KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı?

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı? Empty
MesajKonu: Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı?   Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı? Icon_minitimeCuma Şub. 04, 2011 4:36 am

Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı?


Zenginlik de, fakirlik de kaza ve kaderin tecellilerindendir. Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek kaza; kendi kesbiyle zengin olma da kader içinde mütalaa edilebilir kelami literatürde. Kaza, Hakk'ın hakkımızdaki takdiri, kader ise hadiselerin bu takdire uygun bir şekilde tahakkukundan ibarettir.


Kazayı kader, kaderi kaza olarak niteleyen ulema da vardır kelam tarihinde. Kavram tariflerindeki bu farklılık bir kenara, her iki hal de Allah'ın muhit ilmi dahilindedir. Doğuştan zenginlikle kesbi zenginlik arasındaki fark, ikincisinde insanın ihtiyari ve kesbi devreye girer. Aynı şeyler fakirlik için de geçerlidir.

Fakirlik ve zenginlik özelinde kelami müzakerelere yer verecek değilim bu yazıda. Sadece zenginlik modernliğin, fakirlik de dindarlığın bir parçası mı ve muhafazakâr kesim illa zengin olmak zorunda mı diye özetleyebileceğim bir soruya cevap vermeye çalışacağım.

Öncelikle, zenginliği modernliğin, fakirliği dindarlığın parçası gibi görenler bütün bütün haksız değil. Çünkü bu ülkede daha düne kadar çoklarında böyle bir algı vardı. Bunu destekleyen temel unsur, toplumsal hayatta bu algının fiili gerçekliğinin olmasıydı. Bugün özellikle muhafazakâr dindar kesimin zenginleşmesi ile başlayan ve hızla devam eden bir sürecin içindeyiz. Bu durum, sözünü ettiğimiz algının genel manada kırılmasına neden oluyor. Ama bütünüyle kırıldığını söylemek zor. Zira güçler mücadelesi devam ediyor. Bu mücadelede halkın dinî ve kültürel değerlerine büyük oranda yabancı olan ve mevcut sistemin oluşturduğu entelektüel, aydın, aristokrat, zengin, bürokrat kesim statükolarını kaybetmeyi düşünmüyorlar.

İkinci hususa gelince, bunun birinciye nisbetle muhafazakâr kesim adına daha önemli olduğunu düşünüyorum. Muhafazakâr kesimden bazılarının zenginleşmesi başka muhafazakârlara örnek teşkil ediyor. "Onlar oluyor, biz neden olmayalım?" ile başlayan bu süreç "onlarda var, bizde neden olmasın"a kadar uzanıyor. Yüksek hayat standartlarında yaşama arzusu, hırs, gösteriş ve bütün bunlarda yarış, insanları rüzgâr önünde sürüklenen bir yaprak gibi önüne katıyor ve bilinmez kavşaklara doğru sürüklüyor. Üzülerek görüyoruz ki bazen ortak değerlerimiz arasında en birinci sırada yer alan din ve dinî kurallar, sözünü ettiğimiz yarış esnasında maalesef unutulabiliyor, göz ardı edilebiliyor, hatta bazen "Allah affedicidir" sığınağının arkasına geçilerek şuurluca ihlal edilebiliyor.

Tam bu noktada bir hadise vesilesi ile şeref südur olan şu hadis akla geliyor: Efendimiz Ebu Ubeyde'yi vergi tahsili için Bahreyn'e gönderiyor. Belli bir müddet sonra Ebu Ubeyde geri dönüyor. İhtimal, Ebu Ubeyde'nin getirdiği malların bir kısmı veya hepsinin halka dağıtılacağı bildirilmiş olmalı ki o gün sahabe sabah namazı sonrası evine giden Efendimiz'in önünü kesiyor. Mevzuu anlayan ve tebessümle karşılayan Allah Rasulü (sas) "Ebu Ubeyde'nin Bahreyn'den bir şeylerle geri döndüğünü duydunuz herhalde?.." diyor ve aldığı evet cevabından sonra zenginleşme kulvarından kulaklarımıza küpe, yolumuza rehber olacak şu sözleri söylüyor: "Sevininiz ve sizi sevindirecek şeyler ümid ediniz. Allah'a yemin ederim ki, sizler için fakirlikten korkmuyorum. Fakat Ben, sizden öncekilerin önüne serildiği gibi dünyanın (bütün güzellikleri ve nimetleri ile) önünüze serilmesinden, onların dünya için yarıştıkları gibi sizin de yarışa girmenizden, dünyanın onları helak ettiği gibi sizi de helak etmesinden korkuyorum." (Buhari, Rikak, 7; Müslim, Zühd, 6)

İslam'ın genel ilkelerinden biliyoruz ki helal dairede olmak, dinî değerlerle örülü hayat standartlarından sapmamak, hırs, riya, gösteriş içine girmemek, dünyanın fani, ahiretin ebedi olduğunu hiçbir zaman unutmamak, başkalarının hak ve hukukuna tecavüz etmemek, kanuna karşı hile yapmamak vb. şartlara kılı kırk yararcasına riayetle zengin olma yolunda yürümeye mani yok. Ama aksi bir hal yukarıda aktardığımız Efendimiz'in beyanında görüldüğü gibi insanı helak da edebilir. Hz. Ömer ne güzel der: "Sabırla şükür iki deve farz edilse, hangisine binsem aldırmazdım."

Zengin muhafazakâr kesimde vücut bulan bazı manzaraları görünce keşke sabredip eski hallerinde baki mi kalsalardı diyesi geliyor insanın!


a.kurucan@zaman.com.tr
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6736
Rep Gücü : 10015190
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı? Empty
MesajKonu: Geri: Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı?   Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı? Icon_minitimeCuma Şub. 04, 2011 5:03 am

Bizim yetişme tarzımıza ,aldığımız eğitimin ve özellikle bu günün şartlarında yapılmış bir değerlendirme.

Sahabe Efendilerimiz Mekke'den sıfır sermaye ile Medine'ye geldikten
sonra çok kısa zamanda Efendimizin müslüman pazarı açmasıyla da kısa
zamanda ticareti ellerine geçirmişlerdi.

Abdurrahman ibni Avf,Sad bin ebi vakkas ,Osman bin affan (ra) gibi
sahabe efendilerimiz kısa zamanda medinenin en zenginleri arasına
girdiler.

Bir yandan İslamı, Kuranı iyi anlayan ve "veren el" omayı "yed-i
süfla"ya tercih etmenin önemini kavrayan sahabe efendilerimiz olduğu
gibi Osman bin mazun gibi kendini hadım etmeyi düşünecek,ailesini
çocuklarını ihmal edecek kadar terk-i dünya ve nefs etmiş sahabe
efendilerimiz de vardı.
Yani denge meselesi.

Bediüzzaman'ın enfes bir ölçüsü vardır" Dünyayı kalben terk edeceksin ,kesben değil".

Yani parayı kasana cebine koyacaksın,kalbine değil.Kalp atarken
para,dolar,yuro,lüks,yazlık,kışlık ,saltanat diye değil Allah diyerek
atacak ama gırtlağına kadar da dünyada maddi zenginliğin peşinde
olacaksın.

Analatıken ,yazarken bile bu işin çetinliği zaten aşikar.Çok ciddi
Allahla irtibat,ihlas ve samimiyet istiyor.İnsandaki dünya ve
içindekilere olan rağbet,istek bir imtihan uunsuru olduğu noktası,süslü
hali ayetlerle bizi bekleyen bir tuzak olarak hassaten o sebeble ifade
edilmiş.İnsan yapısında var yani dünya isteği.Helali haramı orda devreye
giriyor.

Fıkıhçılardan kuduri vardır,talebelik yıllarımızda okumuştuk..çömlekçi.
İmamı azam vardır malum tüccar.Ehli ilimde bile istiğna hassasiyetini
islamı kuranı anlama noktasındaki bu büyük insanlarda görmek mümkün.

İfrat tefritle arasında zaman ve zemini iyi değerlendireme sonucu
maalesef ticareti yahudilere yabancılara kaptırmış bizimkiler.Sonrada
cumhuriyetin banileri "müslümanlarla bu memleket kalkınamaz"
demiş,devlet destekli süper zenginler türetilmiş...bu zihniyete mukabil
de demokrat parti döneminde yerli süper zenginler desteklenmiş.

Evet asırlık teraküm etmiş problemlerimizden biri bu manzara.
Arkadaşlar ve Ahmed Kurucan doğru söylemiş ama biz tüm bu hazin manzara
ve tecrübeler sonucu çıkışta,yükseliş trendinin müslümanları olarak
bunları söylüyoruz.Geçmiştekiler yüksek sesle bu tecrübe sonuçlarını
dillendirecek sesleri pek duymamıştı.

Günümüzde de aynı mantık kısmen var ve devam ediyor.
Sahabe heyecanı ,mantalitesi ve tüm bu tecrübeler sonucu geçmişten
alınan derslerle bu kafalara kazınmış mantalitelerin biteceği bir
istikbalin bizi beklediği kanaatindeyim.

Dünyada kapitalizmin kurduğu hakimiyeti kırmak "aktif sabır" çeyrek
belki yarım asır isteyen bir meseledir.Bu anlamda devlet azıcık kapıları
aralayınca bizim insanımızın nasıl dünyayla entegre olduğunu
görüyoruz.

@bdulKADİR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
feraklit
Üye
Üye
feraklit


Mesaj Sayısı : 17
Rep Gücü : 30
Rep Puanı : 5
Kayıt tarihi : 27/01/11
Nerden : İzmir

Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı? Empty
MesajKonu: Geri: Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı?   Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı? Icon_minitimePaz Şub. 06, 2011 10:52 pm

Bir ilköğretim okulunun müdür odası. Muhafazakâr örgütlenmeye mensup okul müdürü; öğrencisine yaptığı haksızlığı, ‘ben imam hatipliyim’ diye başlayan cümlelerle savunmaya kalkıyor. Aralarındaki sendika bağı o kadar kuvvetli ki, şikâyet konusu meseleyi araştıran müfettişler dosyayı kısa yoldan kapatma telaşında. Olay başbakanlığa uzanınca tarafları çarnaçar dinlemek zorunda kalıyorlar…

50’lerinin başında dindar bir bey. Kızı üniversiteden yeni mezun olmuş. Sınavda diğerlerinden 20 puan az alan birinin, hedefledikleri kurumda işe alındığını duymuş. İtibarı yüksek ‘referans’ bulabilirse, kızının da puanına bakılmaksızın işe alınabileceğini söylüyor telefonun diğer ucunda…

Mahalle camiinin bahçesi. Soğukta kalmış kedilerle ilgilenen yaşlı adam, müstehzi bakışlarla izleyen cemaatten yakınıyor; “Bu hayvanlara bakıyorum, besliyorum diye rahatsız oluyorlar. Kaç sefer zabıtaya şikâyet ettiler. Hava soğuk, hepsi aç. Küçükler hasta, bir an önce kalacak yer bulmak lazım...” Aynı cemaat, camiye yolu düşen çocuklardan da rahatsız muhtemelen. Fakat sadece kucağındaki kediyi indirip yanlarında saf tutan ‘meczup’ hakkında söyledikleri geliyor kulağımıza...

Kimlikleri flulaştırıp olayları öne çıkardığımızda neredeyse hiçbir şeyin olması gerektiği gibi gitmediği karamsarlığına kapılıyor insan. Kanunlarda, kitaplarda yazılı kaideler günlük hayatta iş görmüyor. İşe mi gireceksiniz? Her kademe için sınav şartı var ancak biliniyor ki iş, CV’nin ulaştırılması aşamasında devreye giren mekanizmalarda bitiyor. Tayin, terfi, ihale… El birliği ile inşa ettiğimiz sistemde adalet de tesis edilen değil, satın alınan bir meta. İstanbul Ticaret Odası (İTO) Başkanı Murat Yalçıntaş’ın yaşadıkları hâlâ hafızalarda Yalçıntaş, haklı olduğunu düşündüğü davayı kazanabilmek için rüşvet verdiği iddiasıyla tutuklandı ve yargılanıyor.

Hemen hepimiz ‘dindar’ olarak niteliyoruz kendimizi. Din, insanı ruhen, ahlaken bulunduğu yerden yukarı taşımayı vadeden bir değerler bütünü iken nasıl oluyor da örneklerini görüp hayal kırıklıkları yaşadıkça ‘Dindarlar düne göre daha mı az ahlaklı?’ sorusunu sormak durumunda kalıyoruz? Tek cevabı olmasa da biz, toplumsal izler üzerinden yürüyerek bir yere varma niyetindeyiz. Şüphesiz herkesi kapsayacak değil söyleyeceklerimiz…

Bugün dünden daha mı fazla malulüz ahlaki zaaflarla? Evet demek, hayır demek kadar zor. Gazeteci-yazar Ahmet Turan Alkan, temel meselenin ‘görünürlük’ olduğu kanaatinde. Yüz sene önce evinde oturan kadının bugün sosyal hayatta varlık gösterenlerden daha ahlaklı olduğunu neye dayanarak söyleyeceğiz? Ya da daha dindar olduğunu? “Homoseksüellik geçen yüzyıla kıyasla artmıştır desem kabul eder misiniz? Lut (as)’tan beri var. İnsanlar düne göre daha görünür. O zaman da şaşırıp aa bu da mı varmış, demeye başlıyoruz.”

Görünürlük modernlik alameti. Ve en önemli tetikleyicisi 1950’lerde başlayan şehirleşme. Sosyolog Nazife Şişman dönüşümün hızlı şehirleşme ile yakından alakalı olduğunu belirtiyor: “Birdenbire şehre gelen insan ne yapacağını bilemedi. Dindar insanın referansından dolayı daha düzgün durmasını bekliyorsunuz ama pratik her zaman teoriyi tutmuyor. Benzer şekilde yozlaştık.”

Kendini dinden hareketle tanımlamayan insanlarla Müslümanlar arasında bir fark olmalıydı. Ancak makas giderek daraldı. Kimlikler kendiliklerinden bir anlam ifade etmiyor kimse için. Dindar insan hak yemez diyemiyoruz kolay kolay. Ya da yalan söylemez, rüşvet almaz, faiz yemez; hayvana, ormana, havaya, suya başka nazarla bakar. Sorumluluklarının farkındadır… Oysa işler böyle yürümüyor. Sistem, ne pahasına olursa olsun kazanmak uğruna dizayn edilmiş. Çaresizliğini gizlemiyor kaybının farkında olanlar: “Kuralları biz koymadık. Var olmak için ya herkes gibi davranacaksın ya da ‘ben yokum’ deyip geri çekileceksin…”

Şehirleşme hızlandırıcı bir unsur ancak öncesi var. Din, yüzlerce yılda yavaş yavaş, dünyayı düzenleyen bir aktör olmaktan çıkarıldı. Sosyal bilimcilerin modernleşme dediği dönüşüm, Hıristiyanlığı kiliseye hapseden Batı’nın yeni dünya kurgusuydu aslında. Ve bu dünyada ahiret üzerine yapılan hesaplara yer yoktu. Prof. Süleyman Seyfi Öğün, asıl meselenin sekülerleşme (dünyevileşme) olduğunun altını çizerken de aynı hakikate işaret ediyor. Tek boyuttan ibaret yeni hayat, ahiretle beraber ifade ettiği tüm anlam dünyasını da reddediyor. Hesaplar dünya üzerine yapılıyor: “Düz bir çizgide, dünyevi hat üzerinde hakikati arıyoruz. Modern Batı yatay bir boyut veriyor bize. Hücrenin resmini dahi çıkarıyor karşımıza. Ama bir boyut daha var, kafamızı kaldırıp yukarı bakmamıza sebep olan dikey boyut. Biz yukarı çok fazla bakmıyoruz. Dünyevi yanımız çok azdırılmış. Metafiziğimiz de köreltilmiş. Fizik metafiziği kaldıramaz. Tabii ki bir dinî hayat yaşıyoruz ama metafiziği olmayan bir dinî hayat. Denge bozulduğu için geriye simgeler dışında bir şey kalmıyor. İnsanlar bu manada cahiliyeyi yaşıyor bence.”

İslam çerçevesinde şekillenen dünya tasavvuru sayesinde Anadolu’ya hemen nüfuz edemiyor bu bakış açısı. Devlet nizamı İslam esaslarına göre şekillenince din ile dünya arasında bağ kurmak da kolay oluyor. Ahmet Turan Alkan’a göre II. Mahmud’un 19. yüzyıl başında devlet nizamında yaptığı değişiklikler ilk kırılmayı teşkil ediyor: “Padişah dinde reform yapmadı ama dinî hayatın kendini sürdürebileceği mekanizmaları kurcaladı. Cihaz orada bozuldu.”

Cumhuriyet’in hikâyesi buraya eklemleniyor. 20. asrın ilk çeyreğinde yeni kurulan devlet, nizamını topyekûn değiştirdiğini ilan ettiğinde yaşanan tam anlamıyla bir kültür şoku. “Türkiye, ‘böyle olmuyor, ben medeniyet değiştireceğim’ dedi. Medeniyet değiştirmek, sahip olduğunuz bütün değerleri terk edip yenilerini benimsemek demek. Bu konuya azıcık kafa yoranlar bunun yüzyıllar alacağını, hatta mümkün olmayacağını bilir.” yorumu Prof. Dr. Sadettin Ökten’e ait. “Bu yıkımın enkazı orta yerdeyken 1950’lerde siyasi bir kararla tarım toplumundan sanayi toplumuna geçtik. Avrupa’nın yüzlerce yılda geldiği yere biz bir günde geldik.”

Peş peşe yaşanan kırılmalar; hayat tarzı, dünya görüşü, değer yargıları, inanç, felsefe… O güne kadar birikmiş ne varsa hepsinin elden çıkması anlamına geliyor Ökten’e göre. Bu telaş içinde elden gidenin yerine yenisi de konulmuyor pek tabii. Modernleşme hikâyemiz 80’lerde kapitalizmin resmen kabulüyle sonuçlanıyor. Çok az kişi tarafından fark edilse de asıl çöken; dinî hayat, İslami değerler sistemi oluyor neticede.

Muhafazakâr halkın politik bir figür olarak ortaya çıkışı da 80’li yıllara tekabül ediyor. Birikimini henüz pratikte test etmeyen yeni ‘İslamcılar’ın yabancısı oldukları dünyaya ne cevap verecekleri sonra sonra şekilleniyor. Dücane Cündioğlu anlatıyor: “80’li yılların başındaydık. Zihnimizde bir dünya vardı, içinde yaşadığımız başka bir dünya. Birbirine karşıt bu iki dünya arasındaki gerilimin pekâlâ farkındaydık. Çaresiz içinde yaşadığımız dünyayı zihnimizdeki dünyaya uydurmaya karar vermiştik. Hem de bir çırpıda. (…) Muhalif görünmüyorduk, öyleydik zaten. İyi ki öyleydik. Hepimiz yoksulduk çünkü.”

Yoksulluk bahsi önemli, zira dindarın dünya ile sınandığı, zenginleştikçe daha bir görünür oluyor. Cündioğlu’nun yazısını Ayşe Böhürler’in sözleri tamamlıyor: “Sonra kendimizi test etme imkânı bulduk. Sahipleri ve yöneticileri dindar insanlar olan kurumlar kuruldu. Çalışanlarını düşük ücretlerle sömürmeye başladı. İşçinin sigortasını ödemek İslami midir, ahlaki midir? İşten çıkardığında tazminat ödemek ya da ödememek gibi aslında hiç konuşmadığımız pratik sorunlar karşısında nasıl bir tavrı hangi gerekçe ile takınacaktık? Bu sorulara verilen cevaplar o günlerde tartıştığımız ilkelerle örtüşmüyordu...”

Gündelik pratiklerle yüz yüze gelene dek tavizsiz, net bir söylem inşa ediliyor, âdeta duvar örülüyor modern dünya karşısına. Fakat direnmek kolay olmuyor. “Hepimiz Cumhuriyet’in eğitim mekanizmalarından geçmiştik. Çoğumuz kolejliydik. Yurt dışında eğitim alanlar vardı aramızda. Doğal olarak zihinlerimiz Batılıydı, buna rağmen seküler dünyanın bize dayattıklarını reddediyorduk. Mesela Noel kutlamasını söz konusu bile edemezdik o yıllarda. Oysa şimdi ‘olabilir, yapsınlar’ noktasına geldik.” Böhürler, sadece Noel’den bahsetse de o yıllarda çok tartışılan faiz, kredi kullanımı gibi konular için de geçerli aynı bakış farkı. O güne dek ‘haram, günah’ diye reddedilenler ‘zaruret’ kabilinden dâhil oluyor hayata. Bir kısmı aslında vazgeçilmemesi gereken değerler, aşağı çekilmemesi gereken duvarlarken ilk tuğla çekiliyor.

Bir başka tartışmalı başlık, teknoloji ve birlikte getirdikleri. Dücane Cündioğlu, bir makalesinde, o yıllarda, İslam’ın dünyayı kavrama, yorumlama biçimiyle modern dünya arasındaki gerilim ve çatışmayı azaltmak isteyenler olduğunu hatırlatıyor. “Savunma yöntemleri şuydu: Teknoloji, bir bıçağa benzer, o bıçakla adam da öldürebilirsin, hayat da kurtarabilirsin. Dindar çevreler, modern bilimin ardındaki yeni dünya tasavvurunu görmüyor; sırf besmele çekmekle atom bombasının meşruiyet kazanacağını (Müslümanlaşacağını) zannediyorlardı. Bir Müslümanın mukaddes gayeler(!) uğruna da olsa kimyasal silah kullanma hakkını kazanamayacağını akletmek istemiyorlardı.”

Süleyman Seyfi Öğün’ün metafiziğe yaptığı vurgu biraz daha anlam kazanıyor bu yorumdan sonra: “Fiziki dünya metafizik olanı anlamanız konusunda size engel çıkarabilir. Modern bilim size atom bombası yaptırtır, at ya da atma demez. Metafiziği yok çünkü. Metafizik, yaptığınız işi düşündürten şeydir. Bir şey yaparken ‘dur bir dakika dedirtir’ insana.”

Gündelik hayattaki değişikliklerin zihnî, dolayısıyla da dinî hayatı etkileyip etkilemediği ya da nasıl etkilediğini fark etmek için durup tahlil etmek gerekiyor. Ancak her şey büyük bir hızla olup biterken durmaya da düşünmeye de vakit kalmıyor çoğu zaman. “Hayatımızda çok fazla yenilik var. Onlara alışıp ne olduklarını anlayacak vakit yok. Her şey hızla ilerliyor ve biz savruluyoruz.” diyor Nazife Şişman. “Din dünyevi pratiklere nasıl dökülür? İki yüzyıllık modernleşme tecrübesi boyunca bu soruya cevap bulamadık. Müslüman camianın talebi ‘hem Müslüman kalalım hem modernleşelim’di. Bu süreç henüz bitmedi. O yüzden Müslümanca bakış ve duruşun prototip bir tanımı yok.”

Süleyman Seyfi Öğün, meselenin 1400 sene önce indirilen bir Kitap’tan her asra uygun yeni yorumlar çıkarmak olduğuna işaret ediyor: “14 asır boyunca çok sayıda nesil Kur’an-ı Kerim’i okudu, anlamaya çalıştı, yorumladı. Metin sabit fakat tarihsel durumlar öyle değil.” Farklı tecrübelerden geçen insanlar yeni yorumlara ihtiyaç duyuyor kaçınılmaz olarak. Şişman, bu gerçek kabul edilerek sorulması gereken asıl sorunun gözden kaçırıldığını düşünüyor: “Müslümanlığımız hayatımızı nasıl belirliyor? Bazı pratikler ve örgütlenmeler var ki içinde durmamız herhangi bir sakınca içermiyor. Ama bazen de itiraz etmemiz, içinde yer almamamız gereken durumlarla karşılaşıyoruz. Mesela faizle ilgili hiçbir tartışma yok bugün. İşin niteliğine değil de onu kimin yaptığına bakıyoruz. Kredi kartının kendisi değil, alındığı banka önem taşıyor mesela.”

Düzenlediği hayat tarzı ile uyuşmayan davranışların sebebi, Kur’an’ın içeriğini ve varlık sebebini yeterince idrak edememek mi? Öğün’e göre hayır: “Metinle irtibat sıkıntısı yok. Mesele yorumlanışı ile ilgili. Benim gördüğüm şey, neyi elde etmek istiyorsak o tarafından okuyoruz. Niyetimiz doğrultusunda yorumlar yapıyoruz.”

Ayşe Böhürler, Müslümanlarla İslami değerler arasındaki mesafenin zenginleşmeyle alakalı olduğunu iddia ediyor. İnsanlar zenginleştikçe din, kültürel alana itiliyor: “Tecrübe ettikçe görüyorsunuz ki İslam’ı yaşamak hiç o kadar kolay değil. Bir yönüyle kolay belki ancak bir taraftan da zor. Piyasanın kuralları var, rekabet kuralları var. Şirketin devamlılığı için yapılması gerekenler var. Bir de çalışanların hakları, yetimin, yoksulun, ihtiyaç sahibinin hakları var. Sonra Kur’an’ın emri açık; serveti aranızda paylaşın, yığıp biriktirmeyin deniyor. Böyle olunca da bu konuları artık konuşmamaya başladık. Bütün değerlerin değersizleştiği bir İslami hayat serilmeye başlandı önümüze.”

“Din, modern hayatta var olmamıza mâni hâle geldiğinde onun dışına çıkıyoruz.” yorumu Nazife Şişman’a ait. Oysa Kur’an’da Peygamber aracılığıyla hayatın da ölümün de Allah için olduğu açıkça beyan ediliyor. Bu bakış açısıyla yoldan geçerken insanlara zarar veren bir taşı kenara koymak dahi imanın göstergesi hâline geliyor. “Hepimiz pozitivist eğitim süreçlerinden geçtik ve evet hayata parçalı bakıyoruz.” diyor Nazife Şişman. “Modern eğitim alan herkes bu arazdan nasibini aldı. Bu bir dezavantaj. Kurtulmak için tasavvuf iyi bir yoldu. Maalesef son 50 yıldır öyle ağır darbeler aldı ki…”

Nazife Şişman, dindar insanların iktidar üzerinden sürekli sıygaya çekiliyor olmalarının muhasebe imkânını ortadan kaldırdığına kani: “Hayır, biz özgürlükçüyüz, laiklikle sorunumuz yok. Liberal politikaları benimsiyoruz. Baskıcı erkek politikalarına karşı feminist çizgideyiz diye diye geldik bugüne. Kamusal alandaki varlığımız meşrudur derken farkında olmadan ‘ancak sizin gibi olursak bu mümkündür’ de dedik aslında. Bu kendini sunma, ‘sizin gibiyiz’ deme kaygısı bir strateji olarak benimsenmişti fakat sonra neredeyse gerçeğe döndü.”

Hayat tarzları ve standartları benzeştikçe problemleri algılayış ve çözüş biçimleri de paralellik arz ediyor. Benzememek içinse kendine has bir dünya görüşü ortaya koymak gerekiyor. Bugünün ihtiyaçlarına cevap verecek İslam merkezli bir hayat tarzı var mı peki? Ahmet Turan Alkan, üslup sorunu yaşadığımızı düşünenlerden. Sebebi de tam bir geçiş dönemi yaşıyor oluşumuz. Hâlâ ‘bizim gibi’ düğün yapmıyoruz, eğlenmiyoruz mesela. Ancak bütün bunların birer çelişki, gerilim sebebi olarak karşımızda durması da iyiye işaret: “Kendilerini Müslüman diye tarif etmeyenler neden bir çelişki yaşamıyor, ahlaki gerilim içine düşmüyorlar? Çünkü üst değerleri yok. Biz başvuracağımız üst değerler sistemimiz olduğu için çelişkilerimizi görüyoruz. Bu değerler her zaman vardı, bugün uygulamak canımızı acıtıyor.”

Dinî referanslardan arındırılmış bir eğitim ve sosyal düzenin sonuçları olarak gündelik hayatı İslami kodlar üzerinden okumakta zorlanıyoruz. Bu zorluk, meselelere ‘Müslüman gibi bakmak’ imkânını da ortadan kaldırıyor. Söz buraya gelmişken Nazife Şişman gözden kaçırdığımız bir diğer probleme işaret ediyor: “Kötüye kötü, günaha günah deme özgürlüğümüz yok. Bu dil ayrımcı bulunuyor.” Peki, ikame ettiğimiz kavramlar aynı etkiyi yapıyor mu ruh dünyamızda? Evet demek mümkün değil. Zira dinî içerikten yoksun ilkelere saygı duymuyoruz. Uzak durulması gereken fiil, ona günah demeyi bıraktığımız anda basitleşiyor gözümüzde: “Başkaları başka kelimeler kullanabilir. Birileri fırsat eşitliği derken biz, adam kayırmanın haram olduğu gerçeğiyle hareket edeceğiz. Hayvan hakkı demesek de bırakın eziyet etmeyi bir hayvanı yiyecek verme vaadiyle çağırıp aldatanın rivayet ettiği hadisin kabul edilmediğini bilerek yaşayacağız.”

Kavramların değişmesi zihin dünyamız hakkında ne söyler? Kimileri için anlamsız bir soru olabilir bu. Belli bir medeniyet seviyesine gelmiş insan için ‘etik’le ‘günah’ arasında fark görmeyecekler olacaktır. Tabii tam aksini savunacaklar da: “Haram yerine etik değil kelimesini kullanan birinde İslami değerler aşınmış demektir, aşınır da…” diyor Ahmet Turan Alkan. Süleyman Seyfi Öğün ise bütün bu verilerden dindarlığın ölçülerinin dünyevileştiği anlamını çıkarıyor. Dindarlıkla dünyeviliği örtüşen şeyler gibi gören pragmatik nesiller yetişiyor. Ve Öğün bu yoruma ‘yeni cahiliye’ diyor: “İnandığımız tanrı, dünyalığımızı elde etmede moral destek olan, bir anlamda sürekli kazanımlar sağlayan bir tanrı. Mesela adam hasta oluyor, şifa bulmak için dua ediyor. Bu sağlık tanrısından istenebilir. Paraya sıkışıyor, ‘Allah’ım yardım et!’ diye yakarıyor. Eski cahiliyede bereket tanrısına da böyle dua ederlerdi. Dikkat edin, bütün dualarımız küçük dünyalarımızın küçük hesaplarını görmeye matuf. Çok ibadet edersem tanrı beni ödüllendirip bir şeyler verir… Böyle şey olmaz. Tanrının sana gerçekte ne verdiğini idrak edemezsin böyle bakarsan. Ya da senden aldığını başka bir şey vermek üzere aldığını…” Sarsıcı bir yorum. Ancak gönül rahatlığıyla ‘yok canım!’ demek de mümkün değil. Öğün, bu hâle sebep olarak metafiziğe, yani ölümden sonrasına akıl erdiremeyişimizi gösteriyor. Bizi bu hâle getirense kapitalizm. “Kimse alınmasın!” diye uyardıktan sonra söylüyor asıl sözünü: “Müslüman dünya kapitalizmle doğru dürüst hesaplaşmıyor. Hesaplaşması gerektiğinin pek farkında değil, buna niyeti de yok...”

38 yıl önce üniversite öğrencisi olarak İstanbul’a gelen Recep Ayyıldız, kişisel hikâyesiyle paralel bir toplum analizi yaparken Öğün’ün eleştirilerinden habersiz. Fakat neticede aynı probleme temas ediyor. Kapitalizmle girilen ya da belki hiç girilmeyen mücadelenin neredeyse kaybedildiğine… “Dünya nimetlerini ne kadar temellük edebilirim sorunu yaşıyoruz biz. Tek gerekçesi sekülerleşme. Giyimde, yemekte, ailevi ilişkilerde sınırı aştık. Sorduğunuzda elbette sınırı Allah çizer derim. Ama biz bugün parayla imtihan hâlindeyiz. Alışkanlıklarımızı ve ahlakımızı Allah değil, tüketimi belirleyenler tayin ediyor.” Aynı kaygı, 30 yıl önce zihninde doğruları ve yanlışları çok daha net olan Ayşe Böhürler’i derin bir belirsizlik içine itmiş: “Eskiden şu doğru, bu değil demem daha kolaydı. Müslüman liberal olamaz, feminist olamaz. Şöyle yapamaz, böyle davranamaz… Şimdi verdiğim cevaplar o kadar keskin değil.”

-Neden peki? “Ne İslami, ne değil konusunda tereddütlerim, şüphelerim var. Mesela bir Müslüman Dior giyer mi? Giydiğinde Müslümanlığı zedelenir mi? 10 yıl önce sorsanız asla giymez derdim ama bugün bilmiyorum. Çünkü bunu yapan çok insan var. Bir yargı belirttiğimde pek çoğu o kategorinin dışında kalacak.”

Muhafazakâr insanların lüks tüketimi giderek çözümsüzleşen bir tartışma konusu. Sözgelimi cip kullanımını birileri liyakat problemine dönüştürürken, bir başka yerde devlet ekonomisine, doğaya verdiği zarardan dolayı doğru olup olmadığı konuşuluyor. Ama sonuç değişmiyor. Ekonomik seviyesi yükselen muhafazakârlar lüks araçlarla lüks semtlerde boy göstermeye devam ediyor. “Gelir düzeyiniz, sosyal çevreniz sizi bir standarda taşıyor. Bizler eğitimli ve varlıklı bir nesiliz. Alışkanlıklarımız da ona göre. Alışveriş yaptığımız yerler, yemek yediğimiz mekânlar çoğu zaman lüks oluyor.” Nişantaşı’nda görüşülen 38 yaşında başörtülü bir hanım söylüyor bunları. Başkalarının lüks kabul ettiği onun için normalleşmiş durumda. Konu din ile dünya arasındaki dengeye geldiğinde samimi bir itirafta bulunuyor: “Elbette ki Müslüman olarak bazı hassasiyetlerimizi göz ardı etmiyoruz ama çoğu zaman da aslında kapitalizmin içinde eriyip gidiyoruz.”

Bu kez mekân Bebek. 16 yaşındaki başörtülü lise öğrencisi ‘tiki başörtülüler’ olarak anılmaktan muzdarip. “Evet, hemen bütün arkadaşlar başımızı aynı tarz bağlıyoruz, dar kot giyiyoruz. Annelerimizden farklıyız; daha 15-16 yaşlarındayız. Doğup büyüdüğümüz ortamlar, okuduğumuz okullar ve çevremiz bizi böyle şekillendiriyor. İyi bir Müslüman olduğumuzu çoğu zaman düşünüyorum. Ama bazen arada kaldığımı da hissediyorum.”

Sebepleri bir kenara bıraktığımızda sorunu, suçluyu, çözümü bulmak çok kolay... Dinî hassasiyetleri olmakla birlikte modern bir hayat yaşayan Avukat Recep Ayyıldız, tahlili kendi geçirdiği dönüşüm üzerinden yapmasını rica edince beklenti epeyce geri çekiliyor: “Taşradan İstanbul’a geldiğimde abdestsiz dolaşmıyordum. 5 vakit namaza 5 de ben ekliyordum. Kendimi bildim bileli dindar çevre içindeyim. Buna rağmen dünya karşısında yenildiğimi itiraf etmeliyim. Bu durumda çocuklarıma ne diyebilirim? Onların eğitimi, çevresi benim kadar bile değilken daha güçlü olmalarını mı bekleyeceğim?”

Mevzumuz muhafazakâr camianın din eksenli ahlakla arasındaki mesafe olunca sorunları peş peşe dizmek kaçınılmaz. Ancak başlarken de belirttiğimiz gibi tek gerçek bu değil. Problemli olan göze daha çok çarpıyor lakin kendi yolunda akan başka bir hayat da var. Nişantaşı, Bebek, Fatih, Üsküdar caddelerinde ‘tiki başörtülülere’ sıkça rastlanıyor belki ama orta gelirli ailelere mensup başka bazı yaşıtları harçlıklarından artırarak ihtiyaç sahiplerine burs veriyor. Ya da evet tarikat ehli bir teyze evine Noel ağacı dikmeyi makul görüyor belki ama bir başkası 70 yaşında Kur’an-ı Kerim okumayı öğreniyor.

Sadettin Ökten, Müslümanların İslam’ın ne ölçüde belirleyici bir kimlik olduğunu yeni yeni fark etmeye başladıkları kanaatini taşıyor: “Yeni karşılaşılan şeyler önce şaşkınlık ve merak uyandırıyor ve insanlar meylediyor. ‘Yozlaşma’nın 2000’lerden sonra daha çok telaffuz edilmesinin sebebi bu. Fakirdik. 10 yıl önce millî gelir 2 bin dolardı, bugün 10 bin dolar. Dünya nimetleri ile sarhoş durumdayız. Tahribatın büyük olduğunu düşünmüyorum. Diyelim ki 30 yaşında birtakım nimetlere kavuşan kişi 50’sinde düze çıkarsa bu tahribat değildir, şok geçirmiştir.”

Muhafazakâr kesimin çoğu kez hak etmediği kadar ağır eleştirilere maruz kalmasının birtakım gerekçeleri var. Kimileri AK Parti iktidarı ile ilişkilendirirken, Nazife Şişman problemin giderek büyüyen adalet talebi olduğunu söylüyor: “Son dönemlerde istisnasız bütün iktidarlar adalet duygusunu rencide etti. O duygu tahrip olduğunda insanlar ‘ben adil ve ahlaklı davrandığım sürece dünyada bize hayat hakkı yok’ diye düşünmeye başlıyor.” Ve bir tehlikeye işaret ediyor Nazife Hanım: “Toplum çökerse buradan çöker…”

Bazı konularda, hele ki adaletsizlikler söz konusu olduğunda susuluyorsa; politikaya, toplumsal kamplaşmalara malzeme edilir endişesiyle susuluyor çoğu kez. Ancak bu sessizlikler haksızlığa göz yumulduğu şeklinde yorumlanabiliyor. Samimi eleştirilerde haklılık payı yok değil. Muhafazakâr insanların hiç değilse bir kısmı, geçmiş iktidarlara rahatlıkla karşı çıkarken AK Parti döneminde sessiz kalmayı tercih edebiliyor. “Bizimkileri zor durumda bırakmayalım kanaati, bir de mağduriyet edebiyatı var tabii. ‘Ne yapsınlar, başka türlü olmuyor’ diyoruz. Bizimkiler yapıyorsa meşrudur yaklaşımının altında yıllardır süren merkez çevre gerilimi yatıyor.”

Bu, Nazife Şişman’ın yorumu. Ahmet Turan Alkan’sa çifte standart karşısında öfkesini gizlemiyor. “Güçlü, iktidar olmanın önemine inanmış insanlar var. ‘Evet, ihalelerde yolsuzluk yapılıyor ama muhafazakâr adamın güçlenmesi için bunun yapılması lazım’ diyebiliyor. Sömürünün ve adaletsizliğin bir sürü versiyonu var; ekonomik, cinsel, kültürel… Diyelim bir adam nâhak yere ihale alıyor. İslami literatürde karşılığı ne? Haram. Bitti. Bunun Müslümanlığı, muhafazakârlığı falan yok. Aynı şeyi kendine muhafazakâr demeyen yaptığında ona nasıl hırsız, üçkâğıtçı diyorsak buna da öyle dememiz lazım. Hırsıza hırsız, adiye adi diyemeyeceksek, kendimize böyle bir sansür uyguluyorsak bu da ahlaksızlıktır.”

Nazife Hanım’ın bir itirazı daha var. Herkesi kapsayan topyekûn bir ahlak talep ediyor o. Bir taraftan ahlaklı, dürüst, medeni olması beklenirken diğer tarafın tüm bu beklentilerden muaf tutulduğunu hissettiren söylemlerden rahatsız. Başörtülü kadını Nişantaşı’nda ciple dolaştığı için eleştirenlerin, saçları röfleli diğer kadını aynı gerekçeyle eleştirmediklerini gözlemliyor. Ve soruyor haklı olarak: “Ahlaki bir iş bölümü mü yaptık aramızda? Cip kullanmak ülke ekonomisi açısından zararlıysa, şehrin göbeğinde koca araçla dolaşarak hem havayı kirletip hem trafik sorununa yol açıyorsanız neden aynı eleştiriden nasibinizi almıyorsunuz?”

Muhafazakâr insanların fazlaca eleştirildiği diğer bir alan da ikinci eş meselesi. Bu tutumu da ikiyüzlü buluyor Şişman. Gerekçesi çok makûl: Aşk her şeyi meşrulaştıran bir araca dönüşmüşken, insanların birini bırakıp başka birine gittiği çarşaf çarşaf haberlerle ifşa ediliyorken ikinci eşin dile dolanması nasıl açıklanacak? “Erken yaşta evlendirilen kızlar meselesi çok dikkatimi çeker. Onlara ağıt yakarlar. Rızası dışında evlilik kötü, tamam ama neden erken cinselliğin teşvik edilmesi üzerinde durulmaz hiç?”

Malesef hiçbir meseleyi bu açıklıkta tartışamıyoruz, çünkü gündeme gelen her konu kesimler arası davaya, gericilik-ilericilik mücadelesine dönüşüyor. Kamplaşmalar gündeme geldiğinde kendinden olanı kayırma ihtiyacı duyuyor taraflar. Söylenebilecek tek şey var: Mademki aynı gemideyiz, herkesin dönüp kendine bakması gerekiyor.

KUTU

Zenginleşme kırılmayı hızlandırıyor Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Öğretim Üyesi Dr. Muhammed Çakmak’ın 2008’de tamamladığı “Türkiye’de Sanayici Dindarlığı” araştırması, Hz. Muhammed’in (s.a.v) “Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi (imtihan vesilesi) de maldır.” ihtarını izah eder mahiyette. Ankara Sanayi Odası (ASO)’na kayıtlı 500 kadar kişiden hareketle ortaya konulan sonuçlara göre ‘zenginleştikçe, dindar hayatlar birkaç temel öğe hariç alabildiğine değişiyor.’ Muhafazakâr şehirlerde; evler, eşyalar daha lüks oluyor ama çevrenin etkisiyle geleneksel kodlardan sıyrılmak pek mümkün değil. Mal varlığının dinî terminoloji ile ‘fitneye’ dönüşmesinde de hızlandırıcı bir unsur şehirleşme. Zira geleneksel yapının ‘muhafazası’ ancak daha modern şehirlerde aşılabiliyor. Muhitten hayat tarzına, giyim kuşama kadar pek çok kod, ekonomik açıdan yakın ya da denk emsalleri taklitle yeniden oluşturuluyor.

‘Derin bir parçalanma’ya dikkat çekiyor Çakmak: “Değişime gönüllü olduklarından değil, dindarlıklarından daha baskın çıkan moderniteye direnemediklerinden.” Dinin şekillendirdiği kültür, tecrübe edilen yeni hayat için yetersiz bulunuyor. Problem, kimliklerin Batılı ve modern tarzlar üzerinden tanımlanmasıyla aşılıyor. Lüks sitelerde tutulan evler, kimilerince ‘devrim’ kabul edilen marka ürün tüketimi, seyahat edilen ülkelerin doğudan batıya kayması… Daha pek çok tezahürü var bu yeni inşanın. Dinî motifli yardım derneklerinin 2000’den sonra patlama yapmasının nedenlerinden biri de; zenginleşen dindar, muhafazakâr insanlardaki parçalanma hâlini keşfetmeleri Çakmak’a göre. “Eskiden yoksullarla aynı mekânları paylaşan şimdinin zenginleşen dindarları; onlarla direkt teması kesiyor. Bağ, artık İslami yardım dernekleri gibi aracılar üzerinden sürdürülüyor.” Yardım edilecek kurumun kimliği de belirleyici sözü edilen örnekler için. Muhammed Çakmak muhafazakâr kimlikli kurumların ‘modernite karşısındaki çözülmeden doğan vicdani travmadan kurtulma isteği’ ile tercih edildiği kanaatinde…



Prof. Dr. Hayrettin Karaman: Müslümanlar beyaz elbise ile bacadan geçmeye çalışıyor

Dindar insanların problemlerini anlamak için elbette sosyolojik, tarihî, siyasi analizler yapmak gerekiyor. Ancak bir de dinin yapıp ettiklerimize nasıl baktığı meselesi var. Prof. Dr. Hayrettin Karaman, yeni zannettiklerimizin Hazreti Âdem’le başlayan ‘adamın insan olma serüveni’nin parçası olduğunu belirtiyor. İman, kişinin hayatını düzenlediği oranda güçleniyor ve Müslümanlar, dünyada iman esaslarına bağlılıkları ile sınanıyor.

-Muhafazakâr camianın bugüne has birtakım ahlaki zaaflarla malul olduğu yorumuna katılıyor musunuz?

Bana kalırsa Hz. Âdem’in çocuklarından bugüne kadar yaşanan bir problem var. Adamın insan olma serüveni bu. Allah hepimize yardım eder ama bizim iradi fiillerimiz var, onları icra ederken Allah’ın yardımını kabul veya reddederiz. Peygamberin örnekliği, insanlığı hamlıktan olgunluğa, nefs-i emmâreden kâmil insan seviyesine taşır. Onlara iman edenler ve etmeyenler olduğu gibi iman edenlerin de kimi eksikli kimi eksiksiz, kimi az eksikli kimi çok eksiklidir. Bugün hepimizde az-çok bulunan, müşahede ettiğimiz dinî ve ahlaki sorunlar hep var. Hazreti Peygamber zamanından beri müminler kusuru asgariye indirmenin mücadelesini veriyor.

-Bugün Müslümanların kusuru neden daha fazla göze çarpıyor?

Geçmişte olmayan kusurlara sahip olduğumuz için değil. Bahsi edilebilecek günahları sayın. Ben 60 sene önce de aynı kusurların olduğunu söyleyebilirim. Bir başkası 600 sene evvel olduğunu söyleyebilir. Fuzuli’nin meşhur bir beyti var: ‘Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar…’ Bu kusurlar her zaman vardı ve mürşitlerin, mürebbilerin vazifesi onu ıslah etmekti. Ayıp ve kusurlarımızın daha fazla göze çarpmasının sebebi, dün olmadığımız yerlerde oluşumuzdur. Cumhuriyet’in ilanından 1950’ye kadar ordunun komuta kademesinde, yüksek bürokraside, iktidarda, eğitimde, basın yayında, ticarette, iş dünyasında cemiyetin hangi tabakası vardı? Dindarlar mı, dindar olmayanlar mı? Dindarlık görünür olamıyor ki dindarın kusuru görülsün…

-Görünürlüğü iktidarla birlikte mi başlatıyorsunuz?

Hayır, öncesi var. Mesela imam hatipler. Sadece o değil elbette ama etkisi büyüktür. Anadolu insanının çocukları bu sayede biraz önce saydığım dindar insana kapalı alanlarda yer almaya başladı. Zahire baktığımızda dindarlaşmada bir artma oldu. Tesettür dindarlık sembolüyse cumhurbaşkanının eşi başını örter oldu. Dindar dediğimiz adam melek değil, peygamber de değil. Elbet kusurları olacak, üstelik bu kusurlar vardı, sadece görünür oldu.

-Dindarlığımız neden yeni girdiğimiz alanlarda bizi muhafaza edemedi?

Ben o kanaatte değilim. Din, mutlaka bir muhafaza alanı sağlıyor bize. Mevcut kusuru dolayısıyla eleştirdiğimiz insan dindar olmasa daha kötü olurdu belki. İman zayıf ya da kuvvetli olabilir. İman varsa az ya da çok hayata yansır. Hiç yansımıyorsa iman yoktur zaten. Din bizi kirden ne ölçüde koruyorsa o ölçüde bir imana sahibizdir. İman kişinin ahlakına, muamelatına; insanla, kâinatla ve eşya ile ilişkisine yansır. İmanı, şuuru ve eğitimi ile paralel olarak günaha sevk eden amillerin güçlü ve zayıf olması gibi sebeplerle inanan insanda kusur meydana gelir. Gayr-i ahlaki davranışlardan herhangi biri tüm faziletleri ortadan kaldırır denilemez. Böyle değerlendirirseniz dünyada ahlaklı insan kalmaz. Bizi ahlaklı kılan ve günaha sevk eden iki zıt amilin çarkındayız. Zaman zaman saparız. Bir insan hep yalan söylemez. Ya hiç söylemez ya da bazen söyler. Ama pişman da olur, imanı varsa, yalanın günah olduğunu biliyorsa ve bunu meşrulaştırmamışsa yalan söylemeyi fazilet olarak kabul etmez.

-Meşrulaştırma, toplumsal tahribatı artıran bir unsur olduğu için ayrıca bir vebali olduğunu düşünebilir miyiz?

Tabii. Fakat ters tesir de yapabilir. Çevre ile eğitim arasında ilişki var ama fıtratınız temizse ya da bazı temel ahlaki kuralları zamanında aldıysanız kötü örneklere başka gözle bakmayı başarabilirsiniz. Kötü; ancak mikroba, hastalığa açık bir bünye gibi olduğunuzda sizi bozar. Ahlaksızlık yeterli ahlak eğitimi almış insanı bozamaz.

-Sözünü ettiğimiz tahribat bir eğitim sorunu mu, yoksa başka sebepleri mi var sizce?

Dinî, ahlaki, manevi eğitim çok geriye itilmiş durumda. Genel gidişe ‘modaya’ ayak uydurduğumuz, denge kurmada hata ettiğimiz, öncelikler konusunda olması gerektiği gibi davranamadığımız için bu böyle. Eskiler derler ki bir çocuğun eğitimi doğmadan başlar. Çocuk ana rahmindeyken de dışarıda olanlardan etkilenir. Bizim geleneğimizde bundan öncesine gidilir. Çocuğun oluşumu iki insanın bir araya gelmesiyle olur. Bedeni hazza en yakın, en nefsanî ilişkinin bile besmele ile olması istenir. Biraz daha geriye gidelim. Çocuğun meydana gelmesi için erkekte sperme, kadında yumurtaya ihtiyaç var. Bunun için helal gıda alınması gerekir ki çocuğun mayası helal olsun. Daha öncesinde, evlenmeye niyet ettik. Eş seçimi için kriterler var. Din, eşiniz güzel, zengin, asil olmasın demiyor ama birinci önceliğiniz bu olmasın; ahlaklı, dindar olanı seçin diyor. İyi bir Allah kulu olduğunu düşündüğüm bir zat, iki çocuğunu mukayese ederken, “Eşim ilk çocuğumuza hiç abdestsiz süt vermedi. İkinciyi ise bazen abdestsiz doyurdu. İkisi farklı.” diyordu. “İkincisi kötü değil ama farklı.” Bana sorarsanız çok anlamsız bulmam bu hassasiyeti.

-Dinin öncelikleri ile dünyanınkiler örtüşmediğinde değerler de değişiyor...

Bir çocuk psikoloğunu dinlemiştim. Din eğitiminin 4 yaşında başlaması gerektiğini söylüyordu. Çocuk o yaşta, fikri değil ama imajı idrak ediyor. Sonraki aşamada okul seçimine geliyor sıra. Cebrî kültür değişimine maruz kalmış bir topluluğuz biz. Resmî eğitim politikamız iyi bir Müslüman yetiştirme amacına hizmet etmiyor. İyi insan, iyi vatandaş olacak, ne demekse? En iyi üçkâğıtçı mı? En hızlı köşe dönen mi? Okulları birincilikle bitirip en yüksek maaşla en büyük şirkette görev alan mı? Rakiplerini kırıp geçirerek o şirkete en fazla para kazandıran mı?.. Hakîm insan mı yetiştireceksin, şeytanın çıraklarını mı?.. Neyi seçersen seç, beyaz bir elbise ile bacadan geçmek zorundasın.

-Peki, inzivaya mı çekileceğiz dinin gereklerini yerine getirmek istiyorsak?

En az kirlenmenin yolunu arayacağız. ‘Halvet der, encümen’ der eskiler. Kalabalıklar içinde yalnız gibi yaşamak. Baca içinden beyaz çıkmayı başaracaksın. En az etkilenmek, bu problemlerle baş edebilmek için de eğitim ve te’dib gerekiyor. Eğitime çok vurgu yapmamın sebebi dejenerasyonun arkasındaki temel sebebin eğitim, talim ve terbiyedeki eksiklikler olması.

-Gerekli eğitime sahip olmadığımızda kafa karışıklıklarımız da artıyor. Öncelikli kimliğimiz Müslümanlık elbette. Ancak gündelik hayatın pratikleri içinde başka kimlikler de göze çarpıyor. Siyaseten liberal, ekonomik ilişkiler açısından kapitalist, kadın erkek ilişkilerinde feminist ideolojinin ürettiği çözümlere başvurabiliyoruz mesela. Bu çoklu kimlikler normal kabul edilebilir mi?

Çok kimliklilik şizofreni göstergesidir. Bir insan hem mümin hem de İslam’ın hayat düzenine, ahlakına, dünya görüşüne aykırı inanç, düşünce, davranış içinde olamaz. Bu mümkün değil. İdeolojilere keyfinize göre anlam veremezsiniz. Her ideolojinin kendi çerçevesi içinde bir tanımı vardır. O çerçevenin dışında anlam yükleyemezsiniz, bu durumda da hem Müslüman hem liberal olamazsınız… Bizim inancımızda özgürlüğün ilk şartı kul olmaktır, kul olmadan hür olunmaz. İdeolojiler bunu sağlayamaz.

Sofuoğlu, konuşmadan çok şey anlattı Kenan Sofuoğlu, dünya şampiyonluğuna imza atmış bir motosikletçi. Bulunduğu yere ailesinin büyük fedakârlıklarıyla gelebilmiş. İmkânsız denileni başarsa da önünde uzun bir yol var. Ekim ayı başlarında kupayı eline aldıktan sonra memleketi Sakarya’ya yarış pisti yaptırmak istediği, yeni hedefleri için maddi manevi desteğe ihtiyaç duyduğu yansıdı basına. Kısa süre sonra aralık ayı ortasında bir kez daha geldi basının gündemine. Hem de ‘beklenmedik’ bir gündemle. Genç sporcu, Dünya Supersport Şampiyonası’nda bu sezon ikinci kez şampiyonluğa ulaşmıştı. Katıldığı yarışmalarla birlikte Spor Toto Teşkilatı’nın İddaa programlarında da yer alan Sofuoğlu’nun bahis programlarından yaklaşık 800 bin lira ‘hak ettiği’ söyleniyordu. Ancak daha birkaç ay önce yapılacak işler için paraya ihtiyacı olduğu söylenen bu adam, ‘haramdır’ diyerek bir serveti elinin tersiyle itti. Her Müslüman’ın benzer durumlarda aynı tavrı sergilemesi beklenir elbette. Ancak gelin görün ki hem yavaş yavaş yaşadığımız çözülme hem de bu olay üzerine yaşanan tartışmalar ortaya koydu ki hiç de kolay değil doğrudan sapmamak. Sofuoğlu, genç yaşına rağmen kalın bir çizgi çekti ‘doğrunun’ altına. Pek çoğumuz açısından sarsıcıydı elbette. Ne düşündüğü, neden yaptığı soruldu. Söyleyecekleri merakla beklendi ama nafile. Tüm ısrarlara rağmen, “Öyle bir paranın varlığı ile ilgilenmiyorum. Ne kadar olduğunu da bilmiyorum. Bununla ilgili olarak konuşmak istemiyorum”dan öte söz söylemedi Kenan Sofuoğlu. Susması, konuşmasından daha çok şey anlatmalı belki de…



Yaşadıklarını söylemek, söylediklerini yaşamak

Kur'ân-ı Kerim, “Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki kitabı da okuyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?” (Bakara, 2/44) buyurmuştur. Dahası, İsrailoğulları'nın bir kısmı yaşamadıklarını anlatmaları ve birbirini kötülükten vazgeçirmeye çalışmamaları sebebiyle Hazreti Davut ve Hazreti İsa'nın lisanı ile lanetlenmişler. Evet, söylediğini yapmama, bir münafıklık sıfatıdır. Tarih boyunca, hemen bütün münafıklar kendileri yaşamadıkları hâlde anlatmış, anlattıklarını da hep kulak ardı etmişlerdir. Bu kötü fiilleri sebebiyle de bütün bütün özlerini yitirmiş ve haktan uzaklaştıkça uzaklaşmışlardır. Tabii ki, o kötü âkıbet, sadece geçmiş peygamberlerin ümmetleri ve mazinin münafıkları için söz konusu değildir; aynı mezmum vasıfları üzerinde taşıyan bütün topluluklar için geçerlidir. Bugünün insanının da kendi tabiatının değişmeyeceğine dair bir teminatı yoktur; öyleyse, insanca yaşamak ve iman üzere ötelere gitmek isteyenler yaşadıklarını anlatmalı ve anlattıklarını da yaşama gayreti içinde bulunmalıdırlar.

Bizim çelişkilerden mutlaka kurtulmamız lazımdır; bunun için de, her şeyden önce iman mevzuundaki problemlerimizi halletmemiz gerekmektedir. “Din” dediğimiz vaz'-ı ilâhî, iman ve İslâm düşüncesinin tamamının unvanıdır; “diyanet” ise bu yüce hakikatin hayata hayat olmasının adıdır. Din, hem nazarisiyle, hem de amelî yanı itibarıyla bizim hayatımıza da hayat olmalıdır. Zira, din ancak tabiat hâline geldiği zaman kendinden beklenen fonksiyonu edâ etmiş olur. O, tabiatımızın bir derinliği hâline geleceği âna kadar alaca yaşamaktan ve çelişkiler arasında kalmaktan kurtulamayız.

Uhrevîlik Ahlakı

Evet, imanda kemâle yürüyen ve Allah'la böyle bir münasebete geçen insanın düşünce ve tavırlarında şaşmayan bir doğruluk, mütemâdî bir samimiyet, sürekli bir ciddiyet ve bir uhrevîlik ahlakı belirir. O insanın iç fotoğrafı hâline gelen bu ahlak, diyanet mülahazasıyla işlene işlene zamanla onun bütün davranışlarına akseder.. eline-ayağına, gözüne-kulağına, diline-dudağına, sesinin tonuna, vurgularına ve hatta mimiklerine bile hükmünü geçirir.. ve nihayet insanın ruhuna kendi mânâsının şeklini veren bu iç resim onun tavırlarında okunan mânevî bir kaside hâline gelir; zaten, “Görüldüğünde Allah hatırlanır” hakikati de bu kıvamdaki bir mü'mini belirtir.

İnsan denen yüce varlık, haklarına kat'iyen dokunulamaz, hürriyetlerine ilişilemez, her türlü tebcil ve takdiri aşkın, dünya kadar hususiyetleri olan müstesna bir varlıktır. Merhum Akif'in ifadesiyle; “Onun mahiyeti hatta meleklerden de ulvidir / Avâlim onda pinhândır, cihanlar onda matvidir.” Onu hor görme, varlığın yaratılış gayesini hor görme, onu tezyif etme de hilkatin ruhunu tezyif etme demektir. O, hor görülüp tezyif edilmeyecek kadar âli olduğu gibi, asla feda edemeyeceği bir kısım hususiyetleri de olan müstesna bir yaratıktır: Onun hürriyeti elinden alınamaz.. ona tahakküm edilemez.. o kat'iyen zulme uğratılamaz.. ve hele asla sömürülemez; zira bunların hepsi, insanlık mânâsını tahkir ve insani ruha haksızlıktır; dolayısıyla en büyük ahlâksızlıktır.

Evvela, bizi biz yapan kaynaklarımız ve temel düşüncelerimiz, insana saygıyı emretmekte ve ona değerler üstü değer vermektedir.. değer vermekten de öte, insanı “eşref-i mahlûk” tahtına oturtarak, onun iradesini, haklarını ve hürriyetlerini selamlamakta ve onun dünya ve ukbâ mutluluğunu bir dantela gibi bu dinamikler üzerinde örgülemesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Bu arada, cemaat (içtimailik) düşüncesi de çok önemlidir. Her ferdin, şahsi duygu, şahsi düşünce ve hissiyatını yüksek bir idealin emrine vererek, onun etrafında aklî, mantıkî, kalbî, ruhî birleşme mânâsında bir toplum düşüncesi. Aslında hakiki mânâda bir ahlâkilik veya lâahlâkilik de, ancak dört başı mamur böyle bir cemaatin ferdi olmakla ortaya çıkacaktır. Toplumdan kopuk olan münzevilerin ahlâkilik veya lâahlâkiliklerinden söz edilemez. Kaldı ki, toplum içinde bulunup ve toplu yaşamaktan kaynaklanan bazı olumsuzluklara katlanmayı İslâm cihad saymıştır.



*Fethullah Gülen'in çeşitli yazılarından derlenmiştir.



Ayşe ADLI</TD>
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Fakirlik dindarlığın, zenginlik modernliğin parçası mı?
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Zenginlik Adabı
» Fakirlik zenginlikten üstün müdür;
» el-Fakru fahrî Fakirlik gururumdur

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: YENİ VE EN SON :: Soru --Cevaplar-Tartışmalı Konular-
Buraya geçin: