2002 12:00 Fethullah Gülen Allah Teâlâ, şeytanın şerrinden hepimizi muhafaza buyursun. Günde bin defa "Rabbi eûzü bike min hemezâti'ş şeyâtîn ve eûzü bike Rabbi en yahdurûn -Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, onların başıma üşüşmelerinden sana sığınırım!" (Mü'minun, 23/9798) desek yine de az söylemiş oluruz. Çünkü şeytan çok hile ve oyun biliyor. Hiç kimse onun oynadığı satrançta onunla başa çıkamaz. Fakat, Allah'ın inayeti olursa şeytanın eli-kolu bağlanır. Zira, o sadece insanların gönlüne vesvese tohumları atar, şerre sebebiyet verir. Ama, işin hâlıkı, yaratıcısı o değildir. Hayrı da şerri de, nuru da karanlığı da yaratan Allah'tır.
Şeytana bir iş izafe etmek, onun hakkında "yaptı, etti" demek, bir şeyler becerdiğini söylemek ve ondan bahsedip üzerinde durmak tehlikeli olabilir. Bu durumda şeytan, -bir hadis-i şerifte işaret buyurulduğu gibi- şişer, kabarır. Esas olan, -Allah'a itimat ve güvenimizin ifadesi olarak- Allah'ın sonsuz havl ve kuvveti karşısında şeytanın tesirsizliğini; salih kullara hiçbir zarar veremeyeceğini düşünmek ve ona karşı sağlam durmaktır. Yani, bir bizim tavrımız açısından, bir de onun yaratılış hikmeti, misyonu açısından meseleye bakmak lazımdır.
Bir zamanlar Sızıntı Dergisi’nde bir acûze-i şemtâ (elden ayaktan kesilmiş yaşlı kadın) resmi yayınlanmıştı. O resimdeki, bir insandan daha çok kurgu filmlerdeki gulyabânilere benziyordu. Resmin üzerinde şu ifadeler vardı: "O şimdiye kadar hiçbir zaman, asıl hüviyetiyle kimsenin karşısına çıkmadı. İnsanlık onu hep değişik maskelerle ve başka başka şekillerde gördü. Şimdi ise çeşitli doktrinleri kullanarak bütün beşeri içine alabilecek en korkunç oyununu oynamak istiyor. İnsanla başlayan Mefisto-Faust oyunu henüz bitmiş değildir."
Evet, Geothe de Faust'un sonunda: "Bu hikaye bitmemiş, Faust mu galip, Mefisto mu galip belli değil?" der. Faust toy bir delikanlıdır.. kendi ömrünü yaşayan bir varlık. Şeytan ise bütün insanlığın ömrünü yaşayan bir ucûbe. Siz o resmi ya da benzerlerini görmüşseniz, şeytan denince zihninizde o şekil canlanabilir. Fakat, şeytan zihninizdeki şekilden çok farklıdır.
O, farklı farklı fettânlar (gönül alıcılar, fitneciler) şeklinde insanların karşısına çıktığından dolayı bazen bohemliği kullanır, beşerin hayvanî hislerini gıdıklar. Bazen insanları yutan bir canavar gibi; bazen de onların beyinlerini okuyan, değişik elektrik şerareleri göndererek muvazenelerinde olumsuz tesirler icra etmeye çalışan, gelip beyin guddelerine oturarak vesvese veren, orada -psikiyatristlerin dediği gibi- değişik hormonlar üreten ve böylece hasımlarına korkulu rüyalar gösteren bir büyücü gibi olur.
Beşer hayatından metafiziğe ait mülâhazalar silinince her şeyi fizikle açıklama hastalığı zuhur etti. Dolayısıyla da günümüz insanı bir düalizme girdi. Dine, dinî esaslara inanan, bütün fizikî dünyaya metafiziğin hakim olduğunu kabul edenlerin zihinlerinde bile her şeyi fizikle açıklama hastalığı başgösterdi. Günümüzdeki korkunç pozitivist mülâhazanın, insanların kafalarındaki akide intizamını şöyle böyle bozan bir kısım tesirleri oldu.. oldu ve hemen herkesin kalbine metafiziğe dair şüpheler attı. Bugün neredeyse herkesin şüphesi vardır. O şüphe de ancak kendini ibadete vermekle çözülebilir. Çünkü din, tasdikun bi'l-kalb, ikrarun bi'l-lisan ve â'mâlün bi'l-erkân, yani; doğruluğunu kalb ile kabul etme, bu kabulü dil ile açıkça söyleme ve sonra da bu kabul ve itirafı davranışlarla bütünleştirmeden ibarettir.
İİnsan çokça ibadet etmeli, ibadet onun tabiatının bir yanı haline gelmelidir. Kant, "Nazarî akılla Allah bilinemez." diyor; Yaratıcı'nın ancak amelî akılla bilinebileceğini söylüyor. Bergson da -kendine göre- vicdanı ve entüisyonu (sezgiyi) ön plâna çıkarıyor. Bir mânâda, her şeyin vicdanla, sezgiyle bilineceğini ifade ediyor. Evet, insan delillerle kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle hiç bir zaman imana ilişen problemlerden kurtulamaz. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması lazımdır. O da, daha işin başında gönlü şeytana değil, Allah'a satmakla olacaktır. Gönlünü Allah'a satarak.. "Al bunu, bu Senin otağın, tahtını kur oraya." diyerek..
"Dil beyt-i Hüdâ'dır, ânı pak eyle sivâdan Kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde."
diyen İbrahim Hakkı Hazretleri'ne kulak vererek alnı seccadeye koyup, "Kalbimi Senden başka her şeyden temizle, beni daire-i Ulûhiyetine iltisaka (kavuşmaya) muvaffak eyle." diyerek.. yirmi sene, otuz-kırk sene bu şekilde yalvararak.. insan ancak böyle bir cehd neticesinde hakka'l-yakîne ulaşır ki, o yaşana yaşana duyulup erilecek bir hedeftir ve o hedefe ulaşanların karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da -Allah'ın izniyle- onlara bir zarar veremez.
Pozitivizm, nazarî bilginin fendini bozabilir; fakat amelî bilgiye ilişemez. Onun için avam halk, bir şeyler bilenlere göre daha avantajlıdır; onlar sâfiyâne inanırlar. Ekseriyetle, okuyan, kitap karıştıranların kafalarında bin türlü delik açılmıştır. Eğer onlar, aklî meselelerle meşgul oldukları gibi gönüllerini de ihmal etmez ve kalblerini işletirlerse o deliklerden dökülmezler. Yoksa fennin, felsefenin açtığı yırtıklardan düşüverirler.
İşte bu sebeple, çok eski yıllardan bu yana içimde besleyip büyüttüğüm ve şahit olduğum hadiselerle doğruluğuna iyice inandığım bir mülâhazam vardır: Eğer felsefe okutulacaksa, onun yanında mutlaka tasavvuf da okutulmalıdır. Ve o tasavvuf dersini, o alanda iyi yetişmiş, meseleleri bildiği gibi aynı zamanda mâlumatıyla amel eden, anlattıklarını yaşayan bir hoca vermelidir. En az akıl kadar kalbin de işletilmesi, ileriye götürülmesi ve neticede kalb ve kafa izdivacının sağlanması şarttır. Yoksa, insanların imanı, zayıf bir lehimle tutturulmuş olur. O da, nâmüsait şartlar altında birden bire eriyiverir, kırılır gider.
"Neden bu iş bu kadar ince?" diye akla gelebilir. Çünkü "sırr-ı teklif"in olduğu bir imtihan dünyasındayız. Sa'y ve gayret olmadan bu imtihan verilemez. Küfür ile iman arasında ince bir perde vardır. Sıkı durulmazsa, yanlış bir fikrî hareketle perdenin öbür tarafına düşme talihsizliği her zaman muhtemeldir.
Öyleyse kulluk vazifesine sıkı sıkı yapışmak ve Allah'a sığınmak lâzımdır. Gönlümüzde zaman zaman hasıl olan vesveselere karşı sürekli tetikte olmak, bazı meseleler karşısında kendi idrak ve anlayış yetersizliğimizi kabullenmek ve bazen de şöyle düşünmek gereklidir: "Allah karşısında el bağlayıp Kâbe'ye doğru durdum. Ben bir halkaya dahilim. Benim önümde halka şeklinde bir saf daha var.. onun önünde bir başka halka.. onun önünde de binlerce halka.. Kâbe'de namaz kılıyor gibi milyonlarca insan Kâbe'ye teveccüh etmiş namaz kılıyor. Bunların içinde ne dâhiler, ne dimağ ve gönül insanları vardır. Allah'a tereddütsüz teveccüh ediyorlar. A be ahmak, sadece sen misin akıldan, delilden, ilim ve fenden anlayan!"
******************************
Sual:İnancında şüphe duydugun zamanlar oldu mu?
Evvela imanın tanımını yapmak gerekmektedir:
Bütün dilcilerin örfünde imanın hakikati; "mutlak tasdik"dir. Yani bir şahsa bir habere veya bir hükme kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak onu doğrulamak sözünü doğru kabul etmektir. Tasdik eden tasdik ettiği şahsı tekzip edilmekten emin kılmış veya bizzat kendisi yalandan emin ve mutmain olmuştur. İman kelimesi ya "âmenehu" da olduğu gibi doğrudan veya "âmene bihi" ve "âmene lehu" da olduğu gibi (be) veya (lâm) ile mef'ul alır. (be) ile olursa "İkrar ve itiraf"; (lâm) ile olursa "iz'an ve kabul" manası ifade eder.(1)
Biz de deriz ki;kişi imani bir hükümde şüphe edemez.Sualde kastedilen bu olmak gerektir:“hiç imani hükümlerde şüphe gelir mi sana“ yani vesveseye düşer misin?“Evet sual bu olmalıydı..Çünkü şüphe gelmesi farklışüphe etmek farklıdır.
Evet imani hükümlerde şeytan-ı lain herkes gibi bizlere de vesvese vermektedir.
Vesvese 2 boyutludur.1 ameli boyutu2 itikadi boyutu.Ameli boyutunda şeytan der ki;“ya namazın kabul olmazsa“ vs.İtikadi boyutunda ise der:“Acaba Kur’an insan kelamıysa!!!“ vs.
Peki bu vesveseler sadece dinen zayıf kişilerde mi görülüyor?Kesinlikle hayır!
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ashabından bir kısmı ona sordular:
"Bazılarımızın aklından bir kısım vesveseler geçiyor normalde bunu söylemenin günah olacağına kaniyiz." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Gerçekten böyle bir korku duyuyor musunuz?" diye sordu. Oradakiler Evet! deyince: "İşte bu (korku) imandan gelir (vesvese zarar vermez) dedi. Diğer bir rivayette: "(Şeytanın) hilesini vesveseye dönüştüren Allah'a hamdolsun" demiştir.(2)
Müslim'in İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'dan kaydettiği bir rivayet şöyledir: "Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulû bazılarımız içinden öyle sesler işitiyor ki onu (bilerek) söylemektense kömür kesilinceye kadar yanmayı veya gökten yere atılmayı tercîh eder. (Bu vesveseler bize zarar verir mi?)". Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Hayır bu (korkunuz) gerçek imanın ifadesidir" cevabını verdi."
Ebu Zümeyl rahimehullah anlatıyor: "İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'a (bir gün): "İçimde duyduğum bu (fena) şeyler de ne?" diye sormuştum. Bana:
"Ne hissediyorsun ki?" dedi. Ben:
"Vallahi (onlar çok fena!) dilime alamam!" dedim.
"Şekk [şüphe] nevinden bir şey mi?" dedi ve güldü. Sonra açıkladı:
"Bu (çeşit vesveseler)den hiç kimse kurtulamaz. Nitekim Allah Teala hazretleri (Resulüne) şu ayeti inzal buyurmuştur. (Mealen): "Eğer sana indirdiğimiz (kitapta anlatılan bu kıssalar) hakkında bir şüphen varsa senden evvel indirilmiş olanları okuyanlara sor. Andolsun ki sana Rabbinden hak (olan kitap) gelmiştir sakın şüphe edenlerden olma!" (Yunus 94).]
İbnu Abbas bana dedi ki: "Eğer içinde herhangi bir vesvese bulursan şöyle de: "O (Allah) hem evveldir hem ahirdir hem zahirdir hem batındır. O herşeyi bilendir" (Hadid 3).(3)
Evet bu hadiseyle de görüyoruz ki;vesvese en yüksek kemalata erişmiş kullara da verilmektedir.Fakat bunda şüphesiz bir mes’uliyetimiz yoktur.Bazı müfessirler “Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!”(Bekara-186’dan) ayetini “Bizi içimizden geçen vesveseler sebebiyle cezalandırıp azap etme.” diye de anlamışlardır.
Vesvese güzeldirçünkü:
Eğer desen: Bu derece mü’minlere muzır ve müz’ic olan vesvese ne hikmete binaen bize bela olmuş?”
Elcevab:……… asl-ı vesvese teyakkuza (uyanıklığadikkatli olmaya) sebebdirtaharriye(incelemeyearaştırmaya) dâîdir(davet edendir) ciddiyete vesiledir. Lâkaydlığı atar tehavünü (önemsememizlikumursamazlık) def’eder. Onun için Hakîm-i Mutlak şu dâr-ı imtihanda şu meydan-ı müsabakada bize bir kamçı-yı teşvik olarak vesveseyi şeytanın eline vermiş. Beşerin başına vuruyor. Şayet ziyade incitse Hakîm-i Rahîm’e şekva etmeli“Eûzü billahi mineşşeytanirracim” demeli.(BediüzzamanSözler)
Eğer şeytandan bir kışkırtma seni dürterse hemen Allah’a sığın. Şüphesiz OSemi (hakkıyla işiten)dirAlim(hakkıyla bilen)dir(A’raf-200)
Vesselam. __________________________________________________ ____________
1)(Râgıb el-isfahanî: El-Mutredâd; Asım Efendi Kamüsü'l-Mühit tercemesi İstanbul 1272 H. III 593-594; İbn-i Manzur Lisânü'l-Arap Bulak Mısır 1303 XVII 160-163).
2)"Müslim İman 209 (132); Ebu Dâvud Edeb 118)
3)[Ebu Davud Edeb 118]
****************
Bu dünyada insanlar bir kere aldatılınca gerçekten bile şüphe duyarlar. Hitopadesa
********
"Gunumuzde, dunyadaki temel sorun, aptallarin kendilerinden son derece emin, akillilarin ise devamli suphe icinde olmalaridir."
Bertrand Russell
*******************
"Kesin bilgi ancak cok az bildigimiz zaman mumkundur. Bilgi miktarimiz arttiginda suphemiz de artar."
Goethe
************** "Eger bir insan kesin bilgiden yola cikarsa, suphelere ulasir. Supheden baslamayi becerebildiginde ise, kesin bilgiye ulasir."
Sir Francis Bacon
******** ???? "Inancli bir insanin supheci bir insandan daha mutlu olmasi, sarhos bir insanin ayik birinden daha mutlu olmasindan farkli degildir."
George Bernard Shaw
*************
"Pek cok kisi, kafalarindaki onyargilari baska bir sekilde duzenlerken dusunduklerini zannetmektedir."
William James
**************** Şüphe, çoğunlukla faydası olmayan bir ıstıraptır. Samuel Hohnson
******* Şüphe, duyguların değil, zekanın bir kusurudur. Bacon
********** Şüphe, hummalı hastaya benzer; Uyumaz, uyuyamaz, uyutmaz, dalsa da korkulu rüya görürü. Cenap Şehabettin
******
En son @bdulKadir tarafından C.tesi Mayıs 15, 2010 2:12 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese C.tesi Mayıs 15, 2010 1:13 pm | |
| VESVESE (şüphe ve tereddüt) HASTALIĞI NIN SEBEBİ NEDİR? ÇARESİ VARMIDIR? Zîrâ, şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu dâvet eder, ilim onu tard eder(uzaklaştırır); tanımazsan gelir, tanısan gider.
1=şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. (mesela;''haşa'' ya ALLAH yoksa) tabi imanlı bir kimsenin kalbi bunu kabul etmez. fakat; şüphe hayaline yerleşir,bununla ilgili dinsizlerin iddia ettikleri şeyler hayalinden çıkmaz.insan bundan kurtulmak için düşünmemeye çalışır.gaflete dalmak ister.
ey vesveseli kardeşim merak etme; çünki senin bu hatırına gelen şeylerle küfür ve inkar etmiş olmazsın. bu sözler senin kalbinin sözleri değil şeytanın vermiş olduğu kuruntudan kaynaklanıyor.zira senin kalbin bu sözleri sevmemiş,hoşlanmamamış ve üzgündür.küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi,inkarı hayal etmek inkar olmaz. şeytanın amacı ;bu şüpheyi kalbinden geliyormuş hissi vererek seni üzmektir.zarara düştüm zannedersin,zarara düşersin.şeytanın istediği de budur.
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=238 | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese C.tesi Mayıs 15, 2010 1:14 pm | |
| BİREY VE ELEŞTİREL DÜŞÜNCE
Mustafa CAN xyz.mcan@gmail.com Eleştirel düşünce planlı düşünme ve çalışmanın ürünüdür. Eleştiri yapmak, eleştiriye açık olmayı da gerektirir. “Eleştirmek, geliştirmek içindir.” Bu sebeple iyi niyetle ve gelişmeyi sağlayacak şekilde eleştiri yapılmalıdır. Yeni düşüncelere ve fikirlere kapalı olan bireyin yaptığı eleştiri “yıkıcı tenkit”ten öteye geçmez. Tenkidin “yapıcı” olabilmesi için iyi niyetle ve gelişmeyi sağlayacak yeni fikirlerle beraber olması gerekir. Eleştirel düşünce değişime açık olmayı, belirli bir fikre ya da görüşe taassupla şartsız bağlanmamayı, taassup ve kıskançlık hastalıklarından uzak olmayı da gerektirir. Bu şekilde yapıcı ve gelişime açık bir eleştiriyi “insaf” işlettiği zaman Bediüzzaman’ın ifadesi ile “hakikati rendeçler” yani, gerçeğin ortaya çıkmasına sebep olur. (Eski Said Dönem Eserleri, 2009, s. 581, 631) Bediüzzaman “En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinat eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler; eğer gurur istihdam etse, tahrip eder parçalar” (Age, 631) buyurmaktadır.
Bilgi toplumuna geçiş ve gelişmeyi destekleyen yüksek rekabet gücü ancak eleştirel yaklaşımlarla kazanılabilir. Felsefi açıdan buna bir nevi septisizm, yani şüphecilik de denebilir. Gerçeği bulmak, yeni fikirler ve problemlere çözüm çareleri üretebilmek ancak eleştirel yaklaşım ve geçici bir şüphe ile mümkündür.
Çağımız “Bilgi Çağı…” Bilgi toplumunu ve sürdürebilir gelişmeyi sağlamak için eğitim stratejik öneme sahiptir. Ülkemiz eğitilebilir yüksek oranda genç nüfusa sahiptir. Yeni kaplara yeni yemekler konduğu gibi, yeni nesilleri de çağa uygun yeni bilgilerle donatmak şarttır. Bu bakımdan yenilikçilik küresel dünyada hem dünyaya uyum sağlamak, hem de rekabete açık olmak için gereklidir. Demokrasi sosyal ve siyasi hayatta bireyin hak ve özgürlüklerini korumanın teminatıdır. Yeniliğe açık, demokratik özgür ve özgün bireylerin bulunduğu bir toplumun geleceği parlak olur. Bu bakımdan demokratik bireylerin kabiliyetlerini ortaya çıkarmayı hedeflen hür bir eğitim, hem ekonomik kalkınmanın, hem bireysel gelişimin hem de ülke kalkınmanın ön şartıdır. Yenilikleri ortaya çıkarmak ve hür düşünmek bireylere eleştirel düşünme alışkanlığı kazandırmakla da doğru orantılıdır.
Eleştirel düşünme bireylerin amaçlı ve hedefli olarak yaptıkları alışılmışın dışında düşünmeyi içerir. Bu salt kişilerin düşüncelerini, davranışlarını ve inançlarını eleştirmek değil; bilakis eşya ve varlık üzerinde alışılmışın dışında farklı açılardan bakabilmek ve yeni yorumlar getirmek demektir. Eleştirel düşünme uluorta tenkit de değildir. Akıl yürütme, mantık ve kıyaslamalarla sonuçta belirli fikir ve davranış değişikliği sağlayan düşünme şeklidir. Sadece günümüzde keşfedilen bir düşünce şekli de değildir. Bilakis Sokrates’ten günümüze bütün filozofların ve ilim adamlarının düşünce biçimidir. Özellikle İslam bilginlerinden Hüccetü’l-İslam İmam-ı Gazali eleştirel yaklaşım konusunda örnek gösterilebilir.
Eleştirel düşünce her alanda ve her aşamada kullanılabilir bir metottur. Bilgiyi sorgulamak bilginin yetersiz olduğunu ortaya koyar ve yeni bilgilerin kazanımını netice verir. Bu düşüncede eksikliklerin farkına varmak ve gidermeye çalışmak önemlidir. Tanımların ve kavramların açıklanması, soyut kavramaların somut örneklerle akla yakınlaştırılması ve yerli yerine konulması önemlidir.
Eleştirel düşünce rastgele tenkit değildir; bilakis zihinsel mantık silsilesine uygun, planlı ve hedeflere yönelik bilimsel bir düşünce şeklidir. Eleştirel düşünme yeni fikir ve düşüncelere kapalı olmamak, düşünmenin farkında olmak, düşünmeyi tefekkür makamına çıkarmak demektir. Eleştirel düşünce fert olarak taklitçiliği terk etmeyi ve bireyselleşmeyi netice verdiği gibi, vatandaşları da sürü olmaktan çıkararak yurttaş haline getirir. Özellikle siyasi alanda eleştirel düşünebilmek bunu sağlar.
Okul bir eğitim kurumu olarak çocuğu toplumsal ve sosyal hayata hazırlar. Okulun vereceği en güzel eğitim de öğrencilerin özgün ve özgür birey olması için gereken bilgi ve donanımı sağlamasıdır.
Çağımızın demokrasileri toplumsal problemlere duyarlı, sorumluluk sahibi, dogmatik düşüncelerden uzak, etkin bir şekilde topluma katılan, kendi düşüncelerini oluşturulabilen ve başkalarının düşüncelerini sorgulayabilen ve değerlendiren, empati kurabilen, tartışma ve uzlaşma kültürüne sahip bireylere ihtiyaç duyar. Demokrasilerde eleştirel düşünce yurttaş olmanın şartıdır. Bu bakımdan okullarımızda bunu sağlayacak bir eğitimin verilmesi gerekir.
Öğrencilere eleştirel düşünceyi öğretmesi gereken öğretmenlerin de bu konuda model olması ve farklı düşünme biçimlerine açık olması lazımdır. Öğretmen sınıfında tüm öğrencilerin eğitime ve öğretime katılacağı, kendisini doğal bir şekilde ifade edebileceği ve kabiliyetlerini sergileyebileceği demokratik bir ortam oluşturmalıdır. Eğitim eşitlik, çoğulculuk esasına dayanmalıdır. Öğrencilerin insan haklarına saygılı ve demokrasiyi benimseyen bireyler olabilmelerini sağlamak eğitimin ana hedefi olmalıdır. Bu da ancak eleştirel düşünceyi doğru bir şekilde eğitime uygulayabilme becerisi ile mümkün olur.
Sonuç olarak eleştirel düşünce bilgiye dayalı ve gerçeği aramamaya yönelik bir düşünce şeklidir. İnsanı köle olmaktan kurtararak birey haline getirdiği gibi, toplumu da sürü olmaktan çıkararak hür vatandaşlar haline getirir.
*****************
Ergenlik Kâbusu: Dini Şüphe ve Tereddütler Ergenlik dönemi, gençlerin o ana kadar sahip oldukları bütün inançlarını yeni baştan oluşturma dönemidir. Bu dönemde gençler anne-babalarının öz veya üvey olup olmadığını bile sorgulama ihtiyacı hissettikleri gibi İslamiyet''le ilgili pek çok hususu da şüpheyle karşılamakta ve onları araştırıp tam bir kanaate ulaşmayı amaçlamaktadırlar. Nitekim bu çerçevede ergenlik dönemi gençlerinde dinî şüphe ve tereddütler yoğun olarak görülmektedir. Dinî şüphe ve tereddüt deyince kastettiğimiz şey; dinî değerler hakkında gençlerde ortaya çıkan şüphelerdir. Mesela "Acaba gerçekten Allah var mı? Din inanılması zorunlu olan bir gerçek midir? Hak din İslamiyet değil de başka bir din olabilir mi? Allah''ın bizi yarattığından nasıl emin olabiliriz? Gerçekten ahiret var mı?" şeklindeki düşüncelerdir. Şüpheler bu konularla sınırlı kalmayıp "Allah''ın varlığı, birliği, sıfatları, melek, cin, şeytan, ruh gibi görünmez varlıklar, kitaplara ve peygamberlere iman, ölümden sonra diriliş, kaza-kader, sevap-günah, fakirlik, zenginlik, evrenin ve insanın yaratılışı" 1 gibi hususlarda yoğunluk göstermektedir. Dini şüphelerin ortaya çıkışı ve gelişim süreci? Ergenlerde bu tarz şüphe ve tereddütlerin ortaya çıkışında kişisel özellikler, aşırı akılcı akımlardan etkilenme ve olaylara bu doğrultuda yaklaşma meylinin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan ergen gençlerin, dinî yaşamın çok zayıf olduğu çevrede yetişmesinin, ailede ve okulda yeterli ve sağlıklı din eğitimini alamamalarının ayrıca medyanın da onlarda dini şüphe ve tereddütlerin ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtmeliyiz. Ergenlik dönemi yaklaşırken çocuk, psikolojik yapısında ortaya çıkan değişmelerin de etkisiyle daha önce severek, isteyerek, yaptığı pek çok davranış gibi ibadetlerini de aksatmaya başlar. Aslında ibadetleri yerine getirme noktasında görülen bu gevşeme, inanç noktasında ortaya çıkacak olan şüphe ve tereddütlerin bir aşamasıdır. Yaş olarak belirtmek gerekirse, 10 yaş altı çocuklar dinî şüphelere kapalı olmakla beraber bu yaşlarda zaman zaman şüphelerin görülmesi söz konusudur. 2 Dinî şüphelerin gelişimi kızlarda daha erken başlamaktadır. 10-11 yaşlarında dinî şüphe kızlarda ortaya çıkmakla beraber, 12-13 yaşlarında da bu durum dikkat çekici boyuta gelmektedir. Erkeklerde ise 14-15 yaş aralığında şüphe duyma oranı yüksek olup, 16-17 yaşlarında da bu şüphelerin yoğun olduğu görülmektedir. 3
Bu şüphe ve tereddütlerden korkmalı mıyız?
Her işin bir hayır tarafı vardır. Ergenlik dönemine yeni girmiş çocuklarınız varsa onlarda gördüğünüz dinî şüphe ve tereddütlerin tamamıyla olumsuz, zararlı bir durum olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz demektir. Çünkü bu şüpheler onları dini araştırmaya yöneltmekte böylece doğruları öğrenmeleri ve dini değerleri tam anlamıyla kabullenmeleri mümkün olmaktadır. Nitekim dinî şüpheler, ergen gençlerin büyük kısmının dinî konularda daha fazla bilinçlenmesine neden olmaktadır. Ancak zihnindeki şüpheler bertaraf edilmeyen, doğruyu bulma imkânı olmayan, merak ettiği soruların sağlıklı biçimde cevabını alamayan, kendileriyle ilgilenilmeyen gençlerin bu şüphe ve tereddütleri her zaman olumlu şekilde sonuçlanmamakta, şüpheler bazen büyüyerek inançsızlık hâline gelebilmektedir. Bu nedenle yetişkinlerin, gençlerin tehlikeli bir süreçten geçtiği bu dönemi ve sordukları soruları önemsemeleri, onlarla ilgilenmeleri, yaşadıkları bu zor süreçte onlara yardımcı olmaları son derece önemlidir.
Böyle bir durumda nasıl bir tavır takınmalıyız? Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki gençlerin "Allah''ın var olup olmaması, Dinimizin hak din olup olmaması" gibi soruları aslında kanaat ve inancın ifadesi değil, o güne kadar doğru olarak kabul edilen bilgilerin ve inançların akıl süzgecinden geçirilerek sorgulanma sürecidir. Bu süreci "geleneksel dinî kalıpları tenkit ve değerlendirmeye tabi tutarak şahsi bir din anlayışına ulaşma safhası" 4 olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Dinî konular, pek çok gencin küçüklükten itibaren hayatının merkezinde gördüğü, inanılması mutlak zorunlu meseleler olduğu için genç, bu konularda kendisinde uyanan şüphe ve tereddütler için suçluluk ve günahkârlık hislerine kapılmaktadır. Bu yüzden "Aman böyle söyleme veya böyle düşünme, o zaman sen inançsız olur, dinden çıkarsın" şeklinde genci inkârla itham etmek, ya da kaba kuvvet kullanmak yangına körükle gitmektir. Bu tür davranış biçimleri genci tamamıyla dinden uzaklaştıracak ve son derece olumsuz sonuçlar doğacaktır. Gençlerin bu tür sorularının ilgi ve alaka manasını taşıdığı göz ardı edilmemelidir. Ergen genç, ancak merak ettiği hususu anlamak ve öğrenmek ister. Bu nedenle çocukluktan kurtulan ve yeni bir yapılanma içine giren gençlerin düşündüklerini söylemelerini engellemek yerine; onları anlayışla karşılamak, onlarla fikir alışverişi içine girmek, düşüncelerini açıkça paylaşmalarına imkân tanımak en sağlıklı yaklaşımdır. Ancak gence doğruların doyurucu bir şekilde, aklî ve mantıkî deliller çerçevesinde, pedagojik ilkelere bağlı kalarak anlatılması, son derece önemlidir. Şunu rahatlıkla söylemek mümkün ki sistemli, ölçülü ve bilinçli yaklaşıldığı takdirde bu şüphe döneminin sonunda genç; doğruyu bulacak, inandıkları gelenek olmaktan çıkacak, onda tam bir iman ve inanç durumu oluşacaktır. Bu noktadan sonra genç sarsılmaz bir imana sahip olacaktır. Nitekim dinî duyguların belirginleştiği yıllarda bazı ergen gençlerin dine sarılmaları da bu kanaatimizi desteklemektedir. Ancak yaşanan bu süreç içerisinde gencin zihninde uyanan, şüphe ve tereddüt ifade eden sorulara doyurucu cevaplar alabilmesi ya da yakınında sorularına cevaplar bulabileceği kimselerin olması önemlidir. Ergen gencin sorduğu sorulara cevap verilemiyorsa bile en azından onları araştırmaya ve öğrenmeye teşvik etmek, gerçekleri araştırmasını sağlamak, yapılacak en akıllı davranış olacaktır. Nihayet ergen genç artık 20''li yaşlara geldiği zaman diğer hususlarda olduğu gibi dinî duygu ve davranışlar açısından da belli bir denge ve istikrar yapısını kazanacak, dine bakışı netleşecektir. Bu aşamada artık onların şüphe ve tereddütleri kaybolmuş veya zayıflamış olacaktır.
Sevgili anne-babalar! Evlatlarınızın dini meselelerle ilgili şüphe ve tereddütlerinden dolayı korku ve paniğe kapılmayın. Sizler, nasıl çocuğunuz okul öncesi dönemde Allah hakkında ve diğer imanî değerlerle ilgi sorular sorduğunda memnun oluyor "benim çocuğum dindar olacak, dine ilgi duyuyor" diyerek seviniyorsanız, şimdi de sevinebilirsiniz. Zira ergenlik döneminde gençlerin sorduğu bu tür sorular inançsızlık veya dinden uzaklaşma tavrı değildir. Bilakis bu, dine değer vermek ve gerçekleri öğrenmek için çaba ve gayret sarfetmektir. İşin doğrusu siz çocuklarınızdan ergenlik döneminde bu tür soruları duyuyorsanız sevinmeli, çocuğunuzun dini değerlerle ilgilenmesi ve onun hakikatini öğrenmek istemesinden dolayı mutlu olmalısınız. Ancak yukarda anlatılanları da göz ardı etmemeli, üzerinize düşen vazifeyi en güzel şekilde yerine getirmelisiniz. Aksi takdirde istenmeyen sonuçlarla karşılaşmak da mümkündür.
1-Abdulkerim Bahadır, Ergenlik Döneminde Dini Şüphe ve Tereddütler, U.Ü.S.B.E., (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Bursa 1994, s. 141. 2- Kerim Yavuz, Çocukta Dini Duygu ve Düşüncenin Gelişmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1987, s. 236. 3-Bahadır, age., s. 92. Dinî şüphe ve tereddüt yaşadığını söyleyen 137 gençte bu düşüncelerin ortaya çıkma yaşı ve oranları; 10-11 yaş aralığında %7, 12-13 yaş aralığında %36, 14-15 yaş aralığında %49, 16-17 yaş aralığında ise %7 şeklindedir. 4- Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, TDV., Ankara 1993, s. 270.
En son @bdulKadir tarafından C.tesi Mayıs 15, 2010 1:28 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese C.tesi Mayıs 15, 2010 1:16 pm | |
| Şüphe veya Kuşku, bir insanın, bir olay karşısında duyduğu emin olamama duygusu veya güvensizlik duygusudur. Şüphenin en genel tanımı ise; "inanç ve inançsızlık arasında kalan duygu"dur. Şüphe, çoğu insan için olağan bir duygu olsa da, kimi zaman bu duygu gereksiz veya aşırı olarak belirebilir. Aşırı şüphe duyan insanlara "Paranoyak" veya "Kuşkucu" adı verilir. Şüphe, öncelikle bir yargıdan veya hükümden önce hissedilen tereddütle ortaya çıkar. Bu duygunun sebepleri, olayın veya hükmün inandırıcı oluşuna göre değişiklik göstermektedir. Bununla beraber, bir hükmün inandırıcılığı, kişiden kişiye de değişiklik göstermektedir. Paranoyak adı verilen insanlar, hemen hemen tüm durumlarda tereddüt yaşarlar. Psikologlar ise, şüphenin, kişinin benliğinden çıkan bir tür fobi olduğu görüşündedirler. vikipedia | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese C.tesi Mayıs 15, 2010 1:20 pm | |
| Boş Kaldığımız Zaman Şeytan Çok Çeşitli Şüphe, Tereddüt ve Sıkıntılarla Hücum Ediyor. İrademiz Hislerimizin Elinde Oyuncak Oluyor ve Bu Gibi Durumlarda Masiyete Karşı Sabrımız Azalıyor, Tavsiyeleriniz?
Fethullah Gülen
Evvelâ, şeytanın, saptırıcı fitne ve vesveselerine, fena şeyleri tezyînine karşı, namaz -niyazla yüzümüzü yerlere sürerek, secde ile gururumuzun hortumunu bükerek, "Akrebu ma yekûnul abdu min Rabbihi fehüve sâcid" "Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde halidir" gerçeğiyle başımızı yere koyup, "Allahümme euzu bike mink" "Allah'ım Senden Sana; azamet, celâl ve ceberutiyetinden Rahmet ve Rahmâniyetine sığınırım" demeli ve Rabbimiz'in himayesine girmeliyiz.
"Boş kaldığımız zaman şeytan bize musallat oluyor" ifadesi tam gerçeği anlatıyor. Gerçekten şeytan, daha ziyade âtıl insanlara hücum eder hiç bir iş yapmayan, din adına aktif olmayan ve din adına yer yer dolup boşalmasını bilmeyen kimselerle uğraşır. Öyleyse biz de bu noktadan hareketle, ataletten kurtulma ve aktif olma yollarını araştırarak işe başlamalıyız.
Madem şeytan, daha ziyade ataletimizden istifade ediyor, boş durduğumuz zamanlarda içimize uygun olmayan kuruntular atıp, fena şeyleri düşündürerek bizleri fena şeyler yapmaya zorluyor; öyle ise biz de lâhuti bir meşgaleyle sürekli onun kurcalayıp durduğu boşlukları doldurarak ona karşı koymalıyız; yani ister düşünce, ister fiille, tepeden tırnağa dolmak ve ona, içimizde el atacağı bir yer bırakmamalıyız.
Afâkî ve enfüsî tefekkürle, sürekli Rabbiyle irtibatını yenileyip duran bir insana, şeytan yol bulup vesvese veremez.
Rabıta-ı mevtle iki büklüm bir insanı da şeytan kendine ait oyunlarla dize getiremez.
Gece, gündüz Dîn-i Mübîn-i İslâm'ın dört bir yanda bayraklaşıp şehbâl açması uğruna çırpınıp duran bir dava adamını da şeytan kendine ram edemez.
Bütün his ve duyguları, yakîni imanla itmînana kavuşmuş bir insanın, İlâhî vâridat kaynağı gönlüne de şeytanın uğursuz eli uzanamaz.
Hasılı biz, Rabbimizle irtibat içinde olursak, O da bizi, bizim ve O'nun düşmanı olan şeytana terk etmeyecektir. Evet, hiç mümkün müdür ki biz vefalı davranıp O'nun dinine omuz verelim de, (Haşa) Cenab-ı Hak bize karşı vefalı davranmasın?.. O vefalıların en vefalısı olduğuna göre, elbette bizi arzularımızla baş başa bırakmayacak ve çürümeye terk etmeyecektir. Evet O, kitabında: "Evfu bi ahdi ûfi bi ahdiküm." (Bakara/40) "Siz, sözünüzü tutun Bana karşı vefalı olun ki Ben de size vefalı olayım" diyor. O halde biz, Allah'ın dinine yardım edip dururken hiç Allah bize şeytanı musallat eder mi? Hayır ve asla! Aksine O, böyle bir durumda en azından bir âyetini lisanımızda temessül ettirecek, bizi kendimize getirecek ve o şeytanî girdaptan uzaklaştıracaktır. Tıpkı, Allah Resulü'nün bir kısım güzide ashabını uzaklaştırdığı gibi. Evet, onların da, insan olarak bakışlarının bulandığı, başlarının döndüğü anlar olmuştur ama, hemen Rabbin bürhanı karşılarına çıkmış ve nazarlarını meâliye ve uhrevîliklere çevirmiştir. Hak dâvâsında samimi olarak gönül veren herkes hayatına az dikkat etse görecektir ki, irâdesini kötüye kullandığı veya bilmeyerek bir uçurumun kenarına sürüklendiği nice zamanlar olmuştur ki, bir inâyet eli uzanıp onu tutmuş, desteklemiş ve düşmesine imkân vermemiştir. Evet her birerlerimiz, Cenab-ı Hakk'a karşı sadâkat ve vefamız ölçüsünde mutlaka O'nun desteğini görmüş ve "İn tensurullahe yensurküm" sırrını irademizin nasiye ve çehresine yazıldığını müşâhede etmişizdir.
Bizim irâdemizin çerçevesi yok denecek kadar dardır. Buna rağmen, O bizim bu irâdemizi şart-ı âdi yapmış ve şeytana ait bütün iğfalleri ters-yüz etmiştir.
Evet, şeytan ve nefsin içimize attığı şeylerin ta baştan önünü kesersek, bir ölçüde onların muharebe zeminine hakim olmuş oluruz. Çeşitli zamanlarda, sizi ciddi bir baskı altında tutup, artık altından kalkamayacağınız hale gelen hayalleriniz; bazen de bir an altında kalsanız da hemen sıyrılıp uzaklaşabileceğiniz hayallerinizi bir düşünüp, muhakeme edin; zannediyorum dediklerime hak vereceksiniz. Çünkü öyle yerler, öyle durumlar vardır ki, orada kendi kalbimizin hayatiyet ve canlılığı bizi canlı ve diri tutmaya yetmeyebilir. Bir de çehresi hakikat gamzeden ve iradesinde Allah'ın iradesi çağlayan öyle kimseler vardır ki, onların yanına gittiğimiz zaman sanki Nebi ile diz dize oturmuş gibi kuvvet kazanırız. Onların söz ve sohbetleri bir iksir olur; içimizde buz bağlamaya başlamış kötü duygu ve düşünceleri bir anda eritir. Bazen de biz, kendimiz aynı hal ve havaya mazhar oluruz. Bu defa da bir başkası bizim atmosferimize sığınır, bize dayanır ve varlığını sürdürmeye çalışır. Allah insanı topluluk içinde yaşayacak bir fıtrat üzere yaratmış ve sonra da onu toplumun içine salmıştır. İnsan, maddi-mânevî dünyasını ancak ve ancak kendi gibi bir toplumun içinde yaşayabilir. Bu noktada bize düşen vazife iyi arkadaşlardan uzak kalmamaktadır. Çünkü iyi arkadaş, her zaman nasihatlarıyla yüreğimizi hoplatıp içimizde aşk ve heyecan uyandırabilir. Böyle bir arkadaşlığı, çarşıda-pazarda gezerken ve uzun yola çıkarken hep devam ettirmek lazımdır. İnşaallah, bu şekildeki bir arkadaşlık fanusu, serası içimize şeytanların girmesine fırsat vermeyecektir.
Bir diğer husus da, mümkün mertebe, kalpleri inceltecek nasihatlara kulak verilmelidir. Evet, dinleyince ahiretle bütünleşeceğimiz ve öteler arzusuyla coşup heyecanlanacağımız nasihatlar çok önemlidir.. ve bu manâdaki nasihat aynen dindir. Seleflerimiz vâz-u nasihat ederken, cami aşkla, heyecanla dolardı. Koca Fahruddun-i Râzi, felsefe kitaplarını devirmiş bir insandı ama, kürsüye çıktığında hıçkırıklarından ne dediğini adetâ kimse anlayamazdı. Biz bu türlü nâsihleri, dinlemeden mahrum, bu itibarla da bir bakıma talihsiz bir cemaat sayılırız. Oysa ki insan aynı zamanda, yüreği hoplamaya, gözü yaşarmaya muhtaç bir varlıktır. Evet, insan iç alemi itibariyle her gün birkaç defa incelmeye, incelip kendi içinde derinleşmeye ihtiyacı olan bir yaratıktır. Ağlamak da o ihtiyaçlardan biridir. Kur'an "Onlar ağlar ve yüzüstü kendilerini secdeye atarlar." diyerek hep iç inceliğinden, yaşaran gözden, rikkatli kalpten bahsediyor. Binaenaleyh, mümkünse, her gün Sahâbî, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Efendilerimize ait, evet, gerçekten İslâmi hayatı yaşamış o insanlardan bir kısım sayfalar mütalaa ederek, hayatımızı onlarla renklendirmeli ve çarşıya, pazara öyle çıkmalıyız. Bu sayede, hem zaman zaman gönül dünyamız düzelecek hem de gerçek gönül insanları olan sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinle kendimizi mukayese etme fırsatını bulacağız: "Onlar da Müslümandı, biz de Müslümanız; onlar nasıl öyle olmuştu, biz neden böyleyiz?" gibi mülâhaza ve murakabelerle yenilenebileceğimizi tahmin ediyorum; hiç olmazsa haftada bir kaç defa bu şekilde bir incelme ve kalplerin yumuşaması, -inşaallah- içimizde yer yer mevcudiyetini hissettiğimiz pasları izale edip giderecektir. Biz de bu sayede kalbimize akseden İlâhî tecellileri, bütün aydınlığıyla duyacak ve şeytanın vesveselerinin dışında, uzağında kalabileceğiz. Bu durum bazen bir şahsı dinleme, bazen Kur'an okuma, bazen de tefsirleri karıştırma şeklinde olabilir... Yenilenme şeklinde sınır yok ama, bizim buna en az hava, su ve ekmek kadar ihtiyacımız var. Evet, yüreğimizi hoplatacak bir insanı dinlemek, onunla diz dize gelmek, "Bize nasihat et" demek; kalbimizde, Efendimiz (as) ve sadık dostlarını bir kere daha duymak, bizi ayakta tutacak dinamiklerdendir. Sakın sakın, ülfet ve ünsiyet hastalığı ile: "Ben bunu biliyorum, bir kere daha, okusam ne olur okumasam ne olur." demeyelim! "Dinlesem ne olur, dinlemesem ne olur" demek bir gaflet, bir aldanmışlıktır. İhtiyacın tekerrür etmesiyle, yemenin içmenin tekerrür etmesi gibi, mânevî hayatımızın, kalb, vicdan ve sair duygularımızın da bu türlü şeylerle, beslenmeye ihtiyacı vardır. İşte bütün bunları düşünerek her zaman kendimizi, bir rehberin kucağına atmalı ve onun bütün fenalıkları eriten kutsi atmosferi içine girerek, kendimizi yenileme yollarını araştırmalıyız. Bu, bazen okuma, bazen tefekkür ve bazen da ölümü düşünme ile olabilir. Bunları yapabildiğimiz ölçüde de insî ve cinnî şeytanlardan korunmuş olacağız. Her zaman dua ve niyazımız, Cenab-ı Hakk'ın bizleri nefis ve şeytanın şerrinden koruyup muhafaza etmesi istikametinde olmalıdır.. olmalıdır ki, hayatımızı hep inayet seralarında sürdürebilelim. | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese C.tesi Mayıs 15, 2010 1:35 pm | |
| Doğru Bilginin İmkânsızlığı :
İlkçağ felsefesinin ilk dönemi bir doğa felsefesi niteliği gösterir. O dönemin filozofları sadece duyularla evrenin açıklamasını yapmaya çalışmışlardır. Yani (yöntemsiz, sistemsiz) bir ampirizm (deneycilik) ile evren hakkında kesin bilgilere varılabileceğini sanmışlardır.
Evrenin oluşumu ve varlıkların kökeni ile ilgili sorulara cevap verilirken çelişkili görüşlerin ortaya çıkması, her filozofun kendi görüşlerinin doğru, diğerinin yanlış olduğunu iddia etmeleri, bu tür görüşleri şüphe(kuşku) ile karşılayan sofist denilen yeni bir grup düşünürün ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Sofistler genel-geçer doğru bir bilginin varlığından ilk kez şüphe edenlerdir. Doğru bilginin imkansızlığını benimseyen filozoflara SEPTİK (Şüpheci), Bu düşünce akımına ise SEPTİSİZM (Şüphecilik) denir. DOĞMATİZM (Genel geçerli, kesin bilgilere ulaşılabilir, gürüşünü kabul eden düşünce akımını)'e karşıdır.
Bu görüşü savunan felsefe okulları ve temsilcileri şunlardır. - Sofistler: Protagoras ve Gorgias - İlkçağ Septisizmi: Pyrrhon ve Timon - Akademi Şüpheciliği: Arkasilaos, Karneades - İskenderiye Ekolü: Ainesidemos (sansualist) - Sekstos Emprikos - Elea Ekolü: Parmenides, Zenon, Demokritos - Rönesans Sonrası: Hume, Descartes (Metodik şüphe) - Gazzali:(Metodik şüphe)
Doğru Bilginin İmkânsızlığı :
SOFİZM ;
Sofistler, herkesin üzerinde birleşebileceği bir bilginin olamayacağını savunurlar. “Gezgin öğretmenler” olarak da bilinen sofistlere göre “doğruluklar ve değerler” toplumlara ve hatta insanlara göre değişebilir. Çünkü bilgi olarak yalnızca duyu algılarından oluşmuş zan(sanı)lar vardır. Bunlar da insandan insana değişir. Dolayısıyla herkesin kabul edebileceği genel-geçer bilgi olamaz.
Kişiden kişiye değişen bilgilere Göreli (relative) bilgi; "Göreli (relative) bilgi"; Bir olayın başka olaylarla ilişkili, bağlantılı ve onlara bağımlı olması niteliğidir.
Bilginin kişiden kişiye değiştiğini savunan düşüncelere de “Görecelik” (rölativizm) denir. “Görecelik” (rölativizm); Bağıntılılık öğretisi, özellikle bilginin bağıntılı olduğunu ileri süren felsefe öğretisidir.
Sofistlerin en ünlüsü Protagoras’tır." O’na göre İnsan her şeyin ölçüsüdür."
Diğer bir sofist Gorgias’tır. "O’na göre gerçek yoktur, olsaydı bilinemezdi, bilinseydi bile başkasına bildirilemezdi."
***
Doğru Bilginin İmkânsızlığı :
SEPTİSİZM (Şüphecilik);
Septisizm Sofizm’in sistemleştirilmiş şeklidir. Septisizm, insan zihninin kesin bilgiye ulaşamayacağını, gerçeğin özünü bilemeyeceğini bu bakımdan herhangi bir konuda (ana varlık, ruh, tanrı gibi konularda) olumlu ya da olumsuz yargıda bulunmanın yersiz olduğunu ileri süren bir öğretidir.
Septisizm akımının önde gelen isimleri “Pyrron,Timon,Arkesilaos ve Karneadestir.”
Septikler gerçeği bütünüyle inkâr etmez, sadece kesin yargıdan kaçınırlar. Onlara göre duyularımız bizi yanıltır, gerçeği bilmek mümkün değildir, yapılacak şey yargıdan kaçınmaktır.
Septiklerin şüphesi Descartes’ın şüphesinden farklıdır. Septiklerde şüphe amaç, Descartes’ta araçtır. Descartes şüpheyi bir yöntem olarak kullanmıştır. Descartes açık ve seçik olmayan hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmez. Descartes; önce tanrı da dahil her şeyden şüphe etmiştir. Bu şüphesi kesinlik ifade eden bir esasa ulaşıncaya kadar devam etmiştir. Bu esas O’na göre, DÜŞÜNMEKTİR. Sadece düşündüğünden şüphe edemez olmuştur. Böylece - COGİTO ERGO SUM - “Düşünüyorum öyleyse varım” formülüne ulaşmıştır.
Bu formülü bulunca varlığın ancak tanrıdan gelebileceğini düşünmüştür. “Tanrı da mükemmel olduğuna göre aldanmaz ve aldatmazdır. Öyleyse O’nun bilgisi kesindir.” Diyerek doğru bilginin temeline tanrının yanılmazlığını almıştır. O’na göre artık “Tanrının bildirdikleri ve kendisinin düşünebildiği hakikatinin dışında her şeyden şüphe etmelidir. Ta ki açık seçik bilgiye ulaşıncaya kadar, bu şüpheciliğe Bilimsel şüphecilik de denir. Bunda ilkçağ septisizminin (dogmatizme karşı insan zihnini uyardığı için) etkisi büyüktür. Septisizm bilimin ve teknolojinin olağanüstü başarıları sonunda varlığını sürdürememiştir. Çünkü “doğru bilgi mümkün müdür?” diye bir soru kalmamıştır.
*** Doğru bilginin İmkânı:
Doğru Bilginin mümkün olduğunu ileri sürenlerdir. Burada bilginin değeri ve kaynağı konusu birleştirilmiştir. Doğru bilginin mümkün olduğunu kabul eden düşünürlerin yaklaşımına doğmatizm, bu düşünürlere de doğmatik denir. Dogmatizm: Bir takım ilkelerle insan bilgisinin mutlak hakikate ulaşabileceğini iddia eden anlayışa denir. Septisizmin tam zıddıdır.
Düşünce tarihi boyunca; Rasyonalizm(Akılcılık), Ampirizm (Deneycilik), Kritisizm (Eleştiricilik), Entüisyonizm (Sezgicilik), Pozitivizm (Olguculuk), Analitik felsefe (Çözümlemeli felsefe) , Pragmatizm (Yararcılık), Fenomenoloji (Görüngü bilimi) gibi düşünce akımları doğru bilginin imkanını doğmatik bir yaklaşımla açıklamıştır.
Rasyonalizm (Akılcılık); (Genel geçerli doğru bilgi vardır ve kaynağı akıldır.)
Empirizm (Deneycilik); (Genel geçerli doğru bilginin kaynağı deneydir.)
Kritisizm (Eleştiricilik); (Hiçbir bilgiyi tartışmadan tenkit süzgecinden geçirmeden kabul etmek doğru değildir.)
Entüisyonizm (Sezgicilik); (Doğru bilgiye sezgilerimizle ulaşırız.)
Pozitivizm (Olguculuk); (Bilgilerimiz olgulara dayanır.)
Analitik felsefe (Çözümlemeli felsefe); (Doğru bilgiye önermeleri çözümleyerek ulaşabiliriz. Çünkü dilin yapısı mantıksaldır.)
Pragmatizm (Yararcılık); (Gerçekler insan yaşamında işe yarayan ve faydalı olan şeylerdir. Doğru bilgi fayda sağlayan bilgidir.)
Fenomenoloji (Görüngü bilimi); (Olaylar ve nesneler bilincin kavradığı kadar vardır. Nesnelerin bilgisine varlığın görünüşü (öz) ile ulaşırız.)
***
Doğru bilginin İmkânı:
RASYONALİZM (Akılcılık ): (Genel geçerli doğru bilgi vardır ve kaynağı akıldır.)
Rasyonalizm; felsefede dogmatik bir akılcılık olarak tanımlanırken; Günlük dilde ise, önyargılardan ve duygusal saplantılardan arınmış bir akıl yürütme olarak tanımlanır.
Rasyonalizme göre; genel-geçer bir bilgi vardır ve kaynağı akıl ve düşünmedir. Akıl doğuştandır. Rasyonalizm, insan aklını tüm insanlar için aynı ve değişmeyen bir şey olarak ele almıştır. Ayrıca Rasyonalizm, aklı doğadan ayrı bir öz, farklı bir varlık olarak ele alır. Bilgi, Özne (süje ) ile Nesne (obje) arasındaki ilişkiden doğmaktadır. Böylece akıl ile nesne arasında bir ikilik yaratır.
İlkçağdan günümüze kadar başlıca Rasyonalistler şunlardır.
Sokrates, Platon, Aristoteles, Farabi, Descartes, Hegel.
***
RASYONALİZM (Akılcılık ): (Genel geçerli doğru bilgi vardır ve kaynağı akıldır.)
Sokrates, Platon, Aristoteles, Farabi, Descartes, Hegel.
Sokrates: Sokrates’e göre;” İnsan bilgisi doğuştan gelir.” Sokrates’e göre bilgi edinme yetisi akıldır. Akıl; (pasif) edilgin akıl ve etkin (aktif)akıl olmak üzere ikiye ayrılır. Hareketi ve etkisi olmayan "Etkin akıl" duyularımızı saptayarak bilgimizin içeriğini sağlar. "Aktif akıl" ise pasif aklın sağladığı bu duyuları işleyerek, biçimlendirerek akli gerçeklikleri sağlar.
Atina sokaklarında dolaşarak, her konuyu tartışır. Halka değer yargılarına körü körüne inanmanın yanlışlığını göstermeye çalışır. Bunu yaparken diyalektik yöntemini kullanmıştır. Bu yöntem diyalog esasına dayanır. İki aşaması vardır:
1-İroni (alay): Sorular sorarak çok şey bildiğini zanneden kişinin hiçbir şey bilmediğini ortaya çıkarır. Onunla alay ederek yeni cevaplar aramaya yöneltir.
2-Maiotik (düşünce doğurtma): Hiçbir şey bilmediğine inanmaya başlayan kişinin bulduğu cevaplarla aslında çok şey bildiğini kanıtlar. (Örneğin bu yöntemle bir çobana geometri problemi çözdürdüğü söylenir) O’na göre; Bilgilerimiz doğuştandır ve doğuştan olan bu bilgilerimiz genel-geçerdir. Bu anlamda Sokrates’e göre öğretmen aslında öğrencisine yeni bir şey öğretmez sadece doğuştan onun aklında var olan bilgiyi açığa çıkarır.
***
RASYONALİZM (Akılcılık ): (Genel geçerli doğru bilgi vardır ve kaynağı akıldır.)
Sokrates, Platon, Aristoteles, Farabi, Descartes, Hegel.
Platon: Platon’a göre, (İdealar); - fikir, düşünce, görüşler- ve (Fenomenler); -Olaylar, olgular, görünenler- evreni olmak üzere iki türlü evren vardır. İdealar evreni; Doğmadan önce içinde bulunduğumuz ve her şeyin gerçeğinin bulunduğu evrendir. Ancak akılla kavranır. Fenomenler evreni; Halen içinde yaşadığımız nesneler evrenidir. "Görünenler evreni", "Düşünceler evreni" nin bir kopyası, gölgesi, yansımasıdır.
Görünüşler dünyası olan bu evrenin bilgisi duyu organları ile elde edildiği için doxa (sanı) dır, aldatıcıdır. Çünkü duyu verileri kişiden kişiye değişen aldatıcı, göreceli bilgilerdir. Platon’a göre doğru bilginin kaynağı duyular olamaz. düşünceler evreninin bilgisi akılla elde edildiği için doğru genel-geçer bilgidir. Akılla "idealar evreni" hakkında kesin bilgi elde edilebilir.
Platon’a göre doğru bilginin kaynağı akıldır. Bilmek düşünceleri hatırlamaktır.
RASYONALİZM (Akılcılık ): (Genel geçerli doğru bilgi vardır ve kaynağı akıldır.)
Sokrates, Platon, Aristoteles, Farabi, Descartes, Hegel.
Aristoteles: Hocası Platon’un birbirinden ayırdığı, biri duyularla diğeri akılla (düşünceyle) kavranan iki evreni bir araya getirmek ister. O’na göre idealar nesnelerden bağımsız değildir, İdealar - fikir, düşünce, görüşler - tek tek nesnelerin özünde tümel kavramlar olarak vardır. Bilginin amacı tekil yani bireysel olanı bilmektir. Ancak tekilin bilgisine genelin (tümel)in bilgisinden hareketle ulaşılır.Gerçek bilgi ise, tümel yargılara dayanan önermelerdir.
Aristoteles’e göre gerçekte var olanlar tek tek şeylerdir. Şu anda görmediğimiz idealar değildir. Tümel önermeler içinde tekiller(tek tek nesne ve olaylar) olduğundan, yapılacak iş tekilleri tümellerden üretmektir.
Örneğin: Bütün insanlar ölümlüdür. Aristo’da insandır. O halde Aristo’da ölümlüdür.
Aristoteles bir rasyonalist olmasına rağmen O’nu kendisinden önceki rasyonalistlerden ayıran en önemli özellik bilgilerimizin doğuştan olmadığını savunmasıdır. O’na göre bilgilerimiz duyu organlarınca elde edilir (pasif akıl) ve işlenerek (aktif akıl) tümel kavramlar oluşturulur. Akıl bilgi üretme gücüne sahiptir.
Örneğin: Bir armut tohumu armudu çekirdeğin içinde güç halinde bulundurmaktadır. Buğday tanesi unu, ekmeği güç halinde taşımaktadır. İşte bu güç tecrübeyle temas haline gelince fiile dönüşür ve buğday ekmek haline gelir.
** RASYONALİZM (Akılcılık ): (Genel geçerli doğru bilgi vardır ve kaynağı akıldır.)
Sokrates, Platon, Aristoteles, Farabi, Descartes, Hegel.
Farabi: (870-950) (Ebu Nasr Muhammed bin Turhan bin Uzluğ ) Aristotelesçi düşünürdür. İslam felsefesinin kurucusu sayılır.
Farabi’ye göre; Gerçeğin başında zorunlu varlık olan Allah vardır. Allah varlığını kendisinden alır. O, hakiki ve sonsuz varlıktır. Allah doğrudan ve bir varlık yaratır. Yarattığı bu ilk varlık akıldır. Bilme aklın kendisinde vardır. Hem kendini hem de Allah’ı bilir. İnsan aklı doğuştan bazı bilgileri beraberinde getirir, aslında pasiftir. Deney ile temasa geçince aktif hale gelir. Böylece duyular ve mantıksal çıkarımlarla elde edilen bilgilere ulaşılır. Bu bilgiler doğru ve ya yanlış olabilir. Farabi’ye göre akıl, daha sonra doğrulanmış bilgiler(tasdikat) dediği sahih bilgiye ulaşır.
Farabi’ye göre; Bilginin kaynağı duyu, akıl ve derinliğine düşünmedir. "Duyu ve akıl" doğrudan, "Düşünmek" ise dolaylı bilgiyi verir. Duyusal bilgiler, duyu organlarınca algılanan, tekil olan bilgilerdir. Bilimsel değildir. Bilimsel bilginin maddesini oluşturarak bilimsel bilgiye imkan sağlarlar. Akıl da bu tekil (duyusal) bilgileri biçimlendirerek ve bir takım kalıplara sokarak genel kavramlara ve yargılara dönüştürür. Böylece kesin ve genel-geçer bilgilere ulaşır.
En yüce erdem bilgidir. Aklın edindiği bilgilerle insan iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden ayırabilir. O’na göre evrendeki varlıları bilen ve bundan yaşam için doğru anlamlar çıkaran kişi, böylece Allah’ın varlığına dair işaretleri içeren tüm varlıkların bilgisinden, Allah’ın varlığı bilgisine ulaşır. **
Rene Descartes: (1596-1650) Modern felsefenin kurucusu sayılır. Modern Rasyonalizm’in öcüsü ve Analitik Geometrinin kurucusudur.
Descartes’a göre üç türlü bilgi vardır: 1-Doğuştan gelen bilgiler 2-Yapay bilgiler 3-Sonradan edinilen bilgiler
Tanrı fikri, ruh, uzay ve tüm matematiksel düşünceler doğuştandır. Doğuştan gelen düşünceler doğduğumuzda hazır olarak bulunmazlar. Tıpkı doğuştan gelen hastalıklar gibidir. Yani hastalık bebekte kesin kes görülmez ancak görülme ihtimalinin varlığını gösterir. Bunun gibi doğuştan gelen düşünceler de doğduğumuzda hazır olan düşünceler değildir. Bizde hazır olan bu düşünceleri doğuran yetenektir. Aklın doğrudan kavramasıdır. Bu yetenek Tanrı tarafından eşit olarak dağıtılmıştır. Aklın kavradığı doğuştan olan bu bilgilerin dışındaki bütün bilgilerimiz duyularla kavranmış niteliktedir. Sonradan edinilen geçici bilgilerdir.
Descartes’a göre bu bilgiyi elde etmenin dört aşaması vardır; 1-Doğruluğunu apaçık bilmediğim şeyi doğru kabul etmemek (Apaçıklık) 2-İncelenecek şeyleri bölümlere ayırmak (Bölme, Analiz) 3-En kolay bilinenden, en karmaşığa doğru yükselmek (Basitleştirme ve Sıralama) 4-Gözden geçirmek (Sayma ve Kontrol)
Descartes, duyulara güvenmediği için, duyularla elde edilen bilgilerin şüpheli olduğunu düşündü. Matematiği ve Fiziği apaçık ve kesin bilginin modeli olarak aldı. Onun dışındaki her şeyden bir kere de olsa şüphe etti.
Descartes’a göre kesin bilgi bu şüphe edişten çıkmaktadır. Descartes böylece; “Mademki her şeyden şüphe ediyorum, öyleyse düşünüyorum; Mademki düşünüyorum, öyleyse varım” (Cogito Ergo sum) formülüne ulaşır. Bu sonuç O’na göre apaçık, kesindir. O’na göre kendisinde var olan düşünme yeteneği Tanrı’yı; en yetkin ve aldanmaz-aldatmaz olan Tanrı fikri de dış dünyayı kanıtlanır.
Descartes’in rasyonalizmi, iyi yönetilen her zihnin kesin, genel-geçer bilgiye ulaşabileceği görüşüne dayanır.
****
RASYONALİZM (Akılcılık ): (Genel geçerli doğru bilgi vardır ve kaynağı akıldır.)
Sokrates, Platon, Aristoteles, Farabi, Descartes, Hegel.
Hegel: (1770-1831) Alman idealizminin ve rasyonalizminin öncülerindendir. Hegel’e göre deneye başvurmadan sırf düşünce (spekülasyon) ile kesin bilgiye ulaşılabilir. Çünkü Özne ile Nesne aynı aklın değişik biçimlendirmeleridir. Objenin kendisi de özne gibi akla dayanır. Yani nesnenin kesin bilgisine akılla ulaşılan kavramlar üzerinde düşünülerek ulaşılacağını savunur. O’na göre her ussal (rasyonel) olan şey de gerçekdir. Duyu organlarınca elde edilen bilgilerin kesin genel-geçer bilgiler olmadığını düşünür.
Hegel’e göre “zaten felsefe de, nesnelerin düşünce ile görülmesi, evrenin düşünülmesidir” Bu nedenle kavramlar felsefenin ana konusudur.
Hegel felsefesi, gelişme kavramına dayanır. Her şeyin değişme ve hareket halinde ve birbirine bağlı olarak değiştiğini savunur. Herakleitos’un diyalektik yöntemini geliştirmiştir. Düşüncedeki değişmeler maddedeki değişmelere yol açar.Hegel’e göre her şey üç aşamalı bir gelişme sonucu gerçekleşir.Bu süreç Tez-Antitez-Sentez sürecidir.
Örneğin;”varlık” kavramı üzerinde düşünürsek;
Varlık (Tez)- Var olanı düşününce hemen karşıtını düşünürüm, Yokluk (Antitez)- buradaki çatışma uzlaştırıcı bir kavrama götürür, Oluş (Sentez) sonucuna ulaşırız.
Çiçek (tez), çiçeğin yok olması (antitez), meyve (sentez). Çiçek, meyvenin ortaya çıkmasına yol açar, ama meyvenin ortaya çıkması için çiçeğin yok olması gerekmektedir. Demek ki her olmakta olan şey, hem var olan hem hem yok olan şeydir.
Sonuç olarak; Rasyonalizm, insan aklını tüm insanlar için aynı ve değişmeyen bir şey olarak ele almıştır. Oysa çağdaş psikoloji ve antropoloji yaptığı çalışmalarda aklın da değişmekte olduğunu göstermiştir. Ayrıca Rasyonalizm, aklı doğadan ayrı bir öz, farklı bir varlık olarak ele alarak akıl ile nesne arasında bir ikilik yaratıyor.
Bilgi süje (Özne) ile obje (Nesne) arasındaki ilişkiden doğmaktadır. O zaman birbirinden tamamen ayrı olan akıl ve nesnenin birbiriyle nasıl çakışarak bilgiyi ortaya çıkaracağı sorunu ortaya çıkıyor. Böylece Rasyonalizmin bilgi sorununu çözemediği görülüyor.
Zaten Hegel bu ikiliği “objenin kendisi de süje gibi rasyoneldir” diyerek bu ikiliği aşmaya çalışmıştır.
devamı
http://www.turkish-media.com/forum/topic/185199-bilgi-kuraminin-temel-problemleri/ | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese C.tesi Mayıs 15, 2010 1:39 pm | |
| Doğru Bilginin mümkün olduğunu ileri sürenlerdir.Burada bilginin değeri ve kaynağı konusu birleştirilmiştir.Bun lara Dogmatikler de denilebilir. Dogmatizm: Bir takım ilkelerle insan bilgisinin mutlak hakikate ulaşabileceğini iddia eden anlayışa denir.Septisizmin tam zıddıdır.
kendi aralarında bölümlere ayrılır.
RASYONALİZM- (Genel geçerli doğru bilgi vardır ve kaynağı akıldır) EMPİRİZM- (Genel geçerli doğru bilginin kaynağı deneydir) KRİTİSİZM-(Hiçbir bilgiyi tartışmadan tenkit süzgecinden geçirmeden kabul etmek doğru değildir.) ENTÜİSYONİZM-(Sezgicilik) ( Doğru bilgiye sezgilerimizle ulaşırız) POZİTİVİZM-(Olguculuk)(Bilgileri miz olgulara dayanır) ANALİTİK FELSEFE-(Doğru bilgiye olayların bilgisini ifade ettiğimiz önermeleri çözümleyerek ulaşabiliriz.Çünkü dilin yapısı mantıksaldır.) PRAGMATİZM-(Gerçekler insan yaşamında işe yarayan ve faydalı olan şeylerdir.Doğru bilgi fayda sağlayan bilgidir.) FENOMENOLOJİ-(Olaylar ve nesneler bilincin kavradığı kadar vardır.Bu nedenle nesnelerin bilgisine varlığın görünüşü(öz) ile ulaşırız.)
***
SOFİZM Sofistler, herkesin üzerinde birleşebileceği bir bilginin olamayacağını savunurlar.”Gezgin öğretmenler” olarak da bilinen sofistlere göre Hakikatler ve değerler toplumlara ve hatta insanlara göre değişebilir.Çünkü bilgi olarak yalnızca duyu algılarından oluşmuş zan(sanı)lar vardır.Bunlar da insandan insana değişir.Dolayısıyla herkesin kabul edebileceği genel-geçer bilgi olamaz. NOT:Kişiden kişiye değişen bilgilere göreli bilgi;Bilginin kişiden kişiye değiştiğini savunan düşüncelere de görecilik (relativizm) denir. Sofistlerin en ünlüsü Protagoras’tır.O’na göre İnsan her şeyin ölçüsüdür. Diğer bir sofist Gorgias’tır.O’na göre gerçek yoktur,olsaydı bilinemezdi,bilinseyd i bile başkasına bildirilemezdi.
***
SEPTİSİZM (Duyularımız bizi yanıltır,gerçeği bilmek mümkün değildir,yapılacak şey yargıdan kaçınmaktır) Septisizm Sofizm’in sistemleştirilmiş şeklidir.Septisizm akımının önde gelen isimleri Pyrron,Timon,Arkesila os ve Karneadestir. Septisizm,insan zihninin kesin bilgiye ulaşamayacağını,gerçe ğin özünü bilemeyeceğini bu bakımdan herhangi bir konuda (ana varlık,ruh,tanrı gibi konularda) olumlu ya da olumsuz yargıda bulunmanın yersiz olduğunu ileri süren bir öğretidir. Septikler gerçeği bütünüyle inkar etmez,sadece kesin yargıdan kaçınırlar. Septiklerin şüphesi Descartes’ın şüphesinden farklıdır.Septiklerde şüphe amaç,Descartes’ta araçtır.Descartes şüpheyi bir yöntem olarak kullanmıştır.Descarte s açık ve seçik olmayan hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmez.Descartes;önce tanrı da dahil her şeyden şüphe etmiştir.Bu şüphesi kesinlik ifade eden bir esasa ulaşıncaya kadar devam etmiştir.Bu esas O’na göre,DÜŞÜNMEKTİR.Sade ce düşündüğünden şüphe edemez olmuştur.Böylece COGİTO ERGO SUM “düşünüyorum öyleyse varım” formülüne ulaşmıştır.Bu formülü bulunca varlığın ancak tanrıdan gelebileceğini düşünmüştür.”Tanrı da mükemmel olduğuna göre aldanmaz ve aldatmazdır.Öyleyse O’nun bilgisi kesindir.” Diyerek doğru bilginin temeline tanrının yanılmazlığını almıştır. O’na göre artık “Tanrının bildirdikleri ve kendisinin düşünebildiği hakikatinin dışında her şeyden şüphe etmelidir. Ta ki açık seçik bilgiye ulaşıncaya kadar. Bu şüpheciliğe Bilimsel şüphecilik de denir Bunda ilkçağ septisizminin (dogmatizme karşı insan zihnini uyardığı için) etkisi büyüktür. Septisizm bilimin ve teknolojinin olağanüstü başarıları sonunda varlığını sürdürememiştir.Çünkü “doğru bilgi mümkün müdür?” diye bir soru kalmamıştır.
***
RASYONALİZM Rasyonalizm;felsefede dogmatik bir akılcılık olarak tanımlanırken;günlük dilde,önyargılardan ve duygusal saplantılardan arınmış bir akıl yürütme olarak tanımlanır. Rasyonalizme göre;” genel-geçer bir bilgi vardır ve kaynağı akıl ve düşünmedir.Akıl doğuştandır.” İlkçağdan günümüze kadar başlıca Rasyonalistler şunlardır.Sokrates,Pl aton,Aristoteles,Fara bi,Descartes,Hegel. Sokrates: Sokrates’e göre;”insan bilgisi doğuştan gelir.” Atina sokaklarında dolaşarak,her konuyu tartışır,halka değer yargılarına körü körüne inanmanın yanlışlığını göstermeye çalışır.Bunu yaparken diyalektik yöntemini kullanmıştır.Bu yöntem diyalog esasına dayanır.İki aşaması vardır: 1-İroni (alay):Sorular sorarak çok şey bildiğini zanneden kişinin hiçbir şey bilmediğini ortaya çıkarır.Onunla alay ederek yeni cevaplar aramaya yöneltir. 2-Maiotik (düşünce doğurtma):Hiçbir şey bilmediğine inanmaya başlayan kişinin bulduğu cevaplarla aslında çok şey bildiğini kanıtlar. (örneğin bu yöntemle bir çobana geometri problemi çözdürdüğü söylenir) O’na göre;Bilgilerimiz doğuştandır ve doğuştan olan bu bilgilerimiz genel-geçerdir.Bu anlamda Sokrates’e göre öğretmen aslında öğrencisine yeni bir şey öğretmez sadece doğuştan onun aklında var olan bilgiyi açığa çıkarır. Platon: Platon’a göre İdealar ve görünenler(fenomenler ) evreni olmak üzere iki türlü evren vardır. İdealar evreni;doğmadan önce içinde bulunduğumuz ve her şeyin gerçeğinin bulunduğu evrendir.Ancak akılla kavranır. Görünenler (fenomenler) evreni;halen içinde yaşadığımız nesneler evrenidir. Görünenler evreni idealar evreninin bir kopyası,gölgesi (yansımasıdır.).Görün üşler dünyası olan bu evrenin bilgisi duyu organları ile elde edildiği için doxa (sanı) dır, aldatıcıdır.Çünkü duyu verileri kişiden kişiye değişen aldatıcı,göreceli bilgilerdir.Bu nedenle doğru bilginin kaynağı duyular olamaz.İdealar evreninin bilgisi akılla elde edildiği için doğru genel-geçer bilgidir.Akılla idealar evreni hakkında kesin bilgi elde edilebilir.Bu nedenle doğru bilginin kaynağı akıldır.Platon’a göre bilmek ideaları hatırlamaktır. Aristoteles: Hocası Platon’un birbirinden ayırdığı,biri duyularla diğeri akılla(düşünceyle)kav ranan iki evreni bir araya getirmek ister.O’na göre idealar nesnelerden bağımsız değildir,İdealar tek tek nesnelerin özünde tümel kavramlar olarak vardır.Bilginin amacı tekil yani bireysel olanı bilmektir.Ancak tekilin bilgisine genelin(tümel)in bilgisinden hareketle ulaşılır.Gerçek bilgi ise,tümel yargılara dayanan önermelerdir. Aristoteles’e göre gerçekte var olanlar tek tek şeylerdir.Şu anda görmediğimiz idealar değildir.Tümel önermeler içinde tekiller(tek tek nesne ve olaylar) olduğundan,yapılacak iş tekilleri tümellerden üretmektir. Örneğin:Bütün insanlar ölümlüdür. Aristo’da insandır. O halde Aristo’da ölümlüdür. Sokrates’e göre bilgi edinme yetisi (meleke)akıldır. Akıl;edilgin (pasif)akıl ve etkin (aktif)akıl olmak üzere ikiye ayrılır.Etkin akıl duyularımızı saptayarak bilgimizin içeriğini sağlar.Aktif akıl ise pasif aklın sağladığı bu duyuları işleyerek,biçimlendir erek akli hakikatleri sağlar. Aristoteles bir rasyonalist olmasına rağmen O’nu kendisinden önceki rasyonalistlerden ayıran en önemli özellik bilgilerimizin doğuştan olmadığını savunmasıdır.O’na göre bilgilerimiz duyu organlarınca elde edilir (pasif akıl)ve işlenerek (aktif akıl)tümel kavramlar oluşturulur.Akıl bilgi üretme gücüne sahiptir. Örneğin:Bir armut tohumu armudu çekirdeğin içinde güç halinde bulundurmaktadır.Buğd ay tanesi unu,ekmeği güç halinde taşımaktadır.İşte bu güç tecrübeyle temas haline gelince fiile dönüşür ve buğday ekmek haline gelir. Farabi870-950) (Ebu Nasr Muhammed bin Turhan bin Uzluğ )Aristotelesçi düşünürdür.İslam felsefesinin kurucusu sayılır. Farabi’ye göre gerçeğin başında zorunlu varlık olan Allah vardır.Allah varlığını kendisinden alır.O,hakiki ve sonsuz varlıktır.Allah doğrudan ve bir varlık yaratır.Yarattığı bu ilk varlık akıldır.Bilme aklın kendisinde vardır.Hem kendini hem de Allah’ı bilir.İnsan aklı doğuştan bazı bilgileri beraberinde getirir,aslında pasiftir.Deney ile temasa geçince aktif hale gelir.Böylece duyular ve mantıksal çıkarımlarla elde edilen bilgilere ulaşılır.Bu bilgiler doğru ve ya yanlış olabilir.Farabi’ye göre akıl,daha sonra Doğrulanmış bilgiler(tasdikat) dediği doru bilgiye ulaşır. Farabi’ye göre bilginin kaynağı duyu,akıl ve nazar(derinliğine düşünme) dir.Duyu ve akıl doğrudan ,nazar ise dolaylı bilgiyi verir.Duyusal bilgiler,duyu organlarınca algılanan,tekil olan bilgilerdir.Bilimsel değildir.Bilimsel bilginin maddesini oluşturarak bilimsel bilgiye imkan sağlarlar.Akıl da bu tekil(duyusal)bilgile ri biçimlendirerek ve bir takım kalıplara sokarak genel kavramlara ve yargılara dönüştürür.Böylece kesin ve genel-geçer bilgilere ulaşır.En yüce erdem bilgidir.Aklın edindiği bilgilerle insan iyiyi kötüden,doğruyu yanlıştan,güzeli çirkinden ayırabilir.O’na göre evrendeki varlıları bilen ve bundan yaşam için doğru anlamlar çıkaran kişi,böylece Allah’ın varlığına dair işaretleri içeren tüm varlıkların bilgisinden, Allah’ın varlığı bilgisine ulaşır. Rene Descartes: (1596-1650) Modern felsefenin kurucusu sayılır.Modern Rasyonalizm’in öcüsü ve Analitik Geometrinin kurucusudur. Descartes’a göre üç türlü bilgi vardır: 1-Doğuştan gelen 2-Yapma 3-Arızi bilgiler Allah fikri,ruh,uzay ve tüm matematiksel düşünceler doğuştandır.Doğuştan gelen düşünceler doğduğumuzda hazır olarak bulunmazlar.Tıpkı doğuştan gelen hastalıklar gibidir.Yani hastalık bebekte kesin kes görülmez ancak görülme ihtimalinin varlığını gösterir.Bunun gibi doğuştan gelen düşünceler de doğduğumuzda hazır olan düşünceler değildir.Bizde hazır olan bu düşünceleri doğuran yetenektir.Aklın doğrudan kavramasıdır.Bu yetenek Tanrı tarafından eşit olarak dağıtılmıştır.Aklın kavradığı doğuştan olan bu bilgilerin dışındaki bütün bilgilerimiz duyularla kavranmış niteliktedir,arızi geçici bilgilerdir.Descarete s’ göre bu bilgiyi elde etmenin dört aşaması vardır; 1-Doğruluğunu apaçık bilmediğim şeyi doğru kabul etmemek (apaçıklık) 2-İncelenecek şeyleri bölümlere ayırmak (bölme,analiz) 3-En kolay bilinenden,en karmaşığa doğru yükselmek (Basitleştirme ve sıra) 4-Gözden geçirmek (sayma ve kontrol) Descartes,duyulara güvenmediği için,duyularla elde edilen bilgilerin şüpheli olduğunu düşündü.Matematiği ve Fiziği apaçık ve kesin bilginin modeli olarak aldı.Onun dışındaki her şeyden bir kere de olsa şüphe etti.O’na göre kesin bilgi bu şüphe edişten çıkmaktadır.Descartes böylece ;“Mademki her şeyden şüphe ediyorum,öyleyse düşünüyorum;Madem ki düşünüyorum,öyleyse varım”(Cogito Ergo sum) formülüne ulaşır. Bu sonuç O’na göre apaçık,kesindir.O’na göre kendisinde var olan düşünme yeteneği Tanrı’yı;en yetkin ve aldanmaz-aldatmaz olan Tanrı fikri de dış dünyayı kanıtlanır. Descartes’in rasyonalizmi,iyi yönetilen her zihnin kesin,genel-geçer bilgiye ulaşabileceği örüşüne dayanır. Hegel1770-1831) Alman idealizminin ve rasyonalizminin öncülerindendir. Hegel’e göre deneye başvurmadan sırf düşünce (spekülasyon) ile kesin bilgiye ulaşılabilir.Çünkü suje ile obje aynı aklın değişik biçimlendirmeleridir. Objenin kendisi de suje gibi akla dayanır. Yani objenin kesin bilgisine akılla ulaşılan kavramlar üzerinde düşünülerek ulaşılacağını savunur.O’na göre her ussal(rasyonel)olan şey de gerçek (reel)dir.Duyu organlarınca elde edilen bilgilerin kesin genel-geçer bilgiler olmadığını düşünür. (O’na göre “zaten felsefe de,objelerin düşünce ile görülmesi,evrenin düşünülmesidir”)Bu nedenle kavramlar felsefenin ana konusudur. Hegel felsefesi,gelişme kavramına dayanır.Her şeyin değişme ve hareket halinde ve birbirine bağlı olarak değiştiğini savunur.Herakleitos’u n diyalektik yöntemini geliştirmiştir.Düşünc edeki değişmeler maddedeki değişmelere yol açar.Hegel’e göre her şey üç aşamalı bir gelişme sonucu gerçekleşir.Bu süreç Tez-Antitez-Sentez sürecidir.Örneğin;”va rlık” kavramı üzerinde düşünürsek,Varlık(tez ) bunu düşününce hemen karşıtını düşünürüm,Yokluk (antitez) buradaki çatışma uzlaştırıcı bir kavrama götürür,Oluş (sentez) sonucuna ulaşırız. Çiçek (tez),çiçeğin yok olması (antitez),meyve(sente z) Çiçek,meyvenin ortaya çıkmasına yol açar,ama meyvenin ortaya çıkması için çiçeğin yok olması gerekmektedir. Demekki her olmakta olan şey,hem var olan hem hem yok olan şeydir. Sonuç olarak Rasyonalizm,insan aklını tüm insanlar için aynı ve değişmeyen bir şey olarak ele almıştır. Oysa çağdaş psikoloji ve antropoloji yaptığı çalışmalarda aklın da değişmekte olduğunu göstermiştir.Ayrıca Rasyonalizm,aklı doğadan ayrı bir öz,farklı bir varlık olarak ele alıyor.Böylece akıl ile nesne arasında bir ikilik yaratıyor.Bilgi suje ile obje arasındaki ilişkiden doğmaktadır.O zaman birbirinden tamamen ayrı olan akıl ve nesnenin birbiriyle nasıl çakışarak bilgiyi ortaya çıkaracağı sorunu ortaya çıkıyor.Böylece Rasyonalizmin bilgi sorununu çözemediği görülüyor.Zaten Hegel bu ikiliği “objenin kendisi de suje gibi rasyoneldir” diyerek bu ikiliği aşmaya çalışmıştır. **
EMPİRİZM Empirizm bilgilerimizin duyu ve algılardan geldiğini,deneyden türediğini ve aklımızda doğuştan gelen hiçbir bilgi,düşünce ve ilke bulunmadığını ileri süren öğretidir. Baslıca empiristler John Locke ve David Hume’dur. J.Locke(1632-1704): Empirizmin kurcusu olan ,bilginin kaynağında tecrübenin bulunduğunu söyleyen İngiliz filozoftur. O’na göre İnsan zihni dünyaya boş bir levha(tabula rasa) olarak gelir.Duyular ve deneyler bu levhayı zamanla doldurur.İki tür deneyden ya da bilginin iki tür kaynağından söz edilebilir.Bunlar; dış deney ve İç deney dir. Dış deney;dış dünyadaki varlıklar duyu organları ile denenir. İç deney;İnsanın kendi bilincinde ve ruhunda olup bitenlerin bilincine varılır. İnsana bu iki kaynaktan basit ideler(algılar,tasavv ur ya da tasarımlar) gelir.İnsanlarda yalın ve bileşik tasavvur olmak üzere iki tür tasavvur (idea) vardır.Yalın tasavvurlar,duyumlar ve ruhsal olaylarla ilgili tasavvurlardır. İnsan zihninin pasif olduğu bu tasavvurlar bilgilerimizin malzemelerini oluştururlar. Örneğin;sıcak,soğuk.. .gibi tasavvurlar yalın tasavvurlardır.Bileşi k tasavvurlar ise zihin tarafından üretilir.Zihin yalın tasavvurları düzenleyerek ,birleşik tasavvurlar haline getirir,böylece kompleks düşüncelere ve bilgiye ulaşır.Bu da zihnin düşünme gücü ile olur.Bu tür tasavvurların kazanılmasında zihin aktif halde bulunur.Örneğin;soy,i nsanlık,...gibi kavramlar bileşik tasavvurlardır. J.Locke’a göre kompleks düşüncelerin dolayısıyla bilginin meydana gelebilmesi için şu yetilere ihtiyaç vardır. 1-Zihne gerekli tasarımları sağlayan algı 2-Zihne giren tasarımları saklayan bellek 3-Tasarımları düşünceleri birbirinden açıkça ayırt etme yetisi 4-Birçok tasarım ve düşünceyi birbirleriyle karşılaştırma yetisi 5-Bir çok basit ideyi ve tasarımı birleştirme yetisi 6-Benzer düşüncelerdeki ortak öğeyi bulup çıkarmayı sağlayan soyutlama yetisi. Lock’a göre insan zihni dış dünyadan gelen malzemeyi bu yetileriyle işleyerek bilgiyi sağlar.Bu bilgiler de üç çeşittir. a-Sezgisel bilgi;Bu bilgiyle İnsan kendi varlığının bilgisine sahip olur.Sağlam ve kesin bir bilgidir. b-Duyusal bilgi;Bu bilgiyle dış dünyadaki nesnelerin bilgisine sahip olunur.Kesin bir bilgi olamaz. c-Tanıtlayıcı bilgi;Bu bilgiyle insanın Tanrının var olduğunu kanıtlar. Locke’a göre nesnelerde birincil nitelik (katılık,sıvılık) ve ikincil nitelik(renk,koku) olmak üzere iki tür nitelik vardır. Birincil nitelikler bağımsız olarak nesnede vardır. İkincil nitelik algılayanın sonradan kazandırdığı niteliklerdir.Algılay an bağlıdır tasavvurlardan oluşur. David Hume (1711-1776):Bizim her şeyi algı yoluyla bildiğimizi söyler. Algı ise dikkati bir şeye yöneltmek suretiyle o şeyin bilincine varma olarak tanımlanabilir.Ona göre algılar (zihnimizde bulunanlar) iki şekilde ortaya çıkar; 1-İzlenimler:Zihinde bulunanların temelinde,beş duyu yoluyla algıladıklarımız vardır.Görürken,işiti rken,severken ya da nefret ederken hissetiklerimiz bu gruba girer. 2-İdeler (kavramlar ve düşünceler):Hume’a göre algının sonucunda oluşmuş olan idelerde ve düşüncelerde belli özellikler bulunduğu zaman,bunlar birbirleri ile birleştirilirler ve sonuçta daha karmaşık düşünceler ortaya çıkar. D.Hume’a göre,düşüncelerimisin birbirleriyle birleştirilmesine yol açan özellikler üç tanedir; a-Benzerlik-bir resim bizi resmi yapan konu hakkında düşünmeye sevk eder. b-Süreklilik-Bir binadaki daireden söz edilmesi bize başka daireleri düşündürür. c-Neden-sonuç bağıntısı-Bir yara üzerinde düşünme bize yaranın ardındaki acıyı hissettirir. Bütün bilgilerimiz özellikle de bilimsel bilgiler bir nedensellik ilkesine dayandıklarından nedensellik bağıntısı önem taşır.Ancak nedensellik bilinemez ve temellendirilemez sadece düşünülebilir. Nedensellik ilkesini bilmenin ancak iki yolu olabilir; *ya deneyden bağımsız olarak a priori (ön bilgi)olarak, *ya da doğadaki nedenlerle sonuçları gözleyerek bilebiliriz. O’na göre biz nedensellik ilkesini bir a priori bilgi (deneyden bağımsız ön bilgi) olarak bilemeyiz.Çünkü her hangi bir nedeni ele alırsak bu neden içerisinden sonucu çıkarmamız mümkün değildir.Örneğin; sıcaklığın metalleri genleştirdiğini söylüyoruz.Hume’a göre deneye baş vurmadan yalnızca sıcaklık kavramından hareket ederek metallerin genleşmesi sonucuna varamayız.Bundan dolayı nedensellik ilkesi hakkında bir a priori bilgimiz olamaz. Öyleyse nedensellik düşüncesi deneye dayanmalıdır,nedensel lik düşüncesine karşılık gelen bir algı izlenim bulunması gerekir.O’na göre biz nedenselliği algılayamıyoruz.Ancak nedensellik tasavvurumuz aslında bir zihinsel alışkanlık ve çağrışımdır. Biz A olayından sonra B olayının geldiğini defalarca göre göre bizde bir zihinsel alışkanlık oluşturur.Böylece her A olayı bizde B olayını çağrıştırır. **Nedensellik(determi nizm) ilkesine göre her şeyin bir nedeni(sebebi) vardır ; aynı şartlarda,aynı sebepler,hep aynı sonuçları verir.
**
KRİTİSİZM Deney ve akıl bilginin oluşumunu sağlar. Deneyle başlayan bilgi edinme süreci zihnimizdeki 12 kategoriye aklımız yardımıyla yerleştirilerek bilgi oluşur.) Kritisizm insan zihninin güçlerine ve insanın neyi bilip bilemeyeceğine ilişkin bir araştırmadan meydana gelen felsefi yaklaşımdır. Bu yaklaşımın en önemli temsilcisi Alman filozofu İmmanuel Kant’tır. İmmanuel Kant (1724-1804):Kant felsefede rasyonalizm ve empirizm akımlarının bir sentezini yapmıştır.O’na göre bilgide,duyuların dış dünyayla ilgili deneylerin sağladığı içeriğe aklın sağladığı biçime ve forma gereksinim duyarız. Zihnin bilgideki temel ayırıcı faaliyetini deneyimden gelen ham ve işlenmemiş malzemeyi bir sentezden geçirmek ve bu malzemeyi birleştirip ona bir birlik kazandırmak olarak tanımlar. Kant’a göre bilgi deneyle başlar ama deneyle sona ermez,sadece deneyden oluşmaz.Deney bilginin ham maddesini sağlar.Ancak böyle olması,bilginin deneyden çıktığı anlamına gelmez.Çünkü bilgi için deneyle elde edilen hammaddenin bir biçime bir düzene sokulması gerekir.Bu biçimlendirme işi zihinde bulunan bir takım zihin formları(kalıpları) sayesinde olur,bu formlar ise deneyen gelmez apriori (ön bilgi) dir. O insan zihninde üç ayrı parça bulunduğunu söyler.Bunlar: a-DuyarlıkDış dünyadan duyular aracılığıyla gelen izlenimleri alır b-İmgelem- izlenimleri birbirlerine bağlar c-Anlayış-duyarlıktan gelen duyusal malzemeyi,aklın a priori (deneyden kazanılmamış ve deneyden bağımsız olan) kavram ve kategorileri içine yerleştirir. Böylece insan bilgi sürecinde aktif olarak duyular yoluyla gelen izlenimleri sınıflar,kalıplara yerleştirir ve yorumlar. Kant’a göre insan bilgisi sınırlıdır.İnsan zihni,nesneleri ve olayları gerçekte oldukları şekliyle bilemez.Nesneler zihnin imkanlarına,yapısına ve formlarına göre bilinebilir.Dolayısıy la bu durumda nesneleri gerçekte oldukları şekliyle(numen) değil de bize göründükleri şekliyle (fenomen)bilebiliriz. Bilgide aklın katkısı kadar,dış dünyadan gelen duyusal öğe de önem taşır.Bu duyusal öğe olmadığında akıl algılamadığı (Tanrı,ruh gibi) konularda çelişkiye ve yanlışa düşebilir. ***
ENTÜİSYONİZM (SEZGİCİLİK) Sezgi:bir bütünü bir bakışta doğrudan kavrama,sezip keşfetmedir. Entüistyonist filozoflara göre,rasyonel bilgi nesnenin gerçek özünü veremez.Sezgiye önem veren düşünürler,rasyonel bilginin uygulama ve eylem için önem taşıdığını kabul eder.Fakat akla dayanan bilgi, onlara göre sezgisel bilginin tamlığından ve kesinliğinden yoksundur. Bu anlayış ortaçağda büyük İslam Filozofu Gazalinin felsefesinde görülür ayrıca 19. y.y da Hegel rasyonalizmine tepki olarak Bergson’un felsefesinde ortaya çıkmıştır. Gâzali (1058-1111):Gazali bilim ve felsefeye kuşku ile bakmış,bunların tutarsızlıklarla dolu olduğunu savunmuştur. O’na göre insan bilgi yolunda duyulardan da akıldan da yararlanabilir fakat bu yetiler insana gerçek varlığın bilgisini veremez.Zira,gerçek ve kesin bilgi,sezgi yolu ile elde edilir.Bu bilgi türü insanın gönlüne yüce ve manevi bir algı olarak iner. Gâzali’ye göre insanda iki göz ya da iki akıl vardır.Birincisi fiziki göz yada akıldır.İnsan bununla maddi dünyaya yönelir ve bir takım bilgilere ulaşır.Bu göz bilim ve felsefeyi kuran akıl gözüdür (akıldır) insan için yeterli değildir. İkincisi ise kalp gözüdür.Kalp gözü manevi olduğu için insan kalbin manevi sezgisiyle gerçekleri bütün açıklığıyla kavrar.Var olan her şey sezgi yoluyla aracısız ve bütün açıklığıyla aynadaki gibi görünür.İnsanın kalp gözünü gereği gibi kullanabilmesi için onu temizlemesi yani arzularının baskısından kurtulması gerekir.Kalp gözü açılan kimse bilim ve felsefe yoluyla kavrayamadıklarını da açık seçik kavrar. Henri Bergson (1859-1941): O’na göre gerçeklik hayattır,süredir.Bunu sadece sezgi kavrayabilir.Her şey değişip geliştiği için gelecek geçmişin aynı olamaz.Bu nedenle var olmak olgunlaşmaktır.Gerçek likteki bu yaratıcı evrimi yalnızca sezgi anlayabilir. Bergson bu nedenle materyalizm ve rasyonalizme karşı çıkar. Bergson’a göre bilmenin birbirinden ayrı iki yolu vardır: 1-Bilimlerde geçerli olan analitik;Mekan kavramını temel alan bilme tarzıdır. Gerçekliğin statik olduğu düşünülür.Bilimler varlığı parçalara ayırarak(analiz) bölüm bölüm inceledikleri için varlığın özüne nüfuz edemez. 2-Varlığın özüne nüfuz eden sezgi;Zamanı süreyi temel alan bilme türüdür..Gerçekliğin bizzat kendisini bilme imkanı verir.Sezgi dile getirilemez ancak yaşanır.Bir nota başka bir nota içinde kaybolurken biz musikinin akışına kendimizi bırakırız.Böylece süre,zaman,gelişme dinamik olarak statik olan mekanın üstüne çıkmıştır. Bergson’a göre;insanda zeka ve içgüdü olmak üzere iki yeti vardır.Zeka evreni tanımamız için değil ona egemen olmamız için yaratılmıştır.Bu nedenle sadece madde aleminde geçerlidir.Hareketli olanı durdurarak bölümlere ayırıp inceler.Pozitif bilimler zekanın ürünüdür. Oysa hareketli olan gerçeği tanımak için başka bir yetiye yani içgüdüye ihtiyaç vardır. İşte sezgi bu zeka ve içgüdünün bileşkesidir.
*** POZİTİVİZM (OLGUCULUK) İnsan için bilgide önemli olanın yalnızca olguları araştırmak olduğunu savunan akımdır. Bu akıma göre insan;olgular arasında var olan değişmez ilişkileri ya da doğal yasaları bulmalıdır. Bu anlayışın kurucusu ve temsilcisi Auguste Comte’dur. A.Comte (1798-1857):Comte Fransız devriminden sonra oluşan toplumsal karmaşayı yeni bir toplumsal düzenleme ve reformla ortadan kaldırmayı denemiş bir Fransız düşünürdür.Aynı zamanda Sosyolojinin de kurucusudur. Comte toplumu bilim yoluyla yeni baştan düzenlemeyi amaçlamıştır.Ona göre toplumun kurtuluşunu sağlayacak tek şey pozitivizmdir.O’nun pozitivizminin en önemli özelliği “doğanın mutlak ve yüce bir amacı olduğu” düşüncesini reddetmesidir. Ayrıca O varlıkların insan tarafından gözlenemeyen özlerini bulma çabasından vazgeçer.Sadece olguları araştırmak ve varlıklar arasındaki sabit ilişkileri gözlemek gerektiğini savunur. Bilimin tek amacı olgular arasındaki değişmez ilişkileri yada doğal yasaları bulmaktır.Bu ise ancak gözlem ve deneylerle sağlanır. İşte toplumu yeniden düzenlenmesinde kullanılacak bilgi de gözlem ve deneye( olgulara) dayanan pozitif bilgidir.Pozitif bilgi tarihsel evrimin sonucu olan bir bilgidir. Pozitif bilgi evresine gelmeden önce toplumlar tarih içinde iki evreden daha geçerek pozitif evreye gelmişlerdir. Comte,tarihi toplumsal evre anlayışını Üç hal kanunu ile açıklar; 1-Teolojik evre;fenomenlerin Tanrısal ya da manevi nedenlerle açıklandığı evre 2-Metafizik evre; olayların oluşunun soyut kuvvetlerle açıklandığı dönem toplumsal olayların özgürlük,eşitlik gibi soyut kavramlarla açıklanması, 3-Pozitif evre;Bu evrede insan sadece gözlemlenebilir olana yönelir.Yalnızca olaylar arasındaki yasalar ya da değişmez bağlantılar incelenir.O’na göre bu evre insan düşüncesinin ve gelişiminin en yüksek basamağıdır. | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese C.tesi Mayıs 15, 2010 1:40 pm | |
| KANT VE FELSEFESİ Kant, kendinden sonra bir felsefi çığır açan ender filozoflardandır. Tesis ettiği eleştiricilik-kritisizm- kendinden sonraki dönemlerde dahi tesirini devam ettirmiştir. XVII. ve XVIII. Yüzyılın felsefesinde büyük değişikliklere neden olduğu gibi günümüzde de onun kadar etkin bir filozof yoktur. Onun günümüze kadar uzanan bu tesiri değişik gerekçelere bağlanmıştır. Bazıları dini düşünceyi yeni bir temele dayandırmasını, bazıları bilgi meselesini, bazıları aklın tecrübeden husule gelmeyen bir kudrete malik olduğunu ortaya koymasını bu şöhretine gerekçe olarak göstermişlerdir. Yani kendinden sonra gelenlerin herbirinin onun tesiri konusundaki telakkileri farklıdır. Kant’a göre insanın eşya hakkındaki fikri evvelemirde dogmatiktir. İnsan eşya hakkında düşünürken gayri ihtiyari olarak kendine aşırı bir güven duyar. Descartes, Leibniz ve Spinoza’nın felsefi ekollerinde bu itimadın izlerine açıkça rastlanabilir. Daha sonra bu felsefelerin kendi aralarında ihtilaflar baş gösterir ve bunun sonucu olarak da septisizm doğar. Kant ise ne bu septisizmi ne de dogmatikliği kabul eder. Ona göre hem septikler, hem de dogmatik düşünenler, bizzat bilginin mahiyetini araştırmadıklarından hataya düşmektedirler. Bilgimizi tahlil edersek görürüz ki zihnin bilgimizde tecelli eden mahiyeti muhtelif intibaları birleştirmekten ibarettir. Aynı zamanda da bilgimiz tecrübeye merbuttur. Zihnin bu birliğe irca temayülünden hareketle, tecrübe üstündeki eşyaya bunu tatbik etmek hatalıdır. I. KANT’IN ZAMANI VE MAHİYETİ Kant doğmadan bir yıl evvel Leibniz vefat etmiş, bir sene sonra da Malebranche ölmüştür. Bu iki büyük filozofun vefatından sonra Descartes’in sisteminde bir felsefe ekolü meydana getirmek için çalışan büyük filozof kalmamıştır. Almanya da bu yıllarda dahili ve harici harplerle uğraştığından felsefi akım ve hareketlerin gelişmesi için pek uygun bir ortama sahip değildi. Hakim olan görüş ise Pietizm ve serbest tefekkür’dü. Serbest tefekkürcüler herşeyi aklın nuruyla çözebileceklerini söylüyorlardı. Leibniz’in talebelerinden Wolf ile de rasyonalizm ekolü tam olarak teşekkül etmiştir. Ona göre de alemdeki her şeyin kafi sebebi akıldır. Sanat, ahlak, siyaset, din, lisan hep makul bir gayeye hizmet içindir.bunların hepsini akılla izah etmek mümkündür. Wolf aynı zamanda ilahi dinlere karşı olmadığı gibi Tevrat’ın nasslarını da akılla izah ediyordu. İşte Kant da Pietizm ile Wolf’un savunduğu iki manevi akım arasında inkişaf etmiştir. Kant’ın hayatı hiç mühim olaylar, olağanüstülükler arzetmez. Sıradan bir hayat sürmüştür. Onun manevi inkişafı hakkında ise elimizde yeterince bilgi yoktur. O ilk inkişaflarından itibaren dogmatikliği kabul etmemiş, dogmatik ilkelere bağlı kalmamıştır. Çok etkisi altında kaldığı Newton’u ve Wolf’u bile serbestçe tenkit etmiştir. Hume’un sebeblilik ilkesinin etkisinde kalır, Rousseu’nun da tabiii duygularımın hak ve mevkiini, ilimle iman arasındaki farkı gösteren eserlerinden etkilenmiş ve ahlak felsefesinin şekillenmesinde yardımcı olmuştur. Kant ahlak felsefesinde psikolojiyi ahlak’ın temeli addeder. Kant kritisizmine ulaşmada önce; canlı kuvvetlerin ölçülmesine dair fikrini söylediği “Zinde Kuvvetlerin Doğru Olarak Takdiri Hakkındaki Düşünceler” i, fiziğin ilkeleri hakkındaki felsefi mülahazalara değindiği “Maddi Monad İlmiéne dair eserini, güneş sisteminin oluş şekli hakkındaki faraziyesini ortaya koyduğu “Evrensel Doğa Tarihi ve Gökyüzü Nazariyesi”ni, Leibniz ve Wolf’un felsefesini değerlendirdiği “Yeni Metafizik Bilgilerimizin İlk İlkeleri Hakkında Yeni Açıklamalar”ını, Aristo mantığının müfekkirler için bir akli idmandan başka bir şey olmadığını belirttiği “Kıyasın Dört Şekli Arasında Gösterilen Sahte Dakikacılık”ı, ve “Saf Aklın Tenkidi”, “Pratik Aklın Tenkidi” adlı eserlerini kaleme almıştır. Kant’ın yazmış olduğu bu eserlerden anlıyoruz ki o; şu görüşleri benimsemiştir: Bilginin insan zihni için kesinlik ifade eder. Tabiat olayların illetini bulmakla tanınabilir. Ahlaki duygular nazari düşüncelerden bağımsız ve öncedir. Bunlarda sonra Kant kritisizme doğru ilerlemeye başlar. Bu yolda onun en önemli adımlarından biri mekan telakkisidir. Ona göre mekan, duyulur eşyadan tamamen ayrı, bizatihi bir hakikattir. Ama en önemli adımıysa “Eşya bilgimizin şartlarına göre tertip edilir” anlayışıdır. II. SAF AKLIN TENKİDİ YA DA BİLGİ PROBLEMİ Eski filozoflar alemdeki varlığın mahiyetini, yeni felsefeciler ise, bilgimizin değerini ve kaynağını araştırmışlar, Yeniçağ filozofları da bunlardan bilgimizin kaynağını ve değerini araştırmayı daha uygun bulmuşlardır. Bu bağlamda bilginin kaynağı ve değeri hakkında görüş serdeden filozoflardan Kant kritisizme ulaşmıştır. Buna göre Kritisizmin amacı aklın kudretini tenkit ve metafiziğin imkan ve imkansızlığını takrirdir. Ancak Kant da selefleri gibi il başta metafiziğin imkansızlığını kabul ediyor ve şu üç ana konuyu ele alıyordu; teorik fizik, teorik matematik, metafizik nasıl ve hangi şartlarda mümkün oluyor? Saf aklın tenkidini iki kısımda ele alan Kant; birinci kısımda Duyarlık’ı işler. Duyarlık bize tesir eden eşya hakkında doğrudan doğruya bilgiyi temin eden sezgiyi meydana getirir. Dış alemin zihinde meydana gelen hayalinde doğrudan doğruya duyumdan meydana gelmeyen öncül (kablî, a priori) bir sureti vardır ki o da mekandır. Mekan duyumdan öncedir ve tecrübi sayılamaz, ancak tecrübenin şartıdır. Zaman ise batini duygularımızın aynı şekilde tecrübe mahsulü olmayan suretidir. Zamanı da mekanın tenkidine benzer bir tarzda tenkit eder. Yani zaman da tecrübeden müştak olamaz. Zaman batini tecrübemizin şartıdır. Şart meşrutlardan önce geleceğinden de tecrübenin sonucu olamaz. İkinci kısımdaysa Müdrike’yi ele alır. Müdrike; tasavvurat yardımıyla düşünmemize hizmet eden zihnin fail kuvvetidir. Müdrikenin fiili tefekkürdür. Tefekkürse tasavvurlar meydana getirerek ilim elde etmek, yani hükümlerde bulunmaktır. Aslında bu iki kuvvet birbirinin ayrılmaz parçaları olsa da hattizatında birbirlerinden ayrıdırlar. Wolf ve Leibniz ise bu iki kudretin birbirinden ayrı olduğunu kabul etmezler. Ancak aralarında derece farkı olduğunu söylerler. Kant ise tefekküratımızı şu iki temelde değerlendiriyor. TASAVVURLARIN ANALİTİĞİ Bu hükümler biri subjektif diğeri objektif olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Biz subjektif olan kısımlar üzerine objektif olanı bina edemeyiz. Objektif hükümler ne mukayeseden, ne de mantıkî analitikten meydana gelir. Bu durumda objektif hükümlerin oluşması için öncül bir kudretin varlığını kabul gerekir. Nasıl oluyorlar mekan ve zaman içinde idrak ediliyorlarsa, müdrikelerde de öncül mefhumlar eşyayı terkip ediyor. Kant bunlara makulat adını verir. Mekan ve zamanın kıymetini araştırmak, müdrikenin kategorilerini eşyaya tatbikden çok daha kolaydır. Kategorilerin kıymeti duyuların birer sureti olarak tefekkür imkanını meydana getirmesiyle gerçekleşir. Yoksa bizatihi bir değere haiz değildir. Zira müdrike doğrudan doğruya bilgi meydana getiremez. Ancak duyulurlar üzerinde düşünerek bilgi meydana gelir. Bu ikisi arasındaki birleşmeyi mümkün kılacak bir şeyin varlığı da kaçınılmazdır ve bu Kant’a göre muhayiledir. Muhayyile eşyanın üzerimizdeki tesirini muhafaza ederek ondan duyulur suretler meydana getirir. Bunları tanzime tabi tutar. Muhayyilenin bu fiili yani tanzimi sırf batinidir. Bunlarda filozofumuzun asıl amacı Newton’un kullandığı fiziğin dayanağı olan esas ilkeyi izah edebilmektir. İLKELERİN ANALİTİĞİ Tabiatın ana kanunlarını koyan müfekkire olduğuna göre, müfekkirenin de kullandığı umumi kanunlar vardır. Bunlar Saf Müdrikenin İlkeleridir. Eski filozoflar bunu hep tenakuz ilkesine irca ediyorlardı. Oysa tenakuz, menfi bir ölçüdür. Oysa hakikatın meydana gelmesi için müsbet ölçülere de ihtiyaç vardır. Kant eşyanın kategorilerine dayanarak dört temel ilke benimsiyor. Sezginin Mütearefesi: Bütün sezgilerimizin bir boyutsal bütünlüğü vardır. Her olayı bir zaman ve mekan içerisinde idrak ediyoruz ve cüzlerini terkip ederek tamamını sezebiliyoruz. İdrakin şart-ı mukaddimi: Bunda ise parçadan bütünü bilme idrak değil bütünün tamam olarak idraki sözkonusudur. Yani cüzleri terkip ederek bilemeyiz. Tecrübenin düsturları: Buna göre tecrübe ancak idraklerin zaruri bağlantısını tasavvurla mümkün olur. İdraklerimiz, müdriklerin kanununda uygun terkip olunmadıkça bir şey hakkında bilgi elde edemeyiz. Bu terkip üç şekilde gerçekleşir. Devamlılık-Cevher: Teakup-İllet Hemzamanlılık-Tekabül Umumiyetle Tecrübi Tefekkürlerin Postulatları: Bunlar da imkan, hakikat, zaruret ve tevafuk etmek suretiyle terkip oluştururlar. İmkan : Tecrübenin şart-ı suretlerine ve müdrikenin kategorilerine mutabık olabilen şey mümkündür. Birşeyin mümkün olabilmesi için, zaman ve mekan dahilinde olması ve müdrikenin suretine, yani kategorilere intibak edebilmesi şartı aranır. İllet : Tecrübenin maddi şartlarına uygun gelen herşey hakikidir. Birşeyin tasavvuru ne derece tam olursa olsun, ne derece zihnen belirli ve açık olursa olsun, hakiki varlığına hükmetmek için yeterli olmaz, ancak tecrübi de olması, duyum vasıtasıyla maddesini kazanmış bulunmasıyla tasavvur hakiki olabilir. Tekabül : Gerçeğe uygunluk. Bir tasavvurun mevcudiyetini ispat, hakikatını ispat onun zaruretine hükmetmemiz sonucunu doğurmaz. Bunun için olaylar arasında bir irtibat yani sebeplilik kanunu olmalıdır. Tasavvur ve ilkelerin bu izahlarından anladığımıza göre; tecrübe zihnin bir takım ilkelerinin ifade ettiği terkip sayesinde mümkün olabilir. Bu ilkelerin başlı başına bir kıymeti yoktur. Kant’ın bilgi felsefesiyle ilgili görüşleri ne dogmatik, ne ampirizm olmadığı gibi, dış alemle ilgili görüşleri de devrinin hâkim iki görüşünden ne idealizm, ne de realizmdir. O kendi yolunu tenkidi idealizm olarak ifade eder ve bu iki farklı görüşü telif etmeye de çalışmaz. METAFİZİK MÜMKÜN MÜDÜR? Metafizikle elde edilen neticeler hiçbir zaman bütün zihinleri tatmin edecek derecede kati olmamıştır. Buna rağmen insanda vazgeçilmez bir arzu olan “kendinde şey”i bilme arzusu, müfekkirenin bu yolu takip etmesini kaçınılmaz kılmıştır. En seçkin zekaları bu yola, metafiziğe iten sebep akıldır. Aklın iki tarz kullanımı vardır. Mantıki ve müteal. Mantıki kullanım istidlaldir. Bu istidlaller sonucunda tevhide ulaşmak amaçlanmıştır, ancak gayr-ı meşrut varlık böyle bir analitik mantık neticesi değildir. Akıl üç surette kendini gösterir. Bunlar, akli psikoloji, akli kozmoloji, akli teolojidir. Ancak bu üç suret-i akliyeye de esas hedeflerine ulaşamamıştır. Zira bu üçünün de menşei aynıdır. Akli suretler müdrikemizin faaliyetine rehberlik eder, sezgi hissinden meydana gelen çeşitli intibaları terkip eder ve bu terkip hakiki bir vahdete götürüyorsa bilgimiz tamamlanmış olur. Akıl mutlak hedefi bize gösterir, ancak bu mutlak hedefe ulaşmak mümkün değildir. Bilgimizin mantıki teşekkülü ise, onun vahdete ulaşmak amacıyla aralarında benzerlik olan tasavvurları birbiriyle birleştirmekle oluşur. Bu birleştirmenin gerçekleşmesi için de tasavvurlarda tecanüs bulunmalı, her ikisinde de hususi kudret olmalı ve aralarında bir nisbet olmalıdır. Bu üç şart gerçekleştiği takdirde bilim meydana gelebilmektedir. Kant’ın izah etmeye çalıştığımız bilgi anlayışının temel hedefi, Ampirizmle sıhhati şüpheye düşen bilginin gerçeğe mutabık olduğunu teyit ve izah etmek, metafiziği bizzat metafizikçilerin elinden kurtarmaktı. Ona göre Leibniz, Wolf ve Descartes’in anladığı manada metafizik gerçekleşmezdi. Yani duyulurun üstünde olan bir şey hakkında bilgi elde edemeyiz. Ancak gerek aklın, gerek müdrikenin tecrübe üstünde bir kullanım tarzı vardır, bu itibarla bunların ortaya koyduğu konuların aslında mevcut olduğunu ispat edemeyiz. Aynı şekilde, katiyyen mevcut olmayacaklarını da ispat edemeyiz. AKLIN TABİ OLACAĞI NİZAM FELSEFESİNİN KISIMLARI Bilgimizi terkip eden unsurları ve hangi hudut dairesinde bilgi elde edebileceğimizi gördükten sonra, bunun usulüne sıra geldi. Zira akıl bir takım kanun ve kaideler kudreti olduğundan, kendisinin de bir takım nizam ve kaidelere tabi olması gerekir. Ama aklın tabi olacağı bu usuller, matematiğinkine benzememelidir. Çünkü matematikle felsefenin konuları birbirinden tamamen ayrıdır. Yine akıl hisbanilikde de çıkar yol bulamaz. Şüphe müfekkire için ancak bir geçiş mesabesinde olmalıdır, insanın sürekli kalacağı bir mekan olmamalıdır. Zira zihin ancak yakin hasıl etmekle rahata kavuşur. Aklın tabi olacağı bu usuller şunlardır: Akıl duyular üstünde olan eşyaya dair faraziye kurmaktan çekinmelidir. Saf aklın ideleri eşyayı yaratan bir asıl değil sadece malumatımızın nazımıdır. TABİAT FELSEFESİ Maddi alem sadece olaylar alemidir. Bu nedenle cisme, maddeye, kendinde şey olarak bakmak doğru değildir. Diğer yandan da duyular üstündeki eşyaya, müdrike kanunları tatbik edilmez. Metafizik insanda doğuştan var olan bir istidattır. Ayrıca insanın mutlak hakkında ilmi mümkün olmamakla beraber, insanda bütün eşyayı birliğe irca etmek gibi bir eğilimin olduğu inkar edilemez. Ruh mütehayyız olmaması dolayısıyla değil, “ben”imizin anlayışı bölünemez olduğundan basittir. Ruhla bedeni iki ayrı cevhere atfetmek de doğru değildir. Alem hakiki bir rabıtayla birleşmiş cevherler toplamıdır. Duyulur alem tektir. Çünkü duyulur olan herşey bir mekan dahilindedir. Mekanda da birlik esas olduğundan onu birbirinden ayrı cevherler olarak farzedemeyiz. Oysa “kendinde şey”in durumu bu değildir. Ona birden fazla alem izafe edilebilir. İlahiyatta ise, dogmatik filozofların ortaya koyduğu delilleri tenkit eder. Onlar Allah’ı bir “şey”, alemin bir mevzusu farzederler. Kritisizm ise Allah’ı alem dışında sayar ve Allahı bir monad, basit bir kuvvet olarak farzeder. Allah’a atfettiğimiz sıfatlarınsa hakiki manada bir kıymeti yoktur. Bundan anlaşılması gereken, bizde mahdut halde bulunan manevi kuvve ve melekelerin, en yüksek derecesini Allah’a atfetmektir. Yaratılış konusunda da Allah hem alemin yaratıcısı, hem de nizam vericisidir. O insanların bildikleri olayların değil kendinden şey’in yaratıcısıdır, kendinden şey’in tezahürlerinin de yaratıcısı değildir. AHLAK FELSEFESİ: a) Pratik Aklın Tenkidi: Kant’ın ahlak felsefesinde annesinden öğrenmiş olduğu pietizmle beraber Rousseu da etkili olmuştur. Ayrıca Hume ve Shaftesbury gibi İngiliz filozofların tesiri de inkar edilemez. Kant’ın ahlakın kaynağı hakkındaki ilk fikrini yazdığı “Güzellik ve Yücelik Duyguları Hakkındaki Müşahedeler” adlı eserinde yazdığı görülür. O “İnsandaki tabii duyguların ahlakı oluşturduğunu” söyler. Yani ona göre ahlak psikolojiye dayanmaktyadı. Bunlar filozofumuzun bu konudaki ilk görüşleridir. Daha sonraları bu görüşlerinin bir kısmından vazgeçmiştir. O ahlaklılığı bir duygunun şuurundan ibaret görmüyor., zihni bir faaliyet ve onun neticesi olan akli bir yasadan kaynaklanmış buluyor. Bu görüşü onun ahlak hakkındaki son görüşü değildir. Ancak ahlaklılığın amelimizin külli bir düsturuna dayanması fikri bu konudaki tefekkürünün son merhalesidir. Kant’ın ahlakı tamamen öncül(a priori) ilkelere bağlı değildir. O ahlaki yasayı antropolojiden, tarihin gidişatından çıkarmıştır. AHLAKLILIĞIN ESASI Bu esası tespit için bir tenkit gerekmektedir. Pratik aklın tenkidinin konusu da işte bu tenkittir. Ahlaklılığın esasını incelemek için örf ve adetler hakkındaki bilgiyi esas alamayız. Ahlak, örf ve adetlerden öncedir. Ancak ahlakın dayandığı bu esasları bulabilmek için genelin örf ve adetler hakkındaki malumattan çıkardığı ahlaki hükmü analizle bu işe başlamalıyız. Bütün iyilik ve kötülüklerin kaynağı iradedir. İradenin iyi gayelere tahsis ettiği şeyler iyi, kötü gayelere tahsis ettiği şeyler kötüdür. Yani hiçbir şey bizatihi iyi veya kötü olamaz. Tabiattaki herşey tabii illetlere uyarak harekette bulunur. Yalnız insanlar bu yasalara boyun eğmez ve kabul etiği bazı ilkelere göre hareket eder. İşte insanın bu ilkelere göre hareket etme kuvveti onun iradesidir. Teorik akıl bir takım öncül tasavvurları, ilkeleri meydana getiriyorsa irade de, öncül bir tasavvura göre hareket edebilir. İrade bir mecburiyet yükler. Ahlakla ilgili iki tür hüküm vardır. Bunlardan ilki; tecrübeden alınan saikin meydana getirdiği hükümdür. Bunda bir şart ve meşrut, yani bir gaye ve vasıta vardır. Gayeye ulaşmak için vasıtaya uymalısın. Bu nedenle bu hüküm analitiktir. İkinci olarak da ahlaki hüküm vardır. O herhangi bir tecrübeden çıkarılamaz. Onda ne bir vasıta, ne bir gaye vardır ve o sentetik bir yapıya sahiptir. İradenin ahlaki emri nereden aldığı konusunda ise şöyle bir görüşe sahiptir. Eğer irade bu ahlaki emirleri kendi dışında bir kudretten alıyorsa, bu emrin değeri, kaynağına bağlı olur. Oysa durum böyle değildir. İradenin hür ve bağımsız olması gerekir. Ama müdrikemizle de böyle bağımsız bir ilkeyi bilme imkanımız yoktur. Buna rağmen iradenin bağımsızlığı gerçektir. ÖZGÜRLÜK PROBLEMİ Özgürlük meselesinin kaynağı sadece ahlaki değildir. Tecrübe dışındaki sahada özgürlük mümkün olabilir. Ancak insanın hür olduğunu iddia edebilmek için, özgürlükle zorunluluğun nasıl birleştiğini göstermek gerekir. Özgürlüğün tecrübeyle bilinebileceğine inananlar, onu hissedilen olaylardan çıkarmak istiyorlar. Halbuki hiçbir tecrübe özgürlüğe yer vermez. Özgürlük, empirizm mesleğinin yaptığı gibi, ruhsal olayları analiz ederek bulunmaz. Psikolojinin yaptığı analizle ortaya konmaz. Biz onu sezgiyle bilemeyiz, ancak aklımızla varlığını düşünürüz. Olaylar dünyasına değil, düşünülür dünyaya bağlı bir özgürlük mümkündür. Allah tasavvuru da buna mani değildir. Bütün insan amellerinin tabii sebepler silsilesine bağlı olmasının özgürlüğe mani olmayacağını da, Kant özgürlüğün hüküm sürdüğü alanla, tabii nizamın cereyan ettiği sahayı birbirinden ayırmakla izah eder. Özgürlüğün bu tarzda bir izahı ise o kadar kolay değildir. Kant ahlak felsefesini tesis edebilmek için “ihtiyar ile mümkün olan ahlaki fiiller nasıl meydana gelir” sorusunu soruyor. İnsan hem duyulur, hem düşünülür aleme ait bir varlık olduğundan iradesi üzerinde ahlak yasasından başka saikler de etkin olmaktadır. Kant ahlaklılığı izaha başlarken, geometrideki gibi teoremler ortaya koyarak işe başlamıştır. Bu teoremler: Herhangi bir pratik yasada, iradeyi belirleyen şey, arzu ve iştiyakımızın konusu olan bir madde olursa o ilke, o yasa tecrübidir. Her maddi olan amel yasası, kendini beğenmek ya da ferdi mutluluk ilkesi içindedir ve böyle olduğu için de bunların hepsi bir cinstendir. Akıl sahibi bir varlık kendi amelini kapsayan bir yasayı, geneli içine alabilen bir külli yasa olarak tasavvur edebiliyorsa, bu düsturun iradeye müessir ilkesi, maddenin konusu değil belki ilkesidir. Kant’ın bu teoremleri kabul edilince, özgürlük ile vicdanın, yani ahlak yasasının birbirini gerektireceği kolayca anlaşılır. Ahlak yasası, her türlü