KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 EĞİTİCİ HİKAYELER

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

EĞİTİCİ HİKAYELER Empty
MesajKonu: EĞİTİCİ HİKAYELER   EĞİTİCİ HİKAYELER Icon_minitimePerş. Ağus. 13, 2009 3:37 am

EĞİTİCİ HİKAYELER

İyilik

Yatakta yatan adam, başucundaki genç doktora:
- Allah senden razı olsun evlâdım dedi. Bu ameliyatı yapmak için yurtdışından buraya kadar gelmeni, yaşadığım sürece unutmayacağım.
Ameliyat edilen hasta, büyük bir hastanenin başhekimiydi. Tedavisi sadece yurtdışında mümkün görülen hastalığı aniden artınca, çoğu öğrencisi olan diğer doktorlar onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamışlar ve az bir kurtarma ümidine rağmen bu işi üstlenmeye karar vermişlerdi. Fakat o hastalığın sayılı uzmanlarından olan bu genç doktor, nereden haber almışsa almış ve bir hızır gibi yetişip onu kurtarmıştı.
Yaşlı doktor, yattığı yerden genç adamın elini tutuyor ve onu bırakmamak için durmadan konuşuyordu O elleri okşar gibi sıvazlarken:
- Ben, doğum uzmanıyım, diye devam etti. Bir zamanlar anne karnındaki bir bebeğin sakat olduğunu anlamış, onu bu şekilde yaşamaktansa öldürmeyi düşünürken, kıyamayıp doğmasına müsaade etmiştim. Sapasağlam yavruları bile ana rahminde öldürenlere inat, onun yaşamasını istediğim için, hayatta bildiğim o tek iyiliğime karşılık Allah seni bana göndermiş olmalı.
Genç doktor, ellerini gevşetip biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı takma olan bacaklarını gösterirken:
- Ben de öyle düşünüyorum efendim, diye gülümsedi. Kurtardığınız o çocuk, bendim.

*******************

Gizli sözleri duymak


Bilge bir kral artık yaşlandığını ve oğlunu tahta hazırlaması gerektiğini anlayınca oğluna liderliğin sırrını öğretmeye karar verir. Oğlunu yanına çağıran kral durumu ona anlatır ve onun bir yıl boyunca ormanda tek başına yaşaması gerektiğini ve bir yıl sonra öğrendiklerini, duyduklarını kendisine anlatmasını ister. Babasının sözünden çıkmayan genç bir yıl ormanda kalır ve dönünce babasına sevinç, mutluluk ve heyecanla öğrendiklerini duyduklarını anlatmaya başlar; “Yaprakların rüzgarda uçarken çıkardığı sesi, kuşların şarkı söyleyişini, arıların vızıldamalarını, karıncaların işbirliği ve çalışkanlıklarını, böceklerin uçuşlarını, büyük ve küçük hayvanların geliş gidişlerini, suyun akarken çıkarttığı şırıltıyı ve bunlardan aldığı dersleri anlatır. Ama bilge kral sonuçtan memnun olmaz. Oğluna ormana geri dönmesini ve ormanın gerçek seslerini duyuncaya kadar gelmemesini söyler. Prens ormana geri döner. Uzun bir müddet babasının niye memnun olmadığını düşünür. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra içinde çok farklı duygular hissetmeye ve daha önce göremediklerini görmeye başlar. Nihayet saraya geri döner ve babasına neler görebildiğini anlatır. Günün doğuşunu, ağaçlardaki yaprakların uyanışını, çiçeklerin açılış ve kapanışını, öğle güneşinin sıcak ışınlarının tabiata nasıl can verdiğini, binlerce kuşun ve hayvanın kalp atışlarını, tabiatta ki müthiş dengeyi, birbirlerini yiyen hayvanların aslında bu dengeyi sağlama çabası içinde oluşlarını anlatır.

Kral yüzünde mutlu bir gülümsemeyle der ki; “Oğlum, büyük bir lider olmanın en önemli sırrı, duyulmayanı duymaktır. En iyi yöneticiler fark edilmeyeni fark eden, insanların acılarını duyabilenlerdir. Herkesin duyabildiğini duymak kolaydır. Fakat büyük krallıklar sadece etrafındaki gizli sesleri duyanlar tarafından kurulur. Krallığımı sana gönül rahatlığıyla bırakabilirim. Sen artık hem ormanın sırrını hem de ömür boyu yerine getirmen gereken görevini öğrendin.

*************

Acının Gizlediği Armağan


Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı.
Gemiden tek bir kişi sağ kurtuldu.
Dalgalar bu adamı küçük, ıssız bir adaya kadar sürükledi.
Adam ilk günler kendisini kurtarmasını için Allah’a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı.
Ama ne gelen oldu, ne giden… Daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklardan bir kulübe yaptı.
Sahilde bulduğu, gemiden arta kalan konserve, pusula gibi eşyaları bu kulübeye koydu.
Günler hep aynı şekilde geçiyordu. Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah’a dua ediyordu.
Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü.
Duman dans ede ede göğe yükseliyordu. Başına gelebilecek en kötü şeydi bu. Keder ve öfke içinde donakaldı. Şimdi bu ıssız adada, başını sokabileceği bir kulübe bile kalmamıştı. "Allah’ım, bunu bana nasıl yapabildin?" diye feryat etti. O geceyi keder ve üzüntü içinde geçirdi. O kadar dua ettiği halde, başına bu olay geldiği için sitemler etti. Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı! "Benim burada olduğumu nasıl anladınız?" diye sordu bitkin adam kendisini kurtaranlara. Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı: "Dumanla verdiğiniz işareti gördük!"


*****************
Canımızı sıkan, göz yaşlarımızı inci gibi döküveren olaylar sessiz bir kurtuluş çağrısı, bir mutluluk davetiyesi belki de… İlk bakışta dayanılmaz gelen acı anlar, sonrasında kalbimizi kuş gibi hafifleten, ruhumuzu ısıtan tatlı tecrübelere dönüşüyor. Aydınlıkta seçemeyeceğimiz bir ışık, karanlık basınca fenerimiz oluyor. Keyfimiz yerindeyken burun kıvırdığımız tavsiyeler, yaslı anlarımızda imdadımıza yetişiyor. İyilik hallerinde sırt çevirdiklerimiz, zor anlarda sırtımızı dayadıklarımız oluyor. Hikayede yanan kulübenin dumanıyla kurtuluş umudunun yeşermesi gibi, yaşamımızdaki kırık dökükler, yıkıntı ve ziyanlar, kayıp ve yenilgiler yenilenmenin, yeniden doğuşun tohumlarını ekiyor aslında… Acı, derinlerinde gizlenen tatlı hediyelerle dolu. Yapmamız gereken, acıyla barışıp onu çözümlemek, gizlediği armağanı kalbimize buyur etmek

**************

Faydasız Ağaç

Eskiden ağaçlarla dolu olan bir tepenin üstünde şimdi sadece eğri bir ağaç vardı. Çok eskiden bu ağacın yanından geçen oduncular bu çarpık ağaçtan düz bir tahta çıkaramayız diyerek geçtiler. Onu bırakıp başka ve başka ağaçlar kestiler.

Daha sonra keresteleri satmak için tüccarlar geldiler. Bu yamru yumru ağaç yanınca çok kötü bir koku çıkarır dediler. Onu bırakıp başka ve başka ağaçlar kestiler.

Ardından ince damarlı ağaç arayan oymacılar geldiler. Bu sert ve budaklı yaşlı ağaç işimize yaramaz dediler. Onu bırakıp başka ve başka ağaçlar kestiler.

Zamanla tepenin üstünde sadece bu eğri ağaç kaldı. Çocukların gün boyu gölgesinde oynadıkları, akşamları yaşlıların geniş gövdesi etrafında toplanarak iç çekip hayatlarından bahsettikleri eğri ağaç.

“Faydasız olmanın faydası nedir?”diye sordu bir gün içlerinden yaşça en genç olanı.

Biri parmağı ile işaret ederek cevap verdi: “Yukarı başının üstüne bak dostum! Bir zamanlar bu tepelerde ağaçlarla dolu bir koruluk vardı. Şimdi ise sadece kalın dalları ve yeşilliği ile bu çarpık ağaç kaldı. Eğer bu ağaç faydasız olsa idi çok eskilerden beri her tarafa yayılan güzel kalın dallarını büyütemezdi”.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

EĞİTİCİ HİKAYELER Empty
MesajKonu: Geri: EĞİTİCİ HİKAYELER   EĞİTİCİ HİKAYELER Icon_minitimePerş. Ağus. 13, 2009 3:41 am

Eflatun’a iki soru sormuşlar:

Birincisi: “İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan davranışları nelerdir?”

Eflatun tek tek sıralamış:
“Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler.

Para kazanmak için sağlıklarının yitirirler. Ama sağlıklarını geri kazanmak için para öderler.

Yarından endişe ederken bugünü unuturlar. Dolayısıyla ne bugünü ne de yarını yaşarlar.

Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.

Sıra gelmiş ikinci soruya: “Peki, sen ne öneriyorsun?”

Eflatun: “Kimseye kendinizi sevdirmeye kalkmayın.

Yapılması gereken tek şey sadece kendinizi sevilmeye bırakmaktır.

Önemli olan; hayatta çok şeye sahip olmak değil, en az şeye ihtiyaç duymaktır.”

...alıntı...

*************

YÜZÜK

zamanlar, ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister.

Bu öyle bir yüzük olmalıdır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da mutluluğun rehavetine kendisini kaptırmasını, tembelliğe düşmesini önleyecektir.

Hiç kimse, sultanı tatmin edecek böyle bir yüzük yapmayı başaramaz. Sultanın adamları bir gün bilge dervişi bulurlar ve yardım isterler. Sultan, yüzüğün yapılmamasına fena halde üzülür. Derviş, sultanının kuyumcusuna hitaben bir mektup yazar. Kısa bir süre sonra, yüzük sultana sunulur.

Sultan önceleri hiç anlam veremez; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra, üzerindeki yazıya takılır gözü... Üzerinde biraz düşünür ve yüzü aydınlanır. Büyük bir mutluluk ışığı parlar gözlerinde...

Sonunda tam da istediği gibi bir yüzüğü olmuştur. Yüzüğün üzerindeki yazı mı?

Şu yazılıdır yüzüğün üzerinde: "Bu da geçer.”

...alıntı...
**************

Balık Ve Umut

Küçük balık, yiyecek bir şey sanıp süratle atıldı çapariye. Önce müthiş bir acı duydu dudağında... Sonra hızla çekildi yukarıya. Aslında hep merak etmişti denizlerin üstünü. Neye benzerdi acaba gökyüzü. Balıkçının parmakları hoyratça kavradı onu ve küçük balık anladı yolun sonunun geldiğini. Koca denizlere sığmazdı, oysa şimdi yüzerken küçücük yeşil leğende, cansız dostlarına değiyordu ister istemez. Bir kedi yalanarak baktı gözünün içine. Yavaşça karardı dünya; başı da dönüyordu. Son kez düşündü derin maviyi, beyaz mercanı, bir de yeşil yosunu.
İşte tam o sırada eğilip aldım onu, yürüdüm deniz kenarına. Bir öpücük kondurdum başına. Sade bir törenle saldım denizin sularına. Bir an öylece baka kaldı, sonra sevinçle dibe daldı gitti. Teşekkürü de ihmal etmemişti, birkaç değerli pulunu avuçlarımda bırakarak. Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme: "Neden yaptın bunu?" diye sorar gibiydiler.
"Bir gün" dedim, "Bulursam kendimi yeşil leğendeki küçük balık kadar çaresiz, son ana kadar hep bir umudum olsun diye."

***********
Kuyu

Günlerden bir gün, köylerden birinde bir çiftçinin eşeği kör kuyuya düşer. Eşek saatlerce acı içinde kıvranır ve bağırır. Sesini duyan sahibi gelip baktığında zavallı eşeği kuyunun dibinde görür.

Çaresiz çiftçi köylüleri yardıma çağırır. Köylüler kör kuyudaki eşeği kurtarmak için ne yapacaklarını düşünürler ama sonuçta onu kurtarmanın imkânsız olduğuna ve bunun için çalışmaya değmeyeceğine karar verirler.

Tek çare, kuyuyu toprakla örtmektir. Herkes ellerine aldığı küreklerle etraftan kuyunun içine toprak atar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkerek dibe döker.

Bir süre sonra ise ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükselir ve sonunda yukarıya kadar çıkar.

Köylüler kuyudan dışarı çıkan eşeğe çok şaşırır.

İşte hayat da bazen bizim üzerimize yüklenir ve üzerimiz toz toprakla örtülüyormuş gibi olur.

Bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır.

Kör kuyuda olsak bile…

...alıntı...

*************
NAR ŞERBETİ

Günlerden bir gün padişah, bir iki vezirini ve diğer erkândan bir kaçını yanına alarak,
payitahta (başkente) yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı.
Payitahtan ayrılıp birkaç saatlik bir yol katettikten sonra yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında dinlenme molası verdiler.
Olgunlaşmış, tam kıvamını bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu.
Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı adamı yanına çağırdı ve sordu:
-Bu nar bahçesi kimin?
-Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan miras kaldı.
-Oğlun, uşağın var mı?
-Allah bize oğul uşak vermedi efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz.
-Peki ben de bu ülkenin hükümdarıyım, şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek:
İhtiyar “başüstüne” dedi ve hemen gidip bahçe içindeki kulübeden kalaylı, tertemiz bir tas getirdi.
En yakındaki ağaçtan iki nar kopardı ve sıktı iki nar tam bir tası doldurdu, Padişah içti ve çok beğendi…
Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı.
İhtiyar çiftçi padişahın beraberindeki herkese sırayla nar şerbeti ikram etti.
Padişah ve adamları bedenlerinin kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda edip yola koyuldular.
Yolda şeytan padişahın kafasını karıştırmaya başladı “madem birer ayakları çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları yok,
ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında birkaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım” diye düşündü.
Padişah ve adamları ile akşama doğru geri dönerlerken aynı bahçenin yanın da yine konakladılar.
Padişah ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi.
İhtiyar sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp sundu.
Fakat Padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek beğenmedi, sabahkine hiç benzemiyordu ve sordu:
-Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş değil!
-Aynı nardan evlat, aslında tadında bir değişiklik yok, asıl değişen sizin kalbiniz.
Halkınızın malına göz diktiniz, bunun için de narların tadı değişti!..

*************
Vermeyi bilmek

Ermiş birine sormuşlar: "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark var?"
Bu suale cevap vermek üzere ermiş diye bilinen şahıs, önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları yemeğe davet etmiş; tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da, "derviş kaşıkları" denilen bir metre sapı olan kaşıklar.
Ev sahibi misafirlerine, "Bu kaşıkların ucundan tutup, öyle çorbanızı içeceksiniz" şartını koşmuş. Fakat kaşıkların sapı o kadar uzun ki, döküp saçmadan çorbayı içmek mümkün değil. Konuklar aç kalkmışlar sofradan.
Sıra gelmiş, sevgiyi gerçekten bilenleri davet etmeye; yüzleri aydınlık, gözleri sevgiyle gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri, uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece, her biri, diğerini doyurmuş. Ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
Ermiş kişi şöyle izah etmiş yaşananları: "Kim ki gerçek sofrasında, yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür ve doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz. Şunu da unutmayın, gerçek pazarında, alan değil, veren kazançlıdır daima."

*****

..U!..

Adam, pencereden dışarı baktığında, bahçelerindeki erik ağacının üstünde küçük bir çocuk gördü. Meyveler henüz bir leblebi kadardı ama hiç bir çocuk buna aldırmıyordu. Bu yüzden de bir takım önlemler düşünmüş, bahçesiyle yolu ayıran taş duvar üstüne, dikenli tel çekmişti. Dış kapı üstüne de, büyük büyük harflerle: "Dikkat köpek var!." diye yazdırmıştı.
Adam bunlara rağmen, haylazlara engel olamıyordu. Bu çocuk da nasıl yapmışsa yapmış, bu tellere rağmen ağaca tırmanmıştı. Üstelik de son derece rahat görünüyordu.
Adam, önce camdan seslenmeyi düşündü. Fakat hemen vazgeçti. Çünkü çocuk, gözlerini ağaca dikmiş, âdeta dünyayla ilgisini kesmişti. Adam, bundan yararlanıp dışarı çıktı ve sessiz adımlarla ağaca yanaşarak:
— İn bakalım aşağıya!. diye gürledi. İn de kulaklarını dibinden keseyim!.
Çocuk, ancak yedi sekiz yaşlarındaydı. Bu yüzden de korkmuştu. Hem de çok fazlasıyla.
— U...U!.. deyip bir şeyler geveledi, başını titreterek:
Adam, biraz daha sinirlenmişti. Artistliğe hiç mi hiç tahammülü yoktu. Bu velet de kendisini kurtarmak için, kesinlikle numara yapıyordu. Anlaşılan, iyi bir ders gerekecekti. Ağacın dibinde duran bahçe süpürgesini, küçüğün ayaklarına doğru fırlattı. Süpürge tam hedefini bulmuştu. Çocuğun acıyla kasılan yüzü, birkaç damla gözyaşıyla ıslandı. Bütün bunlara rağmen:
— U...U!.. dedi bir daha, tek eliyle ağacın üstünü gösterip.
Uçurtması ağaca takılmıştı ufaklığın. Bunun için uğraşıp duruyordu.
Adam, biraz geriye çekilince, uçurtmayı fark etti. Elbette ki yaptığı korkunç hatayı da.
— Senin erik koparttığını sandım!. dedi. Bir sürü çocuk geliyor her gün buraya, üstelik de dalları kırıyorlar.
Çocuk, kekeme idi. Bu yüzden de konuşmakta zorlanıyordu. Uçurtmasını almaktan her nedense vazgeçip, sessizce indi taş duvar üstüne. Daha sonra, yine güçlükle konuşarak:
— Bahçemizde bu ağaçtan iki tane var!. dedi. Ama babam, çocukların kalbini kırmaktansa, dalların kırılmasına razı oluyor.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

EĞİTİCİ HİKAYELER Empty
MesajKonu: Geri: EĞİTİCİ HİKAYELER   EĞİTİCİ HİKAYELER Icon_minitimePerş. Ağus. 13, 2009 3:43 am

Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor. Tıkandı baba, çay getir, Tıkandı baba, oralet getir, vs.

Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş; “Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı baba meselesi?”, “Uzun mesele evlat” demiş Tıkandı baba. “Anlat baba anlat merak ettim” deyip çekmiş sandalyeyi. Tıkandı baba da peki deyip başlamış anlatmaya;

Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım. Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken Cebrail göründü ve “Tıkandı baba, tıkandı. Uğraşma artık” dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı baba”ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdi de burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.

Tıkandı baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına; “Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz. Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz” demiş. Sultan Mahmut’un adamları “peki” demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis. “Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya; “Taze baklava, güzel baklava!” Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş. Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. şaşırmış, diğer dilim, diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın.

Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi “Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım” demiş, Tıkandı baba da “Peki” demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı babaya her akşam baklavalar gelmiş ve Yahudi de her akşam Tıkandı baba’dan baklavaları satın almış.

Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut; “Bizim Tıkandı baba’ya bir bakalım”, deyip Tıkandı baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın. Sultan; “Tıkandı baba sana baklavalar gelmedi mi?” demiş, “Geldi sultanım”, “Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?”, “Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım…”

Sultan şöyle bir tebessüm etmiş. “Anlaşıldı Tıkandı baba anlaşıldı, hadi benle gel” deyip almış ve Devletin hazine odasına götürmüş. “Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir” demiş. Tıkandı baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek. Sultan demiş; “Baba senin buradan da nasibin yok”. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış “Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin” demiş.

Padişahın adamları “peki” deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler. “Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım” demişler. Baba, “Niçin ?” demiş. Askerler “Hele sen bir beğen bakalım” demişler.

Baba, şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline “Ne olacak şimdi?” demiş, “Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı” demişler. Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu Padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş:
Vermeyince Mabud, neylesin Sultan Mahmut!..

...alıntı...

****************
Lokman ile Efendisi
Lokman ile Efendisi

Ne vakit sofra hazırlansa, lokmanı çağırtırdı hemen efendisi. Önce lokman elini uzatırdı yemeğe, sonra efendisi başlardı yemeğe. Lokmanın yediği kaptan yemekti âdeti ve ayrık kaba israf derdi. Lokmansız sofrada iştahı kapanır, onunla yemeği dirlik bilirdi.
Bir karpuz hediye gelince efendiye seslendi de oğluna “Lokman gelsin diye!” Sıcak mı sıcaktı gün. Gelince Lokman, bıçağı iştahla sapladı efendi karpuza. Ve bir dilim koydu önüne, sanki buz şerbeti sunuldu susuza. Ve başladı yemeye lokman. Bir dilim daha! Şeker gibi yiyordu, öyle tatlı, öyle neşeli… “Ye” diye diye, dilimlerin sayısı gelmişti 17 ye. Efendisi aldı sonra bir dilim kesip yeniden “ Tatlı galiba karpuz hele bir bakayım” diye içinden.

Lokmanı istekle yer görünce gönlü doldu. Galiba iştah ve arzu ile karpuza mağlup oldu. Yer yemez ağzını yakmıştı karpuz. Diline ve ağzına değmişti sanki acı bir tuz. Sustu kaldı bir müddet ,hiç konuşmadı. “Ey canımın canı!” dedi lokmana ve devam etti: “Bu zehri nasıl yedin bitirdin; eziyeti lütfa nasıl karşı getirdin? Nedir bu sabırlılık, nedir bu sabır? Cana düşmanlık mı oldu şimdi tahammülde sınır?! Neden bildirmedin acılığını, bildirmedin kibarca neden? Maksadı sakladın hele neden?” Dedi ki Lokman: “Efendim! Senin nimetinden çok faydalandım ben. Çok beslendi tenim ve canım nimetlerinden. Sencileyin bir efendinin ayıptır sunduğun bir şeye acıdır demek ve nimetine yüz buruşturup ekşi surat göstermek… Bedenimde bellidir hakkı nimetlerinin saymakla biter nasibi her kemiğin ya ki derinin katlanmayacaksa acısına..”

...alıntı...

**************

Öküzlük böyle bir şey işte...
Öküzlük böyle bir şey işte...

Ormanın birinde... Aslanlar toplanmış.

"Yahu" demişler, "Hesapta kralız, açlıktan öleceğiz birader... Maymuna saldırsak, ağaca kaçıyor; fillere saldırsak, fazla büyük... Ceylanlar hızlı, yetişemiyoruz; kuşa dalsak, uçuyor; ee balık yakalayacak halimiz de yok... N’aapsak?"

Bir tanesi, "en iyisi, öküzlere saldıralım" demiş, "iri yarı görünüyorlar ama, ne pençeleri var, ne dişleri diş... Tam dişimize göre!"

Olur mu? Olur.

Hücum...!

Ama, evdeki hesap çarşıya uymamış; öküz, öyle yabana atılacak hayvan değilmiş meğer... Organize oluyorlar, topluca savunma yapıyorlar, püskürtüyorlarmış.

Aslanlar aç biilaç.

N’aapsak, n’aapsak...?

"Tilkiye danışalım" demişler.

Tilki, "kolay" demiş, "beni, öküzlerin yaşadığı zengin otlakların prensi yapın, işinizi halledeyim..."

Kabul etmişler.

Tilki, elinde beyaz bayrakla öküzlere gitmiş, "saygıdeğer öküzler" demiş, "aslında aslanlar uysaldır, sizi de çok seviyorlar... Ama şu aranızdaki sarı öküz var ya, sarı öküz, işte sorun o... Görünce tahrik oluyorlar, canları çekiyor, verin şu sarı öküzü, kurtulun kardeşim, huzur içinde yaşayın..."

Öküz heyeti düşünmüş taşınmış, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mantığıyla, verivermişler sarı öküzü...

Aslanlar da afiyetle yemiş.

Bir gün, iki gün...

Tilki gene gelmiş.

"Bakın, gördüğünüz gibi, saldırılar kesildi, mutlu mutlu yaşıyorsunuz..." demiş ve eklemiş: "Ama şu benekli öküz var ya, benekli öküz, o burada olduğu sürece size rahat yüzü yok arkadaş, canları çekiyor, verin, kurtulun!"

Öküz heyeti düşünmüş, "otlağın selameti için" teslim etmiş benekli öküzü.

Üç gün, dört gün...

Tilki gene gelmiş.

Kuyruğu uzun olanı...

Burnu beyaz olanı...

Tombul olanı...

Tek tek alıp, gitmiş.

Otlak seyrelmiş.

Aslanlar semirmiş.

Bir gün... Tilki gelmemiş!

Gerek kalmamış çünkü.

Direkt aslan gelmiş.

"Hanginizi istiyorsam, canım hanginizi çekiyorsa, onu vereceksiniz, adamı hasta etmeyin...!" demiş.

Otların arasında tir tir titreyen, tek tük kalmış öküzler, "keşke sarı öküzü vermeseydik...!" demişler, ama, iş işten geçmiş.

Öküzlük böyle bir şey.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

EĞİTİCİ HİKAYELER Empty
MesajKonu: Geri: EĞİTİCİ HİKAYELER   EĞİTİCİ HİKAYELER Icon_minitimePerş. Ağus. 13, 2009 3:46 am

Patates ,yumurta ve kahve


Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikayet eden; her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat, ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu.

Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla dolurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı.

Yirmi dakika sonra, adam cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkarttı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına “Ne görüyorsun?diye sordu. Kızı alaylı bir şekilde “Patates, yumurta ve kahve!cevabını verdi. “Daha yakından bak! dedi baba… “Patatese dokun. Kız babasının dediğini yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. “Aynı şekilde, yumurtayı da incele
dedi babası. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü. En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla birlikte bir gülümseme yayıldı ve “Bütün bunlar ne anlama geliyor baba? diye sordu.

Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı kaynar suyun içinde kaldıklarını ama, farklı tepkiler verdiklerini söyledi. Patates daha önce sert, güçlü ve taviz vermez görünürken, kaynar suyun içinde güçten düşmüştü. Kırılgan yumurta ise, kaynar suyun içine girince güçlenip, katılaşmıştı. Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı.

“Sen hangisisin? diye sordu baba kızına.; “Sıkıntıya düştüğünde ne tepki vereceksin? Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi kalbini mi katılaştıracaksın? Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?
Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir
Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu seyretmekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı ama, küçük bir dükkân için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle…

Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkândan dışarı fırlayıp:

- “Küçüüük!” diye seslendi.” Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir hârika!”

Çocuk, ona dönerek:

- “Gerçekten çok güzeller!” diye tebessüm etti, “Ama benim bir bacağım doğuştan eksik”.

- “Bence önemli değil!” diye atıldı adam. “Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki! Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı veya vicdanı.”

Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:

- “Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.”

Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:

- “Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?”

- “Çok basit!” dedi, adam. “Eğer yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orda tüm eksikler tamamlanacak. Hâttâ sakat insanlar, sağlamlara oranla, daha fazla mükâfat görecekler…”

Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrine işâret ederek:

- “Baktığın ayakkabı, sana yakışır!” dedi. “Denemek ister misin?”

Çocuk, başını yanlara sallayıp:

- “Üzerinde 30 lira yazıyor” dedi, “Almam mümkün değil ki!”

- “İndirim sezonunu senin için biraz öne alırım!” dedi adam, “Bu durumda 20 liraya düşer. Zâten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.”

Çocuk biraz düşünüp:

- “Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!” dedi, “Onu kim alacak ki?”

- “Amma yaptın ha!” diye güldü adam. “Onu da, sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım.”

Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:

- “Üstelik de öğrencisin değil mi?” diye sordu.

- “İkiye gidiyorum!” diye atıldı çocuk, “Üçe geçtim sayılır.”

- “Tamam işte!” dedi adam. “5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zâten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!”

Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkâna girdi. İçerdeki raflar, onun beğendiği modelin aynıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra, çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek

- “Benim satış işlemim bitti!” dedi, “Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.”

- “Şaka mı yapıyorsunuz?” diye kekeledi çocuk, “Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?”

- “Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş…” dedi adam, “Antika eşyalardan haberin yok her hâlde. Bir antika ne kadar eski ise, o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder.”

Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rûyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rûya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kâğıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:

- “Bana göre 20 lira yeterli.” dedi. “İndirim mevsimini başlattınız ya!”

Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:

- “Babam haklıymış!” dedi. “Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok! demişti.”

* Her Rüzgar Savuracak Bir Toz bulur,
* Her Hayat Yaşanacak Bir Can Bulur,
* Her Umut Gerçekleşecek Bir Düş Bulur
* Bulunmayacak Tek Şey Senin Benzerindir (ALINTI)

*********************

işte sevginin karakalem resmi
işte sevginin karakalem resmi

Yaşlı bey huzursuzlanmış; acelesi olduğunu, röntgen istemediğini söylemiş. Hemşireler merakla acelesinin nedenini sormuşlar.
Eşim huzur evinde kalıyor. Her sabah birlikte kahvaltı etmeye giderim, gecikmek istemiyorum' demiş.
Eşinize haber iletir gecikeceğinizi söyleriz, deyince.
Yaşlı adam üzgün bir ifade ile,
Ne yazık ki karım Alzheimer hastası hiç bir şey anlamıyor, hatta benim kim olduğumu dahi bilmiyor, demiş.
Hemşireler hayretle Madem sizin kim olduğunuzu bilmiyor neden hergün onunla kahvaltı yapmak için koşuşturuyorsunuz? diye sormuşlar.

Adam buruk bir sesle Ama ben onun kim olduğunu biliyorum demiş

************

Çiftçinin Atı Kaçınca
Çiftçinin atı kaçar günün birinde ve tahmin edileceği gibi çiftçi atını yakalayıp da geri getiremez. Bunu gören komşusu koşup yanına gelir çiftçinin “Senin için ne kadar kötü! Şimdi odununu taşıyacak hayvanın kalmadı!” der.Çiftçi uzaktaki toz bulutunun arkasından bakarak şöyle der: “Kötü mü..yoksa iyi mi bilmiyorum”.

Ertesi gün at çayırlardan bulduğu yabani güzel bir kısrak ile beraber geri döner. Ahırdaki iki atı gören komşusu “Senin için ne kadar iyi! Sevinmiş olmalısın!” der.Çiftçi bir kez daha şöyle der: “İyi mi..yoksa kötü mü bilmiyorum”.

Ertesi gün çitçinin oğlu yeni gelen atı ehlileştirmeye karar verir. Yabani kısrak genci üstünden silkip atar ve bacağını üst üste birkaç kez çiğner. Çiftçi koşarak ayağı kırılan oğlunu kucağına alır. Bunu gören komşu çiftçinin yanına yetişir:“ Ah senin için ne kadar kötü! Üzüntünü anlıyorum” der.

Çiftçi gözlerinden yaşlar akarken tekrarlar: “Kötü mü..yoksa iyi mi bilmiyorum”.

Bir zaman sonra ülke savaşa girer. Bütün sağlam gençler askere yazılır. Elini topallayan oğlunun boynuna dolamış çiftçi ve komşusu yolun kenarında durarak sıra sıra dizilmiş savaş meydanına doğru yola çıkan gençlere bakarlar. Komşu gözünden bir damla yaş akarken sıkı adımlarla önünden geçmekte olan iki oğluna el sallar.

Çiftçiye dönüp: “Söyle! Senin için ne kadar iyi değil mi.

Oğlun evde. Mutlu olmalısın!” der.

Çiftçi bir kez daha tekrarlar: “İyi mi.. yoksa kötü mü bilmiyorum”.

...alıntı...

**************
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

EĞİTİCİ HİKAYELER Empty
MesajKonu: Geri: EĞİTİCİ HİKAYELER   EĞİTİCİ HİKAYELER Icon_minitimePerş. Ağus. 13, 2009 3:47 am

Sağa Çektim, Bekliyorum.
Sağa Çektim, Bekliyorum.

Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktır. Biyolojik ve genetik faktörlerin yanısıra, özellikle eğitimde tutarsızlık, verilen çelişkili mesajlar yahut belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar ruhsal dünyada bir parçalanmaya yol açabiliyor, bu da sonunda gerçeklerden tamamen kopmayı ve bir hayal dünyasında yaşamayı netice verebiliyordu.

"Ben iyiyim doktor ağabey, ben iyiyim, hiçbir şeyim yok. Sağa çektim, bekliyorum."

Böyle demişti Hüseyin, daha odaya ilk girişinde.

Onsekiz yaşındaydı. Şizofreni hastasıydı. Gözlerinde hayalet görmüşçesine bir korku ile hiçbir şey görmüyormuş gibi boş bir bakış yer değiştiriyordu. Çocuk gibiydi tavırları. Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun o problemsiz, saf dünyasına dönmüştü sanki. Artık mücadeleyi bırakmış, dış dünyaya kapılarını kapatmıştı. Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı. Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi. İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine birseyler konuşup gülüyordu. Ama, gariptir, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli yersiz aynı sözü tekrarlayıp duruyordu:

"İyiyim ben, iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum."

Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı. Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim işte, sevinin" dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke dolu bakışları, yediği tokat esnasında gördüğü yıldızlara karışmıştı. Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve yatağına gidip ağladı.

Babasının -asabi- olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak şeylere sinirlendiğini, -aslında iyi bir insan- olduğunu zamanla annesinden öğrenmişti. İyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem babası -Sizin için çalışıyorum, ablanın ve senin geleceğiniz için yoruluyorum- demiyor muydu? Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi nasıl işti? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki?

Bazen -aslan oğlum, akıllı oğlum- derdi babası kendisine, bazen de -salak, haylaz!- Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini kemiriyordu.Babasına bile güvenemeyecekse, bu dünyada kime güvenebilirdi ki?

Annesi, babasının aksine, çok şefkatliydi. Bir o kadar da evhamlı. Devamlı peşinde dolaşır, -Hasta olacaksın- der, başka şey demezdi.. Bu aşırı ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini ve dövmüyordu ya; yetebilirdi bu. Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi gerekiyordu ama, olsundu. Hep sevildiğini bilmek güven vericiydi zira. Ama hayır; maalesef her zaman sevmiyordu annesi onu. Uslu olduğu zamanlarda geçerliydi bu sevgi. Şartlı bir sevgiydi yani. Annesinin hoşlanmadığı bir şey yaptığında -Seni doğuracağıma taş doğursaydım- sözünü sık duydu. Bir gün dayanamayıp -Acaba benim gerçek anne-babam siz değil misiniz?- sorusunu sorduğunda, annesi öfkeli gözlerle -Saçmalama salak!- diye bağırdı. Bu cevap acaba ne anlama geliyordu?

Bazen annesiyle babası kavga ederlerdi. Daha doğrusu, öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelir, yanlarına gidince susarlardı. Bir şey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç. Neden anlatmazlardı ki? Problem varsa söylesinler, yoksa güzel güzel sohbet etsinlerdi. Böylesi daha mı iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık. Evlerine bir misafir geldiğinde ise, keyfi biraz yerine gelirdi. Anne baba ne kadar gergin de olsalar misafirin yanında gülümserlerdi çünkü. Yalancıktan da olsa onları öyle mutlu, kibar, konuşkan görmek hoşuna gidiyordu. Hoşuna gidiyordu da, neden biz bize iken böyle davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik?

Saflık derecesindeki patavatsızlığı misafirliklerde başına dert oldu. Anne-babasının evde -kel toş- dedikleri komşu, evlerine misafir olduğu bir gün ona -kel toş- diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye öyle diyorlardı o zaman?

Gelen giden arttıkça, çelişkiler de artıyordu.
"Yine mi o gıcık tipler geliyor? / Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz?" "O Ayten de çok saçmalıyor canım / Haklısın Aytenciğim, naaparsın?" "Keşke evde yok deseydin oğlum / İnanın çok özlemiştik."

Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu çoğunlukla. Bu karmaşık oyunun kuralı acaba neydi? İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılardan kaçış olarak, sevinçle karşılamıştı.

Ama siyah önlükler, anlamsız kısıtlamalar olmasa daha iyi olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp bazen de öfkeyle bağıran asık suratlı ğretmenler olmasa çok da güzel olabilirdi. Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka.

"Gelecek sizin elinizde / Siz haylazsınız!" "Okuyup büyük adam olacaksınız / Adam olmazsınız siz!" "Bu ülkenin umudu sizlerde /Sizi her gün dövmek lazım!" "****** bu ülkeyi sizlere bıraktı / Aptallar!"

Anlayamıyordu çoğu şeyi. ******'ü öğretmişlerdi ona önce ve sonra ve hep beden eğitimi dersinde bile. "En büyük o! Bizi kurtardı. Bir millet yarattı." Ama Hüseyin dedesinden "Allah en büyüktür, tek yaratıcı Odur" diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük, ****** mü?" diye sordu. Öğretmen ters ters baktı ve "Böyle saçma soruları bir daha sorma; fena olur" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu dünya. Nasıl korunacaktı?

İlkokul öğretmeni kopyaya çok kızardı. Bir kez sınavda kopya çeken bir arkadaşını sınıfın ortasında evire çevire dövmüş, hatta bacağını kanatmıştı. Kopya kötüydü, çekmemeliydi. Hiç çekmedi de. Son sınıfta ilkokullar arası bilgi yarışmasına katıldılar. Final yarışmasında öğretmeni yanlarına yanaştı ve "Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu" diye fısıldadı. Duymazdan geldi.. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini deniyordu herhalde. Yarışma sonrasında öğretmen "Beni niye dinlemediniz? Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz?" diye bağırınca, kafası iyice karıştı. Bir gün birisi "Bunlar kamera şakasıydı" diyecek diye bekliyordu. Ama ya değilse?

Bir de kafasındaki çelişkileri tutabilseydi! Anlaşılan, onları kendi kendine ve kendince çözmesi gerekecekti. Yapabilirse. Susmak çok iyiydi aslında. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep "Susun! Çok konuşmayın bakayım!" derdi. Ama lisede öğretmenler "Niye aval aval bakıyorsunuz, derse katılın biraz, sizin gibi koyunlar yüzünden bu millet geri kaldı!" deyince, sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı.

Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsa ne iyi olurdu. Zaten genellikle odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla konuşmasına, annesi "Hâlâ çocuk gibisin" diye tepki gösteriyordu. Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Öteden beri bildiği bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama kimseye soramadı. Kimse de, ne olup bittiğini ona doğru düzgün anlatmadı. Ayıp deyip sustular. "Kızların şeyi var mı?"sorusunun cevabını bile arkadaşlarıyla baş başa verip üç ayda öğrenebildi. Yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir yığın şeyi düzeltmesi yıllarını alacaktı. Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için arkadaşları kendisiyle alay ediyorlardı. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu alaylardan kurtulmak için, hoşlandığı bir kızı gözüne kestirdi. Ders aralarında onunla konuşmaya başladı. Hatta ona âşık oldu bile denilebilirdi.. Ama bu kez de âşık olmasıyla alay edildi.

İnsanlar neden böyleydi ki? Bir gün teneffüste hoşlandığı kıza "Seni seviyorum" demek geldi içinden. Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Hatta kendisini öğretmene şikayet etti. Tabii ki, dayak yedi öğretmenden. Çok üzülmüştü. Durumu düzeltmek için kızın yanına gitti, özür diledi ve "Tamam, seni sevmiyorum" dedi. Ama kız buna da ağladı. Yine şikayet edildi, yine dayak yedi, yine anlayamadı neler olup bittiğini. Şu kızlar da garipti doğrusu.

Okul dışındaki kızlara yöneldi ilgisi. Yaşça büyük, tecrübeli ağabeylerle gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. "Üf abi, şu kıza bak, çok güzel." "Hakikaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyo oğlum, asıl şuna." "Yok ağabey şu gelene asılayım. Baksana o daha hoş. Değil mi Ali ağabey?"

Değildi maalesef. "Daha hoş" deyip laf attığı kız, Ali abisinin kızkardeşiydi. Birkaç küfürle paçayı kurtardı. Sahipsiz kızlara asılmak iyiydi, sahipliler ise bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim gibi birilerinin ablası yahut kardeşi değil miydi?

Acaba şu an ablasına kim nerede laf atıyordu?

İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu. Çok fazla kızla çıkmak makbuldü arkadaş çevresinde. Popüler bir delikanlının fazla kız arkadaşı olmalıydı. Ama kızların erkeklerle fazla çıkmaları iyi değildi, "kaşar" damgası yerlerdi. Peki o zaman erkekler kiminle çıkacaktı ki? Meselâ kendisinin kız arkadaşlarıyla gezmesi anne babasının hoşuna gitmişti. Ama ablasının bir erkekle çıkması evdekilerin en büyük korkusu idi. Kendisine bir kız telefon edince "aslan oğlum" diyen bakışlar gezinirdi üzerinde. Ama ablasını bir erkek ararsa evde kıyamet kopardı.

"Bu tutarsızlıklar beni deli edecek" diyordu içinden. Sonunu hissetmişti sanki. Kur'ân okumanın ve ondaki emirlere uymanın çok güzel olduğunu öğrenmişti lise yıllarında. Anne babası Kur'ân okumazlardı, ama "Okumak lazım, iyidir" derlerdi. "Okumak lazım, iyidir" derler, ama okumazlardı. Normaldi artık bu çelişkiler; pek üstünde durmadı.

Okudu, etkilendi. Namaza başladı. Kızlarla mesafeli olması gerektiğini de öğrenmişti. Kız arkadaşlarıyla samimiyetini azalttı. Bira içmez oldu. TV izlemedi, sohbetlere gitti. Bir gün anne babasını fısır fısır konuşurken gördü. O akşam babası onu karşısına alıp konuşmaya başladı. Bir problem olduğunu anlamıştı. Bir problem olmasa babası onunla konuşmazdı çünkü; ancak bir problem varsa konuşurdu. Sonunda babası dilinin altındaki baklayı çıkardı:

"Evladım, aşırı gitme. Namazını da kıl, gereğinde bara, pavyona da git. Kur'ân da oku, kızlarla gezip içki de iç. Dengeli yaşa."

"Nerede yazıyor bu denge baba?" diye sordu.

Babası sinirlenip "İşte burada yazıyor" dedi ve avucunu gösterip yanağına okkalı bir tokat yapıştırdı. Ağlamıyordu artık. Etkileniyormuş gibi yapmaya çalışıyordu.

Ama direnci zayıflamıştı. Kur'ân'ı da, namazı da bıraktı.

Evlerinde televizyon hep açık dururdu. Bazen açık-saçık programlar olurdu. Spiker 'Şok, Şok! Şu rezilliğe bakın!' diye ekranı inletirken bir yandan da o rezillikler en ayrıntılı biçimde gösterilirdi. Babası da hem onları seyreder, hem de "Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak; şunların yaptıklarına bakın" derdi. Hüseyin "Baba, başka kanala geçelim" deyince de, "Biraz bakalım canım, meraktan izliyorum zaten, neler olup bitiyor bilmek lazım" diye cevap verirdi. Babasının bakışlarında merak denilemeyecek garip bir pırıltı olurdu oysa. Hüseyin farkındaydı bunun.

Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek ama aşırı gitmemek gerektiğini öğrendi; nasıl olacaksa? Ve haber programlarını izlemeye, gazetelerdeki köşe yazılarını okumaya başladı. Birçok şey öğrendi; özellikle dış politika konusunda. Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü. Yok hayır, biz en üstündük. Sadece, biraz geri kalmıştık. Ama en güçlü, en akıllı bizdik.Bu millet adam olmazdı. Biz Batılıları seviyorduk, ama onlar bizi sevmiyordu. Onlar bizi sevmediği için biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar gibi olmalıydık yine de. Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de.

Hele Yunanlılar bize iyice düşmandılar. Biz de onlardan nefret ederdik. Hep savaşmış, hep yenmiştik onları. Ama aslında kardeştik. Bazen bizden korktukları söylenirdi. Sinirlendiriyordu bu bizi. Bizden neden korkuyorlardı ki? Fazla sinirlenirsek canlarına okurduk onların. Korkmasınlardı bizden.

Araplar ise zaten oldum olası bizi sevmezlerdi. Biz de onları hiç sevmezdik. Ama onlar bizi neden sevmiyordu ki? Biz onları hep sevmiş, hep iyilik yapmış değil miydik? Oysa onlar bize hep kötülük yapmak istiyorlardı. Bizi sevmeleri lazımdı. Ama bizim onları sevmememiz lazımdı.

Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya başladı. Odasından çıkmamaya başladı. Hayallerle avundu. Hayallerinde herşey netti, kontrolü altındaydı. En iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı ki?

Askere gitmeden önce bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere başvurdu. Torpilliler yüzünden ilk başvurduğu yere alınmadı. Babası öfkelendi. "Bu torpil yüzünden memleket batacak" dedi. Bir hafta sonra ikinci başvurduğu yer için torpil bulunca sevindiler. Başkası lehine olunca kötüydü torpil. Ama, biz yapınca iyi oluyordu.

İşyerinde bir kıza âşık oldu. Tutunacak bir dal arıyordu bu çalkantılar arasında. Her şey bozulmuştu, o kız tertemizdi. Onunla hayatı sihirli bir değnek değmişçesine değişecekti. O da Hüseyin'i sevecektimutlaka, hatta seviyordu galiba. Zaten geçen gün işyerinde sudan bir sebepten bağırmıştı ona; tıpkı küçükken annesinin yaptığı gibi. Seviyordu kesin, ama tutucu bir aileden geldiği için bunu pek belli etmiyordu. Özellikle sessiz, mazbut bir kız oluşundan hoşlanmıştı onun. Ama yaz gelince son hayal kırıklığını yaşadı. Sevdiği kız bazen kısacık etekler giyiyordu. Otururken de, görünmesin diye eteğini habire çekiştiriyordu. Niye kısa giyiyordu ki o zaman? Uzun giyse rahat ederdi. Dayanamayıp bunu söyledi bir gün. Kız utançla karışık gülümsedi, ama giyimini değiştirmedi. Sonra bir gün onun yazın plajda bikiniyle dolaşıp erkek arkadaşlarıyla denize girdiğini öğrendi "Nasıl yani???"

Karşımda oturmuş kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri bu hayatı, bu insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu işte. Bu kuralsız trafik, üstüne gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden, hayat yolculuğunda sağa çekmişti. Bekliyordu.

"Ben iyiyim artık, hiçbir şeyim yok doktor ağabey, çok iyiyim ben. Sağa çektim, bekliyorum."

Bir psikiyatristin günlüğünden..

Alıntıdır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

EĞİTİCİ HİKAYELER Empty
MesajKonu: Geri: EĞİTİCİ HİKAYELER   EĞİTİCİ HİKAYELER Icon_minitimePerş. Ağus. 13, 2009 3:48 am

Balık-ekmek
Balık-ekmek

balık-ekmek...
yarım ekmek arası palamut...
eminönü...
osmanlı balıkçısı...
kalabalık...
martı çığlıkları...
vapur homurtuları ve kampanalar...
bundan 15 sene önceydi...
istanbul köprüydü, almanya-avusturya ile kayseri arasında...
uğranılması zorunlu bir durak...
avrupadan gelen akraba, mutlaka uğrarlar ve bir balık-ekmek molası verilirdi, hayata... adet ittihaz edilmişti...
okuduğu kitaptan başını kaldırdı, açılan kapının sesiyle...
"buyrun efendim!"
dedi, geleni müşteri sanarak...
"selamun aleykum! mehmet abi..."
dedi kapıdan içeri giren...
"we aleykum selaamm!"
selamını aldı ve hayretten bakakaldı...
"ahmet?" "aa, gardaşım! sen misin? yaw nereden çıktın böyle?"
"abi esti geldim işte... seçimler var ya, bir oy bir oydur dedim... kayseriye gideceğim ama sana uğramadan olmaz dedim!"
"Allah razı olsun! ayaklarına sağlık! hoşgeldin! safalar getirdin! buyur..."
akşam, konuşmalar, dertleşmeler, atışmalarla geçti...
"sabaha gideriz değil mi? vaktin var mı?" dedi ahmet.
"tabi gardaşım! ne demek! bizim çocuklar durur dükkanda, biz gider geliriz. senelerin adeti bu, terkedilir mi?"
sabahleyin, namazdan sonra açtı dükkanı mehmet... ekmekleri içeri alıp, ortalığı süpürdü. çayı ocağa koydu. kahvaltılık bir şeyler hazırladı. gelmişlerdi. beraber bir şeyler atıştırdılar. eşi:
"acele etmeyin, idare ederiz. merak ta etmeyin, alıştık artık." dedi.
"peki, mesaj alındı, gecikmeyiz" dedi mehmet ve çıktılar.
bağcılar merkezden, caminin önünden bindiler otobüse.
"eminönü! bekle bizi geliyoruz!"
mehmet, istanbulda büyümüştü. ilkokulu kocamustafapaşada, imam-hatip 1. sınıfı taşlıtarlada okumuştu. babasının ölümü, ailenin yalnızlığı, sıkıntılar kayseriye sürüklemişti hayatı 10 seneliğine. geçen on sene, mehmetin istanbul aşkını bileylemiş, 3 senedir tekrar istanbulda yaşamasına rağmen, doyamamıştı. doyamıyordu istanbula.
"bekle bizi eminönü! bekle!"
eminönünden önce, çarşıkapı vardı, sahaflar, çınaraltı, beyazsaray, cağaloğlu yokuşu... es geçilmezdi ki...
"uğrayalım mı?"
"tabi abi, nasıl istersen. sana tabiyim."
aksarayda indiler... laleliden yukarı çıkarken,
kalabalığın arasında iki damla idiler... aralarında konuşmaya başladılar... "ahmetciğim! bu kalabalıkları gördüğümde, aslında biraz korku kaplıyor içimi... korku demiyelim de biraz endişeleniyorum"
"haklısın abi, bu insanlar bizim... bizim de, acaba ne haldeler? neleri düşünürler? nasıl geçinirler? dertleri, sevinçleri nelerdir?"
"ahmetciğim, aslında benim kastettiğim, şu kalabalığın önünde nasıl durup da seslenilir: "durun kalabalıklar! durun! bu cadde çıkmaz sokak..." nasıl denilir? üstad hangi cesaretle böyle bir şeyi söylemiş acaba?"
"işte mesela şu rus turist, acaba biliyor mu, bize bıraktığı paranın karşılığında neleri alıp götürdüğünü..."
"ooof! of abi... hiç açma bunları yaw... benim de içimi kararttın."
"şuraya bak! bundan bir tane alalım mı?"
seyyar satıcı, tezgahı kurmuş, leğen içinde nylon bir bebek, kurulmuş, yüzüyor...
"alalım, talha ne sevinir görünce"
parayı verdiler, devam ettiler yollarına... fen-edebiyat'ın önü her zamanki gibi kalabalıktı. kapıda barikat, rahatça girenler, kapıda bekleyenler... onları seyredenler... içleri burkularak yürüdüler...
"Rabbim! sen biliyorsun! sen görüyorsun! Rabbim! Rabbim!"
tezatlar yumağında kaybolup savruldular, beyazıt meydanından çınaraltına...
çınaraltı...
eskiye rağbetin mekanı...
çantalarında tespih yaşlı amcalar,
pul, eski veya yabancı para kolleksiyonu sergileyen otuzbeşlik-kırklıklar... miras terekelerinden bozulma eski-yeni kitapların mahzun ve melul bakışlarının hissedildiği mekan...
çınaraltı...
çaybahçesi ile cami kapısının farklı koktuğu yer...
sahaflar çarşısına giriş kapısı...
ahmet ile mehmet, adımlarını kapıya yöneltti...
"hiç tadı kalmadı biliyor musun buranın da..."
"niye?" diye sordu ahmet...
"ya... eskiden sırf eski kitaplar olurdu. şimdi, sade ders kitapları, kırtasiye, turistlerin ilgisini çekecek bir-kaç eşya... bak seyret!"
"selamun aleykum. şu bambu kamışlar ne kadara?"
"meraba! 4 dolar!"
"tamam!"
"gördün mü? bunlar bu bambuları bana değil, süs için alacak turistlere getirmişler."
"hadi, içim sıkıldı. gel çarşıdan geçelim."
nuruosmaniyenin oradan cağaloğluna ineriz."
kapalıçarşının kapısında dedektörden geçip girdiler.
ihtişamlı kapalıçarşı!
"dükkan isimlerine dikkat et!" dedi mehmet...
"hiç bir şeye heveslenme! alamayız!"
soludukları tarih kokulu rüya hemen bitti.
mahmutpaşa yokuşuna gelmişlerdi.
"bak ahmetçiğim!" dedi mehmet,
"bak bu köşe! benim 4. sınıfa giderken gelip tezgah açtığım köşe!"
"gel, gürün hanın oradan dönelim..."
cağaloğlu yokuşuna gelmişlerdi... aşağıya doğru inerken, kitapçıların vitrinlerinden alamıyorlardı gözlerini...
cağaloğlundan aşağıya inerken, yavaş yavaş denizin o genzi yakan tuzlu, taze, hoş ve pis kokusu da geliyordu burunlarına...
sağda sirkeci tren garı, önlerinde mehmetin istanbul aşkının sembolü, deniz...
üst geçide yöneldiler...
araba vapuru iskelesinin önünden geçtiler, denizi, vapurları, boğazı, karşıyı, seyrederek adımlamaya başladılar...
evet, gelmişlerdi...
osmanlı balıkçısı...
genelde onlardan alış-veriş ederdi mehmet... belki ismi sıcak geliyordu...
"selamun aleykum" dedi...
bu kadarcık kısa bir sürede bir-kaç kişi almıştı bile siparişlerini...
"bize de iki ekmek arası yapar mısınız?"
"ne kadardı?"
söylenen miktarı cebinden çıkardı... parayı uzatırken, biraz önce balık-ekmeğini alan şişman adama takıldı gözleri. iştahla ısırıyordu ekmeğini. turşu suyu arada imdadına yetişiyor. daha sonra yeni bir hırsla saldırıyordu ekmeğe...
"buyrun!"...
aldı ekmekleri... açtı arasını, soğanı boca etti birisinin içine... tuz, limon... ahmede seslendi:
"sen de ister misin soğan?"
"ııh!" dedi, ahmet.
"abi, turşu da sonraya kalsın."
"şunun tadını çıkaralım!"
"peki!" dedi. ama bilmiyordu ki, o gün yemeye gittiği, ve fakat yiyemediği balık-ekmek, bir ömür boyu, aklından çıkmayacaktı...
ekmeklerini alıp, boğaz vapur iskelesinin hep kapalı duran kapısının yanına çekildiler...
tam ısıracaklardı ki...
bir çocuk gördü mehmet...
bir çocuk...
yutkunan gözlerle, bir ayağını deniz kenarındaki demirlere dayamış, iştahla ekmeği ısıran adamın yanında dinelen ve yutkunarak bakan bir çocuk... ahmet de farketmişti.
çocuk: "biraz da bana verir misin amca!" diye yalvardı.
adam, döndü arkasını çocuğa. devam etti ısırmaya... yanakları balon gibiydi. iştahla, bitmek tükenmek bilmeyen bir iştahla ısırıyordu ekmeği... ikisi de henüz başlamamışlardı... ikisinin de arzusu aynıydı. elindekini çocuğa vermek. önce ahmet davrandı sonra mehmet...
"delikanlı, buyurmaz mısın?"
çocuk döndü, baktı, baktı...
gözlerinde o farklı ifade ile baktı, baktı...
sanki aylarca o bakışın altında ezilmişti mehmet...
o bakışta "neredeydiniz şimdiye kadar? benim bu halde olmam, hep sizin suçunuz! iyilik filan yaptığınızı düşünmeyin sakın!" ifadesini hissediyordu.
ve uzattı elini...
aldı ekmekleri...
ahmet yekindi,
"dur, yanında turşu suyu iyi gider!" dedi. sonra sordu,
"başka bir şey mi istersin yoksa?"
kafasını salladı çocuk,
"yeter bu!" der gibi...
ahmet turşucunun yanına giderken, bakışlarıyla onu izliyordu mehmet...

aa!! nereden çıkmıştı onca çocuk?
ellerinde boya sandığı ile bir kaç çocuk, poşetin içine koyduğu beş-on kağıt mendili büyük bir sermayeymiş gibi sıkı sıkıya kavrayan bir minik... evet 6-7 yaşlarındaydı... evet evet daha büyük değildi... ekmeği ilk alan çocuk, böldü yarısını, yarım ekmeğin... uzattı miniğe... minik, aldı kısmetini... o da böldü bir kısmını, yeni gelen uzun boylu, yaşı 14-15 gösteren bir başka çocuğa uzattı...
ahmet gelmişti bu ara elinde bir bardak turşu suyuyla...
manzara feci idi...
gözyaşları iteliyordu gözkapaklarını...
burunları sızlamaya başladığında farkına vardı mehmet, göremiyordu yaşlardan hiçbirşeyi...
ahmedi aradı gözleri, çocukları sıraya sokmuş, sayıyor, ve sesleniyordu, balıkçıya
"usta! yapsana ekmek aralarını acele tarafından.... hadi ama, biraz acele et!"
teker teker aralarını açtı, doldurdu soğanları. bir tanesi sevmezmiş soğanı... yanlışlıkla ona da soğan koymuştu. teker teker ayıkladı soğanları... çocuklar "Allah razı olsun abi!" dediler ve yavaşça iskele kapısına doğru çekildiler... adeta koklayarak yiyorlardı.
deliye dönmüştü mehmet...
çıldırmıştı sanki ahmet...
boğazlarını yakan o his, ikisini de aynı soruyla karşı karşıya getirmişti.
"kimdi bu çocuklar?"
belli ki evleri yoktu... sokakta yaşıyorlardı... halleri, durumları, bakışları hep öyle andırıyordu... evet, gerçekten de sokakta idiler...
sokakta idiler... adres gerektiğinde parktaki banklar, atm'ler, apartman girişlerindeki boşluklar geliyordu akıllarına...
gözleri çocukların üstbaşlarına takıldı mehmet'in... takıldı kaldı... pantolonlarındaki yırtıklar, kir-pas, nicedir su yüzü görmemiş elbiseler... anca ana merhametiyle paklanabilecek o kirli fakat kirli olduğuna inat bir o kadar temiz yüzleri farketti.
takıldı kaldı mehmet...
bakakaldı...
kalakaldı...
işte bu kadar...
keşke hikaye olsaydı...
keşke hikaye olarak kalsaydı...
maalesef ki ayniyle vaki...

-alıntı değildir-
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

EĞİTİCİ HİKAYELER Empty
MesajKonu: Geri: EĞİTİCİ HİKAYELER   EĞİTİCİ HİKAYELER Icon_minitimePerş. Ağus. 13, 2009 3:50 am

Bedevi İle Hırsızın Hikayesi

Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce su istemiş.Devesinden inmiş ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.

Bedevi arkasından bağırmış:
“Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”
Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş...

Bedevi de :

“Eğer anlatırsan, bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”

************
Bedevi İle Hırsızın Hikayesi

Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce su istemiş.Devesinden inmiş ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.

Bedevi arkasından bağırmış:
“Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”
Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş...

Bedevi de :

“Eğer anlatırsan, bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”


******************

Toplumsal negatif öğrenme
Evet insanlar öğrendiklerini bildiklerini doğru veya yanlış sandıklarını kolay kolay değiştirmiyorlar...
--------------------------------
Kafese beş maymun koyarlar.

Ortaya da bir merdiven konur ve tepesine de iple bir kangal muz asılır. Her bir maymun merdivenleri çıkarak muzlara ulaşmak istediğinde dışarıdan üzerine soğuk su sıkılır.Her bir maymun aynı denemeyi yapar, buz gibi soğuk suyla ıslatılır.

Bütün maymunlar bu denemeler sonunda sırılsıklam ıslanırlar. Bir süre sonra muzlara doğru hareketleneni diğer maymunlar engellemeye başlar.Su kapatılıp maymunlardan biri dışarı alınır, yerine yeni bir maymun konulur. İlk yaptığı iş, koşup muzlara ulaşmak için
merdivene tırmanmak olur. Fakat diğer dört maymun buna izin vermez ve yeni maymunu bir de döverler.

Daha sonra ıslanmış maymunlardan biri daha yeni bir maymunla değiştirilir.Ve o da merdivene ilk yaptığı atakta dayak yer. Bu maymunu en şiddetli ve istekli döven de biraz önce diğerleri tarafından engellenen ve ilk dayağı yiyen Birinci yeni maymundur.

Islak maymunlardan üçüncüsü de değiştirilir. Bu da ilk atağında diğerleri tarafından cezalandırılır. Diğer dört maymundan yeni gelen ikisinin en yeni gelen maymunu niye dövdükleri konusunda hiç bir fikirleri yoktur ama en iştahlı dövenler de onlardır. Sonra en baştaki ıslanan maymunların dördüncü ve beşincisi de yenileriyle değiştirilir.

Ama tepelerinde o bir kangal muz hala asılı olduğu halde artık hiç biri merdivene yaklaşmamaktadır. Neden mi? Çünkü burada işler böyle gelmiş ve böyle gitmektedir…
------------------------------------
İşte bu nokta organizasyonel (ya da toplumsal) negatif öğrenmenin şartlanmanın başladığı yerdir.Hatta hayatınızdan memnun olmaya başlar, kurulu düzenin savunucusu olup karşı çıkana da en çok ve en iştahla siz engel olursunuz.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
EĞİTİCİ HİKAYELER
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» KURAN'I KERİM'İN TEMEL EĞİTİCİ NİTELİKLERİ DERS NOTLARI:
» 4x4'lük hikayeler
» Nurlardan Esinleme Hikayeler
» ders konularıyla ilgili hikayeler
» MESNEVİ'DEN ÖYKÜLER..MEVLANA'DAN HİKAYELER

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: Din Kültürü Dersi-Eğitim Öğretim :: Din Kültürü Ahlak Bilgisi Dersi-
Buraya geçin: