KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 mUSTAZAF nE dEMEK

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
parisa
Özel Üye
parisa


Mesaj Sayısı : 420
Rep Gücü : 849
Rep Puanı : 7
Kayıt tarihi : 21/09/09

mUSTAZAF nE dEMEK Empty
MesajKonu: mUSTAZAF nE dEMEK   mUSTAZAF nE dEMEK Icon_minitimeCuma Ağus. 20, 2010 6:22 pm

c- Mustazaflar
Kur’an’da mustazaflar üç ayrı kategoride ele alınmaktadır.
1- Güçsüz mustazaflar
2- Zalim mustazaflar
3- İnkılapçı/ıslahatçı mustazaflar
1. Güçsüz mustazaflar: İnsanlar içinde çocuklar vardır. Kadın olmaları hasebiyle kolayca zulme maruz bırakılabilecekler ve akli yetersizliği, sakatlığı yaşlılığı sebebiyle takatsiz olan erkekler de mevcuttur. Ya da akılları ve güçleri yerinde olduğu halde müstekbirlere karşı savaşacak mala, silaha sahip olamamış olabilirler (4/98-99) . Ellerinde zalimlerden kurtulabilmek için dua etmekten başka çaresi kalmamış kimseler olabilir. Bunlar zulme karşı duyarsız değildir. Ancak çeşitli sebeplerden dolayı zulme karşı koyabilecek imkanlara sahip değillerdir (4/75) .
2. Zalim mustazaflar: "Sen o zalimleri bir görsen, Rableri huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarken bir görsen mustazaf durumuna düşürülenler, müstekbirlere: "Siz olmasaydınız elbette biz inananlardan olurduk" diyorlar (34/31) . Ayette zalimlerin iki sınıf olduğu görülmektedir. Mustazaflar ve müstekbirler. Her ikisi de zalimdir çünkü zalim müstekbirler maddi yardımlarıyla Fir’avn’ı desteklemiş, zalim mustazaflar da iyiliği emr, kötülüğü nehy sorumluluğunu terketmişlerdir.
Fir’avn’ın ordusu zalim muştazaflardan oluşmaktadır. Vatanı düşmandan(!) koruma görevini üstlenirler. Rütbelerinin yükselişi Fir’avn’a olan kulluklarıyla doğru orantılıdır. Şerefi Fir’avn’ın yanında ararlar. Diktatör birisine gönülden bağlı oldukları için dengesizdirler. Onlar sadece itaat etmek için vardır. Hükmün ilahi ölçülere uygun olup olmaması onlar için mesele değildir. Asker ocağı "peygamber ocağı"dır. Başında Fir’avn da olsa vatanı için savaşan şehid değil midir?
Büyücüleri de zalim mustazaf sınıfına dahil edebiliriz. Büyücüler bu dönemin medyasına tekabül eder. İnsanların gözlerini boyarlar(20/66) . Halk köyü göremez ama büyücülerin gösterdiklerini köy zannederek klavuza pek kulak asmazlar. Büyücüler kitleleri enformatik (bilgilendirilmiş) cehalet içine iterler. Fakat icra ettikleri fonksiyon bir dereceye kadar başarılı olabilir (20/69) . Fir’avn’ın hizbi, Fir’avn’u terketmediği sürece daima hüsrana uğrayacak olan taraftır. Güçsüz mustazaflar için mücadele vermeleri ancak Fir’avn’ın kuklalığını terk edip üçüncü mustazaf türü olan inkılapçı/ıslahatçı mustazaflara dahil olmaları ile mümkündür. Büyücülüğü terketmeksizin felaha ermek mümkün değildir (20/70) .
Zalim mustazaf kesim zulüm düzenine kendilerini kaptırıp giden zalim idarenin piyonlarıdır. Zulüm nedir bilmezler. Hatta zulmün varlığını bile hissetmezler. Onlar alet, makina, araç gibi insanlardır. Hareketleri mekaniktir. Onların hareketi düşünmeden izlemek ve emre itaat etmektir. Fir’avn onların düşünce kabiliyetlerini çekip almıştır. Akıllarım, anlayışlarını yitirmişlerdir. Fir’avni emirleri muhakeme ya da eleştiriye tabi tutmazlar. Hatta üzerinde düşünmeye bile yanaşmazlar. Pek tabii bu kişiler tabiatla ilişkilerinde, bu sahadaki çalışmalarında beşeri bir üstünlük sağlayacak bir buluş yapabilecek kudretlerini yitirirler. Gelişme ve ilerlemeye yönelik tüm kabiliyetlerini dumura uğratırlar. Çünkü onlar birer alete dönüşmüştür. Derler ki: "Rabbimiz yöneticilerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar" (33/67) . Görüldüğü gibi sözlerinde kendilerine zulmedildiğini hissetmemiş, kuru bir itaat ile liderlerinin peşinden gitmişlerdir. Böyleleri sağlıklı bir toplum düzeninde problem olurlar. Fir’avn, toplumunda böylesi insanların sayısını artırmaya çalışır. Aslında bu tür insanlar toplumun çöküşüne ortam hazırlarlar. Toplum iç veya dış bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında sağlıklı kararlar verip gerekli sorumlulukları yüklenmek konusunda başarısız kalırlar. Cemiyet içerisinde her söylenene kanan insanlar arttıkça toplumun inhitatı da o oranda hızlanır. Toplum tabii bir Ölüme terkedilmiş olur.
Zalim mustazaflar, müstekbirlerin istikbarına, çıkardıkları fesada rıza gösterirler. Bu yüzden onlar da "mele ve mutref" gibi azabı hakederler (34/31-33) . Yeryüzünde nasıl azap içindelerse Ahiret’te de azap içinde olacaklardır (4/97) .
3. İnkılapçı/Islahatçı Mustazaflar: Bu kişiler vahiyden uzak bir hayat süren müstekbirlerin yönetimi altına düşerek bundan kurtuluş ve çıkış için Allah’a yalvaranlar ve bu arayışlarından dolayı müstekbirlerin zulmüne maruz kalanlardır. Vahye tabi oldukları sürece Rableri onlara vaadde bulunmakta onları yeryüzünün varisleri ve imamları yapacağı müjdesini vermektedir (28/4-5) , Rabbimizin va’di her zaman haktır (7/137) ,
Fir’avni toplumda inkılapçı/ıslahatçı mustazaflara misal olarak gösterilenler, Musa (a), Harun (a), İsrailoğullarından bir kesim ve sihri terkederek iman eden büyücülerdir.
Din adamlarının toplumdaki işlevi büyücülerinkine benzemektedir. Allah’ın ayetlerinin önüne perde çekmeğe çalışırlar. Dini kendi tekellerine alarak Fır’avnları devirecek potansiyel gücün harekete geçmesini engelleme uğraşısı içindedirler. Büyücüler gibi Fir’avnların uşaklığını yaparlar. Allah’ın onlara verdiği nimetle Allah’ın ayetlerine karşı galip gelmeye çalışırlar. Düzen taraftarıdırlar. Olanı olduğundan farklı gösterebilmek için ellerinden geleni yaparlar. Büyücüler gibi kafalarını vahy ile değil toprak ile doldururlar. İslam toplumunun başına gelen afetlerin bir sebebi de bu din adamlarıdır. Onlardan bir gurub kitapta olmayan şeyleri kitabi üslup kullanarak icadettikleri haramları, helalleri Allah’ın dinine mal ederler. Halbuki söylediklerini delillendirebilecekleri bir kaynakları yoktur (3/78). Allah’ın ayetlerini bütünlüğe aykırı şeklide yorumlayarak hevalarına uygun fetvalar verirler. Hevai arzularının peşinde koşarak nassları egemen şirk düzenine uydurabilmek için dillerini eğip bükerler. İnsanları Allah yolundan alıkoyarlar çünkü onların menfaatleri Ahiret’e kıyasla daha önemlidir. Ahiret hesabını gözardı ederler (11/9) . Dış görünüşleriyle nasslara uygun ama gerçekte hakkın diniyle çelişir fetva ve teviller ortaya koyarlar.
Bu tür insanlara örnek olarak Samiri’yi gösterebiliriz. Samiri, Allah Rasulünün adını kullanarak din adamı kisvesiyle halkı saptırır (20/85) . Dinde olmayan, peygamberin sünnetinde örneği görülmeyen bir bid’ati dinin özüymüş gibi sunar (20/88) . Müslümanlar, İslam’a açıkça cephe alanlara karşı olduğu kadar(40/35) tevhid görüntüsü altında şirk dinini yaymaya çalışan din adamlarıyla da imtihan edilebileceklerini göz ardı etmemelidirler (20/90). Samiri tipi insanlar, kendilerine ulaşan ayetleri terkedip şeytana uyarak sapıtanlara öncülük edenler sınıfına girerler. Allah dileseydi bu kimseleri yüceltirdi ancak onlar alçalmayı isterler, heva ve heveslerine uyarlar. Onların durumu kendisini uyarsan da uyarmasan da dilini çıkarıp soluyan bir köpeğin durumu gibidir. Bu insanlar ayetleri yalanlayıp kendi nefislerine zulmedenlere iyi birer örnektirler (7/173-175). Nihai hedefleri "Allah, zalim de olsa Fir’avn’ın devletine zeval vermesin" anlayışını halka benimsetmektir.
Murat Kayacan