duygulanmalarda, eğilimlerden ayrı olarak iradeyi belirler. Binaenaleyh bizdeki bencilliğe ve kendini beğenmeye engel olur. Bu duygu ortadan kalkınca veya zayıflayınca, ahlak yasası hakkında “saygı” dediğimiz olumlu duygu meydana gelir. Saygı doğrudan doğruya ahlak yasasının meydana getirdiği bir duygudur. Kant, Rousseu’dan örnek almasına, ondan etkilenmesine rağmen, ahlak anlayışında ondan farklı düşünür. Bunun sebebi de özgürlük anlayışlarındaki farklılıktır. Rousseu özgürlüğü tecrübi hayatında görüyor. Kant ise aksine özgürlüğü, insanın akli bir vasfı olarak, değerlendiriyor ve tecrübe üstü olarak kabul ediyor. Rousseu’ya göre özgürlük insan tabiatının neticesidir. Kant’a göreyse, özgürlük ile tabiatın, delalet ettikleri şeyler birbiriyle çelişiktir. Ancak tabiat dışında bir özgürlükten bahsedilebilir. PRATİK AKLIN ANATOMİSİ, FAZİLET MUTLULUK Teorik akılda olduğu gibi pratik akılda da, eşyada, mutlak varlığı anlamaya doğru bir eğilim vardır. Pratik aklın hedefi, bizi en yüksek iyilik olan mutlak amele ulaştırmaktır. İnsanda hem mutluluk, hem fazilet birleşmeyebilir. Zira bu iki unsur insanda birbirine çelişik bir vaziyettedir. Bu yüzden pratik akıl, birbiriyle çelişik iki mefhum olan faziletle mutluluğu ortaya koyuyor. Mutlulukla fazilet arasında analitik bir ilişki yoktur. Teorik olarak durum böyledir. Ancak teorik olarak olmasa da, faziletin mutluluğun sebebi olabilmesini de gayri mümkün farzedemeyiz. Ancak faziletle mutluluk arasındaki bu ilişkiyi, olaylar arasındaki sebeplilik ilişkisi gibi anlamak da doğru olmaz. TEORİK AKIL; PRATİK AKIL Pratik akıl, teorik aklın sadece imkanını düşündüğü varlıkların varlığını kabul edebiliyor. Bu durumda pratik aklın, teorik akla göre bir nevi üstünlüğü vardır. İnsanda yalnız akli bir kudret vardır. Bu kudret teorik sahada kullanılınca teorik akıl, pratik alanında kullanılınca pratik akıl adını alıyor. RUHUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ VE İLAHİ VARLIK Teorik olarak varlığına inanmadığımız bir takım hükümlere, pratik akıl sayesinde inanmaya mecbur kalıyoruz. Özgürlük böyle bir hükümdür. Ama sadece bu da değil, dini inançların önemli iki rükünlerinden olan, ruhun ölümsüzlüğü ve ilahi varlığı da bu şekilde kabule mecbur kalıyoruz. Pratik akıl bize vazifenin tamamen yapılmasını emrediyor. Fakat bu emrin şu sınırlı ömürde gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir. Oysa pratik aklın bu hedefi gerçekleşmek zorundadır. Bu nedenle bu sınırlı ömrün dışında bu hedefin gerçekleşeceği bekâ alemine ve ölümsüzlüğe inanmak gereklidir. Fakat bu durumda da bekayı kimin temin edeceği meselesiyle karşılaşıyoruz. Bunu temin edecek kuvvet ancak zat-ı bâri olabilir. Mutlulukla faziletin birleşmesini sağlayacak bir zat-ı bâri’nin varlığı zorunludur sonucuna ulaşıyoruz. AHLAKIN METAFİZİĞİ Aklın metafiziği, pratik aklın tenkidinden çıkan neticeler dairesinde vazifemizi öncül olarak tam ve akli sistem dahilinde tesis etmeyi hedefler. Ahlaki ameller, mahiyet olarak ne olursa olsun, iki unsurdan oluşur. Birisi herhangi bir ameli sorumluluk şekline koyan ahlak yasası, diğeri ameli işleyen adamın saikidir. Bu saikler muhtelif olabilir. Bir kimse ahlak yasasına uymak için amel ederken diğeri, aynı ameli hissi bir saikle yapabilir. Amellerimize yasa koyacak vazife istemimiz, iki açıdan muhakeme edilebilir. Birincisi ahlaki yasa koyuculuğu, diğeri hukuki yasa koyuculuğudur. Vazifelerimiz hukuka ve fazilete ait olmak üzere iki türlü muhakeme edileceğinden ahlakın metafiziği de hukuk teorisi ve fazilet olmak üzere iki kısımdan oluşur. 1. HUKUK: filozofumuzun hukuktan kastı, mevcut yasalar, yazılmış ve kitap haline getirilmiş hukuk değildir. O fiillerimizin dıştan yasa koymasına esas olacak değişmez ve öncül ilkeleri kasteder. Bu açıdan analiz edilince hakkın üç esas unsuru vardır. Şahıslar arasındaki münasebetten kaynaklanan İki manevi şahsın hürriyetleri arasındaki münasebeti belirleyen Hukukun arayacağı münasebet, herkesin fiilinde izlediği gaye ve madde değildir. ÖZEL HUKUK Kant’a göre mülkiyet akli bir münasebettir. Yani sadece hissen, fiilen sahip olmaktan ibaret değildir. KAMU HUKUKU Kamu hukukunun meydana gelmesi, özel hukukun teşekkülüden sonradır. Çünkü medeni cemiyetlerden önce benimki, seninki fikri hakimken, cemiyetlerin ortaya çıkıp, özel hukuku karşılıklı olarak temin etmek için, teşkilat meydana getirince de kamu hukuku oluştu. SİYASİ HUKUK Bir takım adamların aynı yasalar altında toplanmaları, devleti oluşturur. İdeal bir devlette ayrı ayrı olmak üzere Yasama, Yürütme, Yargı organı olmalıdır. Bu üç kuvvet birbirinden ayrı olmakla beraber birbirini tamamlar. Kant vatandaşlarla siyasi kuvvetler arasındaki ilişkiyi de inceler. Ona göre hükümdar yasaya tecavüz ederse, halkın ancak şikayete hakkı vardır. Fakat yine de itaat etmelidir. Vatandaşların ihtilal hakları yoktur. Hükümdar toprakların yüce mutasarrıfı olmakla beraber bu topraklar üzerinde ferdi mülkiyet hakkı yoktur. Hükümet resmi bir din kabul edemez. Din bâtınî bir duygu oldukça her türlü denetimden azadedir, devlet vatandaşlarının din hürriyetini sağlamalıdır. Cezanın gerçek ilkesi, ne cemiyetin menfaati, ne de suçlunun islahıdır, sadece adalet fikridir. DEVLETLER HUKUKU Medeni cemiyetler, etraflarında diğer devletlere de rastlar. Ancak bu devletlerle arasındaki münasebeti düzenleyecek bir hukuki esas mevcut değildir. Bu nedenle anlaşmazlıklar, savaş yoluyla çözülmeye çalışılır. Ve bu da adaletli olanın değil, güçlü olanın kazandığı bir hak halini alır. Bu adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için, milletler birliği kurulmalı, birbirlerini içişlerine müdahale etmeden, sadece devletler arasındaki ilişkiler düzenlenmelidir. FAZİLET NAZARİYESİ Fazilet yalnız vazifenin emrine uymak için, hissi tabiatımızın eğilimlerine karşı durmaya hizmet eden ahlaki cesarete denir. Bu manada hukukun yüklediği vazifeler de fazilet vazifesidir. Vazife her türlü hissi saiklere itibar edilmemesini gerektirir. Faziletin tam zıttı rezilliktir. Rezillik ahlak yasasına karşı iradenin itaatsizlik ve isyanıdır. Faziletin yegane ilkesi bâtınî özgürlüktür, tabiatın üstüne çıkarak velilik makamına yükselmeye çalışmaktır. “Nefsinizin mükemmelliğini isteyiniz, başkalarının mutluluğu için çalışınız” düsturu faziletin iki esasıdır. a) Kendimize Ait Vazifelerimiz: Ruh diye bağımsız bir cevheri kabul eden metafiziksel yaklaşım bu vazifeleri; bedene ve ruha ait vazifeler olmak üzere iki kısımda incelemektedir. Ancak bu ayrım pek sıhhatli değildir. Eğer beden ruhi ve zihni hayattan ayrı ise özgürlüğümüzün onun hakkında, bize vazifeler yüklemesi tasavvur edilemez. İnsan canlı hayatta manevi bir ferttir. Ancak bu açıdan manevi ve maddi hayatımıza ait vazifelerimiz diye taksimat yapılabilir. Maddi haytala ilgili vazifelerimiz, kendimizi koruma, üreme ve duygusal hazları araştırma olmak üzere üç ana grupta toplanabilir. Manevi vazifelerimizi ise Kant zıtlarını yani rezillikleri sayarak bize öğretiyor. Bu rezillikler, yalancılık, cimrilik, dalkavukluk v.b. kötü şeylerdir. b) Hemcinslerimize Ait Vazifelerimiz: Bu vazifelerimizin esası insan haysiyetine saygı göstermektir. Bunlar kendi aralarında iki kısımdır. Birincisi “saygı göstermek” vazifeleridir ki; insan onuruna saygı göstermek kuralına dayanarak mükellef olduğumuz bir vazife grubudur. İkincisi de; diğer insanların mutluluğu için yapacağımız vazifelerdir ki, bunlar da “sevgi ve kardeşlik vazifeleri” adını alır. EĞİTİM NAZARİYESİ Kant doğrudan doğruya pedagoji kitabı yazmamıştır. Müderrislik yıllarında okuttuğu ders kitabının tashih ve itmamıyla bir eser oluşmuş oldu. Kant’a göre insanlığın kemale ermesinin sırrı, eğitim meselesinde toplanır. Hayvanlar içgüdüleri sayesinde ihtiyaçlarını giderebilirler, hedefe ulaşabilirler. Ancak insna böyle değildir. Hedefe ulaşması için akla muhtaçtır. Eğitimin gayesi insanlığı hedefine sevketmektir. Eğitimin bu gayeyi elde edebilmesi için örflere yerleşmiş usullerden kurtulması gerekir. Bu nedenle eğitimde görenekle meydana gelen mekaniksel unsurlar yerine, ilme dayalı sabit usuller konmalıdır. Çocuklar cemiyetin bulunduğu konuma göre değil, gelecekte ulaşacağı en iyi şekle göre yetiştirilmelidir. Ancak bu yolda da iki temel mani vardır. Birisi ana-babanın menfaatleri icabınca çocuklarını yetiştirmesi, diğeri de hükümdarların tebaasını kendi emellerinin hizmetçisi olarak görmeleri ve öyle yetiştirmek istemeleridir. Eğitim insanı disiplin altına almalı, tahsile hizmet etmeli, insanı ahlaklılaştırmalıdır. Kant bu gayeler sebebiyle etkilendiği, ilham aldığı Rousseu’dan ayrılıyor. Kant biri maddi biri manevi ve ahlaki olmak üzere iki tür eğitim kabul ediyor. Kant çocuğu beşik çağından itibaren ele alıyor ve bu yaşlarda vukubulan etkilerin sonucu çocukta oluşan alışkanlığın hayatının sonuna kadar devam edeceğine inanıyor. Çocuğun sosyal hayattan soyutlanması şartıyla din eğitimini ergin oluncaya kadar ertelemeye taraftar olsa da bu imkan dahilinde olmadığından, eğitimcinin daha genç yaşlarda çocukları dine alıştırmasını bir mecburiyet telakki eder. TARİH FELSEFESİ Filozof, iki tür ilerlemeyi mümkün görüyor. Birisi milletlerin bir barış birliği meydana getirmek suretiyle hukuki ilerleme, diğeri fertlerin eğitimiyle sağlanacak ahlaki ilerleme. Kant dünyanın ve cirimlerin bir tarihinin olduğunu kabul eder. İnsanların tarihi ise, özgür olarak yaptığı amelleri tavsif edebilir. Tarihten mekanik kurallar, zorunlu yasalar değil, bazı tabii gayelere yönelik eğilimler ve kabiliyetler sezilebilir. İşte bunları araştırmak da tarih felsefesini oluşturur. IRKLAR MESELESİ İnsanlar beden ve karakter farklılıklarına rağmen , bir tür olarak kabul edilmelidir. Yani tek bir kaynaktan gelmiştir, ancak aynı aile fertleri arasında bir takım farklılıklar olması doğaldır. Bu farklılıkların bir kısmı silinebilir farklardır, bir kısmı da silinemeyen farklardır. İşte bu silinemeyen farklar ırkları oluşturur. İNSANLIKTA İLERLEME İnsanlık tarihi özgürlüğün ilk ürünü olduğu gibi aynı zamanda, sürekli olarak onun zaferinin ürünüdür. Manevi insan tabiatın içinde ayrı bir kudrettir. Bu kudrete göre tabiat bir alettir. İlerlemenin kaynağı ve hedefi de, insanın sırf manevi olan tabiatında toplanmıştır. Tabii düzen vasıtasıyla, ahlaki düzenin gerçekleşmesini talep bir idealdir ki; bu yolun izlenmesini akıl emreder ve bu emrin ürünü olarak da ilerleme gerçekleşir. HÜKMÜN TENKİDİ Kant güzellik ve amaçlılık meselesini bu başlık altında inceliyor. Amaçlılık ilkesinin kaynağı mütealdir. Duyulur dünyaya tatbik edilemez. Zira bu ilkenin ancak batıni tecrübemizde bir değeri olabilir. Filozofumuz ilk başlarda güzelliğin ilminin yapılamayacağını, ilim halinde estetiğin olamayacağını iddia ediyordu. Ancak 1787’de kritisizm felsefesinin güzellik ve amaçlılığı kapsayacak şekilde genişletilmesini zaruri görmüştür. Estetik duygularında güzellik ve yüceliği birbirinden ayırmıştır. ESTETİK HÜKÜMLER Estetik hükümleri diğer hükümler gibi nitelik, nicelik, bağlantı ve modalite olmak üzere dört açıdan incelenebilir. Estetik hükümlerini meydana getiren münasebet, öncül bir kaideye, tasavvura dayanmaz. Estetik hükümlerin genelliği, mantıki hükümlerde aranılan genelliğe benzemez, sırf subjektif bir mahiyet arzeder. YÜCELİĞİN ANALİZİ Güzellik gibi yücelik de bizde faydasız, genel ve zorunlu bir tatmin duygusu meydana getirir. Ancak yüce bir çok noktada yücelikten ayrılır. Güzellik belli suret ve şekli haiz bir mevzuyu gerektirir, mahdut bulunması icabeder. Oysa yücelik ancak namütenahi bir varlık karşısında duyulur. Güzellik bizim ruhi melekelerimizin, müdrike ve hayal gücümüzün uyumundan meydana geldiği için hayati kuvvetleri uyandırır. Yüce ise duygusal bir letafet meydana getirmez. SANAT Tabiata hakim olan mekanizm müdrikemizi daima tatmin eder. Fakat hayal gücümüzü tatmin edemez. Bu eksikliği mekanizm zorunluluğa tabi olmayan, özgürlüğü haiz bulunan bir sebebin yardımıyla bir dereceye kadar tamamlar. İşte sanat, güzelliğin böyle serbest bir şekilde tamamlanmasıdır. DİN FELSEFESİ Kant’ın yaşadığı devir, tıpkı XIX. Asır gibi dinle filozofların en çok meşgul oldukları devirlerdendir. Bu mevzuyla ilgilenen filozofların karşısına genelde şu iki mesele çıkar: Bu dünyada şerrin kaynağı, akıl ile din, bilgi-iman ilişkisi. Kant bu sahada kendine has bir usul oluşturmamış, Wolf, Leibniz gibi filozoflardan etkilenmiştir. Ona göre ahlak nasıl pratik akıldan doğuyorsa, din de ona dayanır. Din pratik aklın doğurduğu bir ihtiyaçtır ki bizi imana sevkeder. Din vazifeyi ilahi bir emir olarak tanımak diye tarif olunabilir. Rahipler eğer nakle dayalı inançları, akla dayanan imana sevkeden bir vasıta olarak kabul ederlerse, mezhepler gerçek mahiyetini korur, insanlara faydalı olur. Aksi haldeyse, mezhepler atıl bir hal alırlar. | |
| | | | Şüphe Nedir?Trereddüt...Vesvese | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|