Düşündüren Hikayeler..Menkıbeler..Meseller..Öyküler
Biraz anlayış lütfen
GENÇ BİR annenin bindiği otobüs tıka basa doluydu. Kucağındaki minicik bebeğiyle bir kenara sıkışıp kaldığı halde, oturanlardan hiçbiri yerlerinden kımıldamıyordu. Herkes, gidecekleri yere bir an önce gitme derdindeydi. İnip binecek bir başka yolcu da yoktu. Fakat, otobüs bir türlü hareket etmiyordu.
Tam bu sırada, otobüs şoförünün yerinden kalktığı ve:
“Buraya buyurun, hanımefendi...” diye, genç anneye seslendiği duyuldu.
Şoför devam ediyordu:
“Benim yerime oturabilirsiniz. Siz orada ayakta durdukça, bu yere ihtiyacım olmayacak!”
Bir an, otobüsün içinde derin bir sessizlik oldu. Sonra bunu, kabahatli kabahatli gülüşmeler takip etti. Oturanlardan birkaçı, fırlayıp ayağa kalktılar.
Otobüs hareket ettiği sırada, genç anne, dudaklarında memnun bir tebessümle bu yerlerden birine oturmuş bulunuyordu.
*******************************
Birkaç deste para...
BİR GÜN bir adam tarlasında çift sürerken, sabanına ağırca birşey takıldı. Eski devirlerden kalma, güzel bir mermer heykeldi bu. Adam onu böylesi heykeller satın aldığını bilen bir koleksiyoncuya götürdü. Koleksiyoncu heykel için yüksek bir ücret ödedi. Ve ayrıldılar.
Adam elinde deste deste para evine giderken, kendi kendine şöyle diyordu:
“Bu para için ne hayatlara değer! Bir insan bu kadar parayı bin yıldır toprağın altına gömülüp unutulmuş cansız bir taş parçası için nasıl verebilir?”
Aynı sıralar, koleksiyoncu heykeline bakarak şöyle
“Ne kadar güzel! Ne kadar sanatlı! Nasıl bir sanatçı bu heykeli düşlemiştir kimbilir! Bir insan bütün bunları cansız, düş gücü olmayan birkaç deste parayla nasıl değişebiliyor?”
(Halil Cibran)
*********************
“Buyur ey kulum!”
ADAMIN BİRİ her zaman “Allah, Allah” diye zikreder, bu zikirden dolayı ağzı bal yemiş gibi tatlanırdı.
Bir gün, şeytan gelip:
“Ne diye durmadan ‘Allah, Allah’ deyip duruyorsun?” diye bir soru düşürdü aklına. “Bunca zamandır Allah demene karşılık, bir kerecik olsun Allah ‘Buyur ey kulum!’ dedi mi sana? Daha ne kadar Allah deyip duracaksın?”
Bunun üzerine, adamın canı sıkıldı, ümitsizliğe düştü ve ‘Allah, Allah’ demeyi bıraktı. Gönlü kırılmış bir halde yattı, uyudu.
Rüyasında Hızır’ı gördü karşısında. Hızır ona:
“Neden yaptığın güzel işi terk ettin?” diye sordu.
Adam:
“Yaptığım onca zikre karşılık verilmedi. ‘Buyur ey kulum’ sesi gelmedi. Ben de kapıdan kovulmaktan korktum” dedi.
Bunun üzerine Hızır:
“Senin ‘Allah, Allah’ demen, Allah’ın ‘Buyur ey kulum’ demesidir. Allah’ın ismini anmayı sana sana nasip etmesi az şey midir?”
(Mevlânâ)
*********************
Çamur ve yıldızlar
İKİNCİ DÜNYA Savaşı sırasında kocam, Kaliforniya’daki Mojave çölüne yakın bir askerî üste görev almıştı. Ona yakın olmak için ben de bu beldeye taşındım. Fakat bu yerden nefret ediyordum. Hayatımda bu kadar mutsuz olduğumu hiç hatırlamıyordum.
Derken, kocamın Mojave çölünde manevraya çıkmasıyla küçük bir evde tek başıma kaldım. Sıcak tahammül edilemez bir dereceydi; nadir kaktüslerin gölgesinde, sıcaklık 52 dereceye kadar yükseliyordu.
Etrafımda Meksikalılar ile Kızılderililerden başka kimse yoktu. Onlar da İngilizce bilmiyorlardı. Mütemadiyen rüzgâr esiyor; yediğim yemekler, soluduğum hava kumla doluyordu.
O kadar mutsuzdum ki, dayanamayıp annemlere bir mektup yazdım ve baba evine döneceğimi haber verdim. Bu hayata bir dakika daha tahammül edemeyeceğimi, hapishanelerdeki hayatın bile bundan bin kat iyi olduğunu söyledim.
Babam mektubuma iki satırla, evet, sadece iki satırla cevap verdi. Öyle iki satır ki, onları ömrüm oldukça unutamayacağım. İşte hayatımı değiştiren iki satır:
“İki adam hapishane parmaklarından dışarı bakıyorlardı. Biri yerdeki çamurları, öteki gökteki yıldızları görüyordu.”
O iki satırı defalarca okudum. Kendi kendimden utanıyordum. Babamın bu kısa ama çok net uyarısı karşısında, benim durumumda neyin iyi olduğunu keşfetmeye karar verdim: Benim de yıldızlara bakmaya alışmam gerekiyordu.
İlk işim, yerli Kızılderililerle ahbaplık kurmaya çalışmam oldu. Onlar da bu çabamı boşa çıkarmadılar. Bilakis, yaptıkları dokumalar ve çanak çömleklerle ilgilenmem üzerine bana turistlere satmaya yanaşmadıkları en güzel parçalarını hediye ettiler.
Sonra, kaktüslerin, yuka’ların ve diğer çöl bitkilerinin ayrı ayrı türlerini inceledim. Bozkır hayvanlarını öğrendim, çölde güneşin batışını seyrettim ve çöl kumlarının okyanusun dibi gibi olduğu milyonlarca yıl öncesinden arta kalmış deniz kabuklarını aradım.
Bendeki bu büyük değişiklik neden ileri gelmişti? Mojave çölünden mi? Hayır, çöl daha önce ne idiyse, gene oydu. Kızılderililer de değişmemişlerdi. Değişen, bendim. Daha doğrusu, bakışımı değiştirmiştim. Böyle yaparken de, üzücü bir tecrübeyi hayatımın en heyecanlı bir macerası haline getirmiştim. Bu heyecanın tesiriyle oturup bir de roman yazdım. Kendim için kendi ellerimle kurduğum hapishanenin dışarısına bakmış ve en sonunda yıldızları keşfetmiştim...”
(Thelma Thompson)
*************
Çifte hörgüçlü deve
BİR KAMBUR, başka bir kamburla alay ediyordu. Bunların konuşmalarını sonuna kadar dinleyen bir bilge, yanındaki öğrencisine dönerek, şu hikâyeyi anlattı:
“Bir gün bir deve öteki deveye:
‘Sırtında bir kambur var!’ diye güldü.
Gülen devenin sırtında ise iki hörgüç vardı. Hiçbir deve sırtındaki hörgücü görmez. İkinci deve birinci deveye bakıp, yüzüne karşı:
‘Senin iki kamburun var’ demedi.
Deve develiğini bildi ve oradan çekilip gitti.”
Bilge adam, bu hikâyeyi anlattıktan sonra, öğrencisine: “İnsanlar da böyledir işte” dedi. “Herkesin bir kamburu vardır, fakat soylu kişi bu kamburu karşısındakinin yüzüne vurmaz. Alaycı insan ise kendi eksiğini bilmez de karşısındakinin eksiği ile alay etmeye kalkışır. Sakın, kendi iyiliklerine bakıp övünme, başkasının ayıplarına bakıp onları alaya alma. Yoksa, sırtındaki çifte hörgücü görmeyip tek hörgüçlü deveye kambur diyen öteki deveye benzersin.”
********************
Çiftlikte yangın
SOĞUK BİR Mart günü, gece yarısı vadinin ötesindeki bir çiftlikten göğe doğru alevler yükselmeye başlamıştı. Bütün köy apar topar yangın yerine doğru koştu. Çiftlik sahibi, karısı ve küçük oğlu yangının heyecanıyla dışarı fırlamışlardı. Yangın, muhtemelen ocaktan fırlıyan bir kıvılcımdan çıkmış, kısa bir zamanda bütün binayı, ambarları, samanlığı ve ahırları kül haline getirmişti.
Çiftlik sahibi kederli bakışlarla son alevleri seyrediyordu. Karısı ve oğlu, heyecandan titreyerek ağlıyorlardı. Komşular da çok üzgündüler.
Birisi:
“Köyümüzde bir aile mahvoldu. Bu çok acı birşey” dedi.
Bir başkası:
“Bunlara bir çare bulmalıyız. Yoksa, sefalete düşmüş bir aile seyretmekten biz de azap duyacağız” dedi.
Köyün en yaşlısı:
“Üzülmeyin. Herşeye bir çare bulunur. Hele bir sabah olsun” diye nasihatta bulundu.
Ertesi gün bütün köylüler kendi işlerini bırakıp yanan çiftliğe geldiler. Kazma ve küreklerle yangın yerini temizlediler. Hepsi, elbirliğiyle, iki hafta içinde çiftliği tamamladılar, ambarları ve samanlığı doldurdular.
Çiftlik sahibi ve karısı gözyaşlarıyla köylülere teşekkür ve minnetlerini bildiriyorlardı.
Köyün en yaşlısı: “Minnet duymanıza gerek yok” dedi.
“Düşündük ki; kalbimizde sizin düştüğünüz sefaletin acısını taşımaktansa, bir iyiliğin sevincini taşımak daha iyidir.”
*******************
Çocuk ve oluk
GÜN Hz. Ali’ye bir kadın gelerek:
“Yâ Ali” dedi, “çocuğum oluğun üstüne kaydı. Çağırıyorum, gelmiyor. Orada bıraksam, düşeceğinden korkuyorum. Ne yaptıysam gelmiyor, ne our bana yardım edin.”
Hz. Ali gülümseyerek ona şu çareyi söyledi:
“Dama aynı yaşta bir çocuk çıkarın. Senin çocuğun onu görünce gelir. Çünkü her canlı kendi dengine sevgi ile bağlıdır.”
Kadın denileni yaptı.
Oluğa kaymış olan çocuk damdaki çocuğu görünce hemen sürüne sürüne onun çocuğun yanına geldi ve böylece düşmekten kurtuldu.
(Şark İslâm klasiklerinden)
*******************
Akıl için sonuç birdir
NOBEL ÖDÜLÜ kazanan matematikçi Norbert Wiener, ders verdiği üniversitede bir gün tahtaya çok zor bir problem yazmıştı. Prof. Wiener birkaç dakika düşündükten sonra problemi kafasında halletmiş olacak ki, tahtaya sadececevabı yazmakla yetindi.
Probleme dair kendi çözüm biçiminin profesörünkine uyup uymadığını merak eden bir öğrenci:
“Profesör Wiener” dedi, “bu problemi çözmenin başka bir yolu yok mu?”
Profesör:
“Var elbette” dedi ve sonra tekrar tahtanın başına geçip tebeşiri eline aldı ve aynı cevabı ikinci kere yazdı.
************************
Akıl nedir?
HZ. ALİ’NİN neslinden gelen büyük âlim Câfer-i Sâdık, öğrencisi Numan’a sordu.
“Akıl nedir?”
Öğrencisi, cevaben:
“Hayır ile şerri ayırmamızı sağlayan bir melekedir” cevabını verdi.
Câfer-i Sâdık, bu tarifi yetersiz buldu.
“Bu kadarını atlar bile ayırır” dedi. “Sahibi kendisinin yanına gelirken, ot mu getiriyor, yoksa kırbaç mı vuracak, bunu hemen sezinler.”
Bunun üzerine, öğrencisi:
“Öyleyse, sizce akıl nedir?” diye sordu.
Câfer-i Sâdık, şu tarifi yaptı:
“Akıl, iki önemli ve hayırlı şey beraberce ortada olduğu zaman, hangisinin daha hayırlı olduğunu ayırt eden melekedir.”
*****************
Akıllı kadı...
ZENGİN BİR adam hatırı sayılır miktardaki parasını bez bir keseye koymuş; sonra da, keseye çift dikişle dikmişti. Ne var ki, sakınan göze çöp batar misali, adam hırsızdan bu kadar sakındığı parasını bir dikkatsizlik sonucu yolda kaybetti.
Bunun üzerine dellala gidip kayıp keseyi ilan ettiren adam, bu durumlarda âdet olduğu üzere, parayı bulup getirecek dürüst kişiye yüz akçe ödül vaat etti. Çok geçmeden iyi ve dürüst bir adam çıkıp geldi.
“Para keseni filan yerde buldum” dedi. “Al keseni.”
Keseyi görünce, adamın neşesi yerine geldi. Ancak, bu sevinci, kaybettiği keseye bir daha geri gelmez gözüyle baktığı içindi. Buna karşılık, şimdi de, durduk yerde yüz akçe ödülün telaşı basmıştı adamı. Bu parayı vermek istemiyordu.
Zengin adam bir yandan açtığı kesedeki parayı ağır ağır sayarken, bir yandan da parayı bulup getiren namuslu adama vaat edilen ödülü vermemenin bir yolunu düşünüyordu. Sonunda:
“Dostum” dedi, “kesenin içinde esasen tam sekizyüz akçe vardı. Şimdi ise keseden sadece yediyüz akçe çıktı. Demek ki sen kesenin bir tarafını açıp, içinden hakkın olan yüz akçe ödülü almışsın. Buna bir itirazım yok. Böylece mesele kapanmış oldu. Sana teşekkür ederim.”
Keseyi bulup getiren dürüst adam, durduk yerde hırsızlıkla suçlanması karşısında çok içerledi. Tartışma uzadı, uzadı, iş kadının kapısına kadar vardı dayandı.
Kadının huzurunda, zengin adam kesenin içinde sekizyüz akçenin olduğunu ama simdi yediyüz akçe çıktığını, parayı getiren adam ise keseyi bulduğu şekilde alıp getirdiğini tekrar tekrar söyleyip durdu.
Kadı efendinin işi bayağı zordu. Ancak, bunca yılın tecrübesiyle, parayı getiren adamın dürüstlüğünün, para sahibinin ise kötü niyetinin farkına varmış sayılırdı.
Verdikleri ifadeleri her iki adama bir güzel onaylattıktan sonra, meseleye şu çözümü getirdi:
“Biriniz sekizyüz akçe kaybettiğine ve diğeriniz de içinde sadece yediyüz akçe bulunan bir kese bulduğuna göre, bulunan paranın kaybedilenle aynı olması mümkün değil. Bu durumda kayıp kese sahibi bu para üzerinde hak iddia edemez. Sen, dürüst dostum! Bulduğun parayı şimdi bu adamdan geri al ve yediyüz akçe kaybeden biri çıkıncaya kadar, emin ellerde sakla. Sana gelince ey para sahibi! Sana da sekizyüz akçe bulan birinden bir haber çıkıncaya kadar sabretmekten başka verebileceğim bir akıl yok!”
Böyle bir âlimden ders alan Numan, büyüdüğünde İmam-ı Azam olarak nam salacak Ebu Hanife’den başkası değildi.
*****************
Anlayış gösterme sanatı
WİGDEN’İN ŞEKERCİ dükkanına ilk girdiğimde dört yaşlarında olmalıydım. Fakat yarım asır sonra dahi o dükkanın harikulade havası ve kokusunu hâlâ hatırlayabiliyorum. Kapının ufak çanını duyunca Bay Wigden sessizce ortaya çıkar ve şeker tezgahının arkasındaki yerini alırdı. Çok yaşlıydı. Başında kar kadar beyaz bir saç bulutu vardı.
Onun dükkanındaki kadar çok çeşitte şeker başka hiçbir yerde yoktu. Bütün bunlar o kadar aklımı başımdan alırdı ki, bir tanesinde karar kılmak bana zor gelirdi. Hepsine teker teker bakardım. Seçtiğim şekerin beyaz kesekağıdına konduğunu görmek bende üzüntüye yol açardı. Belki bir başka çeşidin tadı daha güzeldi? Veyahut yemesi daha uzun sürerdi?
Bay Wigden’in, istediğiniz şekeri kesekağıdına koyduktan sonra bir an duraklama gibi bir âdeti vardı. Bu ara hiçbir söz söylenmediği halde, her çocuk Bay Wigden’in karşısındakine fikrini değiştirme fırsatı verdiğinin farkındaydı. Kesekağıdının ağzı ancak para tezgaha konduktan sonra kıvrılarak kapatılırdı. Böylece, kararsızlık anı sona ererdi.
Bizim evimiz tramvay hattından iki blok uzaktaydı. Tramvay durağına gitmek için de Bay Wigden’in dükkanının önünden geçilirdi. Annem bir kere kasabaya inerken beni de beraber götürmüştü. Tramvay durağından eve yürürken Bay Wigden’in dükkanına girdi ve:
“Bakalım güzel birşey var mı?” dedi.
Yaşlı adam arkadaki perdenin arkasından çıkarken, annem beni elimden tutup pırıl pırıl cam tezgahın önüne götürdü. Ben önümdeki şahane vitrine hayran hayran bakarken, annem ve Bay Wigden konuştular. En sonunda annem benim için birşey seçti ve Bay Wigden’e ücretini ödedi.
Zaman içinde, tramvay durağına giderken annemin beni şekerci dükkanına götürmesi bir gelenek haline geldi. O ilk ziyaretten sonra, annem şekerimi kendimin seçmesine izin vermişti.
O sıralar paranın ne olduğundan tamamen habersizdim. Annemin satıcılara birşey verdiğini, ondan sonra bir paket veya kesekağıdı aldığını görürdüm. Zamanla bu değiş-tokuşa aklım ermeye başladı. O sıralar kendi kendime bir karar verdim. Bir gün Bay Wigden’in dükkanına yalnız başıma gidecektim. Epey uğraştıktan sonra kapıyı açabildiğim zaman çanın çıkardığı sesi hatırlıyorum. Büyülenmiş gibi, yavaş yavaş şekerlerin dizili olduğu vitrine yürüdüm.
Hoşuma gidenlerin hepsini sayınca, Bay Wigden tezgaha dayanıp bana doğru eğildi:
“Bütün bunları ödiyecek kadar paran var mı?” diye sordu.
“Tabiî” diye karşılık verdim. “Çok param var.”
Elimi uzatarak Bay Wigden’in avucuna dikkatle yaldıza sarılmış yarım düzine kiraz çekirdeği koydum.
Bay Wigden, elndekine baktı, sonra uzun bir an birşey anlamak istermişcesine benim yüzüme baktı.
Telaşla:
“Yetmez mi?” diye sordum.
Yavaşça elini çekerek:
“Zannedersem biraz fazla bile” dedi. “Üstünü vereyim.”
Eski model makinesine gitti. Makinenin çekmecesini açtı. Tekrar tezgaha dönerek, uzattığım elime iki kuruş bıraktı.
Altı-yedi yaşıma geldiğimde, ailem buradan başka bir şehre taşındı. Ben de taşındığımız yeni şehirde büyüyüp evlendm ve kendi ailemi kurdum. Karımla, değişik türlerde süs balıkları yetiştirip sattığımız bir dükkan açtık. Akvaryum ticareti o zamanlar daha gelişme çağındaydı. Bunun için balıkların doğrudan doğruya Asya, Afrika ve Güney Amerika’dan getirtilmesi gerekiyordu. Bir çifti beş dolardan az olan çok az cins vardı.
Güneşli bir öğle üstü küçük bir kız erkek kardeşiyle beraber geldi. Beş-altı yaşlarındaydılar. Ben tankları temizlemekle meşguldüm. İki çocuk hayretten yuvarlaşlaşıp büyümüş gözlerle prıl pırıl suda yüzen güzel balıkları seyrediyorlardı. Erkek olanı:
“Birkaç tane satın alablir miyiz?” diye sordu.
“Parasını verebilirseniz, tabiî” diye cevap verdim.
Kız kendinden emin bir tavırla:
“Bizim çok paramız var” dedi.
Çocuğun sesindeki eda bana sanki çok eski bir hatırayı, Bay Wigden’in şekerci dükkanına yalnız başıma gittiğim günü zihnimde canlandırdı. İki çocuk, bir süre balıkları seyrettikten sonra tankların yanında yürüyerek birkaç çeşit balıktan birer çift istediler. İstedikleri balıkları ağla yakalayarak ufak bir kaba koydum ve erkek çocuğuna uzattım.
“Dikkatle taşı” diye tenbih ettim.
Başını sallayarak, kız kardeşine döndü.
“Parayı sen ver” dedi.
Elimi uzattım. Sımsıkı kapalı avucunu bana doğru uzatırken ne olacağını gayet iyi biliyordum.
O anda Bay Wigden’in yıllarca önce üstümde bıraktığı tesirin büyüklüğünü kavradım. Yaşlı adamı ne kadar güç bir durumda bıraktığımı anladım. O da, bu güç durumdan ne kadar güzel bir şekilde kurtulmuştu!
Elimdeki paralara bakarken kendimi tekrar o şekerci dükkanında zannettim. Bu iki çocuğun saflığını gayet iyi anlamıştım. Bay Wigden de bunu yıllarca önce kavramıştı. Bütün bu hatıralar beni o kadar etkilemişti ki, boğazımın kuruduğunu hissettim. Küçük kız karşımda bekliyordu. Çok yavaş bir sesle:
“Yetmez mi?” diye sordu.
Zorlukla:
“Zannedersem, biraz fazla bile” diyebildim. “Üstünü vereyim.”
Kasa makinesinin gözünde bir müddet arandım. İki kuruşu kızın açık avucuna koyduktan sonra, onların hazinelerini taşıyarak kaldırımda dikkatle gidişlerini uzun uzadıya seyrettim.
Tekrar dükkana döndüğümde karımın bir tabureye oturmuş, ellerini dirseklerine kadar bir akvaryumun içine sokmuş, bitkilerin yerlerini değiştiriyordu.
“Ne olup bittiğini bana da anlatır mısın lütfen. Onlara kaç tane balık verdiğini biliyor musun?”
“Otuz dolarlık kadar” diye cevap verdim. “Ama başka birşey yapamazdım ki!”
Ona Bay Wigden’in hikâyesini anlatınca, gözleri dolu dolu oldu.
“Hâlâ o jölelerin kokusunu duyabiliyorum” diye içimi çektim.
Son tankı da temizlerken, Bay Wigden’in hafif hafif güldüğünü duyduğuma eminim.
***********************
Bacadaki sır
YAŞLI BİR bilge, bronşite yakalandığı için, doktorlar kendisine sıcak ve tatlı içecekler almasını önermişlerdi.
Bu yaşlı bilgeye sanki adamın evladıymış gibi göz kulak olan genç bir komşu kadın, o günkü ziyareti sırasında onu bir bardak soğuk sütle kahvaltı yapar halde görünce üzüldü ve süt dolu bardağı bilgenin elinden zorla alarak:
“İşte doktor reçetesi” dedi. “Ona uyman gerek. Bu, süt soğuk; bilmiyor musun? Hastalığının artmasını mı istiyorsun?”
“Hayır sevgili kızım, hayır” dedi bilge. “Emin ol, bu soğuk süt beni hasta etmez.”
“Siz de emin olun ki” dedi kadın, “boğazınız ve ciğerleriniz için bu soğuk süt hiç de iyi değil. Bunu ısıtmaya üşeniyor musunuz? Bak, küçük de bir sobanız var.”
“Biliyorum kızım, biliyorum, fakat...”
“Fakat ateş yakmaya üşeniyorsunuz.”
“Eh!”
“Ama hayır, artık sobayı yakmamak yok. Madem siz üşeniyorsunuz, her sabah erkenden gelip sobanızı ben yakacağım.”
Kadın eline aldığı bir kibritle icraata başlamaya hazırlanırken, yaşlı bilge yalvarırcasına:
“Hayır, hayır evladım” dedi. “Rica ediyorum, n’olursun bırak onu, sobayı yakma!”
Kadının bu söze itibar etmeye niyeti yoktu. Kararlı bir ses tonuyla:
“Hiç de bırakmam” dedi ve hemen kibriti ateşledi.
Bunun üzerine, yaşlı bilge, sobayı yakmasını engellemek istercesine heyecanla kadının kollarına doğru atıldı:
“Dur, dur! Gerçeği açıklayacağım.”
Şaşkınlıkla:
“Ne gerçeği?” diye sordu kadın.
“Gerçek şu ki, dışarıda çatının altında, borunun çıktığı yerde serçe yuvaları var. Ateş yakarsak duman çıkar. Duman da zavallı kuşları rahatsız eder!”
(E. Muller)
(Paul Villiard)
*******************
Beyaz sayfa
KAR BEYAZI bir yaprak kağıt, kendi kendine:
“Saf yaratıldım ve o sonsuza kadar saf kalacağım. Kararmaktan ya da kirlenmektense, yanmayı ve beyaz küle dönüşmeyi yeğlerim” dedi.
Mürekkep şişesi kağıdın bu sözlerini işitti ve karanlık yüreğiyle güldü. Ama bu beyaz kağıda yaklaşmaya cesaret edemedi.
Rengarenk kalemler de kağıdın sözlerini duydular ve ona asla yaklaşamadılar.
Ve bu kar beyazı kağıt yaprağı sonsuza kadar saf ve bakir vaziyette kaldı. Saf, bakir ve de boş olarak...
(Halil Cibran)
****************
Bir avuç tuz
ŞAH NÛŞİREVÂN, adaletiyle ün salmış bir İran Sâsânî hükümdarıydı.
Şahın da katıldığı bir av partisinde, hizmetçiler, pişen kuşlara konulacak tuzu eşyalar arasında bir türlü bulamadılar. Sonunda, bir hizmetçiyi tuz aramak üzere civar köylere göndermeye karar verdiler.
Bunun üzerine, Nûşirevân, köylüden tuz istersek zamanla bu gelenek haline gelir de sonra günün birinde bu iş bir vergiye dönüşür diye endişe etti. O yüzden, hizmetçiye, alınacak tuzun parasını eksiksiz ödemesini emretti.
Maiyetindekiler:
“Padişahımız” dediler, “Bu kadar değersiz birşeyden ne çıkar?"
Şah Nûşirevân:
“Bu dünyaya zulüm böyle küçük ve değersiz, fakat her yeni gelenin biraz daha büyüttüğü kaynaklardan gelmiştir” diye cevap verdi. “Şah bir köylünün bahçesinden bir elma koparacak olsa, hizmetkârları ağacı kökünden sökerler. Şah zorla bir yumurta alırsa, şahın hizmetinden geçinenler bir tavuk yutarlar!”
(Sâdi-i Şirazî)
__________________
Bir demet çubuk
İYİ HUYLU, geçimli, sevecen bir adamın sürekli birbirleriyle didişen dört oğlu vardı.
Adam, oğullarının de kendisi gibi iyi huylu, geçimli olmalarını çok istiyordu.
Günün birinde, aklına bir fikir geldi. Oğullarından, bir demet çubuk toplayıp getirmelerini istedi. Sonra, her birinden getirdikleri demeti dizleriyle kırmalarını istedi. Hepsi denedi, ama hiçbiri bunu beceremedi.
Adam demeti çözdü ve çubukları teker teker çocuklarının ellerine vermeye başladı. Çocuklar bütün çubukları bir bir kırıp attılar.
Bunun üzerine:
“Evlatlarım” dedi adam. “Birlik olursanız, zorlukların üstesinden gelirsiniz. Ayrılırsanız, zorluklar sizi ezer geçer. Birlik kuvvettir.”
***********
Bir direk için iki yıl
1800’LÜ YILLARIN ortalarıydı. Edward Mott Robinson, o yılların hatırı sayılı zenginlerinden biri ve büyük bir balina avcı gemileri filosunun sahibiydi. Bay Robinson para işlerinde çok kurnazdı. Fakat bir seferinde öyle bir olay yaşadı ki, kurnazlığı para etmedi.
Balina gemisi Mary L., iki yıllık bir seferden sonra Bedford'a döndüğünde, Bay Robinson, mürettebatın paralarını ödemeden önce gemi defterini dikkatle inceledi ve 15 yaşındaki tayfa Tommy’nin gemi açık denizdeyken geminin ana direğine tırmanarak oraya ismini kazıdığını öğrendi.
Robinson,
“Islak hava bu kazıntının içine işleyecek ve direği çürütecek” dedi. “Senin ayda beş dolar maaşın var. Yirmidört ayda bu yüzyirmi dolar eder. Yeni bir direk dikmek de ancak bu kadar paraya mal olur. Onun için sana para ödemeyeceğim; bunu birikmiş alacağından keseceğim.”
Tommy maaşından kesinti yapılmasına razı olmadı ve kendi birikmiş parasından yüzyirmi doları Bay Robinson’a vererek hesabını kapattı.
Robinson’un bir haksızlık yaptığına inanan denizciler, Tommy’ye Butler isimli çok iyi bir avukatı görmesini tavsiye ettiler. Avukat olayı dinledikten sonra Tommy’ye şöyle dedi:
“Limandan ayrılma ve Mary L. gemisinde olanlara dikkat et.”
Tommy avukatın kendisine söylediklerini yaptı ve nihayet bir gün Butler’a gelerek Mary L.’in yola çıktığını haber verdi.
Butler:
“Gemide bir tamirat yapıldı mı?” diye sordu.
“Sadece yeni pompalar takıldı, efendim.”
Butler gülümsedi:
“Şimdi işimiz kolaylaştı.”
Sonra Robinson’un ofisine giderek:
“Müşterim Tommy’ye Mary L.’in direğini sattınız ve o parayı tam olarak ödedi, fakat direk kendisine teslim edilmedi” dedi. “Direği istiyoruz. Gemi iki yıllık bir sefere çıktığına göre, tazminat ödemeniz gerekiyor, yoksa sizi mahkemeye vereeğiz.”
Robinson mağlup düştüğünü anlamıştı.
“Peki” dedi, “beni altettiniz. O zaman direği ben de sizden 120 dolara satın alıyorum.”
Direğin parası olan yüzyirmi doları ödedi. Fakat Butler’ın işi bitmemişti:
“Müşterim direği atmak niyetinde, değil” dedi. “Ayda on dolardan olmak üzere, onu size iki yıllığına kiralayabilir. İki yıllık kira parası da ikiyüz kırk dolar eder.”
Edward Mott Robinson, 240 doları hiç sesini çıkarmadan kuzu gibi ödedi.
(C. Boswell ve L. Thomson)
****************************
Rica
DEVESİYLE ÇÖLDE yol almakta olan bir bedevî, bir tepeyi geçtiğinde, güçlükle yürüyen, sıcaktan dudakları kurumuş bir adama rastladı.
Issız çölde susuzluktan perişan olmuş adam, bedevîyi görünce, su istedi.
Bedevî devesinden indi, adama su verdi.
Suyu kana kana içen adam, birden bedevîyi iterek yere yuvarladı ve hemen deveye atladığı gibi kaçmaya başladı.
Bedevî arkasından bağırdı:
“Tamam, deveyi al, git! Ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”
Bedevînin bu isteğini tuhaf bulan hırsız, biraz duraklayıp:
“Neden” diye sordu.
“Eğer anlatırsan,” dedi bedevî, “bu olay her yere yayılır ve insanlar çölde muhtaç birini gördüklerinde asla yardım etmezler.”
******************
Sevgi sınavı
BİR GÜN, ermişlerden birine sormuşlar:
“Sevginin sözünü edenler ile sevgiyi gerçekten yaşayanlar arasında ne fark vardır?”
“Bakın, göstereyim” demiş ermiş.
Bir sofra hazırlamış. Sevgiyi dilinden düşürmeyen, ama dilden gönüle de indirmeyen kişileri çağırmış bu sofraya.
Hepsi yerlerine oturmuşlar.
Derken, tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da ‘derviş kaşığı’ denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş:
“Bu kaşıkların sapının ucundan tutup öyle yiyeceksiniz” diye bir şart da koşmuş. “Öyle kaşığın çukur kısmına yakın yerden tutmak yok.”
“Peki” demişler ve çorbayı içmeye girişmişler.
Fakat o da ne?
Kaşıklar uzun geldiğinden, sofradaki hiç kimse bir türlü döküp saçmadan götüremiyormuş çorbayı ağzına. En sonunda, bakmışlar bu iş olmuyor, vazgeçmişler çorbadan. Öylece, aç aç kalkmışlar sofradan.
Onlar sofradan kalktıktan sonra, ermiş:
“Şimdi de sevgiyi gerçekten bilip yaşayanları çağıralım yemeğe” demiş.
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgiyle gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya.
Ermiş:
“Buyrun bakalım” deyince de, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp karşısındaki ihvanına uzatıp içmişler çorbalarını.
Böylece her biri diğerini doyurmuş ve kendisi de doymuş olarak şükür içinde kalkmış sofradan.
“İşte” demiş ermiş. “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim ki, kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz. Şunu da unutmayın ki, hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman.”
*************************
Sevgili
DERTLİ BİRİ, ağlayıp inlemekteydi.
Oradan geçmekte olan Şiblî, adamın halini görüp ağlayışının sebebini sordu.
Adam dedi ki:
“Şeyhim! Bir sevgilim vardı. Güzelliği canıma can katıyor, ömrümü arttırıyordu. Öldü. Ben de derdinden ölüyorum. Yasıyla gözüme âlem kara görünmede.”
Şiblî dedi ki:
“Mademki gönlün bu yüzden perişan, bu yüzden kendinden geçmişsin, neden boyuna yaslanıyor, ağlayıp duruyorsun? Yeniden bir sevgili tut. Fakat bu sefer ölmeyen bir sevgiliye âşık ol da, derdiyle böyle ağlayıp inleyerek ölmeyesin!”
********************
Sır
GÜNLERDEN BİR gün, bir topluluk, Cüneyd-i Bağdâdî’nin yanına gelerek:
“Rızkımızı nerede arayalım?” diye sordu.
Cüneyd:
“Rızkınızın nerede olduğunu biliyorsanız, gidin orada arayın!” diye cevap verdi.
Bunun üzerine:
“Yani rızkımızı Allahu Teâlâ’dan mı isteyelim?” dediler.
Cüneyd de bu kez:
“Eğer Allah’ın rızkınızı unuttuğu kanaatinde iseniz, bunu O’na hatırlatın” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine:
“Yani bir eve kapanıp tevekkül mü edelim?” dediler.
Cüneyd:
“Allah’ı tecrübe etmek şüpheciliktir” dedi.
Bunun üzerine:
“Peki çare ve tedbir nedir?” diye sordular.
Cüneyd şu cevabı verdi:
“Çare, çareyi terketmektir.”
********************
Sükûn
EBU MUHAMMED Cerirî, bir gün, Cüneyd-i Bağdâdî’yi ziyarete gitmişti.
O esnada Cüneyd’in yanında, İbn Mesrûk gibi birçok ünlü sûfî de vardı.
Mecliste bir de ilahici bulunuyordu.
İlahici okumaya başlayınca, İbn Mesrûk ve oradaki diğer sûfîler coştular, aşka geldiler ve ayağa kalktılar. Cüneyd-i Bağdâdî ise, sakin bir şekilde oturuyordu.
Cerirî, Cüneyd’e:
“Efendim” dedi, “sema yapmak istemez misiniz?”
Cüneyd, Neml sûresinin 27. âyetini okuyarak cevap verdi:
“Dağları yerinde hareketsiz görürsün. Halbuki onlar, bulut gibi geçip gitmede ve dönmede...”
*****************
Yoksulluğu kim alır?
ADAMIN BİRİ giriştiği hiçbir işte başarılı olamayışına hayıflanıyor, fakirliğinden feryad edip duruyordu.
Büyük sûfî İbrahim Edhem, adamın bu feryadına bakıp:
“Oğul,” dedi, “galiba sen bu yoksulluğu ucuza aldın!”
Adam, bu söze kızdı:
“Böyle de söz mü olur?” diye söylendi. “Yoksulluğu kim satın alır? Sözünden utan yahu!”
İbrahim Edhem şöyle cevap verdi:
“Ben bir kere canla başla yoksulluğu seçtim, kabul ettim. Padişahlığı verdim de yoksulluğu satın aldım. Hâlâ da, yoksulluğun bir anını yüzlerce cihana satın almadayım. Hakikaten bence bu kadar değeri de vardır. Bu matahı ucuz bulduğumdan padişahlığa tamamıyla veda ettim. Hülasa, bunun kıymetini bilen benim, sen değilsin. Buna şükreden, bunu anına minnet bilen benim, sen değilsin.”
**********************
Neye yarar?
BİR GÜN, ayyaş bir adam, yoldan geçmekte olan bir mürşidi gördü ve kendi halinden utanıp, saygıyla:
“Efendim” dedi, “maneviyatla iştigal bana se sağlar?”
Mürşid cevap verdi: “Evladım! Sarhoş olmadan kendinden geçmeni sağlar.”
*****************
O an geldi mi?
ZÜHD YOLUNUN büyük isimlerinden Fudayl b. İyaz, evvelce, yol kesen bir eşkiya idi. Serahs ile Ebîver arasında yol alanlar, Fudayl yüzünden, korku içinde yol alırlardı.
Fudayl’ın böyle bir hayatı bırakıp zühd yoluna baş koymasının sebebi, bir gece ardı ardına yaşadığı iki olaydı.
Fudayl, bir cariyeye âşık olmuştu. Gece vakti, cariyeyi görmek için efendisinin evinin duvarına tırmanırken, komşu evlerden birinde bir hâfızın okuduğu âyetler kulağına geldi.
Hâfız:
“Mü’minlerin kalblerinin, Allah’ın zikri karşısında huşû duymalarının zamanı gelmedi mi?” (Hadid, 57:16) mealindeki âyeti okuyordu ki, Fudayl’ın içi huşûyla doldu ve birden:
“O an geldi yâ Rabbi! O an geldi yâ Rabbi” deyip derhal geri döndü.
Derken, gece vakti yolu bir harabeye uğradı. Geceyi burada geçirirken, yakında bulunan bir insan topluluğundan birinin arkadaşlarına:
“Burası tekin yer değil. Buradan kalkıp gidelim” dediğini işitti.
Diğerleri ise:
“Yol buradan daha tekin değil. Burada sabah edelim. Çünkü gecenin bu saatinde Fudayl bizim yolumuzu keser” diye itiraz ediyorlardı.
Fudayl, bu hadise üzerine bir kere daha tevbe etti ve kendisinin kim olduğunu belli etmeden:
“Korkmayın” dedi. “Fudayl’ın yolda size birşey yapacağını sanmıyorum.”
Sonra da Kâbe yollarına düştü.
Mekke’ye gelerek, ölünceye dek, Kâbe’ye komşu olarak zühd ve takva içinde yaşadı.
*****************
Sen sana perde
YAŞADIĞI CEZBE halleri, velâyeti ve bilgeliğiyle şöhret bulmuş Şiblî’ye bir derviş sordu:
“Bu yola nasıl girdin? Allah yolunda ilk kılavuzun kimdi?”
Bu soru üzerine, Şiblî, uzun yıllar önce yaşadığı bir olayı anlatmaya başladı.
Sıcak bir yaz günü, Şiblî bir dere kenarında serinlemeye çalışıyordu. Az sonra, dere kenarına bir köpek geldi. Köpek öyle susamıştı ki, bir zerrecik tahammülü kalmamıştı. Fakat, suya atılmak üzereyken, suda kendi aksini görünce, onu başka bir köpek sanıp irkilmişti. Suda gördüğü köpekle dalaşmamak için su içemiyor, su kıyısından kaçıyordu. Çok susadığı için tekrar suya yaklaşıyor; suda gördüğü köpek yüzünden tekrar geri çekiliyordu.
Birkaç kez bu hal devam etti.
Derken, susuzluktan iyice kararsız hale gelen köpek, gözünü karartıp kendisini suya attı.
O kendisini suya atınca da, öbür köpek görünmez oldu. Susamış köpek, kana kana sudan içti.
Şiblî, bu olayı anlattıktan sonra:
“İşte bu hadise bana anlattı ki” dedi “ben, bana perdeyim. Kendimde fani oldum, benlik iddiamdan vazgeçtim,
gözümün önündeki perde açıldı. Yolumda ilk önce bana bir köpek kılavuzluk etti!”
*********************
Âfiyet, âfiyet...
DURDUK YERDE, sürekli:
“âfiyet, âfiyet...” deyip durmasıyla meşhur bir sûfî vardı.
Günlerden bir gün, kendisine:
“Neden hep böyle deyip duruyorsun?” diye sordular.
Adam:
“Eskiden, ben hammal idim” diyerek, anlatmaya başladı:
“Bir keresinde, çok ağır bir un çuvalını yüklenmiştim. İstirahat etmek için çuvalı bir yere koydum. O sırada:
‘Yâ Rabbi! Her gün yorulmadan bana iki ekmek versen onunla yetinirdim’ dedim.
Tam bu esnada birbiriyle kavgaya tutuşmuş iki adam gördüm. Aralarını bulayım diye, koştum, yanlarına vardım. Kavga edenlerden biri diğerine vurmak için eline aldığı şeyi benim başıma vurdu, yüzümü kanattı.
Bu sırada zaptiyeler geldiler ve bu iki kişiyi yakaladılar. Kana bulanmış bir vaziyette görünce, bu da kavgacılardan diye, beni de yakalayıp zindana attılar.
Bir müddet zindanda kaldım. Her gün bana iki ekmek veriliyordu.
Zindandayken, bir gece, rüyamda bir adamın bana şöyle seslendiğini duydum:
‘Yorulmadan her gün iki ekmek bana yeter demiş, fakat afiyet istememiştin.
Al işte, Allah da istediğini verdi.’
Bu sırada uykudan uyandım ve:
‘Âfiyet isterim, âfiyet!’ demeye başladım.
Derken zindanın kapısının çalındığını ve:
‘Hammal Ömer nerede?’ diye bağırıldığını duydum.
Biraz sonra beni zindandan dışarı çıkardılar ve serbest bıraktılar.
İşte o günden beridir, Rabbimden hep âfiyet istemekteyim..”
*****************
Beddua
BİR GRUP sûfî, Dicle kenarında Maruf-u Kerhî ile oturuyordu. O esnada, nehirden, bir sandal içinde def çalan, danseden, içki içen bir genç topluluğu geçti.
Sûfîler, Maruf’a:
“Şunları görüyor musun, açık açık nasıl da Allah’a isyan ediyorlar?” dediler ve eklediler:
“Bu serserilere beddua et!”
Bunun üzerine, Mâruf ellerini göğe kaldırdı ve:
“Allahım” dedi, “bunları bu dünyada nasıl neşelendirdiysen, ahirette de öyle neşelendir.”
Mâruf’un bu duası sûfîleri şaşırtmıştı.
“Biz senden dua değil, beddua istemiştik” dediler.
Mâruf şöyle cevap verdi: “Eğer Allah bunları ahirette neşelendirmeyi murad ederse, bu dünyada kendilerine bu hayattan tevbekâr olmayı nasip edecektir.”
******************
Bir “Elhamdülilllah” için
BÜYÜK SÛFÎLERDEN Serî es-Sâkatî, Cüneyd-i Bağdâdî’nin dayısı ve mürşidi, Mâruf-u Kerhî’nin ise talebesiydi.
Kendisi, şöyle derdi:
“Bir kere ‘elhamdülillah’ dediğim için, otuz senedir istiğfar etmekteyim.”
“Bu nasıl olur?” denilince, Serî es-Sâkatî başından geçen şu olayı anlattı:
“Bir keresinde Bağdat’ta büyük bir yangın çıkmıştı. Yolda beni karşılayan bir adam:
‘Merak etme, senin dükkânın yangından kurtuldu’ dedi.
Ben de, bu habere sevinerek:
‘Elhamdülillah’ dedim.
Müslümanların başına bir felâket geldiği vakitte kendim için hayır isteyerek ‘Elhamdülillah’ dediğim için, otuz senedir
pişmanlık duyuyorum.”
********************
Damdaki deve
İBRAHİM B. Edhem, bir gece sarayda, tahtında otururken damda bir tıkırtı, bir bağırış-çağırış duydu.
Sarayın çatısında sert sert adımlar atılıyordu.
Kendi kendine:
“Kimin ne haddine?” diye düşündü.
Sarayın penceresinden:
“Kim o, bu insan olamaz; peri olmalı herhalde?” diye seslendi.
Hiç görülmemiş bir bölük halk, damdan başlarını indirdiler, dediler ki:
“Yitiğimiz var, gece vakti onu arayıp duruyoruz.”
İbrahim b. Edhem:
“Ne kaybettiniz, neyi arıyorsunuz?” dedi.
Dediler ki:
“Develerimizi!”
İbrahim b. Edhem, bu cevap üzerine:
“Damda deve arandığını kim görmüş ki?” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine, damdakiler:
“Kendin saraylarda tahta oturur, padişahlık ederken Allah’ı bulmayı umuyorsun da, bizim damda deve aramamıza mı şaşıyorsun?” dediler.
İşte bu oldu, bundan sonra bir daha İbrahim b. Edhem’i kimse sultan olarak görmedi.
Kendi gözünde de kayboldu, halkın gözünden de. İşte ondan sonra, zümrüdüanka gibi, âlemde meşhur oldu.
*******************
Doğru sözün kerameti
TASAVVUF YOLUNUN belki de en büyük ismi Abdülkâdir Geylani, Hazar denizinin güneyindeki Geylan kasabasında yaşayan bir seyyidler ailesine mensuptu.
Peygamber soyundan gelen başka birçok kişi gibi, o da daha çocukken, dinî ilimler tahsiline başlamıştı.
Kendisi henüz gençliğe adımını yeni atmışken, annesi, vefat eden babasının mirasından onun payına düşen seksen altın lirayı ceketinin içine dikkatle dikerek, daha fazla dinî eğitim alması için onu Bağdat’a gönderdi. Annesi, Abdülkâdir’den, ne pahasına olursa olsun, asla yalan söylemeyeceğine dair de söz almıştı.
Bağdat yolunda, içinde genç Abdülkâdir’in de olduğu kervan soyguncuların saldırısına uğradı.
Genç Abdülkâdir’in kıyafeti pek de iyi değildi. Dolayısıyla, kendisi eşkiyalardan hiçbirinin dikkatini çekmedi, hiçbiri üstünü aramadı.
Yalnız, içlerinden biri, sırf iş olsun diye:
“Delikanlı, senin üstünde para var mı peki?” diye sordu.
Bunun üzerine, Abdülkâdir, ceketinin içinde annesi ustalıkla gizlemiş de olsa, üzerinde parası olduğunu açıkladı.
Bir gençten böyle bir dürüstlük gören şakî, şaşkına dönmüştü. Derhal Abdülkâdir’i alıp reisinin yanına götürdü.
Reis, onlar farketmediği halde, neden üstündeki parayı haber verdiğini sorunca, Abdülkâdir:
“Anneme asla yalan söylemeyeceğime dair söz verdim” dedi ve ekledi:
“Daha yolun başında yalan söyleyecek olduktan sonra, bu yolda nasıl terakki edebilirim ki?!”
Bu cevap karşısında iyice şaşkına dönen eşkiya reisi, hemen o dakikada tevbekâr oldu, ve adamlarıyla birlikte eşkiyalığa bırakıp hak yolda yürümeye koyuldu. Gün gelip Gavs-ı Âzam olarak anılacak büyük velî, daha yolun başında gösterdiği doğrulukla, daha yolun başında bunca insanı doğru yola kazandırmıştı....
******************
Düşenin dostu olmak
EBU AMR b. Nüceyd, tasavvuf yolunun başlangıcında Ebu Osman el-Mağribî’nin sohbet meclislerine devam ederdi.
Ebu Osman’ın verdiği nasihatlerin, ettiği sözlerin tesirinde kalan Ebu Amr, tevbekâr oldu.
Ama sonraları, bazı eski alışkanlıkları nüksetti, yoldan geri kaldı, bir ara işi iyice gevşetti. Artık nerede Ebu Osman’ı görse ondan kaçıyor, onun sohbet meclislerine de artık devam etmiyordu.
Günlerden bir gün yolda yine Ebu Osman’la karşılaştı, yolu değiştirdi, başka bir yola saptı. Ebu Osman onu takip etmeye başladı ve en sonunda yakaladı:
“Evladım” dedi, “sadece günahsız olduğun zaman seni seven insanlarla arkadaşlık etme. Bu durumlarda Ebu Osman’ın belki sana bir faydası olur.” Bunun üzerine, Ebu Amr tekrar tevbekâr oldu, sohbetlere devam etti, önceki haline döndü ve bunu ölünceye dek başarıyla devam ettirdi.
*******************
İki kelime
BİR ZAMANLAR, Himalayaların eteğinde, bir Budist manastırı vardı.
Manastır, Budist geleneği içinde şöhret bulmuş olmakla beraber, çok sıkıydı. En önemli özelliği ise, sessizliğiydi. Manastıra intisap edenlerin, artık kemale erdiklerine karar verilinceye dek, düşünmesi serbest, konuşması ise yasaktı.
Bu kuralın tek bir istisnası, beş yılda bir verilen iki kelime söz hakkıydı.
Günlerden bir gün, bir delikanlı manastıra intisap etti. Beş yıllık çile dönemini doldurduktan sonra, rahipler onu başrahibin huzuruna çıkardılar. Başrahip:
“Söylemek istediğin iki kelime nedir evlat?” diye sordu.
“Yatak... sert...” diyebildi delikanlı.
Bir beş yıl daha böyle geçti.
Onuncu yılın sonunda, rahipler delikanlıyı yine başrahibin huzuruna çıkardılar.
“Buyur evladım” dedi başrahip.
Delikanlı:
“Yemekler...” dedi, “kötü...”
Bir beş yıl daha geçtikten sonra, delikanlı yine başrahibin huzurundaydı.
Bu defa, seçtiği iki kelime şu oldu:
“Ayrılmak istiyorum.”
Başrahip, bu iki kelimeyi acı bir gülümsemeyle karşıladı ve: “Ayrılacağın belliydi zaten” dedi. “Şikâyet edip durmaktan başka birşey yaptığın yoktu...”
********************