BU YAZININ BAŞ KISMI
ZORBA FİRAVUN


"O kin güden (Fir’avn) yüzbinlerce çocuk öldürttü, aradığıysa evinin içindeydi."
Yeryüzü, İslam-küfür mücadelesinin yapıldığı alanın adıdır. Şahıslar, zeminler değişse bile olayın mahiyeti aynıdır. Müminler, istikbarın köleci, aşağılayıcı tavrına karşı, zihinleri ve bedenleri tutsak alınmış mustazafları "la ilahe illallah" şiarı ile başkaldırıya teşvik eder. Çünkü, Allah’ın ümitsizliğe kapılmadan savaşımını sürdüren devrimci mustazaf kitlelere iktidar ve huzur vaadi varken(53/4-5) ezilmeye razı olan mustazaflara ise vaidi (azap sözü) mevzu bahistir (4/97).
Rabbimiz bize kitabında değişik kıssalar sunmaktadır ki onları okuyalım(22/46) üzerinde düşünelim (15/75) ve onlardan faydalanarak günümüze ışık tutalım (12/111) . Bu bağlamda bize örnek olabilecek kıssalardan birisi de Hz. Musa-Fir’avn kıssasıdır.
Musa(a), azdıkça azan Fir’avn’ın zulmüne son vermek için gelmiştir. Fir’avn kendisinde ilahlık özelliği bulunduğunu düşünerek, mutlak egemenlik hakkını kendisinde görür. Musa (a)’in mücadelesinin ilk merhalesinde sorun olan kendi kavminden ziyade Fir’avn ve diğer ileri gelenlerdir. Musa, Fir’avn’dan toplum üzerinde kurduğu baskıyı kaldırıp adaletle hükmetmesini istemektedir, Fir’avn’dan kavmine insani haklarını vermesini talep etmektedir.
Fir’avn’lık tarih boyunca insanın kardeşi olan insanla olan ilişkilerini zulüm ve sömürü esası üzerinde kuran bir yapıdır. Ancak bir yerde zulüm devam ettiği sürece adaleti ayakta tutmak isteyen müslümanlar da var güçleriyle mücadelelerini sürdürecek ve Rabbimizin yardımıyla hak, batıl karşısında galip gelecektir. Nitekim halkına karşı Rablik iddiasında bulunan Fir’avn’ın akıbeti yenilgilerin en şiddetlisi olmamış mıdır?
Fir’avn’ın hakim olduğu düzenin temel unsurlarını şöyle sıralayabiliriz;
Zorba bir yönetici:
FİR’AVN
Tekeller, tröstler, uşak yönetim kadroları:
MELE, MÜTREF
Değişik sebeplerle ezilen kesim:
MUSTAZAFLAR
a- Fir’avn
O, kendi gücüne kimsenin erişemeyeceğine inanan (10/83) , servetine şükredeceğine nankörlük eden (10/88) , yaptığı iyilikleri başa kakan (26/18) azgın bir kimsedir (20/24) . Alaycı ve küçümseyicidir (26/25-26 ve 43/52) . Sözünde durmayan, sağlam bir karaktere sahip olmaktan uzak bir şahsiyettir(7/134) . Nefsini ilah edinmiştir ve onun yolunda her şeyi kurban etmeye hazırdır. Zorbadır, İsrailoğullarını büyük zulümlere maruz bırakır, eziyetler birbirini izler (2/45) . Diktatördür, kendisini Rab olarak görüp ilahlık iddiasına karşı çıkan her akıl sahibini yok etmeye çalışmaktadır(7/123-124) . Otoritesini sarsacak en ufak harekete bile tahammülü yoktur (26/29) . Halkı ardından sürükleyebilmek için ilericiliğine dair söylevler verir (45/29) .
Musa (a)’ı yalanlamaya bir kılıf uydurmak için "Allah Yusuf peygamberden sonra elçi yollamaz" teranesiyle sapkınlığını gösterir(40/35) . Çünkü artık elinde Yusuf (a)’in hakkında yalan yanlış söylentilerin dışında bir şey mevcut değildir. Politikası uğruna Yusuf peygamberin halkında uyandırdığı olumlu imajı Musa (a)’ya karşı kullanmanın yollarını aramaktadır. Benzer bir durum Hristiyanlar için de söz konusudur. Döneminde kendisine karşı çıkılan İsa (a)’nın ölümünün ardından -İsa (a)’nın getirdiği vahye muhalif olarak- ilahlaştırılarak Hz, Muhammed’e karşı çıkılması şeklinde tezahür etmiştir. Halbuki İsa (a) Allah hakkında böylesine büyük bir yalan uydurmaktan beridir (5/116-117) ve ellerindeki kitabı terk edenlerin (25/30) sonu hüsrandır.
Fir’avn iktidarının yükü mazlumların sırtındadır (44/31) . Allah’ın varlığına inanmaz(40/27) . Büyük bir topluluğa kendisini Rab olarak benimsetmesi ona güven verir. Bu topluluk, onun en önemli dayanaklarından birisidir (26/56). Halbuki Allah nice büyük, güçlü ve zengin toplulukları yok etmiştir (28/78) ve Allah, halkı ıslahatçı olduğu halde bir memleketi helak etmez(11/116-117)
b- Mele, Mutref
Mele, bir görüş üzerinde birleşmiş olan topluluk demektir. Toplum içinde göz dolduran, büyük görülen kişiler vardır ki, bunlar günümüzde "ileri gelenler" diye adlandırılmaktadır. Bunlar kapitalist toplumlarda sermaye sahipleri, faşist toplumlarda diktatörler ve çevreleri, askeri diktanın hakim olduğu yerlerde komutanlarıdır. İstisnalar hariç (7/75) mele, Kur’an’da müminlere işkence ve karşı koyuşta ileri giden önderler için kullanılır.
Mutref, nimetle şımartılıp azdırılmış anlamında kullanılır. Bir toplum içinde Allah’ın nimetlerinin adilane dağıtılmaması veya gayri meşru kazançla bir kesim büyük oranda mal sahibi olurken toplumun çoğunluğunu oluşturan insanlar da yoksulluk içinde kalırlar. Aşırı ölçüde mal biriktirenler refahın verdiği gevşeklik ve ahireti unutmanın sonucu her türlü edepsizliği işlemeye başlarlar.
Kapitalist-müstekbir kesim hilekardır fakat kendi kuyularını kazdıklarından habersizdirler (6/112-113) . Allah’ın verdiği nimetlere, arta kalanı Allah yolunda harcayarak, şükredecekleri yerde uğrayacakları azabı gözardı ederler (34/31-35). Ömürlerinin sonuna kadar nankörlüklerini sürdürürler(102/1-2) . Sürekli şirk dinin propagandasını yaparlar (38/62-63). Allah’ın rahmetini taksim etmeye kalkarlar (43/30-32). Büyük günah işlemekten çekinmezler (56/45-46). Sanki malları onları ebedi yaşatacaktır(104/1-3) .
Mele ve mutrefi gözümüzde somutlaştıran iki örnek şahıs Karun ve Haman’dır. Karun, Fir’avn’ın ileri gelen dostlarındandır. Musa’nın kavminden olması İsrailoğullarını koruması için yeterli bir sebep değildir. Onu ilgilendiren kazanmak, daha çok kazanmaktır. Görevi iktisadi olarak insanları bağımlı kılmak, piyasayı yönlendirmek, anahtarlarını güçlü bir topluluğun taşımakta güçlük çektiği servetini (28/76) Fir’avn ve ona bu imkanları sağlayan düzeni ayakta tutmak için kullanmak ve Allah’ın arzında bozgunculuk yapmaktır (28/77) . Allah’a verdiği nimetler için şükretmez, ona göre nimetler kendisine verilen iktisat, iş idaresi ve spekülasyon bilgisinden kaynaklanmaktadır (28/78) . Bu yüzden insanların yaptığı ikazlara kulak vermez. Çünkü o işinin erbabıdır. Öbürleri işi iyi bilmediklerinden zengin olamamaktadırlar.

Vezir olan Haman ise Fir’avn’ın akıl hocasıdır. Büyük şeytanın yanında itibarlıdır. Savaşı, siyaseti ve toplumu yönlendirmeyi iyi bilir. Konusunda uzmandır. Fir’avn’nın zulmünde en büyük işbirlikçilerden birisidir. Fir’avn’ın toplumu ifsad edip tuğyanda bulunmasında büyük payı vardır. Fir’avn’a moral verir. Zaten Fir’avn’ın hevasını Rab edinmemiş birisi hala Fir’avn erkanında nasıl kalabilir?!
Onlar sürekli olarak Fir’avn’ın emirlerine, isteklerine uygun hareket ederler. Fir’avn’ın makamını sağlam bir zemine oturtmak için adeta yarışırlar. Ona sözle akıl verirler(7/127) . Fir’avn’ı harekete geçirmek için onun kalbindeki en hassas noktaya iktidarı kaybetme korkusuna temas ederek onun laik bilicini canlı tutmaya çalışırlar.


****************** 0O0**************

Kim bu Mustazaflar?..

Genelkurmay'ın 27 Nisan tarihli bildirisinde yer alan konulardan birisi dikkat çekiciydi.
Yazı Boyutu 10 12 14 16
Bildiride, Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden toplanan bazı çocukların, geç saatlerde çeşitli etkinliklere katılmasından duyulan rahatsızlık dile getiriliyordu:

"22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa'da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada******resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur."

Samanyolu Haber bildirinin gerekçelerinden biri olarak gösterilen bu etkinliği mercek altına aldı. Ve ortaya Mustazaf-der adlı sözde sivil toplum kuruluşu çıktı.

Türkiye gündemini derinden etklileyen 27 Nisan tarihliGenelkurmayBildirisinde, askerin rahatsızlık gerekçesi olarak saydığı etkinliklerden biri de Güneydoğu illerinde gerçekleştiriliyordu.

Bildirinin hemen ardından bütün gözler metinde sözü geçen etkinliklere çevrildi. Genelkurmay'ın şikayetçi olduğu olayların başında gelen söz konusu etkinlik hakkında ilgi çekici bilgilere ulaşıldı. Bu etkinliği gerçekleştirenler arasında Mustazaf-Der adlı kuruluş bulunuyordu. Türkiye bu derneğin adını son zamanlarda sık sık duyuyordu.

MUSTAZAF-DER VE HİZBULLAH

İstihbarat raporlarına göre, Mustazaf-Der, yasadışı Hizbullah grubunun legal örgütlenmesi niteliğinde. Dernek, Diyarbakır, Adana, Bingöl, Gaziantep, Konya, Mardin, Siirt, Şanlıurfa, Van, İstanbul, Osmaniye ve Ağrı illerinde faaliyet gösteriyor.

BAŞKANI HİZBULLAH DAVASININ AVUKATI

Mustazaf-Der'in Başkanlığını Hizbullah ana davası sanıklarının savunmasını üstlenen ve örgüt üyeliğinden altı yıl üç ay mahkumiyeti olan avukat İshak Sağlam yapıyor. Derneğin kurucuları arasında Hizbullah davasından yargılanan çok sayıda isim de bulunuyor.

İstihbarat raporlarında ayrıca, İkra, İhya, Umut, Has, Seher, Kardeş, Anadolu Gençlik ve Ay adındaki derneklerin de Mustazaf-Der ile aynı çizgide olduğu dile getiriliyor.

Raporlar, bir süre önce büyük bir operasyonla polisten darbe yiyen ve lideri öldürülüp çok sayıda üst düzey yöneticisi hapse atılan Hizbulvahşet örgütünün hala bütünüyle yok edilemediğine dikkat çekiyor.

HÜCRE TİPİ YAPILANMIŞLAR

Bunun sebebi, çok profesyonel biçimde kurulan örgütün hücre tipi yapılanmaya sahip olması. Örgüt elemanlarının hiçbiri diğer bir hücrelerdeki elemanları tanımıyor, ne tür faaliyetlerde bulunduklarını bilmiyor. Bundan dolayı da örgütün baştan sona deşifre edilmesi mümkün olmuyor.

MASKELEME OPERASYONU

Devlet raporlarında örgütün son yıllarda yeni bir maskeleme stratejisi uyguladığına da dikkat çekiliyor. İllegal görüntüsünden kurtulmak isteyen örgütün Mustazaf-Der aracılığıyla legalleşme çabası sergilediği, verilen bilgiler arasında. Örgütün bu kapsamda olan bitenden habersiz dindar insanları etkilemek için "okuma evleri" açtığı ve burada insanlara dini bilgiler vermek suretiyle kamuoyunun sempatisini kazanma amacında olduğu belirtiliyor.

İFTİRA ZEMİNİ HAZIRLANIYOR

Sözde legal dernek tarafından açılan evlerde, örgütün aslında kesinlikle dünya görüşlerini benimsemediği saygın din damlarının kitaplarının bulundurulduğu da alınan bilgiler arasında. Örgütün buradaki amacı ise daha sonra bu evlere yapılacak baskınlarda, teröre hayatları boyunca hiç bulaşmamış muteber yazarların isimlerinin bir şekilde kayıtlara girmesini sağlamak.

TEOMAN KOMAN NE DEMİŞTİ?

Farklı isimler altında Türkiye'de faaliyetlerini devam ettiren Hizbulvahşet'in bağlantıları ise oldukça karanlık ve karışık. Türk suç tarihine "domuz bağı" ve "mezar ev" kavramlarını sokan kanlı örgüt hakkında eski Jandarma Genel Komutanı Teoman Koman'ın sözleri pek çok basın kuruluşunda yer aldı. Koman'ın Hizbullah'la ilgili olarak şu sözleri söylediği biliniyor:

"Hangi hizbullah? Bir iran'daki hizbullah vardır. bir de Pkk'nin baskınlarına karşı kendini koruyan dini inançları kuvvetli vatandaşlar vardır."

Koman'ın bu ifadesi terör örgütünün derin bağlantıları olduğu şeklinde yorumlanmış ve basında bu doğrultuda çok sayıda haber ve yorum yayınlanmıştı.

AKSİYON'UN İLGİNÇ İDDİASI

İlginç bağlantılar konusundaki çarpıcı haberleriyle tanınan Aksiyon Dergisi terör örgütünün öldürülen lideri Hüseyin Velioğlu hakkında bilgi verirken ilginç tespitlerde bulunuyor.

Bir jandarma yetkilisi, Velioğlu'nun dönemin Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele (Jitem) Grup Komutanı Ahmet Cem Ersever'le yakın ilişki içinde bulunduğunu ve daha sonra Mit için çalışmaya başlayacak olan "Yeşil" kod adıyla bilinen Mahmut Yıldırım'la görüşmesinin bu bağlamda ele alınması gerektiğini söylüyor.

Bu aradaCHPGenel Başkan'ı Deniz ******'ın da kısa bir süre önce Gurup toplantısında söylemiş olduğu sözler de bu iddiaları doğrular nitelikte:

Türkiye'de efendim Pkk'yla mücadele edeceğiz diye Hizbullah'ın himaye edilmesi, bunun gibi çok ağır yanlışların yapıldığı açık bir gerçektir...

İşte bu yapının bir uzantısı olduğu devlet raporları tarafından iddia edilen Mustazaf - Der'in etkinliği geçen günlerde yayınlanan Genelkurmay bildirisine konu oluyor:

22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa'da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş, bu sırada ****** resimleri ve Türk bayraklarının indirilmesine teşebbüs edilerek geceyi tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.

BİR PROVOKASYON DAHA

Olup bitenler28 Şubatsürecinde ellerindeki kocaman asalarla ortalıkta dolaşan ancak post modern darbeden hemen sonra bir anda görünmez olan Acz-i Mendi provokasyonunu hatırlatıyor.



06.05.2007 16:08:13 samanyo
lu haber


*******************************

MUSTAZAFLIK ÜZERİNE

Nisa Suresi:

97- Melekler, nefislerine zulmedenlerin canlarını alırken; "Ne

yapmakta idiniz!" derler. Bunlar, "Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf

bırakılmış (mustazaf)lar idik." diye cevap verirler. Melekler de,

"Allah'ın yeri geniş değil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"

derler. Işte onların varacağı yer cehennemdir; orası ne kötü bir

varış yeridir!



98- Ancak erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) âciz

olup zayıf bırakılanlar, hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir

yol bulamayanlar müstesnadır.



99- Işte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve

bağışlayıcıdır.



100- Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok

yer ve genişlik (bolluk ve imkân) bulur. Kim Allah ve Resulü

uğrunda hicret ederek evinden çıkar da sonra kendisine ölüm

yetişirse, artık onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah da çok

bağışlayıcı ve esirgeyicidir.



"Biz yeryüzünde çaresiz ve zayıf bırakılan (mustazaf)lar idik,

diye cevap verirler. Melekler de, 'Allah'ın yeri geniş değil miydi?

Onda hicret etseydiniz ya!' derler."

Meleklerin "Ne yapmakta idiniz?" sorusu, dinsel açıdan yaşadıkları

duruma ilişkindir. Bu soruya muhatap olan kimseler de dinsel açıdan

iyi bir duruma sahip olmayan kimselerdir. Bu yüzden sebebi [yani,

dini yaşamamalarına sebep olanı] müsebbebin [yani, kendi

durumlarını anlatmalarının] yerine koymak suretiyle cevap veriyorlar.

Şöyle ki; onlar, güç sahibi müşriklerin egemen olduğu bir yerde dini

yaşama imkânını bulamıyorlardı. Çünkü bu müşrikler, onları çaresiz

ve zayıf düşürüyor, güçlenmelerine engel oluyorlardı. Böylece dinin

öngördüğü şeriata ve yasalara sarılıp, uygulamaya geçirerek pratik

hayatta yaşamalarına imkân vermiyorlardı.



Şayet doğru söylüyorlarsa, zayıf düşürülmüş olmaları, kendilerinin

şirk yurdunda yerleşik bir hayat yaşıyor olmalarından kaynaklanıyordu.

Çaresiz ve zayıf bırakılmaları, yaşadıkları yurdun müşriklerin

egemenlikleri altında olmasından ileri geliyordu. Ancak [ortada

bir başka gerçek de var. O da şu ki,] o egemen müşrikler

dünyanın her tarafına ve onların yaşadıkları yerin dışında başka

yerlere de egemen değillerdi ya! Dolayısıyla bu adamlar her hâlükârda

mustazaf (zayıf düşürülmüş) değillerdi. Yani, zayıflıkları sadece

içinde bulundukları ortam için geçerliydi. Onu da, o yurdu

terk etmek ve çıkıp gitmek suretiyle değiştirmek ellerindeydi.

Bu yüzden melekler, onların mustazaflık iddialarını yalanlayarak

yeryüzünün Allah'ın arzı olduğu ve Allah'ın arzının da, içinde

yaşadıkları ve ayrılmadıkları yerden çok daha geniş olduğunu vurgulayarak

bahanelerini boşa çıkarıyorlar. Çünkü, göç etmek sure-


tiyle zayıf düşürüldükleri yerden ve ortamdan kurtulmaları mümkündü.

Dolayısıyla mustazaflık bağından kurtulacak güçleri olduğu

için onlar gerçek mustazaflar değillerdi. Demek ki bu durumu,

kendi kötü tercihleri sonucu seçmişlerdi.


"Allah'ın yeri geniş degil miydi? Onda hicret etseydiniz ya!"

cümlesindeki soru, "Ne yapmakta idiniz?" ifadesinde olduğu gibi,

ayıplama ve kınama amaçlıdır. Daha önce yer verdiğimiz Nahl suresinin

ilgili ayetlerinin akışından da anlaşıldığı gibi bu soruların ilkinin

["Ne yapmakta idiniz?"], durumun tespitine [ve dinsel açıdan

nasıl bir duruma sahip olduklarına] yönelik olması mümkündür.

Çünkü, Nahl suresinden anlaşıldığı kadarıyla bu tür soru, hem zalimlere,

hem de muttakilere yönelik bir sorudur ve kınama amaçlı

değildir. Ikincisi ise ["Allah'ın yeri geniş degil miydi?..."], her hâlükârda

kınama amacına yöneliktir.


Melekler, yeri Allah'a izafe ederek zikrediyorlar. Burada yüce

Allah'ın önce arzı geniş kıldığına, sonra insanları imana ve amele

davet ettiğine işaret ediliyor. Iki ayetten sonraki "Allah yolunda

hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve genişlik bulur."

ayeti de bu gerçeğe işaret etmektedir.


Yerin "geniş" olarak nitelendirilmesi, hicret etmeyi; "Onda hicret

etseydiniz ya! "ifadesi şeklinde kullanmayı gerektirmiştir. Yani,

yerin bir bölgesinden bir diğer bölgesine göç etseydiniz ya! Şayet

genişlik tasavvur edilmeden bir ifade kullanılsaydı, "Ondan hicret

etseydiniz" denilmesi uygun düşerdi.


Ardından yüce Allah, meleklerle onların bu söyleşini gözler önüne

serdikten sonra şu hükmü veriyor: "İşte onların varacagı yer

cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!"


"Erkekler, kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup zayıf bırakılanlar...müstesnadır." Bu cümledeki istisna münkatı yani kopuk

istisnadır. Bunlarla ilgili olarak ayette söz konusu edilen anlamda

"zayıf bırakılmışlar" (mustazaflar) tabirinin kullanılması, yukarıda

[önceki ayette] sözü edilen "zalimlerin", aslında musta-zaf olmadıklarına

işaret etmeye yöneliktir. Çünkü onlar zayıflık kaydını ü-


zerlerinden kaldırabilecek güçtedirler. Asıl zayıflar, bu ayette sözü

edilenlerdir. Erkekler, kadınlar ve çocuklar şeklinde ayrıntılı bir açıklamaya

gerek duyulması, ilâhî hükmü açıklama ve yanlış algılamalara

meydan vermeme amacına yöneliktir.



"hiçbir çareye gücü yetmeyenler ve hiçbir yol bulamayanlar"

ifadesine gelince, burada kullanılan "hîle" kelimesi, "haylûle" (engel,

mani, önlem) kökünden şekil ve biçim ifade eden mastar kipi

gibidir. Sonra alet anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla iki şey arasında

bir engel ve önlem bulmaya ulaştırıcı araç anlamını ifade

eder. Ya da bir şeyi elde etme veya bir başka hâle geçme anlamını

ifade eden bir hâl veya bunun dışında bir hâldir. Bu ifade, genelde

gizlice yapılan ve yerilen işlerle ilgili olarak kullanılır. Her hâlükârda

kelimenin kök anlamında, Ragıb'ın el-Müfredat adlı kitabında

belirttiği gibi, değişim anlamı vardır.



Bu durumda şöyle bir anlam çıkıyor karşımıza: "Onlar, müşriklerin

kendilerine yönelttikleri zayıf bıraktırıcı baskıyı engellemeye

güç yetiremiyorlar; onların bu tür baskılarını defetmek için hiçbir

engel bulamıyorlar. Bundan kurtulmalarını sağlayacak bir yol elde

etme imkânına da sahip değiller."



Ayetin akışından anlaşıldığı üzere, "yol" kavramı geneldir; gözle

görülen ve görülmeyen her türlü yolu [yani, tüm çare yollarını]

kapsamına almaktadır. Şöyle ki; bu kavram burada, anlam olarak

Mekkeli Müslümanların Medine'ye hicret etmek için kullandıkları

normal yol gibi maddî yolu içerdiği şekilde, manevî yolu da kapsar.

Dolayısıyla buradaki yoldan maksat, onları müşriklerin elinden, işkence

ve fitnelerine duçar ederek zayıf düşürme girişimlerinden

kurtaracak her türlü çözüm yoludur.

*****

Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlanımda cahillik,

insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten

ileri geliyorsa, bu insan Allah katında mazurdur.

Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve

dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî

affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra

mustazafları (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutuyor,

zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından

onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları

engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir

çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.



Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini

bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı

için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu

hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratize etmenin

bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık,

bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden

bulunduğu yerden çıkamayan, Islâm yurduna hicret edip

Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zihni

dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel

olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir

tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hattâ hâkkın net bir şekilde

önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde

değişik etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de

geçerlidir.



Böyle bir insan da mustazaftır; zayıf düşürülmüş, aciz ve çaresizdir;

[içinde bulunduğu olumsuz koşullardan çıkacak ve] herhangi

bir yol bulacak durumda değildir. Bunun böylesi bir konuma

düşmesindeki etken, hak ve din düşmanları tarafından kılıç ve

kırbaç zoruyla kuşatılıp çıkış yolu bulamaması değil kuşkusuz. Bilâkis

onu başka faktörler zayıf düşürmüş, sonuç itibariyle de gafleti

ona musallat kılmıştır. Dolayısıyla böyle bir gafletin etkisine giren

insan artık hiçbir çareye güç yetirmez ve böyle bir cehaletin

pençesindeki insan da hiçbir yol bulmaz mustazaftır.

Gerçekte nedenin genelliğini vurgulamaya yönelik olan bu ayetin

mutlak açıklamasından hareketle bu sonuca varıyoruz. Bu


anlamı, bunun dışında başka ayetlerden de algılayabiliriz: "Allah

her şahsı, ancak gücünün yettigi ölçüde mükellef kılar. Herkesin

kazandıgı iyilik lehine, ettigi kötülük de aleyhinedir." (Bakara, 286)

Bu ayet gereği, hak-kında gafil olunan şey insanın gücü dâhilinde

değildir. Yine, bir engel yüzünden insanın yapamadığı bir şey de

onun gücü dâhilinde sayılmaz.



Bakara suresinin konuyla ilgili bu ayeti, insanın gücünün üstündeki

teklifi kaldırdığı gibi, mazeret yerlerini [mazur görülme durumlarını]

belirlemek ve gerçek mazereti bahaneden ayırt etmek

için genel bir ilkeyi koyuyor. Şöyle ki fiil, insanın kendi kazanmasına

ve seçimine dayandırılmalı, alıkonduğu şeyden alıkonuluşunda

kendi etkisi ve katkısı olmamalı.



Buna göre, dinden bütünüyle habersiz olan veya hak nitelikli

dinsel bilgilerin bir kısmını bilmeyen cahil insanın bu cehaleti [ve

dinî vazifeyi terk edişi], kendisinin kusurundan veya kötü seçiminden

kaynaklanıyorsa, bu terk etmişlik ona isnat edilir ve kendisi

günahkâr sayılır.



Şayet dinde cahil olması ve görevini yerine getirmemesi kendi

kusuruna veya buna yol açacak kimi ön davranışlarına

dayanmıyorsa, aksine cahilliği veya gafleti ya da amel etmemeyi

ona dayatan dış faktörlerden kaynaklanıyorsa, bu tarz bir dini terk

etmişlik kişinin tercihine isnat edilmez. Böyle bir insan günahkâr,

taammüden muhalefet eden, hakka karşı burun kıvıran müstekbir

ve körü körüne inkârcı kabul edilmez. Dolayısıyla böyle bir insan

eğer iyilik [olarak bildiği bir şeyi] kazanmışsa lehinedir, kötülük [olarak

bildiği bir şeyi] de kazanmışsa aleyhinedir. Şayet [yaptığı işin

iyi ya da kötü oluşundan habersiz kaldığı için, iyilik veya kötülük

unvanıyla] bir şey kazanmamışsa, lehine veya aleyhine de bir şey

yok demektir.



Bundan da anlaşılıyor ki mustazaf insan, herhangi bir iş kazanmak

durumunda olmadığı için eli boş insandır, lehinde ve aleyhinde

olacak bir şeye sahip değildir; onunla ilgili hüküm Allah'a

kalmıştır. Nitekim bu, mustazaflarla ilgili ayetten sonra yer alan,



90 .........



"İşte bunları, umulur ki Allah affeder; Allah çok affedici ve bagışlayıcıdır."

ayeti ile başka suredeki ayetten anlaşılmaktadır: "Başka

ları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır. O, onlara ya

azap eder ya da onları affeder. Allah bilendir ve hikmet sahibidir."

(Tevbe, 106) Ve Allah'ın rahmeti gazabından öndedir.



"İşte bunları, umulur ki Allah affeder." Bunlar, bilmeyişleri bir

mazerete dayandığı için kötülüğü kazanmamışlardır. Ancak daha

önce de vurguladığımız gibi insan, mutluluk ve mutsuzluk arasında

hareket etmektedir. Mutluluğu kendi üzerine çekmemiş olması

onun için yeterli bir mutsuzluktur. Dolayısıyla bu durumdaki bir insan,

iyi olsun, bozguncu olsun ya da hiçbiri olmasın, özü itibariyle

mutsuzluğun izlerini silip etkilerini gideren ilâhî aftan müstağni

değildir. Yüce Allah'ın ["Işte onları, umulur ki Allah affeder." sözüyle]

onların affedilmeleri umudundan söz etmesi, bu gerçeğe

yönelik bir işarettir.



Onların affedilebilecekleri umudundan söz edilip ardından, affın

onları kapsayacağına yönelik bir işaret içeren "Allah çok affedici

ve bagışlayıcıdır." ifadesine yer verilmiş olması, onların, "varacakları

yer cehennemdir; orası ne kötü bir varış yeridir!" ifadesiyle,

yerlerinin kötü bir varış yeri olarak cehennem olacağı vaat

edilen zalimler grubundan istisna edilir şekilde zikredilmiş olmalarından

dolayıdır.



"Allah yolunda hicret eden kimse, yeryüzünde gidecek birçok yer ve

genişlik bulur." Ayetin orijinalinde geçen "murâğemen" kelimesinin

kökü olan "er-reğâm" ile ilgili olarak Ragıp el-Isfahanî der ki: "er-

Reğâm", yumuşak toprak demektir. Araplar, "Rağime enfu fulanin

rağmen=burnu toprağa sürtüldü" derler. "Erğamehu gayruhu=

başkası onun burnunu yere (toprağa) sürdü" şeklinde de kullanılır.

Bununla kızgınlığı, öfkeyi ifade ederler. Şairin şu beyti buna

örnektir:



"O burunlar yere sürtüldüğü zaman onları hoşnut etmem.

Onlardan özür dilemem; aksine kızgınlıklarını arttırırım."



..................... 91



Şiirde, söz konusu kelimeye karşılık olarak "hoşnut etme" ifadesinin

kullanılması, bu kelimenin kızdırma anlamını içerdiğine

dikkatimizi çekmektedir. Buna dayanarak, "Erğamellahu enfehu

ve erğame-hu=Allah onun burnunu sürttü, ona kızdı",

"Râğamehu=iki kişi birbirini kızdırıp öfkelendirmeye çalıştılar, her

biri karşı tarafın burnunu sürmek için gayret gösterdi" denilmiştir.

Sonra "murâğeme" kelimesi, istiare yoluyla çekişip münakaşa,

kavga etmek anlamında kullanılmaya başladı. Yüce Allah bir ayette

şöyle buyurmuştur: "Yeryüzünde gidecek birçok yer... bulur."

"Murağemen kesîren" yani, öfkelenmesini gerektiren kötü bir şey

gördüğünde ondan kaçacak bir yer bulur. Bu tıpkı; "Falandan kızdığım

için falana gittim, ona yöneldim" demeye benzer. [Müfredat'tan

alınan alıntı burada sona erdi.]



Şu hâlde ifadenin anlamı şu şekilde belirginleşmektedir: Kim

Allah yolunda, yani bilgi ve amel düzeyinde dini yaşamak suretiyle

O'nun rızasını elde etmek amacıyla hicret ederse, yeryüzünde bu

amacını gerçekleştirmesine elverişli birçok yer bulur. Her ne zaman

Allah'ın dinini pratikte uygulamasına yönelik bir engelle karşılaşırsa,

dinini yaşamasına engel olan gücün burnunu sürtmek,

onu öfkelendirmek ya da onunla çekişip mücadele vermek amacıyla

oradan hicret ederek başka bir yerde dinini özgürce yaşama

imkânını, ayrıca yeryüzünde genişlik, bolluk ve birçok imkân bulur.

Yüce Allah bu ayetlerin öncesinde, "Allah'ın yeri geniş degil

miy-di?" buyurmuştur. Bu ifadenin ayrıntısı konumunda olan bu

ayetin, [hiçbir kayda yani, Allah yolunda ifadesine yer vermeksizin],

"Hicret eden kimse yeryüzünde genişlik bulur." cümlesi şeklinde

olması gerekirdi. Ancak Allah yolunda gitmek ve ilâhî yolu

sulûk etmek isteyenler için, yeryüzü genişliğinin bir gerekçesi olarak

"birçok gidecek yer" ifadesine de ek olarak yer verilmesi nedeniyle,

"hicret etme" de "Allah yolunda olmak" şeklinde kayda

bağlanmıştır ki, ifadenin ana mesajıyla örtüşsün. Bu ana mesaj ise,

şirk düzeninin egemen olduğu bir ortamda yaşamaya devam

eden müminlere yönelik bir öğütten ibarettir. Yani, ayet onları tah-



92 ...........



rik edip coşkulandırmaya, hicrete teşvik etmeye ve [moral destek

sağlayarak] yüreklerini hoş tutmaya yönelik bir mesaj konumundadır.

"Kim Allah ve Resulü uğrunda hicret ederek evinden çıkar..." Allah

ve Resulü için göç etmek, Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini

öğrenip amel etme imkânı bulunan Islâm yurduna hicret etmekten

kinayedir.



Ölümün yetişmesi, istiare yoluyla ölümün normal biçimde vuku

bulması ve beklenmedik şekilde gerçekleşmesinden kinayedir.

[Yoksa "idrak" kelimesinin asıl lügat anlamı burada kastedilmemiştir.]

Çünkü ayetin orijinalindeki "yudrik" kelimesinin mastarı

olan "idrak" kelimesi, gerideki kişinin öncekinin ardından koşup

ona yetişmesi demektir. [Oysa insanın ölümü, insandan geri kalmamıştır

ki, ardından gelip ona varmış olsun.]



Yine mükâfatın Allah'a düşmesi de, ecir ve sevabın O'nun için

gerekli olması ve bunu uhdesine alması demektir. Demek ki orada

güzel bir ecir, sınırsız bir sevap vardır ve Allah onu eksiksiz şekilde

kesinlikle hicret eden kuluna bahşedecektir. Allah bu vaadini,

kendisine hiçbir şeyin ağır ve zor gelmediği, hiçbir şeyin aciz bırakamadığı

ve ettiği iradeyi hiçbir şeyin engelleyemediği ulûhiyet

makamıyla gerçekleştirir. Ve O sözünden dönmez. Ayetin, "Allah

da çok bagışlayıcı ve esirgeyicidir." cümlesiyle son bulması, ödül

ve sevabın eksiksiz verilmesinin bu güzel vaadin ayrılmaz bir parçası

olduğunu vurgulamak ve pekiştirmek içindir.



Yüce Allah bu ayetlerde müminleri, diğer bir ifadeyle iman iddiasında

bulunanları, iman yurdunda ve şirk yurdunda yaşıyor olmak

bakımından çeşitli kısımlara ayırıyor ve bu grupların her birinin

konumuna uygun olarak alacağı karşılığı (mükâfatı) açıklıyor.

Bunu da bir öğüt, bir uyarı ve iman yurduna hicret etmeye yönelik

bir teşvik unsuru olması, iman yurdunda toplanılması, Islâm toplumunun

güçlendirilmesi, iyilik ve takva üzere birlik ve dayanışma

içinde olunması, hak mesajın yüceltilmesi, tevhit bayrağının ve din

sancağının dalgalandırılması amacıyla yapıyor.



................. 93



Bunlar içinde bir grup Islâm yurdunda yaşıyor. Mallarıyla ve

canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, mazeretsiz oturanlar ve bir

mazereti bulunduğu için oturanlar bu grupta yer alırlar. Allah hepsine

de (sevabın) en güzelini vaat etmiştir; fakat Allah cihat edenleri,

derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır.



Diğer bir grup ise, şirk yurdunda yaşıyor. Bunlar zalimdirler. Allah

yolunda hicret etmezler. Bu yüzden varacakları yer cehennemdir;

orası ne kötü bir varış yeridir!



Fakat bunların arasında da zalim olmayan zayıf düşürülmüş

bir grup vardır. Bir çözüm bulma imkânından yoksundurlar, bir çıkış

yolu da bulamıyorlar. Bunlar aciz olup hiçbir çareye güç yetiremeyen

ve hiçbir yol bulamayan mustazaflardır. Işte bunları, yüce

Allah'ın affetmesi umulur. Yine bunlar arasında yer alan bir diğer

grup da, Allah ve Resulü uğrunda hicret etmek üzere evlerinden

çıkan, ama sonra kendisine ölüm gelip yetişen kimselerdir. Ki bunların

ecri, mükâfatı Allah'a düşer.



İniş sebebi, Resulullah efendimiz (s.a.a) zamanında Medine'ye

hicretiyle Mekke'nin fethi arasındaki döneme tekabül eden Arap

yarımadasındaki Müslümanların durumu ile ilintili olsa da, ayetlerin

içeriği bütün zamanlardaki tüm Müslümanlar için geçerlidir. O

dönemde yeryüzü iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı Islâm yurduydu,

Medine ve çevresinin temsil ettiği bu bölgede Müslümanlar dinlerini

özgürce yaşıyorlardı. Bazı müşrik gruplar ve diğer dinlere mensup

topluluklar da burada yaşıyorlardı. Ancak antlaşma ve benzeri

akitlerden dolayı Müslümanları rahatsız etmezlerdi ve bu nedenle

aralarında bir çatışma, bir sürtüşme olmazdı.



Diğer bir kısmı ise şirk yurduydu. Mekke ve çevresinin temsil

ettiği bu yurtta, egemenlik müşriklerin elindeydi ve buraları putperest

inanç sistemleri doğrultusunda idare ediyorlardı. Müşrikler bu

topraklarda yaşayan Müslümanlara dinlerini yaşamalarından dolayı

yoğun baskı uyguluyorlardı, onları ağır işkencelerden geçiriyor,

dinlerinden dönmelerini sağlayacak yoğun bir dayatma tatbik ediyorlardı.



94 .............



Ama ayetlerin ana fikri daima tüm Müslümanlar için geçerlidir.

Buna göre bir Müslüman dinini öğrenebileceği, dininin şiarlarını

egemen kılabileceği, dinin hükümlerini pratikte uygulayabileceği

bir yerde yaşamakla yükümlüdür. Bir yerde dinini

öğrenemiyorsa, dininin hükümlerini pratikte uygulamasına izin

verilmiyorsa -orası ismen Islâm yurdu olsun veya şirk yurdu fark

etmez- oradan hicret etmekle yükümlüdür. Çünkü günümüzde isimler

değişime uğramış, isimlerin müsemması, nesnel karşılığı

ortadan kaybolmuştur. Insanların dini sadece kimliklerinde yazılır

olmuştur. Günümüzde Islâm kuru bir isimdir artık. Islâm isimlendirmesinde

Islâmî öğretilere inanmak ve Islâmî hükümleri uygulamak

ilkesi esas alınmıyor.



Kur'ân ise, hükmünü Islâm'ın hakikatini baz alarak veriyor; Islâm

ismini değil. Insanları, Islâm ruhunu taşıyan amellere teşvik

ediyor, şeklî ve ruhsuz tavırlara değil. Nitekim yüce Allah Kur'ân'ın

değişik ayetlerinde şöyle buyurmuştur:

"(Iş) ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın kuruntularıyla

olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır ve kendisi

için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı bulur. Erkek

olsun, kadın olsun, her kim de mümin olarak (birtakım) iyi işler

yaparsa, işte onlar cennete girerler ve onlara çekirdek kırıntısı

kadar bile zulmedilmez." (Nisâ, 123-124) "Şüphesiz inananlar, Yahudiler,

Hıristi-yanlar ve Sabiîlerden Allah'a ve ahiret gününe inanıp

iyi işler yapanlara, Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar

için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. " (Bakara, 62)





----------------------------
el-Mizan Tefsirinin 5. cildinden faydalanılarak hazırlanmıştır


En son parisa tarafından Cuma Ağus. 20, 2010 6:45 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
parisa
Özel Üye
parisa


Mesaj Sayısı : 420
Rep Gücü : 849
Rep Puanı : 7
Kayıt tarihi : 21/09/09

mUSTAZAF nE dEMEK Empty
MesajKonu: Geri: mUSTAZAF nE dEMEK   mUSTAZAF nE dEMEK Icon_minitimeCuma Ağus. 20, 2010 6:34 pm

Haksöz Dergisi - Sayı: 44 - Kasım 94
Kavramlar

Tevhidi Mücadele Alanında Kutuplaşan İki Saf: Mustazaf–Müstekbir
Eşref Altaş

A. Giriş

Tevhid ve şirk mücadelesindeki yerimizi belirlemek vahyi sorumluluğumuzu yerine getirmek zorundayız. Ezilen, zulme uğrayan kitlelere, zulme uğradıklarını hatırlatmak, onları mustazaf olduklarının bilincine vardırmak ise vahyi sorumluluğumuzun asıllarındandır.

Dünyanın var olan bu şartları içerisinde zayıf bırakılmış mustazaf kitlelerin, kendilerini ezen zorbalara karşı mücadelesi, ancak mustazaf halkın tevhidi bilince, furkan bilincine sahip olmalarıyla mümkün olacak ve devam edecektir. Hakk ve batılı birbirinden ayıramayan mustazaflar müstekbirlerin hilelerine kurban gidecek (34/31-33) ve böylesi mustazafların Allah'ın huzurunda şikayetleri de bir anlam ifade etmeyecektir (34/31-33).

Kur'an'da bize anlatılan mustazaf-müstekbir mücadelesinin şartlarını bilmemek, bizi bu mücadelede amellerimizi batılın pisliğinden uzak tutacak ve amellerimize batılın karışmasını önleyecek bir bilinçten mahrum bırakacaktır.

Rabbimiz kitabında nebevi mücadelenin nasıl olması gerektiğini boşuna anlatmamış, bilakis onları okuyalım, üzerlerinde düşünelim ve günümüz mücadelesine ışık tutalım (22/46; 15/75; 12/11) istemiştir.

Ayrıca şunu da hemen belirtmeliyiz ki Tağuti sistemleri ayakta tutan kimseler güçsüzlüklerinden şikayet eden (4/97) zalim mustazaflardır (34/31), Mustazaf olan ve fakat mustazaf olduğunun bilincinde olmayan, müstekbirlerin peşine takılmış, onlardan medet uman (34/31-33) kitlelerin dünyada ve ahirette karşılaşacakları çetin azabı hatırlatmak üzerimize düşen bir sorumluluktur.

B. Müstekbir

İnsanlık tarihi boyunca tevhidi mücadelenin önderleri olan peygamberlere karşı çıkan, onlarla savaşmaktan çekinmeyen müstekbirler, gerçekten de özellikleriyle şirk saflarının öncüsü olmuşlardır.

Allah Teala yasası gereği Ad kavminden sonra Semud kavmini yeryüzüne iktidar kılmıştır. Onları hükümdarlar yapmıştır (7/74) Allah'ın bu nimeti (7/74) için şükretmeleri yani namazı kılmaları, zekatı vermeleri, marufu emredip, münkerden kaçındırmaları emredilirken (22/41) onlar peygamberi yalanlamışlar (7/76, 7/133, 29/39, 46/20, 34/31, 41/15, 22/42), sevmediklerini açıkça söylemişler (7/79), sonra da hakları hiç yokken büyüklenmiş (46/20), saraylar edinmiş ve bozgunculuğa başlamışlardır (7/74). Müstekbirler toplumun zayıf kimselerini ezer, zayıf olmayan kitleleri zayıf bırakmak için onlara ekonomik ve siyasi baskı yaparlar (7/75), Peygamberlerin davetleri onların kaçışlarını artırırken (71/6), muttakiler ve mümin mustazafların hidayetlerini arttırmıştır.

Müstekbirler rasullerin tehditlerini ve uyarmalarını alayla dinlerler (7/77, 21/2) ve peygamberlere (müminlere) "ya dinimize dönersiniz ya da sizi bu şehirden çıkarırız" derler (7/88). Onlar için verilen her ikaz kendileri için eğlencedir (21/2). Davete kulaklarını tıkar, hiç bir şey duymamış-gibi davranırlar. Küfür örtüleri hidayete ulaşmaları için engel teşkil eder, aslında davet çağrısına merkep gibi ayak diretmekten ve çokça kibirlenmekten başka işleri yoktur (71/9).

Allah'ın azabına aldırış etmeyen bu sömürgen güruhun ya da kimsenin yanılgısı, aslında gücü olmayan şeytanın emrini dinlemesidir (14/22). Mücadele saflarında şeytanın tarafını tutması kendisinin zayıf olduğunun en açık alameti iken, mal ve evlat çokluğuyla övünmesi (41/15) müstekbirlerin paranoyak (33/35) kimseler olduğunu da düşündürüyor. Hastadırlar ve zayıftırlar. Çünkü halkın tevhidi bilince ulaşmasından korkmaları ve bunun da kendilerinin sonu olduğunu bilmeleri, müstekbirleri gece gündüz hile ve desise kurmaya yöneltmiş ve insanların Allah'a şirk koşmalarını emretmeye başlamışlardır (33/35). Bütün bunların üstüne alaycı ve zorba tavırlarla inanmak için mucize koşulu öne sürmeleri kendilerinin sonunu hazırlamıştır. Zira onlar Allah'ın mucizesi ile karşılaşmalarına rağmen inanmazlar.

Bütün bunlar Kur'an'da neden anlatılmaktadır? Kur'an, hayatımızın düşünsel ve pratik sorunlarını çözen, insanlar için yol gösterici olan özelliğiyle bu kıssaları anlatmaktadır ki okuyalım, üzerlerinde düşünelim ve günümüz mücadelesinde bir konum belirleyelim ya da karşılaştığımız sorunları çözelim.

Yaşadığımız hayat şartlarında karşılaştığımız sorunları çözecek zaman ve mekanı aşkın bir kitap olan Kur'an-ı Kerim, öyle temalar içermektedir ki, tüm zamanlar boyunca değişmeyen insan karakterleri, değişmeyen grupsal özellikler bu temalardan çıkarılarak birey ve toplumların konum alışlarını doğru bir tahlille elde etmeyi mümkün kılmaktadır.

Muhammed (s) ve anlatılan birçok peygamberin mücadelesinde söz edilen müstekbir ifadesi o zamana özgü değil, tüm zamanlar için kullanılabilen bir ifadedir.

Bugün mazlum ve mahrum bırakılmış halklara zulmeden tağuti sistemlerin yukarıda anlatmaya çalıştığımız müstekbirlerden ne farkı vardır? Kaldı ki biz müstekbiri asıl bugün tanımlamakla mükellefiz. Yaşadığımız hayat şartlarını tüm acımasızlığıyla ağırlaştıran, fıtratımıza uygun İslam sisteminin kurulmaması için var gücüyle çalışan, Allah'ın diniyle alay eden sistem ve işbirlikçileri Kur'ani ifadeyle müstekbirden başka bir şey değildir.

Rasullerin mirasçısı olan müminleri sevmemek, onlarla tüm (alay biçimleriyle) alay etmek, müstekbir olmanın en açık ifadesidir.

Vesvesesini şeytandan alan, halkın üzerinde görünmez bir baskı oluşturan ve gece gündüz kurduğu desiselerle insanları rablerine karşı isyana ve küfre çağıran medya, müstekbirlerin Kur'an'da ifadesini bulan müminlerle alay etme misyonunu eksiksiz yerine getiriyor.

"De ki: Sığınırım ben, insanların Rabbine... (insanlara kötü şeyler fısıldayan o) sinsi vesveseci (Hannas)nin şerrinden." (114/1-4)

Tağutun en örgütlü biçimi olan sistem, ordusuyla, bankasıyla, medyasıyla ve tüm işbirlikçileriyle ıslahatçı müminlere saldırmakta ve onları çeşitli hile (mekr) ve desiselerle güçsüz bırakmak istemektedir. Güçsüz bırakılan halkların ve baskı uygulanan insanların tevhidi mücadele içerisinde var olan safı ise, inkılapçı-ıslahatçı mustazafların yanıdır.

İşte bu noktada mücadelenin mustazaf saflarında kimler vardır? Nedir mustazaf? Onu Kur'an'dan takip edelim.

C. Mustazaf

D-A-F kökünden istif al babının ism-i mefulu olan mustazaf, zayıf olmuş, zayıf bırakılmış, elinden tüm bireysel ve toplumsal hakları alınmış anlamlarını içerir.

Zorba Firavun ve melesinin erkek çocuklarını katlettiği kadınlarını sağ bıraktığı ve böylece kişilik ve kimlikten yoksun bıraktığı İsrailoğullarından Kur'an-ı Kerim "mustazaflar" diye bahsetmektedir.

Mustazaf kavramı her ne kadar ezilenler, hakları ellerinden alınanlar ya da zayıf kimseler anlamında olsa da, her zaman müminleri ifade etmiyor. Bunun böyle olduğunu zaten Kur'an-ı Kerim mustazafları üç özellikte sunmakla bize öğretmiş olmaktadır.

İnsanlar içerisinde mücadele etmesi mümkün olmayan kadınlar, zavallı çocuklar ve eli ayağı tutmayan ihtiyarlar vardır. Toplumlar homojen bir yapıya, başka bir deyişle standart insan tipine sahip değillerdir. Toplum güçlüler, zayıflar gibi kategorilere ayrılmaktadır.

Zalimlere başkaldırıp inkılapçı bir tavır takınması, var olan gelenekleri ıslah etmesi mümkün olmayan zavallı kadın, çocuk ve ihtiyarları ve akli kapasitesi düşük olanları Kur'an-ı Kerim "zavallı mustazaflar" olarak bize sunmaktadır (4/75).

Bugün yeryüzünün birçok yerinde katledilen, savaşacak silah ve mala sahip olamamış, dua etmekten "yardımcı ve veliyy" istemekten (4/75) başka çaresi olmayan insanlar zulme başkaldıramadıklarından mazurdurlar. Onların bu feryadlarını görmezlikten gelmek "Yeni Dünya Düzeni" müstekbirlerinin ve işbirlikçilerinin müstekbir olmalarından kaynaklanmaktadır. Fakat eli silah tutan ve yardım gücü yerinde olan, başkaldırma gücüne sahip olan insanların ve düzenlerin ilgisizliği ise müstekbirlerin zulmüne ortak olmaktır.

Müstekbirleri uyarmaktan korkan, zalimlere itaati fitne ve fesat çıkmasın diye sürdüren, zulümlere baş eğmeyi sabır diye tahayyül eden, görevlerini "emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker"i terkeden, güçleri varken başkaldırmayan insanlar ise zalimdirler. Aslında kendileri de mustazaftır. Fakat müstekbirlerle işbirliği yapmaktan çekinmediklerinden dolayı Allah bu gibilerini "zalim mustazaflar" diye nitelemektedir.

Zalim mustazaflar istikbar düzenini ayakta tutanlardır. Firavun, kendisinden ve melesinden güçlü binlerce köleyi ve halk kitlesini nasıl idare etmektedir? Onlara piramit adı verilen ve bir mezardan başka bir şey olmayan dağlan nasıl kurdurmaktadır?

İşte Firavun onların bilinçlerini dondurmuş, büyüsüyle (medyasıyla) onları uyuşturmuştur. Halkın dini hassasiyetlerine cevap verecek bir kurum oluşturmuş ve bu kurum Allah'ın kitabından konuşuyormuş ve Allah Rasulünün varisiymiş gibi hareket ederek insanların başkaldırı ve eleştiri hakkını da elinden almıştır. Düzen vahyi bir kenara atıp nefsini yücelten, ahireti değil dünyayı ön planda tutan, şeytana uyan ve Allah'a yönelen insanları saptırın, işi gücü tağutlara itaat edilmesi gerektiğini yineleyen bezirgan tipli din adamını yetiştirdi mi artık kitleleri uyuşturup saptırması çok basit olmaktadır.

Tağuti istikbarın oluşturduğu düzenin bu noktasından sonra tüm kitlelerle "itaat" için uğraşmasına gerek kalmamıştır artık. Kitleleri düşünmekten ve zulmü görmelerini engellemekten sorumlu medya (sihirbazlar), kitlelerin fıtratlarına yönelişlerini çarçur edip saptırmaktan sorumlu, "uyarsan da uyarmasan da dilini sarkıtıp soluyan köpek" gibi şeytana uyan din adamları, kitlelerin ekonomik İşlerle ve dünya malıyla oyalanmalarını sağlayan Karun tağuti düzeninin devamını sağlamakta, kitlelerin her alandaki fıtrata yönelişlerini saptıran müstekbirler artık mustazafları devleti, milleti ve vatanı korumak için peygamber ocağına çağırır sonra da Allah ve Rasulüne değil şeytana uymayı, Allah'a nankör davranmayı emrederler.

Şu, bütün bunlarla apaçık ortaya çıkmıştır ki; şeytanın zulmünün ve işbirlikçilerinin hiç bir gücü yoktur. Onları güçlü kılan apaçık bir şekilde, zulme rıza gösteren ve örneğin "altmış yıl hüküm süren bir tağuti sistem bir günlük fitneden evladır" anlayışında olan mustazaf fakat zalim kimselerdir.

Ulu'l-emr kavramını fesada uğratmış ve zulüm ve istikbarlarını ulu'l-emr diye mustazaf insanlara sunmuş müstekbirlere itaati bir görev sayan kimsenin Allah'ın huzuruna çıktığında "Emirlerimize ve büyüklerimize uyduk da bizi yoldan saptırdılar" (33/67) demekten başka ileri süreceği hiç bir mazereti yoktur. Zalim mustazaflar bu halleriyle ezildiklerinin bile farkına varamamışlardır. Kollektif bilinçlerini üç-beş mutlu-putlu azınlığa terk etmiş ve onları denetleme imkanını dahi elde edememiş insanlar, ahirette Rabblerine şikayetlerini, sunarken neye uğradıklarını şaşırmış görüntüsü vere
ceklerdir.

Sonuç

Tevhid ve şirk asla uzlaşmaz iki kutuptur. Çünkü Allah'ın değişmez yasası bu kutupların savaşımını öngörmüştür (27/45). Ortalığın toplum projeleriyle dolup taştığı bugünlerde bu proje sahiplerinin unutmaması gereken gerçek şudur: Geniş kitleleri istikbar ile sömüren mutlu azınlık, mustazaflar; kurtuluşunu sağlayacak tevhidi çözümlere asla yanaşmayacaktır. Bize düşen münafıkların Allah'ın ipinden söz ettiği durumlarda bile illa da BERABER YAŞAYALIM saplantısına düşmemek, zalimlerle aramızdaki çizgiyi kalınlaştırmaktır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
parisa
Özel Üye
parisa


Mesaj Sayısı : 420
Rep Gücü : 849
Rep Puanı : 7
Kayıt tarihi : 21/09/09

mUSTAZAF nE dEMEK Empty
MesajKonu: Geri: mUSTAZAF nE dEMEK   mUSTAZAF nE dEMEK Icon_minitimeCuma Ağus. 20, 2010 6:38 pm

Mustazaf İçimizde Müstekbir Dışımızda Değil

Muhammed Turan Çalışkan


Diyeceğim o ki müstad'afları kimse sana bana bırakmaz sevgili ağabeyim.
Onların bizden çok daha büyük, ünlü ve güçlü sahipleri var."
M. Ö. Mengüşoğlu

Hayatta her şeyin merkezinde insan vardır. Her şey akledebilen bu varlığın sınanması için dizayn edilmiştir. Aynı zamanda insan ‘yapıp – edebilen’ bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu, başlı başına bir marifet değildir çünkü her şeyin var edicisi, Fatır-ı Âzam, insanın amellerinin hedefini tayin etmiş; çabalarının istikametinin ne olması gerektiğini de tespit etmiştir. Zira Allah, hiçbir şeyi boş yere, oyun eğlence olsun diye yaratmamıştır.(Enbiya, 21/16) Bu nedenle diyebiliriz ki, insanın var oluş gayesi ve tüm sa’yinin hedefi, İbn Haldun’un ifadesiyle “umran”dır. Bu, ‘insanların, dünyanın insan yaşayabilecek yerlerinde bir araya toplanarak yaşamaları ve yeryüzünü imar etmeleri’ demektir.1 Diğer yandan insan ihtiyaç gereği sosyal bir varlıktır. Filozoflar bunu: “İnsan tab’an medenidir.” ibaresiyle anlatırlar. Yani, insan için içtimaî hayat yaşamak tabii bir ihtiyaçtır...’2
İnsanın “halifelik” vazifesinden ve içtimai(sosyal) karakterinden bahsediyoruz… İnsanın, kendisine yüklenen ‘halifelik’ vazifesiyle sınandığı (Mülk,67/2) belirtilmektedir. Tüm bunların neticesinde insana düşen, bu istikamette hayatını idame ettirmek ve bahsettiğimiz ‘umran’a ulaşmaya çalışmaktır. Aksi halde, karada ve denizde fesad, zulm, şirk daha da fazla yaygınlaşacaktır. Şirk, zulüm veyahut da fesat dediğimiz şey ise; Allah’ın belirlediği tüm sınırların ortadan kalkması, insanlararası hukukun altüst olmasından başka bir şey değildir.
Kavramsal olarak ‘müstekbir’ veya ‘mustazaf’ ile ifade edilen gerçeklikleri de bu bahse dâhil etmemiz pekala mümkündür.
İnsanlar kavramlarla düşünür ve hayatı kavramlarla algılar. Kavramları telef etmek, ‘kelimelerin yerlerini değiştirmek’ veya konjonktüre göre tanımlamak kavramları aslî mecrasından çıkartacaktır. Son günlerde yapılan türban tartışmalarına bir bakınız. Yapılmaya çalışılan; ayetleri anlamaya çalışmaktan ziyade, ayetleri art niyetle yeniden dizayn etme ve menfaatleri sağlayıcı istikamette yorumlamadır. Böylesi kaygan bir zeminde dikkat etmemiz gereken; din ve dünya anlayışımızı şekillendiren kavramlar hususunda dikkatli olmak, konuşurken, yazarken ve dahi dinlerken ilmî titizliği elden bırakmamaktır. İlmî tavır, kanaat oluşturmada aceleciliği sevmez.
Değişik zamanlarda kavramlar üzerindeki bu iğdiş etme tavrından ‘müstekbir’ ve ‘mustazaf’ kavramları da nasibini almıştır. Fakat bir farkla… Bu iki kavram üzerinde, suyu bulandırmaya çalışanlar ‘art niyetli’ zihniyetten ziyade Kitab’a muhatap olan Müslümanlardır. Burada art niyet değil Kuranı anlarken gerekli özenin gösterilmemesi sözkonusudur. Zira ‘müstekbir’ denildiğinde heyecan ve hiddetle ayağa kalkılıp sloganlar eşliğinde tel’in edildi, mustazaf denildiğinde de sahiplenilip miskinliğe mazeret arandı. Mustazaf’a sahiplenilme eğilimde olan bu tutum müstekbirin göz göre göre semirmesini kaçınılmaz kıldı.
Kuranî manada anlaşılmadığı müddetçe, müstekbir ile musatazaf konusunda da birçok detay gözden kaçabilecektir. Kur’an’da müstekbir ve mustazaf kavramları kimler için kullanılmaktadır?
Kur’an’da müstekbir kavramı tek bir zümreyi karşılarken mustazaf üç kesimi yansıtmaktadır:
“Size ne oluyor ki Allah yolunda ve mustaz’af [yani kahredilmiş, zayıf düşürülmüş] erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa,4/75, ayrıca Nisa, 4/97, Kasas, 28/4-5) beyyinesindeki gibi ‘özellikle Resullerin tebliğinin üzerinden uzun zaman geçtiği için vahyî gerçeklerden uzaklaşan ve vahiyden habersiz bulunup da müstekbirlerin yönetimi altına düşerek bundan kurtuluş ve çıkış yolu arayanlar ve bu arayışlarından dolayı müstekbirlerin her türlü zulmüne maruz kalanlar’3 ilk gruptur.
İkinci grup mustazaf, müstekbirlerin yaptıklarına korku, Allah’a güvenmeme, dünyevi çıkarlar ve bir takım zaaflar dolayısıyla ses çıkarmayıp, yeryüzündeki fesada ve istikbara rıza gösterenlerdir.4 (Sebe, 34/31-33,Nisa, 4/97). Üçüncü sınıf mustazaf ise Tevbe Suresi’nde ifadesini bulan ‘kuvveti olmayan acizler’5 dir.

Yukarıda ikinci sınıf olarak bahsettiğimiz mustazaf sınıfı anlamak için de yine müstekbir kavramına başvurmak zorundayız. Evvela; müstekbirin en büyük açığı, gerçeği kabullenmemesidir. Bu açığı da kendine haddinden fazla güvenerek kapatmaya çalışır. Rivayetlerin işaret ettiği üzere Velid b Muğire’nin şahsında somutlaşan eylem tarzı… Vahyi ve onun temsilcisinin mesajını çürütmek(!) ve yalanlamak adına hesaplar yapmak/ölçüp biçmek ve bu istikamette ulaştığı sonuca bel bağlayıp hareket etmektir: “Ne zaman ki bir rasul size canınızın istemediği bir şey getirdiyse istikbarda bulunmadınız mı?(Bakara, 2/87) Dolayısıyla istikbar için göze çarpan ilk husus bu eylem tarzının, bu diklenişin “ayetlere” yani “vahye karşı” olmasıdır.(Casiye, 45/31,Müddessir, 74/20-24)
Müstekbirdeki büyükleniş aslında vahyin vazettiği hayat tarzına karşı geliştirilen kasıtlı bir tavır ve eylemdir. Bu anlamda müstekbir olan kişi, hayata hâkim olacak ölçülerin takdir ve tayinini bizzat kendisinin yapmasını ve bu hususta hür bırakılmasını istemektedir. İşte mustazaf tam bu noktada kendini belli etmektedir. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus müstekbirin ‘belirleyiciliği’dir. Bu aşamada müstekbir mustazafın karşısında safını belli etmiştir ve sıra vahyin tebliğcisi ve mensubu olan kişiye gelmiştir ki, mustazaf veya mustazaf olmamak onun sergileyeceği tavrıyla ilgili olacaktır.
İlk durum için mustazaf ile müstekbir arasında pek de bir fark yoktur. Çünkü ikisi de samimiyetsizdir ve ikisi de hidayet yolu apaçık belli olduktan sonra inanmamaktan yanadır. Değişen sadece dillendirilen mazeretlerdir. Biri kendisine anlatılanlara inanmamakta inatlaşırken diğeri sorumlulukları karşısındaki gevşekliğinin adını çaresizlik koyup inanmamaktadır. Zira hesap günü her iki grubun akıbeti de aynıdır. “Göreydin zalimleri Rablerinin huzurunda dururken, kimisi kimisine söz atar; istiz’af edilenler istikbarda bulunanlara ‘siz olmasaydınız biz müminlerden olmuştuk’ derler. İstikbarda bulunanlarsa istiz’af edenlere ‘size geldikten sonra sizi hidayetten biz mi alıkoyduk? Siz kendiniz mücrimlerdiniz’ der. İstiz’af edilenler istikbarda bulunanlara ‘hayır, gece gündüz hile(ydi yaptığınız), bize Allah’a küfretmeyi ve O’na denkler kılmayı emrederken’ derler. Azabı gördüklerinde pişmanlığı gizlediler. Küfredenlerin boyunlarına bukağılar koyduk. Yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?(Sebe, 34/31-33)
Müstekbir, adı üstünde büyüklenmektedir; yani kendinde olmayan bir cevher ve donanım ile varmışcasına hareket etmektedir. O yüzden müstekbirin sergileyeceği her tavrın ve savuracağı her tehdidin mesnedsiz olduğunu kavramak en başta gelen vazifedir. Bu kavrama çabası, gerek müstekbirle irtibatımızda gerekse onunla mücadelemizde ayaklarımızı sağlamlaştıracak ve kendimize olan güvenimizi her safhada diri tutacaktır.
Bugün Filistin, Irak ve Çeçenistan’da vs. işgal ve bozgunla muhatap olan kardeşlerimizi ‘uğrunda savaşılması gereken mustazaflar’ olarak görebiliriz. Ancak bir nokta üzerinde ısrarla durulmalıdır ki, bu acilen defedilmesi gereken bir ‘musibettir’, ancak defedilene kadar bir mazerettir. Zira mustazaflığı yaratan ve kemikleştiren şey, onun içselleştirilmesi ve bir ‘mazeret’ olarak kabul edilmesidir…
Şahsiyetli bir duruşun zahmetine katlanmaktansa, zalim veya büyüklenenleri eksene alarak yapılan değerlendirmelerle miskinleşmek ve bu hali yegane metod belleyip muhafaza etmeye çalışarak düşlen muztazaflık ‘zillet’ten başka bir şey değildir.
İlgili ‘ayetlere göz atanlar, yukarıda da belirttiğimiz gibi müşrik toplumlarda iki sınıf insanın varlığını göreceklerdir: Birincisi; hevalarını ilah edinip, Allah’ın dininin yanı sıra hevalarının doğrultusunda din ortaya koyan tağutlar, zorbalar ve azgınlar, ikincisi ise; bu tağutlara, zorbalara itaat eden, onların koydukları dine tabi olmak suretiyle onlara ibadet eden, onları rableştiren yığınlardır. (…) Kur’an bu iki sınıftan birincilere müstekbirler, müstekbirlere gönüllü köleliğe razı olan ikinci sınıfa ise müstaz’aflar adını vermektedir. Nasıl ki müstekbirler şirkte pay sahibiyse, bahsedilen mustaz’aflar da aynı derecede pay sahibidirler.
Her iki insan vasfının en tehlikeli yanı, kısa sürede insan için bir karakter haline gelmesidir ki, buna mustaz’aflık müstekbirlikten daha yatkın görünmektedir. Çünkü müstekbirlik mal, servet, çocuk, güç konularında varlık sahibi olmayı gerektirir ancak müstaz’aflık için kuru bir hislenişten ve mazeret üreten bir benlikten başka hiç bir şeye ihtiyaç yoktur, vesselam…





Dipnot:
1- “Mukaddime”, İbn Haldun, Milli Eğitim Bakanlığı Yay.,1990,s.7
2- a.g.e., s.100
3- “Kur’an’da Temel Kavramlar”, Ali ÜNAL, Beyan Yay., 1990, s.416
4- a.g.e., s.417
5- “Kur’an Terimleri Sözlüğü”, Mukatil b. Süleyman, İşaret Yay.,2004,s.386
6- "Ağabeyime Mektuplar", M. Önal MENGÜŞOĞLU, Pınar Yay.,1995,s.27
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
mUSTAZAF nE dEMEK
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Merhaba ne demek
» SEVİYORUM DEMEK ZOR MU
» Semum nedir?ne demek
» Allah arşa istivâ etmiştir. ne demek Allah' nerede
» Allahdan Sabır İstemek Doğru mu ?Bela İstemek demek mi?

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: YENİ VE EN SON :: Soru --Cevaplar-Tartışmalı Konular-
Buraya geçin: