Dervişlerin Sohbetinden Muhammed Kokusu Gelir.
Ö. Tuğrul İNANÇER ile Roportaj
Sadık YALSIZUÇANLAR,
Aşığın biri, 'âşıklık ne müşkil hâldir' diyor, sizde hangi düşünceler uyanıyor aşktan söz edince?
Aşk hakkında konuşmak güneşten bir zerre, deryadan bir damla ve harmandan bir tane alarak güneşi, deryayı ve harmanı anlatmaya benzer. Hz. Mevlânâ'nın dilinden verirsek eğer, aşk nedir diye sorduklarında cevap gayet anlaşılır bir tarzda ve açıklıktadır, "ben ol da bil". Zamane tabiriyle söyleyelim. Aşk çok sübjektif birşeydir. Anlatılmaz, yaşanır. Çok sloganlaşmış bir laf, ama böyle. Anlatılmaz, yaşanır. Çünkü insanların hislerini anlatmaları kolay değildir. Siz bana gülün kokusunu anlatabilir misiniz? Siz bana çimenin yeşilini anlatabilir misiniz? Ne zaman gülü koklarsanız, ne zaman çimeni görürsünüz, o zaman gülün kokusu, çimenin yeşili anlaşılır. Dolayısıyla anlatmak mümkün değildir. Ancak aşk diye de bir vakıa vardır. Bütün vâkıalann menşei, kaynağı, menbaı olan bir hal. Çünkü kâinâtın yaratılış sebebidir. Bu sebebin süje olarak odak noktası Muhammed aleyhisselâmdır. Bu işlere aklı ermeyenlerin inkâr ettikleri, acaba mı, recaba mı diye şüphe belirttikleri bazı hadîsler ve bazı havadisler vardır. 'Ben gizli hazineydim, bilinmek istedim' hadîs-i kudsîsi, 'sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım" hadîs-i kudsîsi gibi. Halbuki ârif olana bir işâret kafidir. Bu işaretleri de ancak Allah kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm'de bulabiliriz. Ama işâretten anlamak için kılavuz olmak lâzımdır. Çölde, belde ayak izi takip eden kılavuzlar vardır. Onlar da aynı toprağa bakıyorlar, biz de aynı toprağa bakıyoruz.
Niye onlar görüyorlar da biz görmüyoruz?
Çünkü onların ihtisası var. Biz görmüyoruz. Öyleyse bir kılavuza tabi olup çölden geçmek lâzımdır. Kur'ân-ı Kerîm de böyle bir kılavuzsuz öğrenilmeyecek bir deryadır. Orada bazı işaretler var. Allah, kitabında kıssalara yer vermiştir. Sure-yi Yûsuf ta Züleyhâ'nın çağırdığı misafirlerin meyva ikramı sırasında Yûsuf un güzelliğini gördükleri zaman ellerini kesmeleri, fakat acı duymamalarını acaba Allah hikâye olsun diye mi anlattı? Yoksa aşka müstağrak olanların, aşka batmış olanlann bedeni acılan duymaktan bile yükseleceklerini anlatmak için mi anlattı o hikâyeyi? Allah'ta ne varsa kulda da vardır. Kul Halîfetullâh olmak hasebiyle, bizim bazı kelimelerimiz sakın ha eski lisan gibi gelmesin. Her ilmin bir terminolojisi vardır. Tasavvuf da bir ilimdir. Bu ilmin de bir terminolojisi vardır. Anlamayanlar biraz anlamaya, ıstılah öğrenmeye gayret etsinler. Bunlar anlaşılmaz şeyler değildir, ama özel terminolojisi gereklidir. Onun için öyle söylüyorum. Yaratıcıda, ne varsa, yaratılanda o vardır. Ama yaratıcıdaki sıfatlar mutlaktır, yaratılandaki sıfatlar nisbîdir ve kendi miktarıncadır. Rabbülâlemînin miktarı aklın almayacağı kadardır. Herkes kendi miktarınca rezzâktır, ama Rezzâk-ı mutlak Allah'tır. Herkes kendi miktarınca kayyûmdur, ama Kayyûm-u mutlak Allah'tır. Bunun gibi herkes kendi miktarında âşıktır, ama Âşık-i mutlak Allah'tır.
Peki Rabbin kuluna aşkından söz edilebilir mi?
Efendim, insanda olan duygu Allah'a atfedilmez diye Mevlid-i Şerifteki 'Ey habibim sana âşık olmuşam' mısrasını tenkit edenler var. Maalesef Kur’ân-ı Kerîm'deki izleri takip edemeyenler, bu tenkitlere yelteniyorlar. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah müsrifleri sevmez, Allah ihsan edenleri sever diye âyetler var mı? Bunlann tümü sevgi kökünden geliyor. Yâni Allah israf edenleri sevmez. Allah ihsan edenleri sever gibi. Demek ki, Allah'ta sevmek var. Efendim, Kur'ân terminolojisinde bu manaya gelmez falan diyenler ilmi kendi bildikleriyle sınırlı zannediyorlar. İlim Allah'a aittir ve kişinin bilgileriyle sınırlı değildir. Benim bildiğim bana, onun bildiği ona, senin bildiğin sanadır. Ama ne benim bildiğimden, ne onun bildiğinden ibaret değil ilim. Dolayısıyla bu inkârlara gerek yok.
Aşk nasıl bir bütünlüktür?
Şöyle bir misal verelim, arifler anlasın. Bir demir parçası kızgın bir ateşe sokulsa kıpkırmızı kor haline gelse ve o demir artık ben ateşim dese yalan söylemiş olur mu? Aşk böyle bir şeydir. Bu aşkın bedenî olanı vardır, ilâhî olanı vardır, ancak bunlar sütün içindeki maddeler gibi birbirinden ayrılmaz. Sütte su da vardır, ancak bütün sütün içindeki maddeler gibi birbirinden ayrılmaz. Birbirinden ayırdığınız zaman süt, süt olmaktan çıkar. Biz peynire, yoğurda, lora, ayrana, kaşara bakıp sütü göremeyiz. Süt olmasaydı onlar olmazdı. Ama aşk ne peynirdir, ne kaşardır, ne rokfordur. Onları oluşturan süttür aşk. Süt, süt olarak da içilir, ama kişiye ne lazımsa o olarak da kullanılır. Yoğurdu suyla karıştırdığın zaman ayran olur. Ama artık o süt değildir, ama süttendir. Dolayısıyla her aşk ilâhî aşk değildir ama ilâhî aşktandır. Bu hususun sohbetinin sonu gelmez. Bir Farsça mısra vardır: 'Ez-sohbet-i dervişân bûy-i Muhammed âmed' Yâni, dervişlerin sohbetinden Muhammed kokusu gelir. İşte aşkın odak noktası olan Muhammed aleyhisselâmın kokusunu almaktır mesele. Onun için dervişlerin sohbeti hiç bitmez. Birbiriyle konuşmaktan, başkalarıyla da konuşmaktan hiç bıkmazlar. Geveze bile zannedilebilirler. Halbuki insan, sevdiğini söylemekle yükümlüdür. Daha doğrusu, sevgi, kişiyi söyletir. Ve bütün noksanlıkların giderilmesinin bir tek ilacı vardır, aşk. Yunus Emre deyişiyle diyelim: 'Aşk gelicek, cümle noksanlıklar tamam olur.' Molla Câmî'nin Hz. Mevlânâ türbesinin kapısındaki beyitinin mealini söyleyelim, 'Burası âşıklar kıblesidir, noksan gelenler burada tamam olurlar.'
Aşk burcunda kim oturuyor?
Hazret-i Mevlânâ tasavvuftaki aşkın sembolüdür. Diğerlerinde aşk yok demek değildir. Hepsinde aşk vardır ama bazı kişiler bazı konularda odaklaşmışlardır. Rahmet ve merhamette Hz. Ebubekir'in, adalette Hz. Ömer'in, îmân ve hayada Hz. Osman'ın, ilim ve gazada Hz. Ali'nin odaklaşması gibi. Yâni Hz. Ali âlim de, Hz. Ebubekir cahil mi? Estağfirullah. Veya Hz. Ebubekir halîm de, Hz. Ömer değil mi? Ömer âdil de, Osman zâlim mi? Estağfirullah. Değil, ama onlar odaklaşmışlar. Bunun gibi tasavvuftaki çok önemli unsurları olan zühd, takva, aşk, terk, yardım gibi hususların da odaklaşmış simaları vardır. Yardımda Hz. Abdülkadir'dir. Burhanda Hz. Ahmet er-Rifâî'dir, terkte Hz. İbrahîm Ethem'dir, zühdde Hz. Cüneyd-i Bağdâdî'-dir, irfanda Bâyezid-i Bestâmi'dir, aşkta Hz. Mevlânâ'dır. Dolayısıyla Hz. Mevlânâ bu işin zirvesi olarak kabul edildiğine göre aşkı öğrenmek isteyenler Hz. Mevlânâ'yla biraz yakın olmaya çalışsınlar. Ne dediğini öğrensinler, Mesnevî'sini okusunlar, gönüllerini beraber tutsunlar, bir gönül beraberliği yapsınlar, bir irtibat kursunlar. Bu illa Türbe-i şerîfi'nin önünde, sandukası önünde boyun kesmekten ibaret de değildir. Buradan gönlünü göndersinler. Çünkü o büyükler, kendilerine bir adım atana asgarî on adım atarlar. Aşkın o zaman belki biraz kokusu alınmaya başlanır. Şimdi o büyükler yok, dünyamızda artık maddîlik, nefsânîlik hâkim diyenlere de cevabı, yine Hz. Mevlânâ tarafından vaktiyle verilmiş, 'Gül mevsimi geçtiyse niye üzülüyorsun? Gülsuyu var ya.'
'Birleyen şirke düştü' diyen doğru söylüyor o halde?
Hallâc'ın sözü haktır, niyeti de haktır, ama her doğruyu söylemek doğru değildir. Çünkü bütün insanlar zahirî, kabuğu korumakla yükümlüdürler. Bazen taşmalar olur. O taşmalar hududu aştı mı onu ödetirler. Çünkü mademki kesafet âleminde, dünyada yaşıyoruz, kesafet âleminin gereklerini yerine getirmek lâzımdır. Hz. Peygamber kadar kimse yüksek değildir. Ama o, baba Muhammed'di, arkadaş Muhammed'di, kumandan Muhammed'di, devlet başkanı Muhammed'di, kendi camiinin inşasında çalışan amele Muhammed'di, ama aynı zamanda Rasûlullah Muhammed'di.
Habibullah ifadesi nereden geliyor?
Kur'ân-ı Kerîm'de Habibullah tabiri geçmiyor diye bu tabirin kullanılmasının doğru olmadığını söyleyenler var. Kur'ân-ı Kerîm'de her tabiri aramak yanlıştır. Eğer her tefferuat Kur'ân-ı Kerîm'de yazılsaydı o zaman New York şehrinin telefon rehberi gibi koca bir kitap olurdu. Öyle değildir. Doğrulara işaret vardır. Yine deminki süt misalini verirsek, Kur'ân-ı Kerîm süttür, lâzım olan malzeme o sütten yapılır. Habibullah elbette ki Allah'ın sevgilisi olacak, yâni Kur'ân-ı Kerim'de Allah kimleri seveceğini söylüyor. Bu sıfatların hepsi Efendimizde var mı? Var. Dolayısıyla Allah O'nu seviyor. Böylesi basit bir mantıkla da, bunun cevabını bulabiliriz. Dolayısıyla bu sıfatı da Zât-ı Seniyyeleri hakkında pekala kullanabiliriz.
Sevgide de bir ölçüden söz edilebilir mi?
Elbette. Sevdiğini sevdiğin için sevdiğine verirsen adam olursun. Buradaki sevgiler birbirinden farklıdır. Nefsin için sevdiğini gönlün için sevdiğine vermek manasına gelir. Çünkü sevgisiz hiçbir şey olmaz bir kere, ama bizim konuştuğumuz, sevginin yüksek bahsi, yâni aşk bahsi meyil, haz, temayül, arzu, istek... bunlar da sevgi gibi gözükür ama sevgi değildir. Şöyle bir ölçü koymuş büyüklerimiz, beşeri ve nefsânî sevgide doyum, tatmin vardır; ilâhî muhabbette tatmin yoktur. Öyle bir susuzluktur ki içtikçe susuzluğun artar. Halbuki normal susuzlukta, bedenin susuzluğunda suyu içince geçer, yemeğini yeyince karnın doyar, sevgilinle vuslat edince hasretin biter. Halbuki ilâhî aşkın bütün vuslatlarında hasret vardır. Hatta çok ciddi bir nefsânî olmayan, tamamen bir gönül muhabbeti olan iki insan arasındaki aşkta bile öperken seyretmeyi özlersin, seyrederken öpmeyi özlersin. Ayağını görürsün, yüzünü özlersin. Yüzüne bakarsın elini özlersin. Doyum olmaz, doyum yoktur. Bu nefsânî olmayan ciddi bir muhabbettir ve mutlaka çok kısa bir zaman içinde ilâhî aşkın perdesi açılır. Ama doyuyorsan, ah bitti diyorsan, sonra hasretle yeniden başlar. O ayrı mesele ama onda ilâhîlik yoktur, nefsânîdir. Böyle bir ölçü koymuşlar. Bu ölçüyü de kendi kendine insanın objektif olarak doğru ölçebilmesi çok kolay değildir.
'Aşk imiş her ne var âlemde/ilm bir kıyl u kâl imiş ancak' diyen ne demek istiyor?
Bir menkıbeyle cevap vermeye çalışayım. Hz. Mevlânâ'nın hazır bulunduğu bir mecliste âyet ve hadîslerle bazı mevzular konuşuluyor. O sırada gayet asabî bir şekilde Şems-i Tebrîzî meclise dahil oluyor, 'Bırakın bu dedikoduyu. Allah bunu demiş, peygamber bunu demiş. Sen ne diyorsun?' İlim eğer âyetle başlarsa dahi Allah böyle dedi, peygamber böyle dedi, buyurdular. Filanca büyük böyle dedi, falanca zâtın kitabında böyle yazıyor. Bu nedir? Nakilden ibarettir. İşte dedikodu budur. O onu dedi, bu bunu dedi. Peki sen ne diyorsun? Yâni o elde ettiklerinden ne gibi bir hasıla ortaya çıkardın? Sen ne demeye başladın? Senin dediğin mühimdir. Onun dediği ona ait. Senin ne dediğin önemli. Onun için ilim dedikodudur. Biz bunu bir televizyon programında konuştuğumuz zaman sevgili Ahmet Özhan'la , bazı itirazlar geldi. Allah'ın ilim sıfatını inkâr ediyor diye. Hayır, bu çok fazla yanlış anlama olur. Allah'ın ilim sıfatı inkâr edilmez. Çünkü aşk da ilimden gayri değildir. İlim de aşktan gayrı değildir. İnsan sevdiği şeyi öğrenir. Sevmediği mevzuda kitap dahi okumaz. Sevmediği bir mevzunun sohbetini dahi dinlemez. Şimdi bizim bu söyleşimizi okuyanların hepsi aşktan bihaber değil, hepsi aşktan haberdâr. Neden? Çünkü dinliyorlar, çünkü aşkı seviyorlar. Onun için dinliyorlar bizi. Yoksa başka bir şey açarlar. Bir sürü kanal var. Başka bir kanal açarlar. Mademki kulak veriyorlar, demek ki seviyorlar. Sevgisiz hiçbir şey olmaz. İlim de sevgiyle beraber gidiyor, ama akıl yâni ilmin kaynağı olan akıl öyle acizdir ki ancak acizlere yol gösterir. Akla akılla vedâ etmek lâzımdır. Bir misal vermeye çalışırsak; her uçak uçmak için bir piste ihtiyaç duyar. Uçak şeklinde de olsa uçak pistte yürüyor iken fonksiyonel olarak o bir otomobildir, otobüstür ama şekli uçak şeklindedir. Ne zaman tekerlekleri pistten kesilir, havaya çıkar, artık uçak, tayyare, uçucu olmak sıfatı başlamıştır. İşte akıl kişiyi pistin sonuna kadar götürür. Orada eğer akla veda etmezsen uçamazsın. Orada aşk bineğine binip uçmak lâzımdır. Onun için Miraç'taki Burak'a da aşk diyenler vardır, aşkla tefsir edenler vardır, Rasûlullah'ın aşkı. Yoksa Burak ille maddesel bir binek değildir. Aşk bir düşüncedir. Yâni düşüncede yer alan, duyguda yer alan birşeydir. Biz şimdi dinimizin gereklerine bir bakalım. Îmân amelden önce gelir, îmân düşüncededir fiilî değildir. Fiil daha sonra başlar. Evvela düşüncedir. Aşk da böyledir. Evvela âşık olunur, sonra aşkın gerekleri; gerekleri de değil aşk seni yönetir zâten.
Vedûd ne demek?
Vedûd seven, sevilen, sevgiye yegane layık olan gibi çok kısaca lügat manasını söyleyebileceğimiz Cenâb-ı Hakk'ın esmalarından biridir.
Şefkatle aşk arasında nasıl bir farktan söz edebiliriz?
Allah, Rahmânü'd-dünya ve Rahîm-el âhiredir. Rahmâniyet dünyadaki bütün yaratıkların üzerine geçerlidir. Rahîmiyeti âhirette kendi sözünü dinleyenler üzerine geçerlidir. Yâni kendi öyle geçerli kılmış. Şefkat, Rahman tecellîsidir. Aşk, Vedûd tecellîsidir. Tecellîler itibâriyle dayandıkları esmâlar farklıdır. Her aşkta şefkat vardır, her şefkatte aşk vardır. Bunlar kati sınırlarla birbirinden ayrılan duygular değildir. Zâten duygular kategorize edilmez. Hepsi birbirinde vardır ama ön planda değildir. Aşk vermek demektir, öyle bir vermek ki kendinden yok olarak vermek. Allah'ın mahlûkuna âşık olmadan da zâtına âşık olunmaz. Allah insana insandan tecellî eder. Onun için benim fakirhânede bir levha var; 'Yâ Hazret-i İnsân' yazıyor. Bütün o isimleriyle söylediğimiz büyüklerin hepsinin müşterek sıfatı insan olmalarıdır. Malum insan kelimesinin iki kökü olduğu söyleniyor. Birisi ünsiyet; Allah'a yakın olmak. Diğeri de nisyan kökünden geliyor; vaktiyle Allah'ta olduğunu unutup, burada nefsiyle baş başa kalan. İkisi de insan. Biz ünsiyetten bahsediyoruz. Nisyan sahibi, unutma sâhibi olanından değil. Herkeste vardır, miktarları değişir. Herkes Allah'a yakındır, hiç farkında değiller. Her nefes aldıkça, her nefes verdikçe 'hu' diyorlar, farkında değiller. Bütün mesele farkında olmaktır, farkına varabilmektir. Yoksa Hz. Hüdâî'nin tabiriyle her nefeste hû var, yâni Allah var. Çünkü varlığın sebebi, zâhirî varlığın sebebi O. Mutlak varlık sâhibi. Neden insan diğer mahlûktan üstün? Çünkü Halîfetullah. Halîfetullah'a âşık olarak müstahlefe âşık olunur. Çünkü halîfe müstahlefin yâni kendisini halîfe kılanın o mevzuda aynıdır. Eşya, nesneler ve Hz. İnsan sevilmeden, Allah sevilmez, mümkün değildir. Ve bu sevginin nasıl olduğunu biraz okuyarak öğrenebiliriz. Hz. Peygamber nasıl davranmış insanlara? Bir küçük misal vereyim, koca olarak Rasûlullah efendimizin davranışı: Hz. Ayşe validemiz anlatıyor. 'Resulallah benden su isterlerdi. Bir kapla ona götürürdüm. Bir yudum evvela benim içmemi isterlerdi. Sonra bir yudum ben içerdim. Kabı, ona uzatırdım. Benim dudağımın değdiği yeri ağzına doğru çevirerek, benim dudağımın değdiği yerden içerdi suyu.' Böyle bir zarâfet, böyle bir aşk ifadesi nerede görebiliriz? Hangi şairin şiirinde, hangi romanın romantizminde? Ama Resulallah böyle. Zevce-i muhteremi olan vâlidemize nasıl davranıyor? Biz nasıl davranıyoruz ve biz bu davranışımızla Rasûlullah'a ne kadar yakınız? Rasûlullah'a yakın olmadan Allah'a hiç yakın olunmaz. Bütün o çok büyük yakınlık ifadesi sahibi olarak aşk tarihine geçmiş Bâyezîd-i Bestami'ler, Yûnus Emreler, Hz. Mevlânâ'lar, Râbiatü'l- Adeviyye'ler, Cüneyd-i Bağdâdîler, hepsi aynı zamanda birer âşık-ı Resuldür. Hz. Mevlânâ'nın şu sözünü unutmamak lâzım; 'Tende canım oldukça Kur'ân'ın sâdık bendesiyim, kölesiyim ve Muhammed yolunun toprağıyım.' Burada sadece şeriat yolu olarak anlamak bu lafı, anlamamak demektir, efendimize öyle bir aşkla bağlıdırlar. Peki, 'göz cemâl ister' diye bir söz vardır, insan âşıkını, mâşûkunu hep görmek ister. Ne yazık ki biz gözü baş gözünden ibaret zannediyoruz. Eskiden dergâhlarda zikrullah sırasında bazı tecellîler olduğu zaman Şeyh Efendi bağırırmış, 'iki gözünü de aç'. Bu iki göz değildir o. Hem baş gözünü, hem kalp gözünü aç demektir. İşte o gözün istediği cemâl, sadece baş gözüyle değil, gönül gözüyle de görülebilir. Yeter ki gönül gözlerimizi açabilelim. O zaman firâk, hasret olmaz. Onun için Mevlânâ söylüyor, 'Ben öldüğüm zaman arkamdan 'aahh firak' diye bağırmayın. Beni görebiliyorsanız ben hep varım'. Bundan ibarettir.
Leylâ ile Mecnûn, Ferhâd ile Şîrîn, Kerem ile Aslı, Arzu ile Kamber gibi halk hikâyelerinde iki sevgili birbirine kavuşmaz. Esas îtibâriyle bize tam duyurulmak istenen yâni oradaki dert nedir aslında?
Bâkî varken fenîye meyl etmektir. Leylâ ne kadar güzel olursa olsun, seksen yaşına gelince muhallebiye dönecek. Ama o zâhirî güzelliklerin bozulmayan birtakım bâtınî güzellikleri vardır, ona meyl etmek lâzımdır bir. Kuşadalı İbrahîm Hz.'nin bir sözü vardır, 'Öyle bir içki içki hiç ayılması olmasın. Öyle bir sevgili sev ki hiç çirkinliği olmasın.' İnsanız aynı zamanda noksanlığa yükümlüyüz, yüklüyüz. Hepimizin çirkin tarafı vardır, ne kadar seversen sev. Bunlara değil, yâni nakşa âşık olacağına, nakkaşa âşık ol istenmektedir bütün bu aşk hikâyelerinde. Bir de şu var, aşkla akıl bağdaşmaz. Estetik diye bir ilim vardır, güzellik de birtakım ölçülere tabidir. Birtakım oranlar ve nispetler vardır güzelliğin târifinde. Mesela, kaşla göz arasındaki uzaklık, burnun dudağa olan mesafesi, kulakla göz pınarının arasındaki mesafe gibi estetik ilminin getirdiği objektif ölçüler vardır, ama aşkta objektivite yoktur. Kays'a yâni Mecnûn'a arkadaşları söylemişler, 'Ya bu senin Leylâ diye yere göğe koyamadığın kız, öyle pek de ahım şahım bir şey değil, kara kuru bir şey.' 'Ahh, bir de siz benim gözümle bakın' demiştir Mecnûn. Aşkta benim gözüm önemlidir. Yâni, subjektivite önemlidir. Bir de şu var, şunu arz edeyim. Uyuz, gözleri çipil, hasta bir köpek geçerken, Mecnûn o köpeği çağırıp, gözlerinden öpmeye başlamış. Arkadaşları demişler ki, 'Kays, sen hakikaten mecnûn oldun artık'. Mecnûn derin bir ah çekmiş, 'bu köpek Leylâ'nın mahallesinin köpeği. Bu gözler Leylâ'yı görmüştür.' Ben bunu bir arkadaşıma anlattım. 'Benim böyle bir aşka aklım ermiyor' dedi. zâten bu iş akıl işi değildir, gönül işidir.
Fuzûlî nihâyetinde bir yerde diyor ki, 'Mende Mecnun'dan füzûn âşıklık istitâdı var/ âşık-ı sâdık menem Mecnûn'un ancak adı var'
Bunlar Yûsuf ile Züleyhâ'lar, Aslı ile Kerem'ler hatta Elif ile Karacaoğlan bile diyebiliriz.
Neşet Ertaş'ın Leylâ'sı...
Evet. Bunlar biraz semboldür. Ben öyle bir aşığım ki, ki orada aşktan kasıt ehl-i beyti Mustafa aşkıdır, Hz. Fuzûlî'deki. 'Bende mecnun'dan füzun âşıklık istitâdı var, âşık-ı sâdık menem Mecunun'un ancak adı var' derken Fuzûlî sembolleşmiş isimlerden daha fazla âşık olduğunu beyan etmek istiyor. Fuzûlî biliyorsunuz Hz. Hüseyin'in türbedarıdır. Oradaki vakıfta görevlidir ve vasiyeti vardır, çok enteresan bir vasiyeti vardır: 'Benim kabrimi öyle bir yere yapın ki, güneş doğduğu zaman Hüseyin'in kabrini aydınlatmadan benim kabrime vurmasın.' Ben 1974' de kabrini ziyaret ettim Fuzûlî'nin. O zaman öyleydi, batı istikametindeydi. Hz. İman Hüseyin'in kubbesinin ve güneş doğduğu zaman evvela kubbenin gölgesi vuruyordu Fuzûlî'nin kabrine. Maalesef kaldırdılar, yol açacağız diye. Şimdi daha bir başka yerde Fuzûlî. Ehl-i Beyt muhabbeti, o da bir safhadır. Çünkü aşkta, daha doğrusu muhabbette bir kaide vardır, sevdiğinin sevdiğini sevmek, sevdiğinin sevmediğini sevmemek. Gerçi sevmediğimin sevmediği yoktur ya. Rasûlullah'ı sevmek, O'nun sevdiklerini sevmekle mümkündür. Allah'ı sevmek, O'nun sevdiğini sevmekle mümkündür. En çok O Rasûlullah'ı severdi, sever hâlâ. Onun için Rasûlullah sevilir. Rasûlullah'ı sevmek için Ehl-i Beyt'ı sevmek lâzımdır, Ehl-i Beyt'i sevmek için Muhibbân-ı Ehl-i Beyt'i sevmek lâzımdır ve hiç söylemek istemediğim ama söylemek mecburiyetinde olduğum bir şey; Ehl-i Beyt muhabbeti hiç kimsenin yed-i inhisarında değildir. Belli gruplara, belli ismi taşıyanlara ait değildir. Aşk bu kadar gruplaşmaz. Onlar da öyle bilsinler.
Dertli'nin çok âşıkane şiirleri var.
'Sâkiyâ camında nedir bu esrâr/kıldı bir katresi mestâne beni/şarâb-ı lâlinde ne keyfiyeti var/söyletir efsâne efsâne beni.'
Bu bir katresi sarhoş eden şey nedir?
Şimdi dîvan edebiyatında biliyorsunuz mazmunlar vardır. Pir-i Mugân şeyhtir, mürşiddir, meyhane dergâhtır. Şarap aşktır. Saki rehberdir vs. gerçi Dertli merhum ciddi olarak da içki kullanan bir zâttı. Çok yerler dolaşmıştır. İran'dan İstanbul'a kadar birçok yerler dolaşmış bir zâttır. İçkiyi fazla kullandığı için bazı muhitler tarafından da hoş karşılanmadığından Bektaşî tekkelerine çok devam eder idi. Bir ara İstanbul'da bulunmuş. Hatta Sultan Mahmud'un fes inkılabı zamanında fes redifli bir de şiir yazmıştır. Fakat Dertli'nin burada söylediği bildiğimiz üzüm suyundan yapılan şarap değildir. Bir katresiyle mestâne olunacak şarâb-ı lâl hakîkî aşk şarâbıdır. Büyük bir tasavvuf siması olan Şemseddîn-i Sivâsî de öyle söylüyor, 'Üzüm suyu olmadan da aşk şarâbı içilir, mest olup mestâne geldiler ta ezelden ta ebed, içtiler aşkın şarâbını âb-ı engür olmadan' Dolayısıyla buradaki şarap aşkın feyzini sembolize eden bir mazmundur.
Dertli halk şairidir ama aruzla da şiir yazmıştır ve dîvan edebiyatındaki mazmunları da kullanmıştır. Sadece dîvan edebiyatında da değildir mazmunlar zâten. 'Dolu içmek' tabiri halk edebiyatında çok kullanılır. Dolu ayran demektir eski Orta Asya türkçesinde. Ayran içtim diyor, halbuki o değildir o. Selâhiyetin, şiir okuma, âşıklık geleneğinin devredilmesidir dolu içmek. Bu da bir içkiyle sembolize edilmektedir. Bakın biz şarâb-ı kevser diyoruz. Şarâb kelimesi zâten halkın anladığı manada bir kelime değildir. Şarap arapçada içilecek şey, tükçede şurup olarak kullanılan, her türlü içilecek şey anlamında, içmek kökünden gelen her türlü şey içilecek şeydir. Ama şarap deyince bizim aklımıza üzüm suyundan yapılma alkol geliyor. Bu değildir. Şarâb-ı aşk, aşk içeceği demektir. Çünkü aşk iç yakıcı bir duygudur. Hasretli nesnedir, hürmetli nesnedir, devletli nesnedir aşk. İç yakıcıdır, iç yangını da, demin arz ettiğim gibi kesafet âleminde yaşıyoruz, iç yangınlanmızı, hep suyla gideriyoruz, bir şey içerek gideriyoruz. Aşkın yangınını da aşk şarâbıyla, aşk içeceğiyle giderebiliriz. Bunlar sembolik anlatımlardır.
Yunus Emre'nin bir ifadesi var, 'Hak bir gönül verdi bana/ha demeden hayran olur.' Bu bir tür hayret makamı mı?
Zannımca oradaki hayranlık, hayret makamının değildir. Gerçi Yunus Emre hazretleri çok ileri makamlarda bir zât-ı şeriftir. Sözlerinden belli ki içinde olduğu hâlin ne kadarını anlatabilmiştir? Anlattıklarının biz ne kadarını anlayabiliyoruz acaba? Böyle eksikleri de nazar-ı itibâra alırsak, ulaşılmayacak kadar yücelikte bir zât olduğu pekala ortaya çıkar. Zâten hâlâ yediyüz küsur senedir yaşıyor olması da bunun bir göstergesi. Hayranlık, hayret değildir. Hayranlık her eşyada o eşyanın yapıcısını görüp o eşyayla beraber sevmek demektir. Çok güzel dokunmuş bir halıyı severken, 'adam ne güzel dokumuş' lafını da mutlaka söyleriz. Çok güzel bir eşya gördüğümüz zaman, 'yapan çok ustaymış' sözünü söyleriz. Yâni subje ile beraber o subjeyi ortaya koyan kudreti de mutlaka kullanırız. Hayranlık bu demektir. Kâinata baktığımız zaman kâinatın ustası da Rabbü'l-Âlemîn'dir. Allah ne yaratmış. Benim evim batıya bakıyor. Ben bazen güneşin batışını seyrederim. Hiçbir ressamın paletinden çıkmayacak renkler ve her an değişen renkler vardır. Sadece gurûb seyretmek değil, o gurubu öyle yapan Rab'ın kudretini seyretmekte gurûb seyretmek zevkine dahildir...