‘Hangi Kur’an’ mı?
Ayşe Hür'ün
Kur'an'la ilgili Taraf'ta çıkmış yazısını bir internet sitesinde gördüm.
Bu ülkede bir kısım medyanın en büyük ayıbı, ülke h
Bu Haber 31 / Ağustos / 2011 Tarihinde Yayınlandı
Ayşe Hür’ün Kur’an’la ilgili Taraf’ta çıkmış yazısını
bir internet sitesinde gördüm. Bu ülkede bir kısım medyanın en büyük
ayıbı, ülke halkının, yani okuyucusunun dini konusunda kapkaranlık
cehalet içinde olması ve bu cehaleti giderici hiçbir adım da
atmamasıdır.
Kötü bir
oryantalizm talebesi görünen Ayşe Hür, sahası olmayan, çalakalem
yazılmış, çelişkiler ve yanlışlarla dolu yazısında, sanki tarihte
herhangi bir zaman diliminde birden fazla Kur’an bulunmuş gibi ve
İslâm’ın ilk asrından bu yana gelen el yazma Kur’an nüshalarını herhalde
ayrı Kur’an zannederek, “Hangi Kur’an?” diye soruyor. Öyleyse şu
teklifi yapmak elbette hakkımızdır: Siz ve dayandığınız kaynaklar,
Peygamber Efendimiz’den (sas) bu yana okunmuş, çoğaltılmış, üzerinde on
üç asırdır yüz binlerce çalışma yapılmış, tefsir yazılmış, günümüze
kadar gelmiş ve şu anda da yüz milyonlarca nüshası bulunan Kur’an’dan
başka bir Kur’an, 14 asırlık İslâm tarihinin herhangi bir dönemine ait
farklı bir Kur’an gösterin, o zaman biz Müslümanlar da “Hangi Kur’an?”
sorusuna cevap verelim. Her türlü oryantalist iddiaya rağmen 14 asırdır
farklı tek bir Kur’an nüshasının bulunmaması, gösterilememesi, tarihin
hiçbir döneminde olmaması bile, Kur’an’ın orijinalliği ve sıhhati
konusunda kesin bir delil ve “Hangi Kur’an?” sorusunun kasıtlı değilse,
ne kadar bilgisizce ve düşünmeden sorulmuş bir soru olduğunu ispata
yetmez mi?
Kur’an’ın
orijinalliğine ve sıhhatine güya şüphe düşürme adına yazma
talihsizliğinde bulunduğu yazısındaki nesh, kıraat, kıraat
farklılıkları, Kur’an’ın 7 harf üzerine nâzil olması gibi Kur’an
ilimleri sahasına giren, üzerinde çalışmalar yapılmış ve bu yazımızın
konusu olmayan hususlarla, yine üzerinde çok fazla çalışma yapılmış olan
Kur’an’ın mushaflar halinde çoğaltılması mevzuunu bir yana bırakıp,
sadece yazısındaki yanlışlara ve çelişkilere işaret etmek, Ayşe Hür’ün
ne ölçüde “bilimsel” davrandığını ve yazısının kıymet-i harbiyesini
göstermeye yetecektir.
Ayşe Hür, Yunanlı
Bel’am, Yaiş, Yemenli Cebr, Şessar, Addas, İman, Selman, Yahudi Bahira,
Verka, Abdullah ibn-i Selâm adlı vahiy kâtiplerinden bahsediyor. Bu
dehşet hataya ve bilgisizliğe güler misiniz, ağlar mısınız? Bunların
içinde sayıları 50′yi aşan ve hepsi ilgili kaynaklarda zikredilen vahiy
kâtiplerinden tek biri bulunmadığı gibi, Suriye’de yaşamış ve
Peygamberimiz’in peygamberliğinden önce vefat etmiş bulunan Hıristiyan
rahip Bahira oldu Yahudi; Peygamber Efendimiz’den asırlarca önce yaşamış
ve ismi bir Kur’an âyetini tefsir sadedinde ancak tefsirlerde ve menfî
olarak geçen Bel’am oldu Yunanlı ve vahiy kâtibi. Sonra Cebr, Şessar,
Yaiş, İman. Doğrusu bu isimlerin kimler olduğunu ve hangi kaynaktan
alındığını çok merak ediyorum.
İDDİANIN KENDİ ÇELİŞKİLERİ
Ayşe Hür, yazısını
Islamic-awareness.org sitesine dayanarak yazmış. Vahiy kâtipleri diye
verdiği isimler, acaba bu sitede mi geçiyor? Bu isimleri vahiy kâtibi
olarak veren Ayşe Hür, yazısında İngilizce transkripsiyondan okuması
mümkün olmayan Arapça isimleri ve Kur’an’ın toplanmasıyla ilgili bazı
bilgileri, belli ki Türkçe bir kitaptan aktarıyor.
Ayşe Hür,
yazısındaki başka pek çok bilgi ile çelişme pahasına, “vahiylerin
Peygamber’in ölümünden çok kısa zaman öncesine kadar gelmeye devam
ettiği, dolayısıyla henüz görev tamamlanmadığı için kayda geçmemiş
olabileceği” iddiasını seslendiriyor. Bu iddianın, Ayşe Hür’ün yazısında
aktardığı diğer bazı bilgilerle çelişiyor olması bir yana, Ayşe Hür,
öyle anlaşılıyor ki, ya ele aldığı konunun oryantalistçe yeni bir
talebesi olduğu için henüz gerekli doğru bilgiden yoksun ve o konunun
kavramlarını bilmiyor veya kayda geçme ile mushaf halinde toplama,
vahyin kayda geçmesi veya geçmemesi ile bir mushaf halinde toplanıp
toplanmaması arasındaki manâ farkından habersiz.
Ayşe Hür,
“bilimsel” çelişkileriyle bir yanda “bu işler yapılırken, hafızlar
grubundan bazı kişiler kendi mushaflarını oluşturuyorlardı” diyor, diğer
yanda “Geriye kalanların (yani, Peygamberimiz’in hafızasından
silinmeyen, muhafaza edilen ve deri, kemik, taş vb. üzerine yazılan
âyetlerin) tümü Peygamber’in evinde iple bağlı olarak bir arada
duruyordu” diye yazıyor; buna yazarken, taşların iple tutturulamayacağı
gibi bir başka iddia ile anlaşılan ne kadar şüphe uyarırsam kârdır
gayesi güdüyor. Buradaki çelişkiyi nasıl çözeceğiz? Vahiy devam ederken
bazı kişilerin de onu kendi adlarına yazıp kendi mushaflarını
oluşturdukları tezini mi kabûl edeceğiz -gerçek olan budur; yoksa
yazılan bütün vahiylerin sadece Peygamberimiz’in evinde iple bağlı
olarak muhafaza edildiği iddiasını mı?
Çelişkilerinin
bile farkında olmadan çalakalem yazan Ayşe Hür, bir tarafta “Peygamber
döneminde Kur’an’ı tümüyle ezberlemiş olanların sayısı yedi idi demek
mümkün” diye yazarken, diğer tarafta, Peygamberimiz’in vefatından bir
yıl sonra (633′te) Yemame Savaşı’nda 70 kadar hafızın öldüğünü
aktarıyor. 7 ile 70, acaba aynı miktarı mı ifade etmektedir? Yoksa bir
sene içinde iddiaya göre henüz ortada mushaf halinde toplanmış bir
Kur’an yokken 63 kişi daha hâfız mı oluvermiştir? Burada konuyla ilgili
küçük bir bilgi daha aktarıvereyim. O ana kadar Kur’an’dan inmiş olan
bölümleri ezberlemiş, yani hafız 70 civarında kişi de Peygamberimiz
zamanında Bi’r-i Maune faciasında şehid edilmişti. Yani, Peygamberimiz
zamanında pek çok, hattâ yüzlerce kişi Kur’an’ı ezberliyor ve pek çok
kişi de yazıya geçiyordu.
Ayşe Hür’ün bir
iddiası da şu: “Bugün bazı Batılı ilim adamları, o tarihte Hicaz’da yazı
dilinin Arapça değil Aramice ya da İbranice olduğunu söylüyor.” Yani,
iddiaya göre konuşulan Arapça, Aramice veya Süryanice olarak yazılıyor.
Bu, Christoph Luxenberg ve Alphonse Mingana gibi oryantalistlere ait bir
iddia. Ayşe Hür, iddia ettiği gibi Islamic-awareness.org adlı siteyi
gerçekten iyi çalışmış olsaydı, bu iddianın ne kadar tutarsız ve
temelsiz olup, hiçbir delile dayanmadığını anlardı. Luxenberg’in
iddiasını kaleme aldığı kitabının kapağına Kur’an’dan koyduğu metin
bile, Arapça. İkinci olarak, bu iddiayı ispat adına ortaya konmuş tek
bir delil yok. Üçüncü olarak, M.Ö. birinci yüzyıldan itibaren bugüne
kadar gelmiş pek çok Arapça metinler var elimizde.
BAŞKA KUR’AN YOK!
Ayşe Hür’ün bir
iddiası daha var ki, yazısında ne kadar bilimsellik kaygısı taşıdığını
ortaya koyuyor: Bugün İslâm ülkelerinde kullanılan “resmî (standardize
edilmiş) Kur’an”, 1920 yılında Kahire’de el-Ezher Üniversitesi
tarafından “kaleme alınmış”. Demek ki, bütün Müslümanlar, zamanda
seyahat ederek, 14 asırdır 1920′de Kahire’de el-Ezher Üniversitesi
tarafından kaleme alınmış resmî (standardize edilmiş) Kur’ân’ı okuyorlar
veya ondan önce hep farklı farklı Kur’an’lar okudular; 12 asırdır
Kur’an üzerine yapılan bütün çalışmalar, bütün tefsirler, ya birbirinden
farklı Kur’an’lar üzerinde yapılmış ya da onlar da, 1920′de el-Ezher
tarafından “kaleme alınmış” Kur’an üzerinde çalışmışlar! Ortada 12 asır
öncesine giden yığınla tefsir, asırlar öncesine ait yığınla el yazma
Kur’an var. İnsan, böyle bir iddiada bulunurken iddiasının ne manâya
geldiği ve hangi sonuçları doğuracağı konusunda birazcık olsun düşünmez
mi? İfadeyi de görüyor musunuz? El-Ezher’in “kaleme aldığı” bir Kur’an
var; Peygamberimiz’e gelmiş, 1920′den önce asırlarca okunmuş, üzerinde
yüz binlerce çalışma yapılmış, dünyanın her tarafına dağılmış ve hiçbir
yerde farklı hiçbir nüshası bulunmayan bir Kur’an değil.
Ayşe Hür’ün,
böylesine “bilimsel” bir yazısının sonunda, Kur’an’ın sıhhatini kabul
etmenin ancak imanla mümkün olduğunu, bilimsel açıdan mümkün olmadığını
iddiası etmesinin hangi bilimsel değeri olabilir? İman ile ilmîliğin,
bilme ile inanmanın birbirine zıt görülüp gösterilmesi de, din ile
(b)ilim münasebetini ilgilendiren ayrı ve bir başta modern Batı
hastalığıdır. Baştaki teklifimi tekrarlıyorum: Kur’an’ın orijinalliği ve
sıhhati konusunda aykırı iddia taşıyan kim varsa, bir araya gelsinler
veya ayrı ayrı çalışsınlar, bütün imkânlarını seferber ederek 14 asırdan
bu yana tek bir farklı Kur’an nüshasının varlığını göstersinler.