Sıkıntılar insana birer vazife ile gelir..Görevleri bitince giderler..En güzeli sabretmektir..Sabreden muhakkak ki selamettedir!.
*******************
Sizin dünyaca bazı müşkülâtınız, senin hesabına beni bir parça müteessir
etti. Fakat madem dünya bâki değil ve musibetlerinde bir nevi hayır
vardır; senin bedeline "Yahu bu da geçer" kalbime geldi.
"Gerçek hayat, âhiret hayatıdır." Buharî, Rikak: 1; düşündüm,
4- "Şüphesiz, Allah sabredenlerle beraberdir." Bakara Sûresi: 2:153; okudum,
"Muhakkak ki biz Allah'ın kullarıyız ve Ona döneceğiz." Bakara Sûresi: 2:156.
dedim.
Senin yerine teselli buldum. Cenâb-ı Hak bir abdini severse, dünyayı
ona küstürür, çirkin gösterir. İnşaallah sen de o sevgililerin
sınıfındansın." 23. mektub
************************
Bunalımı Önlemenin Yoluİslâm fıkhının önemli
dayanaklarından biri sedd-i zerâyi’dir. Bu terim, kötülüğün vasıtalarını
ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir.
Bu noktada bunalımı önlemek, intihara giden yolu tıkamak anlamına geldiği için önemlidir.
İnsanlığa
huzur bahşeden Kur’ân-ı Kerim’in bu hususla ilgili önemli tahşidatı
bulunmaktadır. Ancak biz Asr sûresinin verdiği mesajlar üzerinden
giderek konuya yaklaşımda bulunacağız.
Çünkü bu kısa sure, problemin çözümü için bize çok önemli ipuçları vermektedir.
Yüce
Rabbimiz bu surede "Asra yemin olsun ki; iman eden, salih amel
işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler dışında bütün
insanlar hüsrandadır." buyurmuştur.
Hüsran, insanın
beklentilerinin boşa çıkması, yaptığı ticareti kaybetmesi, mutsuz
olması, dünyevi veya uhrevi sıkıntılı bir durumun içine düşmesi
anlamlarına gelmektedir.
(Hüsran kelimesinin anlamları için
bkz.: Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim yay. c. 9, s.
430). Dünyada beklentileri boşa çıkan, yaptığı işlerde başarısız olan
kimse nasıl ki bir bunalım ve stres içine giriyorsa, dünyadayken ahiret
adına yaptığı ticarette kaybeden de ahirette hüsrana uğrayacak, müthiş
bir bunalımın içine düşecektir. Allah (c.c.) bu sûrede dört şeyi hüsrana
düşmemenin çaresi olarak gösteriyor: iman etmek, salih amel işlemek,
birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmek
Dr. Muhsin TOPRAK **************************
Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek
değil, tozu almaktır; Allah sana sıkıntı vermekle tozunu,kirini
alır,niye kederlenirsin?Risale derslerinde konu olarak
yazdığım kısımı Haftanın konusuna da eklemekte vardır bir hayr diyoruz
ve İman ve küfür müvazenelerinde de bahsediliyor ki, hapishanede
yaşayanların terbiyesini 2 hafta risale derslerinde bulunsalar terbiye
elde ederler...
**********************
iKİNCİ SÖZ
-1-
-2-
İmânda
ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve
rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle.
Bir
vakit, iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri
hodbîn, tâlihsiz bir tarafa; diğeri hudâbîn, bahtiyar diğer tarafa sulûk
eder, giderler.
Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezası olarak,
nazarında pek fenâ bir memlekete düşer.
Bakar ki, her yerde âciz bîçareler zorba, müthiş adamların ellerinden
ve tahribâtlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle
hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir mâtemhâne-i umumi şeklini
almış. Kendisi şu elîm ve muzlim hâleti hissetmemek için sarhoşluktan
başka çare bulamaz.
Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve me'yusâne ağlayan yetimleri görür.
Vicdânı azab içinde kalır.Diğeri hudâbîn, hudâperest ve hakendiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumi şenlik görüyor. Her
tarafta bir sürûr, bir şehrâyin, bir cezbe ve neşe içinde zikirhâneler.
Herkes ona dost ve akrabâ görünür. Bütün
memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği
görüyor. Hem tekbir ve tehlîl ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul,
bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın
elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar hem kendi, hem umum
halkın sürûru ile mesrur ve müferrah olur, hem güzelce bir ticaret eline
geçer. Allah'a şükreder. Sonra döner, öteki adama rast gelir, halini
anlar. Ona der:
"Yahu, sen divâne olmuşsun. Batnındaki
çirkinlikler, zâhirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı
soymak ve tâlân etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini
temizle. Tâ şu musîbetli perde senin nazarından kalksın. Hakikati
görebilesin.
Zîrâ
nihayet derecede âdil, merhametkâr, raîyyetperver, muktedir
intizamperver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde
âsâr-ı terakkiyât ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin
gösterdiği sûrette olamaz."Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedâmet eder:
"Evet, ben, işretten divâne olmuştum. Allah senden râzı olsun ki, cehennemî bir hâletten beni kurtardın" der.
Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam kâfirdir veya fâsık gâfildir.
Şu dünya onun nazarında bir mâtemhâne-i umumiyedir. Bütün zîhayat firâk ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir.
Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz
başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudât ruhsuz, müthiş
cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli
evham, küfründen ve dalâletinden neş'et edip, onu mânen tâzib eder.
Diğer
adam ise mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında
şu dünya bir zikirhâne-i Rahmân, bir tâlimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir
meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve
insaniye ise terhisâttır. Vazife-i hayatını bitirenler bu dâr-ı
fânîden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler. Tâ yeni
vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı
hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına
gelmektir. Bütün zîhayat birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakîm
memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve
tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş'esinden
neş'et eden nağamâttır. Bütün mevcudât, o mü'minin nazarında, Seyyid-i
Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost
memuru, birer şirin kitâbıdır.
Daha bunun gibi pekçok latîf, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler imânından tecellî eder, tezâhür eder.Demek, İmân bir mânevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imândadır. Öyle ise biz dâimâ
, -1- demeliyiz.
*********************
2- Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.
(Mesnevi-i Nuriye - 129)
***************
İ'lem eyyühe'l-aziz! Gafil olan insan, kendi vazifesini terk eder,
Allah'ın vazifesiyle meşgul olur. Evet, insan, gafletten dolayı,
iktidarı dahilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zayıf
kalbiyle rububiyet vazife-i sakilesinin altına girer, altında ezilir.
Ve aynı zamanda bütün istirahatini kaybetmekle asi, şaki, hain adamların partisine dahil olur.
Evet,
insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükümetin vazifesi
başkadır. Askerlik vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak
işlerdir. Hükümetin vazifesi ise, erzakını, libasını, silahını
vermektir. Binaenaleyh, erzakını temin için askerliğe ait vazifesini
terk edip ticaretle-mesela-iştigal eden bir asker, şaki ve hain olur. Bu
itibarla, insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebair,
takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.
Amma gerek
nefsine, gerek evlat ve taallükatına hayat malzemesini tedarik etmek
Allah'ın vazifesidir. Evet, madem hayatı veren Odur. O hayatı koruyacak
levazımatı da O verecektir. Yalnız, hükümetin asker için ofislerde cem
ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü,
pişirttiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lazım olan levazımatı küre-i
arz ofisinde yaratıp cem ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair
ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve
atalet, betalet azabından kurtulsun.
********************
la ilahe illahu -vahdehu- la şerike leh- lehul mülk- ve lehul hamd-
yuhyi ve yumiit-ve hüve hayyun laa yemuut- biyedihil hayr- ve hüve ala
külli şeyin kadiir
arapça blümler çıkmadı
ekonomik problemlerde lehul mülk birebirdir....salık veririm
Yirminci Mektup - s.449
Birinci Makam
Şu
kelâm-ı tevhidînin on bir kelimesinin herbirinde birer müjde var. Ve o
müjdede birer şifa ve o şifada birer lezzet-i mâneviye bulunur.
BİRİNCİ KELİME
da şöyle bir müjde var ki:
Hadsiz
hâcâta müptelâ, nihayetsiz a'dânın hücumuna hedef olan ruh-u insanî şu
kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, bütün hâcâtını temin edecek
bir hazine-i rahmet kapısını ona açar. Ve öyle bir nokta-i istinad
bulur ki, bütün a'dâsının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın
sahibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini
gösterir, mâliki kim olduğunu irâe eder. Ve o irâe ile, kalbi vahşet-i
mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir
süruru temin eder.
İKİNCİ KELİME
Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki:
Kâinatın
ekser envâıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş
içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan,
kelimesinde bir melce, bir halâskâr bulur ki, onu bütün o keşmekeşten, o
perişaniyetten kurtarır. Yani, mânen der:
Allah birdir. Başka
şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara
temellük edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan
korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun
yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle
halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden,
korkulardan kurtuldun.
ÜÇÜNCÜ KELİME
Yani, nasıl ki
ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit
olamaz. Öyle de, rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki
yoktur.
Bazan olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki
olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun
huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, "Bize de müracaat et" derler.
Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı
gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir.
Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye
müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki
ve muini olmadığından, o müracaatçı adama "Yasaktır, Onun huzuruna
giremezsin" denilmez.
İşte, şu kelime ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki:
İmanı
elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her
halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i
rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i
Zülkemâlin huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup
kudretine istinad ederek kemâl-i ferah ve süruru kazanabilir.
DÖRDÜNCÜ KELİME
Yani,
mülk umumen Onundur. Sen, hem Onun mülküsün, hem memlûküsün, hem
mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve
diyor:
Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen
kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin,
belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyleyse, beyhude
ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem
Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini itham etme. Kederi bırak,
keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.
Hem der ki: Mânen sevdiğin
ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah
edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîmin mülküdür. Mülkü sahibine
teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını çek. O hem Hakîmdir, hem
Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın
zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler"
de, pencerelerden seyret, içlerine girme.
BEŞİNCİ KELİME
Yani,
hamd ve senâ, medih ve minnet Ona mahsustur, Ona lâyıktır. Demek
nimetler Onundur ve Onun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir. İşte
şu kelime şöyle müjde verip diyor ki:
Ey insan! Nimetin
zevâlinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin
zevâlini düşünüp o elemden feryad etme. Çünkü o nimet meyvesi, bir
rahmet-i bînihayenin semeresidir. Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine
gelen var. Nimetin lezzeti içinde,
Yirminci Mektup - s.450
o
lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd
ile düşünüp, lezzeti, birden yüz derece yapabilirsin. Nasıl ki, bir
padişah-ı zîşânın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde, yüz, belki
bin elmanın lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ı şahane lezzetini sana
ihsas ve ihsan eder. Öyle de, kelimesiyle, yani hamd ve şükürle, yani
nimetten in'âmı hissetmekle, yani Mün'imi tanımakla ve in'âmı
düşünmekle, yani Onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve
in'âmının devamını düşünmekle, nimetten bin derece daha leziz, mânevî
bir lezzet kapısını sana açar.
ALTINCI KELİME
Yani,
hayatı veren Odur. Ve hayatı rızıkla idame eden de Odur. Ve levazımat-ı
hayatı da ihzar eden yine Odur. Ve hayatın âli gayeleri Ona aittir ve
mühim neticeleri Ona bakar; yüzde doksan dokuz meyvesi Onundur. İşte şu
kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nidâ eder, müjde verir ve der:
Ey
insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın
fenâsını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelerini
görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i
vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûma aittir. Masarıf ve
levazımatını O tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve
neticeleri var ve Ona aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin.
Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi ne kadar
kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faydalar verdiğini ve o sefine
sahibi Zâtın ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve
şükret. Ve anla ki, vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin
verdiği bütün netâiç, bir cihetle senin defter-i a'mâline geçer, sana
bir hayat-ı bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihyâ eder.
YEDİNCİ KELİME
Yani,
mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan
yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı
fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin
ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik
değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil,
adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam değil. Belki, bir Fâil-i
Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i
ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz
ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.
SEKİZİNCİ KELİME
Yani,
bütün kâinatın mevcudatında görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve
hüsün ve ihsanın hadsiz bir derece fevkinde bir cemal ve kemal ve
ihsanın sahibi ve bütün mahbuplara bedel, birtek cilve-i cemâli kâfi
gelen bir Mâbud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezâlin ezelî ve ebedî bir
hayat-ı daimesi var ki, şaibe-i zeval ve fenâdan münezzeh ve avârız-ı
naks ve kusurdan müberrâdır. İşte şu kelime, cin ve inse ve bütün
zîşuura ve ehl-i muhabbet ve aşka ilân eder ki:
Sizlere müjde!
Mahbuplarınızdan nihayetsiz firakların yaralarını tedavi edip merhem
süren bir Mahbub-u Bâkîniz var. Madem O var ve bâkidir; başkaları ne
olursa olsun, merak çekmeyiniz. Belki o mahbuplarda sebeb-i muhabbetiniz
olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Bâkînin cilve-i cemâl-i
bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir.
Onların zevalleri sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi aynalardır.
Aynaların değişmesi, şâşaa-i cemâlin cilvesini tazeleştirir,
güzelleştirir. Madem O var, herşey var.
DOKUZUNCU KELİME
Yani,
her hayır Onun elindedir. Her yaptığınız hayrat Onun defterine geçer.
Her işlediğiniz a'mâl-i saliha, yanında kaydedilir. İşte, şu kelime, cin
ve inse nidâ edip müjde veriyor. Diyor ki:
Ey biçareler!
Mezaristana göçtüğünüz vakit, "Eyvah, malımız harap olup sa'yimiz hebâ
oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik"
demeyiniz, feryad edip me'yus olmayınız. Çünkü sizin herşeyiniz muhafaza
ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir.
Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı
yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celb edip yeraltında muvakkaten
durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve
vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz.
Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.
Evet, geçen
baharın defter-i a'mâlinin sayfaları ve hidemâtının sandukçaları olan
tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şâşaalı,
belki yüz derece aslından daha bereketli
--------------------------------------------------------------------------------
Yirminci Mektup - s.451
bir
tarzda muhafaza eden, neşreden Kadîr-i Zülcelâl, elbette sizin de
netâic-i hayatınızı öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir
surette mükâfat verecektir.
ONUNCU KELİME
Yani, O
Vâhiddir, Ehaddir. Herşeye kadirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Bir
baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona kolaydır. Cenneti halk etmek, bir
bahar kadar Ona rahattır. Her günde, her senede, her asırda yeniden
yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz
lisanlarla şehadet ederler.
İşte şu kelime dahi şöyle müjde eder; der ki:
Ey
insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı
mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni
dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın
Hâlık-ı Zülcelâlin vaadine iman ve itimad et. Ona, vaadinde hulf etmek
muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine acz
müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, Cenneti dahi
senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad
ettiği için, elbette seni onun içine alacak.
Madem bilmüşahede
görüyoruz: Her senede, yeryüzünde hayvânat ve nebâtâtın üç yüz binden
ziyade envâlarını ve milletlerini kemâl-i intizam ve mizanla, kemâl-i
sür'at ve suhuletle haşredip neşreder. Elbette böyle bir Kadîr-i
Zülcelâl, vaadini yerine getirmeye muktedirdir.
Hem madem her
senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, haşrin ve Cennetin nümunelerini binler
tarzda icad ediyor. Hem madem bütün semâvî fermanlarıyla saadet-i
ebediyeyi vaad edip Cenneti müjde veriyor. Hem madem bütün icraatı ve
şuûnâtı hak ve hakikattir ve sıdk ve ciddiyetledir. Hem madem, âsârının
şehadetiyle, bütün kemâlât Onun nihayetsiz kemâline delâlet ve şehadet
eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur Onda yoktur. Hem madem hulfülvaad
ve hilâf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks ve kusurdur.
Elbette ve elbette, o Kadîr-i Zülcelâl, O Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i
Zülcemal, vaadini yerine getirecek, saadet-i ebediye kapısını açacak,
Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan Cennete sizleri, ey ehl-i iman, ithal
edecektir.
ON BİRİNCİ KELİME
Yani, ticaret ve memuriyet
için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen
insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini
itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine
dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden
gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab
dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i
Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar.
Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve
Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.
İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:
Ey
insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz
İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes'udâne
hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet
hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen
bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna
gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve
bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemâlinin ve
hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle,
bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve
câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir
Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı
ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak
değil, gülerek giriniz.
Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:
Ey
insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya
ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya
değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk
olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve
Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin
payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde
teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.
****************
dünyalık konusunda aşağıdakine bakma tefekkürü
daha kötü durumlar söz konusu olabilirdi noktasını da unutmamak lazım
o olmayan ulaşılamayan yada kaybedilen şey olupta başa başka bela gelebilirdi noktası
*****************
üstadda atıfta bulunmuş ya madem yeri geldi buraya koyayım bari
Tefviznâme
Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Ârif anı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Sen Hakka tevekkül kıl
Tefviz et ve rahat bul
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Kalbin O'na berk eyle
Tedbirini terk eyle
Takdirini derk eyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hallâk-ı Rahim oldur
Rezzâk-ı Kerîm oldur
Fa'âl-i Hakîm oldur
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bil Kadi-i hacâtı
Kıl ana münâcâtı
Terk eyle murâdâtı
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bir işi murad etme
olduysa inad etme
Haktandir o reddetme
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hakkın olacak işler
Bostur gam-u tesvişler
Ol hikmetini işler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hep işleri fâiktır
Birbirine lâyıktır
Neylerse muvafıktır
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Dilden gamı dûr eyle
Rabbinla huzûr eyle
Tefvîz-i umûr eyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Sen adli zulüm sanma
Teslim ol evde yanma
Sabret sakın usanma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Deme şu niçin şöyle
Yerincedir o öyle
Bak sonuna sabreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hiç kimseye hor bakma
İncitme gönül yakma
Sen nefsine yan çikma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Mü'min işi reng olmaz
Âkıl huyu ceng olmaz
Ârif dili teng olmaz
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hoş sabr-i cemîlimdir
Takdîr kefilimdir
Allah ki vekilimdir
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her dilde anın adı
Her cânda anın yâdı
Her kuladır imdâdı
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Naçar kalacak yerde
Negâh açar ol perde
Dermân eder ol derde
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her kuluna her ânda
Geh kahr u geh ihsânda
Her ânda o bir sânda
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Geh mu'tî u geh mânî
Geh dâr u geh nâfî
Geh hâfiz u geh râfî
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Geh abdin eder ârîf
Geh eymen u geh hâif
Her kalbi odur sârif
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Geh kalbini boş eyler
Geh hulkunu hoş eyler
Geh askina dûş eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Geh sâde vü geh rengin
Geh tâbin eder sengin
Geh hürrem ü geh gamgin
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Az ye az uyu az iç
Ten mezbelesinden geç
Dil gülsenine gel göç
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bu nâs ile yorulma
Nefsinle dahî kalma
Kalbinden ırâg olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Geçmisle geri kalma
Müstakbele hem dalma
Hâl ile dahî olma
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her dem anı zikreyle
Zirekliği koy şöyle
Hayrân-i Hak ol söyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Gel hayrete dal bir yol
Kendin unut anı bul
Koy gafleti hazır ol
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her sözde nasîhat var
Her nesnede ziynet var
Her işte ganîmet var
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Hep remz u işârettir
Hep gamz u beşârettir
Hep ayn-ı inâyettir
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Her söyleyeni dinle
Ol söyleteni anla
Hoş eyle kabul cânla
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Bil elsine-i halki
Eklâm-i Hak eyle Hakki
ögren edeb-u hulku
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler
Vallâh güzel etmiş
Billâh güzel etmiş
Tallâh güzel etmiş
Allah görelim n'etmiş
N'etmişse güzel etmiş
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz. (r.a.)
(Marifetnâme)
*******************
Bunalım, kişinin nedenini, kendi ve
çevresi üzerindeki etkilerini fark ettiği, ancak tahammül etmekte ve
çözüm üretmekte yetersiz kaldığı, zaman ve çevre koşullarıyla yakından
bağıntılı özelliğe sahiptir. Pek çok içsel ve çevresel etkene bağlı
olarak gelişebilir.
Tabii ki bizi etkileyen, uyum sağlamamızı
zorlaştıran hal ve olayların asıl kaynağı ve nihaî sebebinin, kaderi
şekillendiren biricik Yaratıcımızdan geldiğinin şuurundayız. Burada
konuştuğumuz şey, olan bitenin üzerimizdeki etkileri. Çünkü herkesin
aynı olaya, benzer durumlara dayanma, katlanma, uyum sağlama, eşiği ve
kapasitesi farklıdır. Hafif bir yer sarsıntısında nice babayiğitler
panikle pencereden atlayıp hayatını kaybediyor, kimi kalp krizi
geçiriyor, kimi de yerinden bile kıpırdamıyor!
Ciddi bir
tehlikeye maruz kalacağını zannederek yaşamak, bir süre sonra bilinçaltı
bir felakete dönüşebiliyor; ölüm korkusuyla panik atak olarak ortaya
çıkıyor ve kişinin hayatını tam anlamıyla kâbusa çevirebiliyor. Ne evde
yalnız kalabiliyor ne toplum içine çıkabiliyor..
Gerçekçi bir
değerlendirme yapmak gerekirse, bunalım denen şey ne çok abartılmalı, ne
de yok sayılmalıdır. Bir açıdan bakıldığında bir şeyi merak etmek bile
bunalım sayılabilir, bu yönüyle bir zaafa veya kusura izafe edilemez.
Bunaldım diyebilmek, çıkış için merdiven aramanın ilk sinyalidir.
Ne
var ki, birileri tarafından bunaltılmış, hasta edilmiş olmayı
çevresiyle baş edebilmede bir yaptırım ya da şantaj vasıtası olarak
gören sahte bunalmışlarla, tüm çabalara rağmen bünyenin strese yenik
düştüğü önemli vakaları ayırt etmek gerekirKişilik yapısı ve
mizaç farklılıkları da sorunlarla baş etmede ve olumlu-olumsuz
yeniliklere uyum sağlamada önemli bir faktördür. Başkalarına bağımlılık,
baskın kişilik, yardım alma eğilimi, kendini aşağılama ile cinsiyet ve
yaş da birer değişken olarak kabul edilir. Mesela asker anneleri sulu
gözlüdür, ama babalar değildir. Evin ağası gibi yetiştirilmiş bir
delikanlının askerî disipline uyumu ile normal bir evladınki farklıdır.
Üniversite okumak için evinden ayrılan bir genç kız, kısa sürede
okumaktan filan vazgeçip ailesinin yanına geri döner. Bir diğeri ise
neredeyse eve ayak basmak bile istemez; yazları bile bir bahane bulup
kalır. Kısaca, bireysel farklılıklar son derece önemlidir ve dikkate
alınması gerekir.
Ayşe İZCİ