Allah neden bizi yarattı?
|
<table><tr><td style="text-align: center; font-family: geneva,georgia; font-weight: bold; font-size: 9.5pt; color: rgb(123, 153, 7);" valign="middle"> </td><td valign="middle"> </td></tr></table> |
|
Meleklerin mükemmel ibadetlerine karşılık, sönük ve hatalarla dolu bir ubudiyetten başka birşey elinden gelmeyen insan, neden yaratılmıştır? İbadetleri mükemmel bile olsa yaratılmasına neden ihtiyaç duyulmuştur?
|
|
İNSAN
VAROLUŞU GEREĞİ kendi varlığını, çevresini sorgulayan ve
sorgulamalarına bir cevap bulamadığı sürece tatmin olamayan bir
yaratılışa sahiptir. Kendisini varlık âlemine gönderen Zât’ı tanıdığı ve
bu sınırlı hayatın içerisinde neden var olduğunu tanımlayabildiği
ölçüde bir huzura kavuşabilir.
“Nereden geliyorum,
nereye doğru gidiyorum?” gibi temel sorularına cevaplar ararken,
çevresindeki diğer varlıkların sundukları ipuçlarını kullanabildiği
için, aradığı cevaplara ulaşması ve bu cevapları sınaması bir derece
daha kolaydır. Ancak, kendi hayatını anlamlandırmak için sormak zorunda
kaldığı “Ne için varım? Varlığımı anlamlandıran gerçek nedir?!”
tarzındaki sorgulamalarında, çevresindeki mahlûkatın varlığını
anlamlandıran cevaplarla yetinmesi mümkün değildir.
Bu
nedenlerle, insanlığın ve özellikle her bir insanın kendi hayatının
anlamını bulması gereken yer, ya insanın kendi varlığıdır, ya da
kendisini Yaratanın makamıdır. Oysa, bu tarz sorgulamalarda vahiy ancak
yol gösterir, aklı devre dışı bırakacak derecede aşikar cevaplar vermez.
Kendi hayatının anlamına dair sorularına cevaplar bulabilmesi,
kendisini yaratan ve hayata gönderen Zât’ın sunduğu ipuçlarını
değerlendirerek, kendisini diğer varlıklardan ayıran özelliklerini
sorgulamasıyla mümkün olacaktır.
İNSANIN ÖZEL KONUMUGöklerin
ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın, kendine muhatap olabilir bir
istidatla yarattığı insanın kâinattaki durumu, diğer varlıkların
tümünden daha ileri ve daha risklidir. İçerisinde yaşadığı âleme
nazarını salan akl-ı selim bir insan, en mutlu yaşayanların ve başarıya
zorlanmaksızın ulaşanların, önce bitkiler, sonra da hayvanlar olduğunu
görecektir. Mutsuz bir bitki veya bir hayvan yoktur, bu dünyaya mutlu ve
başarılı bir yaşam sürmeleri için gönderilmişlerdir. Donanımları da
böyle bir yaşam için oldukça uygundur. Meleklerin durumu da farklı bir
açıdan hayvanların durumu gibidir. Onların da huzurlarını bozacak
nefisleri, benlikleri, kavga sebebi olabilecek hazıra yönelik yoğun
istekleri yoktur.
İnsan ise ne melek, ne de
hayvandır. İkisinden de aldığı yönler olmakla birlikte, huzurunu ve
lezzetini bozacak farklı donanımları da vardır. Melek ve hayvan karışımı
olarak yaratılmak bile yeter derecede bir problem iken; ayrıca,
ikisinden de çok farklı olarak akıl ve enaniyet gibi soru ve isyan
sebebi olabilecek özelliklerle donatılarak yaratılmıştır. Hazır
lezzetinin içerisine geçmişin elemleri ve geleceğin kaygıları katılan
insanın, gerçek bir lezzeti tatması, yaşadığı kaygılar ve elemler
sebebiyle imkânsızlaşır. Bu imkânsızlıklar içerisinde ne ibadet, hamd ve
senâ cihetiyle meleklere yetişebilir, ne de lezzet ve faydalanma
cihetiyle hayvanları geçebilir.
Diğer taraftan
insanın zemini, meleklerin bulunduğu zemine oranla kaygan ve sislidir.
İnsanın hayat sürdüğü zemin, hayrın ve şerrin karışımından
oluşturulmuştur. Üstelik bir de lezzetlere aşk derecesinde meftun bir
yoldaşı vardır insanın: Nefis. Bu nedenle, lezzetlere aşık bir nefis
sahibi mahlûk olarak, insanın günahlara düşmeden yaşaması, istisnalar
hariç mümkün olamamıştır. Yaratıcının varlığının doğrudan hissedilmediği
bir vasatta, sahiplenmeye şiddetle meyilli bir benlik sahibi oluşu,
nefsin verilişi, nefis sahibi bir varlık olarak insanın hayır ve şer
denkleminde yaratılışı birlikte düşünülünce, açıkça görülmektedir ki,
insan günahsızlık mertebesine erişebilmesi için yaratılmamıştır.
Meleklerde neredeyse kaçınılmaz bir şekilde açığa çıkan ibadete
karşılık, insan ibadetini, kendi iradesini kullanarak
gerçekleştirebilir. Bu durum, insanın ibadetlerindeki verimini
düşürmektedir elbette.
Öyle ise, meleklerin
mükemmel ibadetlerine karşılık, sönük ve hatalarla dolu bir ubudiyetten
başka birşey elinden gelmeyen insan, neden yaratılmıştır? İbadetleri
mükemmel bile olsa yaratılmasına neden ihtiyaç duyulmuştur?
Yaratılmasına ihtiyaç duyuldu ise, bu durum, Yaratıcının yaratılmışa
bağımlı olması gibi bir çelişkiyi ortaya çıkaracaktır. İhtiyaç
duyulmadıysa, yaratılmasının arkasındaki gerekçe ne olabilir?
1 Özetle Varoluş Gerçeği 2“Ben gizli bir hazineydim. Açığa çıkmayı diledim.”
—Hadis-i Kudsî
“Ben gizli bir hazineydim.
Açığa çıkmayı diledim.”—Hadis-i Kudsî
Seyredebildiğimiz
âlemdeki varlıklarda açığa çıkan fiillerde iki temel saikle
karşılaşırız. Birincisi, ‘ihtiyaç’tan kaynaklanan fiilerdir ve yalnızca
yaratılmışlara özgü bir eylem biçimidir. İhtiyaçlar, yerine
getirilmediği takdirde, kişiyi aciz bırakan bedensel ve maddî
gerekliliklerdir. Ağaç için toprak ve su gibi, insanlar ve hayvanlar
için solunum gibi, yemek, içmek gibi... Bu faaliyetlerin tümünde fiilin
yönü, dışarıdan içeriye doğrudur. Muhtaç olan varlık aciz duruma
düşmemek için ihtiyaçlarını dış âlemden karşılar.
İkinci
tarz ‘faaliyete geçirici’ sevkedci ise, erdemdir. Erdem sahibi varlık,
sahip olduğu güzel ve mükemmel sıfatların gereği olarak harekete geçer.
Sahip olduğu sıfatın gereği olarak harekete geçmediği takdirde, kendisi
aciz duruma düşmez; ancak, sahibi bulunduğu o sıfata gölge düşer.
Örneğin bir hekim için, bir trafik kazasında yaralanan insanlara yardım
etmek ‘hekimlik’ sıfatının gereğidir. Bu yardımı yerine getirmediği
takdirde, hekim olan şahıs acziyete düşmez; ancak, sahip olduğu sıfatın
gereğini yerine getirmemiş olur. Bu durum ise, o sıfatı çirkinleştirir.
Yine, cömertlik sıfatı, ihsan etmeyi gerektirir. Neticesinde ihsanın
olmadığı bir cömertlik tasavvur edilemez. Erdem sahibi varlıkta açığa
çıkabilecek bu tarz fiillerde, eylemin yönü içeriden dışarıya doğrudur.
İçerideki sıfatsal zenginlikler, manevî güzellikler, kemâl mertebedeki
erdemler dışarıda tezahür etmek isterler.
Örnekleyerek
açacak olursak, nasıl ki Mozart’ı beste yapmaya, Yunus’u şiirler
söylemeye, Mevlânâ’yı Mesnevî’yi yazmaya, özlerinde var olan coşkular
ittiyse ve bu coşkularda en küçük bir çirkinlik yoksa, neticelerde
çirkinlikler değil güzellikler açığa çıktıysa; bilinmez ve kavranamaz
derecede yüksek coşkular, sıfatlar, kemâl mertebede erdemler sahibi olan
Zât’ı Akdes de, zâtındaki tarifinden aciz kaldığımız coşkuyu ve kemâli
yaratmakla meydana koymuştur. Nasıl ki beste dinleyicisiz olmaz, şiir
okuyucusuz yerini bulamaz.. bu bilinmeyen ve tanınmayan Yaratıcı,
meydana koyduğu bu coşkulu varlıklar bestesini, kâinat orkestrasını
muhatapsız bırakmayacak, muhatap olacak şuurlu varlıkları mutlaka
yaratacaktır. Öncelikli olarak bu mükemmel besteye muhatap olanlar, şuur
ve idrâk kabiliyetleriyle donatılarak yaratılan meleklerdir.
İşte,
melekler şuûrlarıyla, eserdeki ve yaratılıştaki harikulâdeliğin ve
kemâlin ayrımına varmakta, sanatlı eserlerde ve rahmetli fiillerde
yansıyan kemâl ve cemâlin sahibini idrak etmektedirler. Âlemlerinde
uyanan duyguları hamd ve tesbih ile Rablerine arz ederek yerine
getirdiler ve getirmektedirler. Ancak melekler perdesiz bir bakışa imkân
verecek bir donanımla, yine gerçeğin perdesizce, doğrudan ve
düşünmeksizin görülebileceği bir ortamda varolduklarından, tasdik ve
itaat onlar için neredeyse kaçınılmazdır. Onların itaatleri bir robot
gibi değildir; ama, bir annenin bebeğini sevmesi gibi de kaçınılmazdır.
Hatta daha derin bir algılamayla, daha derin bir sevgi ve tasdik ile
yaratıcılarına bağlıdırlar. O’nun eserlerini de aynı derinlik ve saygı
ile seyreder, hamd ve senâlarını doğrudan O’nun zâtına sunarlar.
İnsan
ise, kâinatta kendini gösteren cemâl ve kemâle özgür ve özgün bir
muhatap olarak yaratılmıştır. Oysa, Yaratıcının varlığının, kudretinin,
azâmetinin ve icraatlarının doğrudan görülebildiği, Zât’ının
otoritesinin perdesiz yaşandığı bir ortamda, insandaki özgürlüğün açığa
çıkması mümkün değildir. Bu nedenle kemâl mertebedeki sıfatları şiddetle
görünmek istediği halde, hikmetinin gereği olarak iradesiyle Zât’ını
gizleyecektir ve gizlemiştir. Yağmur artık buluttan gelecektir, tohum
toprakta çatlayacak, neşv-ü nema bulacaktır. Yemek ateşte pişecek,
susuzluk su ile giderilecek, ayaklarla yürünecek… her şey için bir sebep
bulunacaktır. Böylece melekler katında doğrudan O’nun kudretinin
sanatlı birer eseri olarak görülen varlıklar ve haller, insanın
bulunduğu mertebede sebeplerin araya girmesiyle perdelenecektir ve
perdelenmiştir.
Yaratıcının kendisinde var olan
sıfatların gereği olarak gerçekleştirdiği fiillerin perdelenmesi,
insandaki özgürlüğün açığa çıkabilmesi için gereklidir, ancak yeterli
değildir. Özgürlüğün diğer bir gereği ise ‘irade’dir, yani tercih
yapabilme yeteneğinin varlığıdır. Yaratıcının insana sunmuş olduğu
‘irade’ ise, ancak tercih imkânının bulunduğu bir ortamda gelişebilir.
Tercih ise yol ayrımlarını, zıtların araya girmesini gerektirecek, bu
süreç nihayet hayrın ve şerrin yaratılmasıyla sonuçlanacaktır. İşte,
hayır ve şer nihayetsiz çeşitlilik içerisinde yaratılmış ve insanın
zemini bunlarla donatılmıştır. Böylece insan, mahiyetine yerleştirilmiş
olan özelliklerin, yani insaniyetinin açılımı için bir eğitim ve imtihan
sürecine tabi tutulacaktır. Ancak, bu insanî açılımın bir netice
verebilmesi için, işleyen sürecin bir sınırı, bir sonu olmak zorundadır.
Çünkü insan, anne karnındaki gelişim sürecinin bir sınırı olması ve bu
sınırın dünya hayatına açılması gibi, özünde meydana gelen gelişimin ve
açılmın karşılık bulabileceği bir ortama, asıl vatanı olan ahiret
âlemlerine alınacaktır. Öyle ise hayır ve şer ortamında işleyen süreç
sınırlandırılacaktır. İşte, bir sınır olarak ömür tayin edilmiş, ölüm
takdir edilmiştir.
Bu kâinatta işleyen nihayetsiz
kerem ve hikmet var olan herşeyi bereketlendirmektedir. İsraf olmadığı
gibi, bereketlendirici sebeplerle daima en azamî bir noktada verim
alınmaktadır. Öyle ise bu işleyen süreç, en üst düzeyde
bereketlendirilecektir. Bu nedenle de hayır ve şer tahrik
ettirilecektir. İşte birer tahrikçi olarak ilham melekleri hayrı
çoğaltmak üzere yardımcı olarak insanın yanına verildiği gibi, şeytanlar
birer şer tahrikçisi olarak başına musallat edilmiştir.
İnsanın,
bu perdeli diyarda neden var oluğunu, nereden geldiğini ve nereye
gittiğini, kim tarafından ve hangi amaçlarla gönderildiğini, neyin hayır
ve neyin şer olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Tüm bunlar ve ihtiyacı
olabilecek her türlü ilahî tarif, talim ve bilgi Kur’an olarak önüne
konulmuştur. Tüm bu maksatların yaşayan bir numunesi olarak Peygamber
(s.a.v.) önüne rehber ve imam olarak tayin edilmiştir. Artık insan neyi,
nasıl ve niçin yapması gerektiğini kesin olarak bilecektir.
İnsanın
mahiyeti bu perdeli diyarda, perdesiz bir muhatabiyeti yakalayabilecek
donanımla var edilmelidir ki, perdelerin arkasında yitip gitmesin,
gerektiği gibi yolunu bulabilsin. Bu nedenle, Zat’ının sıfatlarını en
derinden algılayabilmesi için lezzetlere aşık bir nefis verilmiş, önüne
ise lezzetlerin binbir çeşidi ikram olarak serilmiştir. Böylece insan,
kendisini yaratarak hayata gönderen terbiye edicisinin sıfatlarını,
meleklerin görerek algıladıkları bir mertebeden çok daha derin bir
noktada yaşayarak algılayabilecektir. Ancak bu yakın lezzetlere aşık
nefsin, çok yüksek gayelerle yaratılan insanın, yaşantısını lezzetlerle
tarif etmeye çalışmaması için, özgürlüğünün perdelenmeyeceği sınırlara
ihtiyacı vardır. İşte sınırlar, sözlü yaptırımlar olan yasaklarla, şer’î
prensipler olarak yaşantısına dahil edilmiştir. Yine kendisine giden
yolu farzlarla kolaylaştırmıştır.
Diğer taraftan,
perde gerisinde yaşayan ve nazarına ilk olarak perdedeki görüntüler ve
ilişkiler çarpan insanın, bu ilişkileri özgürce sorgulayarak sebep-sonuç
bağlantılarını aralayacak, bu bağlantılar arkasında kendini gösteren
gerçeklere ulaşmaya vesile olacak bir donanıma ihtiyacı vardır. İşte bu
nedenle akıl verilmiş ve tüm varlıklar aklın yorumlayabileceği bir
ilişki ağı içerisinde yaratılmıştır.
İnsanın
mahiyetine, her türlü isteğin ve reddin yoğunlaştırılmış bir hali olarak
tanımlayabileceğimiz bir öz olarak fıtrat yerleştirilmiştir. Fıtrat
dediğimiz bu ‘öz’ün, şuurla ciddi bir irtibatı vardır. Hakla batılı
ayırt edebilmesi için şuur ikram edilmiş; fark ettiği noktada tavır
koyabilmesi için, fıtratın ve şuurun birlikteliğinin bir diğer ismi olan
vicdanla desteklenmiştir. Bilgilerini ve yaptıklarını hatırlayarak
düşünebilmesi için hafıza ihsan edilmiştir. Düşüncelerinin görürcesine
değerlendirilebilmesi için ise, hayal ekranı yerleştirilmiştir
mahiyetine. Her türlü anlamı yoğunlaştırıp kavrayabilmesi, sevgiye
dönüştürebilmesi için kalpler verilmiştir. Coşkulara dönüşme potansiyeli
taşıyan yoğun nefret ve istek duyguları, her şart altında sıkıntıdan
kurtulması için her yönle ilgilenen heva ve heves hisleri ihsan
edilmiştir.
Ve nihayet, ulaşılan tüm gerçeklerden
ve kavranılan tüm özelliklerinden, sıfatlarından sonra, insana benlik
duygusunu ikram etmiştir. Gerçek şudur ki, ‘ben!’ ve ‘benim!’
duygularını hissedebildiğimiz içindir ki, ‘kim?’ ve ‘kimin?’ sorularını
sorabiliyoruz. ‘Bu benim!’ diyebildiğimiz içindir ki, ‘bu kainat kimin?’
sorusunun peşine düşebiliyoruz. Yine, merhamet edebilir, şefkati,
hayayı, adaleti duyumsayabilir, sevgiden, nefretten, aşktan nasip
alabilir bir mahiyetle yaratıldığımız ve bu özelliklerimizi
sahiplenebilecek bir benlik duygusu ikram edildiği içindir ki; Zât’ı
Akdes’in sevgisini, şefkatini, yaratmadaki coşkularını farkında bile
olmadan kıyas yaparak kavrayabiliyoruz. Şefkât duygusu verilmeseydi bize
veya hayvanlarda olduğu gibi benliğimizle ilintilendirilmeseydi, O’nun
şefkatini sorgulama ve nihayet kıyas yaparak kavrama imkânını
bulabilecek miydik?
Nihayet; nihayetsizliği,
mutlakiyeti düşünebilecek miydik? Ve sıfatlarını ve coşkularını kendi
varlığımızdaki sıfatlara ve coşkulara kıyasen bir derece yanaştığımız bu
Zât’ı Akdes’i kavramaktan ne derece aciz olduğumuzu kavrayarak, O’na en
yakın noktaya gelebilecek miydik?
Özetle insan,
zor altında kalmaksızın O’nun yaratmasındaki kemâli, sıfatlarındaki
nihayetsizliği ve nihayetsiz güzelliği, Zât’ındaki tarifi mümkün olmayan
coşkuları kavrayabilmek için; bu kavrayışındaki anlamları ‘özgürce
tasdik’, ‘coşkularıyla ifade’, ‘gıyabında, sözlü olarak ilan’ ve
‘görmedikleri Rablerinin huzuruna, görürcesine bir yakınlık içerisinde
sunmak’; nihayet, ‘O’nun kavranmaktan da yüce olduğunu kavramak’ üzere
yaratılmıştır. Yani, varoluşunun gayesi, yarattığı varlıkları seven, bu
sevgisini ikramlarla ortaya koyan, özellikle insana karşı özel bir
sevgisi ve özenli bir muamelesi olan, bu sevgisini ve özenini, binbir
ihsan ve rahmet yansımalarıyla ispat eden Allah’a karşı; ibadetleriyle
bu sevgiye layık olduğunu ispat etmesi, ubudiyetiyle bu sevgiyi
geliştirmesi ve O’na yakınlaşmaya çalışmasıdır. Bu çabanın son
basamağındaki engel, Yaratıcısına ulaşan yolda yıkması gereken son
duvar, insanın kendi benliğidir. İnsan, ilahî bir ikramla bu engeli de
aştıktan sonra, meleklerin ulaşmasının mümkün olmadığı noktaya varmış,
onların aşmaları mümkün olmayan bir engeli de aşıp, melekleri Âdem’e
secde ettirten o hakikate râm olmuş olacaktır.
Dipnotlar:
- İsraftan
ve malayani iştigalden münezzeh olan Allah’ın insanı yaratması ve
dünyanın karışık zeminine göndermesinin arkasında, şanına yakışır
maksatların olması gerekliliğini dikkate alarak sorgulamaya devam
etmenin, tüm kâinatta kendini gösteren hikmet ve rahmetin gereği
olduğunu unutmadan...
- Daha geniş açıklama için, Seminerler bölümündeki “Kötülenen Üçlü: Akıl, Nefis ve Ene” isimli makaleye müracaat edebilirsiniz.
*******************************
“Ben gizli bir hazineydim. Bilinmek istedim ve alemleri/mahlukatı var ettim/yarattım.”
İnsana gelince… Bilinmek, tanınmak,
övülmek, takdir toplamak ve maharetlerini göstermek arzûlarının aşırısı
insan için bir zaaftır, bir kusurdur, bir haddini aşmışlıktır. Çünkü
insanın bu duyguları mübalâğalı olarak kullanmaya hakkı yoktur. Çünkü bu
hak Allah’a aittir. Çünkü insanın varlıklar üzerinde hakkı yoktur.
İnsanın hakkı sadece şükürdür ve Allah’ı övmektir…
insan bu evrenin yada bu Dünya’nın bir parçası.insanoğlunun en büyük
hatası olaylara ve olgulara ben merkezli yaklaşması.bu bir çok şeyi
gözden kaçırmasına neden oluyor.
Tanrı’nın yarattığı insan,hayvan formunda bir yaratık.ancak
diğerlerinden bir farkı var.Tanrı’nın sahip olduğu meziyetlere mikro
düzeyde sahip bir canlıdır,insan.
birinci sebeb,merak.kendi özellikleriyle donatılmış bir canlının nasıl bir davranış sergileyeceğini görmek.
ikinci sebeb,özgür iradenin ortaya çıkarabileceklerini merak
etmek.eğer Tanrı,kendisinin farkında olmamızı isteseydi,bunu
yapabilirdi.Ancak O bunu istemiyor.Kendisinin farkında olan,yığınla
yaratılmış var.Kendi meziyetlerinin,özgür iradeyle birlikte ortaya
çıkartacakları.amaç bu.nitekim,insanoğlu kendisinden bekleleni
yapmıştır.yazdığımız şiirler,kitaplar,çektiğimiz filmler.Hayal
gücümüz,sınırı olmayan bir edebi yığın.
madde’den bir hayal ortaya çıkarttık.bu Dünya’da ortaya
çıkarttıklarımız,belki Tanrı’nın evrende ortaya çıkarttıklarında daha
muazzam.
Hayal edin,Tanrı sizi izliyor.
http://www.bilimfelsefedin.org/?p=259
http://www.bilimfelsefedin.org/?p=184
*******************************
SORU?
Allah herşeyi biliyorsa, hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorsa neden insani
yarattı? Yani her seyi biliyor, yaratırsa ne olacağını da. Peki bunu
bilmesine ragmen neden acı da çekebilen biz insanları yarattı. Allah
bütün bunları biliyorsa örneğin neden bir çocuğun babasını kaybettiğinde
duyduğu acıya katlanmasına razı oldu. Bu acı onun için önemsiz midir
yada çocuğun acısını mı anlayamaz? Neden bir yaratma ihtiyacı duydu.
Allah bunu neden yaptı?
CEVAP:
Değerli Kardeşlerim;
Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını kainata ve içindeki faaliyetlere
bakan bir insan görebilir. Biz bir düşünelim dünyaya gelmeden önce
kainatın neyi eksikti de biz geldikten sonra tamamladık. Veya
ibadetimizle ne yapıyoruz ki Allah’ın herhangi bir ihtiyacı görülüyor.
Öyleyse sizin düşündüğünüz şeyin kesinlikle yeri olmadığını akli ve
vicdani olarak anlıyoruz.
Allah her şeyi kemaliyle bilendir. Ama bu bilmesi bizi yönlendirmesi
anlamına gelmemektedir. Çünkü O’nun ilmi ezelidir. Yani geçmiş, gelecek
ve şimdiki zamanı aynı anda müşahede eder. Ve herkes vicdanen bilir ki,
istediğim şeyi yaparım, konuşurum istemediğim şeyi yapmam. Bu kaideye
göre Allah bizim ne yaptığımızı bilir. Ama biz de yaptığımız şeyin
irademizle olduğunu vicdanen ve alken biliriz.
Allah bizi kendisini tanımak ve kendisine layık olacak şekilde ibadet
etmek için yarattı. Bu vazifeyi yerine getirecek alet ve cihazları da
yaratmıştır. Yani bizden istenen şeyler ile bunları karşılayacak sermaye
muvazenelidir. Burada herhangi bir adaletsizlik olmadığını bütün insaf
ve vicdan ehli bilir. Fakat Allah’ın bizi yaratırken bize sorup
sormaması ise, tamamen Allah’ın iradesini kısıtlamak anlamına gelir.
Oysa “alimlerimizin ittifakı ile Allah - la yüs”el – dir. Yani yaptığı
işlerden sorguya çekilmez. Ama kainatta yaptığı ve yarattığı herhangi
bir hadisenin hikmetsiz veya adaletsiz olduğuna dair hiç kimse ağzını
açamamaktadır. Çünkü, kainatta hikmetsiz ve abes olabilecek bir durum
yoktur. Bütün kainatı didik didik araştıran bilim adamları bu ilahi
hikmet karşısında hayrete düşmektedir.
Allah’ın insanı yaratmasının çok hikmetlerinden birisi ibadettir. Çünkü:
1- Allah insanı imtihan için yarattı. Bu hikmet insanın yaratılmadan olamayacağı kesindir.
2- Allah kainatta tecelli ettiği cemal ve kemalini hem kendisi – kendine
mahsus bir şekilde – görmek hem de başkalarının gözüyle görmek istiyor.
Başkasının görmesi derken bunların başında insan gelmektedir. Bu hikmet
de yine insanın yaratılmasını gerekli kılıyor.
3- İbadet için yarattı. Bu hikmetin yerine gelmesi için var olan birisi gerektir.
Yaratılmadan ibadetin yerine gelmesi mümkün değildir. Burada yaptığımız
ibadetin miktarına göre cennette ki yerimiz hazırlanıyor.
4- Allah’ın herşeyden daha büyük olduğunu ilan etmek, ve Allah’ın
emirlerini yaymak. Bu hikmetin yerine gelebilmesi için, hem tebliğ
edenin hem de tebliğ edilenin yaratılması icap eder.
5- Bir çekirdeğin ağaç olması için toprağa girmesi gerektiği gibi,
insanın da yetişip olgunlaşmsı ve terakkisi için dünya tarlasına
gönderilmiştir.
6- Eğer başka alemde yaratılsaydık o zaman da neden bu alemde yaratıldık
diye soamamız gerekecekti. İnsan için en mükemmel imtihan salonu bu
olduğu için buraya gönderildik denilebilir.
İşte tüm kainatta rastlanılamayan hikmetsiz iş ve fiillere elbette
şeriattada rastlanmaz. Yani bizim taşıyamayacağımız işleri Allah bize
yüklemez. Bütün hayvanlara, bitkilere ve cansızlara vazifeler yükleyen
Allah, elbette bize de bazı vazifeler yükleyecektir. Yoksa tüm kainatta
mevcut olan hikmet, insanlar yönünden abes olacaktı. Hiçbir işinde
abesiyet ve çirkinlik olmayan ve bu gibi şeylerden münezzeh olan Allah,
elbette insanlara da taşıyabilecekleri bir yükü yüklemesi gerekmektedir.
Kâinatın ömrü milyarlarca yıl ile ifade ediliyor; insanlık âleminin ömrü
ise on binlerce seneyle. Henüz insan nevi yaratılmadan, bu hadis-i
kudsîde verilen haber, öncelikle melekler âlemine bakıyordu. Allah’ı
bilen, eserlerini temaşa ve tefekkür eden, O’na isyandan uzak bu mübarek
varlıklar, hadis-i kudsîde verilen haberi ibadetleriyle, tesbihleriyle,
itaatleriyle, marifet ve muhabbetleriyle tahakkuk ettirmiş oluyorlardı.
Hayvanlar âlemi de yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürmekle,
ruhları yönüyle, melekleri andırıyorlardı. Bitkiler âlemi ve cansız
varlıklar da mükemmel bir itaat ile vazife görüyorlardı.
“Hiç bir şey yoktur ki Allah’ı tesbih ve O’na hamd etmesin,” mealindeki
âyet-i kerimede geçen “şey” tabiri, canlı-cansız her varlığı içine alır.
Her şey O’nu tesbih eder ve O’na medih ve senada bulunur.
Cenab-ı Hak, bütün bu tespih ve ibadetlerin çok daha ileri derecesini
icra etmeye kabiliyetli bir başka mahiyet daha yaratmayı irade buyurdu:
İşte bu ulvi mahiyet, arzın halifesi olacak olan insandı. Cenab-ı Hak,
topraktan bir insan yaratacağını meleklere haber verdiğinde,
yukarıdakine benzer bir soru, meleklerden de gelmiş ve onlara cevaben,
“siz benim bildiklerimi bilemezsiniz,” buyrulmuştu.
İmtihana tabi tutulan ve kazanmaları halinde melekleri geçecek olan bu
yeni misafirler, âyet-i kerimede de haber verildiği gibi, ancak Allah’a
ibadet için yaratılmışlardı.
“Ben, cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” Zariyat, 56
Âyette geçen “ibadet” kelimesine bir çok tefsir âliminin “marifet”
mânâsı verdiği dikkate alındığında, bu insanın, Allah’ı tanımak,
varlığını, birliğini bilmek, sıfatlarının sonsuzluğuna inanmak, mahlûkat
âlemini de hikmet ve ibret nazarıyla temaşa ve tefekkür etmekle
vazifeli olduğu anlaşılıyordu.
Bu mümtaz mahlûk, sadece cemal tecellilerine muhatap olmayacak, Cenab-ı
Hakk’ın hem cemal, hem de celal tecellileri ile ayrı ayrı imtihanlara
tabi tutulacaktı.
Nitekim öyle oldu ve öylece devam ediyor. Nimetler, ihsanlar, ikramlar,
güzellikler, sıhhat, afiyet, ferah, gibi haller hep cemal
tecellileridir. Ve insanoğlu bunlara karşı şükredip etmeme şıklarından
birini tercihle karşı karşıya. Maalesef, nefis ve şeytanın galebesiyle
çoğu insan, cemal tecellileriyle sarhoş olup bu imtihanı kazanamıyorlar.
İmtihanın diğer yönü, hastalık, musibet, bela, afet, ölüm gibi celal
tecellileri... Ve neticede sabır, tevekkül, teslim, rıza, imtihanına
tabi tutulma. Akıl aksini düşünse de gerçek şu ki, bu imtihanı
kazananlar, birincilere nispetle çok daha fazla.
Bundaki hikmet şu olsa gerek: Musibet ve hastalıklar, insana kul
olduğunu, aciz bir varlık olduğunu çok iyi hatırlatıyor, ders
veriyorlar. Konumuza ışık tutacak bir Nur cümlesi: “Fâtır-ı Hakîm,
insanın mahiyet-i maneviyesinde nihayetsiz azîm bir acz ve hadsiz cesîm
bir fakr dercetmiştir. Tâ ki, kudreti nihayetsiz bir Kadîr-i Rahîm ve
gınası nihayetsiz bir Ganiyy-i Kerim bir zâtın hadsiz tecelliyatına
câmi’ geniş bir âyine olsun.” Sözler
İbadet ve marifet için yaratılan insan, bu vadide mertebe kat edebilmek
için aczini ve fakrını hissedecek, sürekli olarak Rabbine sığınacak ve
Ondan medet dileyecektir. Duadan geri durmayacak, huzuru yakalamaya
çalışacaktır. Bunlar ise başta nefis ve şeytan olmak üzere, dünya
hayatında insanı, medet dilemeye ve sığınmaya götüren her türlü musibet,
hastalık, çaresizlik ve sıkıntılarla mümkün.
Çaresizlik içinde kalıp Rabbine sığınan ruhlar, bu dünya imtihanını
kazanma noktasında müsbet bir puan almış oluyorlar. Ama, refah, sıhhat
ve saadet gibi tecellilerde insanoğlu, aczini anlamak yerine, bunlara
meftun olup, kul olduğunu unutup, gaflete dalabiliyor.
Konunun çok önemli bir yanı da şu: Marifetullah, yani Allah’ı tanıma
denilince, bütün isim ve sıfatları dikkate almak gerekiyor; sadece
cemalî isimleri değil.
Allah, Rahman olduğu gibi Kahhar’dır da. İzzeti tattıran da Odur zilleti
çektiren de. Bu dünyada sadece cemalî isimler tecelli etse ve insan
sadece bunlara muhatap olsa idi marifeti noksan kalırdı. Bu imtihan
meydanında, insanoğlu Allah’ı hem celal, hem de cemal sıfatlarıyla
tanımak durumunda. Ahirette ise, yollar ayrılacak. İnsanların bir kısmı
ibadet, ihlas, salih amel ve güzel ahlâklarına mükâfat olarak, cennete
girecek ve lütuf, kerem, ihsan gibi nice cemal tecellilerine, azamî
ölçüde ve ebediyen muhatap olacaklar. Küfür ve şirk yolunu tutarak
dalalet ve sefahate düşenler ise celal, izzet ve kahır tecellileriyle
karşılaşacaklar. Böylece, ahiret yurdunda, Allah’ın hem cemalî hem de
celalî isimleri en ileri mânâda tecelli etmiş olacak.
Nur Külliyatında bir dua cümlesi var:
“Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster.” Sözler
Bu dünyadaki varlıklar, ahirete nispetle, gölge kadar zayıf bir
tecelliye muhatap oluyorlar. Ve bu gölge hayatın gereğini yapan ve
hakkını vermeye çalışan insanlar asıla kavuşuyorlar.
Şunu da unutmamak gerekiyor: Lütuf gibi kahrın da aslı ahirette.
KAYNAK:http://www.sorularlaislamiyet.com/index.php?s=show_qna&id=1000
****************
Melekler niçin yaratılmıştır, -haşa- Allah'ın yardıma ihtiyacı mı var? | | |
M. Fethullah Gülen, Varlığın Metafizik Boyutu |
04.12.2008 |
İnsanla melek arasındaki münasebet, insanın ömrü boyunca devam eder. Ahirette ise bu münasebet ebedileşir ve sonsuza kadar sürer. Ancak burada hadiseye yine Kur'ânî kriterlerle bakmak gerekir. Aksi halde meleklere hakiki manada tasarruf verilmiş olur ki, bu da gizli bir şirk demektir. Onun içindir ki Kur'ân, bu husus üzerinde açık-kapalı birçok tahşidat yapar ve meleğin sadece vazifeli bir memur olduğu gerçeğine dikkat çeker. Bir kısım melekler, insanların amellerini yazmakla vazifelidirler. Bu hakikata işaret eden bazı ayetlerde şöyle denilmektedir: 'And olsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz; çünkü Biz ona şahdamarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı (melek, onun sözlerini ve işlerini) kaydetmektedirler.' (Kaf, 50/16-17) Bu ayetlerde, önce insanın Allah tarafından yaratıldığı, içinden geçen herşeyin Allah tarafından bilindiği ve Cenab-ı Hakk'ın insana şah damarından daha yakın olduğu anlatılmakta, daha sonra da melekler tarafından insanın her halinin kaydedildiği dile getirilmektedir ki, ayetin mes'eleye bu şekildeki yaklaşımı, belli manalara ve bilhasa 'tevhid' şuuruna dikkat çekmektedir. Bu cümleden olarak: Birincisi: Kasem ve te'kid edatlarıyla, en küçük bir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmamak üzere deniliyor ki, 'Kasem olsun, gerçekten de insanı biz yarattık.' Bu ifade ile, yaratmanın doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk'a ait olduğu ve hiçkimsenin bu mevzuda Cenab-ı Hakk'a ortak ve şerik olamayacağı anlatılmış oluyor. Yani 'Melekler Cenab-ı Hakk'ın yardımcı ve muînleri değildirler ve hilkatte şirke yer yoktur. Onlar sadece yaratma hadisesinin müşahidleri ve nezâretçileridirler. Başkalarının olmadığı gibi meleklerin de yaratmaya müdahaleleri yoktur' denilmektedir. İkincisi: 'Biz ona şah damarından daha yakınız' ifadesi ile yine bize, aynı manayı ihtar ediyor. Şöyle ki: Cenab-ı Hakk insana şah damarından daha yakındır. Yani daha insan kendisinden habersiz ve vücudunda olabilecek hadiseler henüz vuku bulmamışken, Allah (cc) ona, ondan daha yakın; ilmiyle herşeyi bilmekte ve herşeyden haberdar bulunmaktadır. Ayrıca, madem ki Cenab-ı Hakk insana şah damarından daha yakındır; öyle ise insandaki tasarruflarında onun hiçbir vesile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Meleklere gelince, yukarıda da söylediğimiz gibi, onlar sadece İlâhi icraatın alkışçıları ve nezâretçileri durumundadırlar. Kur'an, evvela insanın aklına gelebilecek her türlü şüphe ve tereddüt isini-pasını temizliyor; ardından da bize, meleklere ait bu misyonu naklediyor. İki melek, insanın sağında ve solunda durmakta. Öyle ki insanın hem fiili, hem sözü hem davranışı, hatta hayalinden geçenler, onun his dünyasına misafir olan düşünceler dahi bu iki melek tarafından kaydedilmekte.. insan abes olarak yaratılmış bir varlık değil ki, onun davranış ve fiileri kayda alınmasın. Evet, insana ait herşey iyi-kötü mutlaka, ahirette değerlendirilmek üzere amel defterine tesbit edilmektedir. Başka bir ayette de: 'Mükerrem Katipler, yaptıklarınızı bilmekte.' (İnfıtar, 82/11-12) Diğer bir ayette de bu hususta şöyle tahşidat yapılmaktadır: 'Yoksa biz, onların sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmez miyiz sanıyorlar? Hayır, işitiriz ve yanlarında bulunan elçilerimiz de (her yaptıklarını) yazarlar.' (Zuhruf, 43/80) |
http://www.hikmet.net/content/view/57214/13/
**********************
İnsanların yaratılış gayesi İnsanlar, Allahü teâlâya kulluk, ibadet etmek için yaratılmıştır. Sonsuz
saadete kavuşmak için yaratılış gayesine dikkat etmelidir. Dünya
nimetleri geçicidir. Dünya ebedi kalınacak bir yer değildir, ahirete
gitmek için bir binek gibidir. Sevinç yeri değil, ayrılık yeridir.
Akıllı olan bu fâni dünyaya düşkün olmaz, kulluk vazifesini hakkıyla
yapar.
Şu üç kimsenin haline şaşılır:
1- Ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, o dünyalık peşindedir.
2- Gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde, unutulmamış olup, hesaba çekilecektir.
3- Rabbinin kendinden razı olup, olmadığını bilmediği halde, rahatça güler..
Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun.
Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin.
Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun.
Nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken kendini yakıp eritir.
Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma.
Allahü teâlânın bir kulunu sevmediğinin alameti de onun mâlâyani ile (ne
dinine ne de dünyasına faydalı olmayan işlerle) vakit geçirmesidir.
Allahü teâlânın bir kulunu sevdiğinin alameti ise, onun fıkıh ilmi ile
meşgul olmasıdır.
İlim çoktur fakat ömür kısadır. O halde önce dinde zaruri lazım olan ilimleri öğren!
Allahü teâlâ iyilik murat ettiği kullarını iyilikte, felaket murat ettiği kullarını felakette kullanır.
Müslüman için en büyük felaket, ehli sünnet itikadına sahip olmamak, olunca da bu nimetin kıymetini bilmemek olur.
Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah
etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka
kanaat et.
Dünya hiçtir, hiç ile uğraşan da hiçtir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar.
Allah bir kuluna iman vermiş ise, ne vermedi. İman vermedi ise, ne verdi?
Her namazı “bu son namazım” diye kıl.
Şu üç şeye sarıl, bunlara mani olan her şeyi terk et. 1- Namazları vaktinde kıl, 2- Haramlardan sakın 3- Helal kazanç.
Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerde zerre kadar iyilik yoktur.
Dünya hayatı hayâldir. İnsanların çoğu hayâl peşinde koşuyor. Ne
ahmaklıktır hayâl peşinde koşmak... Dünya geçici ve kısadır. Dünya
hayatı ise azın azıdır. Bunun da çoğu gitti, azı kaldı.
Allahü teâlâdan ümit kesmek küfürdür. Onun için Rabbimizin
mağfiretinden daima ümitli olacağız. Hepimizin günahı çok, tövbemiz
bozuk, tövbenin şartlarına uygun olması lazım. Tövbemizi unutuyoruz. Yüz
kere tövbeni bozsan ümidini kesme buyuruluyor. İşte bu bizim için büyük
müjdedir.
Hastalıklar, mü’minlere, îmânı olanlara Allahü teâlânın bir ihsanıdır.
Cenâb-ı Haktan gelen her şey hayırlıdır. Her ne gelirse yahşîdir
(güzeldir). Allahü teâlâ kullarına kötülük yapmaz, zulmetmez. İnsanlar
kendi kendilerine kazdığı kuyuya düşüyor. Allahü teâlâ rahimdir, ama
aynı zamanda azabı da çok şiddetlidir. Rahmet, karşılıksızdır, azap ise
isyanın karşılığıdır, cezasıdır. Azâba mâruz kalmamak için itaat şart.
İtaat ettin mi korkma. Sevgi ise itaat demektir. Sevginin derecesi de
itaatteki sürat ile ölçülür.
**************
hikaye
Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere
...gitti. Onunla ilgilenen ber...berle güzel bir sohbete
başladılar.Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili
konu açıldı.
Berber: ” Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah’ın varlığına inanmıyorum.”
Adam: ” Peki neden böyle diyorsun?”
Berber: ” Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıya
çıkmalısın. Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar
çok sorunlu, sıkıntılı, hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar
olur muydu? Allah olsaydı, kimseye acı çektirmez, birbirini
üzmezdi.Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum…”
Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek
istemediği için cevap vermedi. Berber işini bitirdikten sonra adam
dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam
gördü.Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun
süre geçmişti. Adam berberin dükkanına geri döndü.
Adam: ” Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok”
Berber: ” Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim.”
Adam: ” Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı.”
Berber: ” Hımmm. Berber diye birşey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?”
Adam: ” Kesinlikle doğru! Püf noktası da bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir.