| | Ali Ünal
|
'Hangi Kur'an' mı?
Ayşe Hür'ün Kur'an'la ilgili Taraf'ta çıkmış yazısını bir internet
sitesinde gördüm. Bu ülkede bir kısım medyanın en büyük ayıbı, ülke
halkının, yani okuyucusunun dini konusunda kapkaranlık cehalet içinde
olması ve bu cehaleti giderici hiçbir adım da atmamasıdır.
Kötü bir oryantalizm talebesi görünen Ayşe Hür, sahası olmayan,
çalakalem yazılmış, çelişkiler ve yanlışlarla dolu yazısında, sanki
tarihte herhangi bir zaman diliminde birden fazla Kur'an bulunmuş gibi
ve İslâm'ın ilk asrından bu yana gelen el yazma Kur'an nüshalarını
herhalde ayrı Kur'an zannederek, "Hangi Kur'an?" diye soruyor. Öyleyse
şu teklifi yapmak elbette hakkımızdır: Siz ve dayandığınız kaynaklar,
Peygamber Efendimiz'den (sas) bu yana okunmuş, çoğaltılmış, üzerinde on
üç asırdır yüz binlerce çalışma yapılmış, tefsir yazılmış, günümüze
kadar gelmiş ve şu anda da yüz milyonlarca nüshası bulunan Kur'an'dan
başka bir Kur'an, 14 asırlık İslâm tarihinin herhangi bir dönemine ait
farklı bir Kur'an gösterin, o zaman biz Müslümanlar da "Hangi Kur'an?"
sorusuna cevap verelim. Her türlü oryantalist iddiaya rağmen 14 asırdır
farklı tek bir Kur'an nüshasının bulunmaması, gösterilememesi, tarihin
hiçbir döneminde olmaması bile, Kur'an'ın orijinalliği ve sıhhati
konusunda kesin bir delil ve "Hangi Kur'an?" sorusunun kasıtlı değilse,
ne kadar bilgisizce ve düşünmeden sorulmuş bir soru olduğunu ispata
yetmez mi?
Kur'an'ın orijinalliğine ve sıhhatine güya şüphe düşürme adına
yazma talihsizliğinde bulunduğu yazısındaki nesh, kıraat, kıraat
farklılıkları, Kur'an'ın 7 harf üzerine nâzil olması gibi Kur'an
ilimleri sahasına giren, üzerinde çalışmalar yapılmış ve bu yazımızın
konusu olmayan hususlarla, yine üzerinde çok fazla çalışma yapılmış olan
Kur'an'ın mushaflar halinde çoğaltılması mevzuunu bir yana bırakıp,
sadece yazısındaki yanlışlara ve çelişkilere işaret etmek, Ayşe Hür'ün
ne ölçüde "bilimsel" davrandığını ve yazısının kıymet-i harbiyesini
göstermeye yetecektir.
Ayşe Hür, Yunanlı Bel'am, Yaiş, Yemenli Cebr, Şessar, Addas,
İman, Selman, Yahudi Bahira, Verka, Abdullah ibn-i Selâm adlı vahiy
kâtiplerinden bahsediyor. Bu dehşet hataya ve bilgisizliğe güler
misiniz, ağlar mısınız? Bunların içinde sayıları 50'yi aşan ve hepsi
ilgili kaynaklarda zikredilen vahiy kâtiplerinden tek biri bulunmadığı
gibi, Suriye'de yaşamış ve Peygamberimiz'in peygamberliğinden önce vefat
etmiş bulunan Hıristiyan rahip Bahira oldu Yahudi; Peygamber
Efendimiz'den asırlarca önce yaşamış ve ismi bir Kur'an âyetini tefsir
sadedinde ancak tefsirlerde ve menfî olarak geçen Bel'am oldu Yunanlı ve
vahiy kâtibi. Sonra Cebr, Şessar, Yaiş, İman. Doğrusu bu isimlerin
kimler olduğunu ve hangi kaynaktan alındığını çok merak ediyorum.
İDDİANIN KENDİ ÇELİŞKİLERİ
Ayşe Hür, yazısını Islamic-awareness.org sitesine dayanarak
yazmış. Vahiy kâtipleri diye verdiği isimler, acaba bu sitede mi
geçiyor? Bu isimleri vahiy kâtibi olarak veren Ayşe Hür, yazısında
İngilizce transkripsiyondan okuması mümkün olmayan Arapça isimleri ve
Kur'an'ın toplanmasıyla ilgili bazı bilgileri, belli ki Türkçe bir
kitaptan aktarıyor.
Ayşe Hür, yazısındaki başka pek çok bilgi ile çelişme pahasına,
"vahiylerin Peygamber'in ölümünden çok kısa zaman öncesine kadar gelmeye
devam ettiği, dolayısıyla henüz görev tamamlanmadığı için kayda
geçmemiş olabileceği" iddiasını seslendiriyor. Bu iddianın, Ayşe Hür'ün
yazısında aktardığı diğer bazı bilgilerle çelişiyor olması bir yana,
Ayşe Hür, öyle anlaşılıyor ki, ya ele aldığı konunun oryantalistçe yeni
bir talebesi olduğu için henüz gerekli doğru bilgiden yoksun ve o
konunun kavramlarını bilmiyor veya kayda geçme ile mushaf halinde
toplama, vahyin kayda geçmesi veya geçmemesi ile bir mushaf halinde
toplanıp toplanmaması arasındaki manâ farkından habersiz.
Ayşe Hür, "bilimsel" çelişkileriyle bir yanda "bu işler
yapılırken, hafızlar grubundan bazı kişiler kendi mushaflarını
oluşturuyorlardı" diyor, diğer yanda "Geriye kalanların (yani,
Peygamberimiz'in hafızasından silinmeyen, muhafaza edilen ve deri,
kemik, taş vb. üzerine yazılan âyetlerin) tümü Peygamber'in evinde iple
bağlı olarak bir arada duruyordu" diye yazıyor; buna yazarken, taşların
iple tutturulamayacağı gibi bir başka iddia ile anlaşılan ne kadar şüphe
uyarırsam kârdır gayesi güdüyor. Buradaki çelişkiyi nasıl çözeceğiz?
Vahiy devam ederken bazı kişilerin de onu kendi adlarına yazıp kendi
mushaflarını oluşturdukları tezini mi kabûl edeceğiz -gerçek olan budur;
yoksa yazılan bütün vahiylerin sadece Peygamberimiz'in evinde iple
bağlı olarak muhafaza edildiği iddiasını mı?
Çelişkilerinin bile farkında olmadan çalakalem yazan Ayşe Hür,
bir tarafta "Peygamber döneminde Kur'an'ı tümüyle ezberlemiş olanların
sayısı yedi idi demek mümkün" diye yazarken, diğer tarafta,
Peygamberimiz'in vefatından bir yıl sonra (633'te) Yemame Savaşı'nda 70
kadar hafızın öldüğünü aktarıyor. 7 ile 70, acaba aynı miktarı mı ifade
etmektedir? Yoksa bir sene içinde iddiaya göre henüz ortada mushaf
halinde toplanmış bir Kur'an yokken 63 kişi daha hâfız mı oluvermiştir?
Burada konuyla ilgili küçük bir bilgi daha aktarıvereyim. O ana kadar
Kur'an'dan inmiş olan bölümleri ezberlemiş, yani hafız 70 civarında kişi
de Peygamberimiz zamanında Bi'r-i Maune faciasında şehid edilmişti.
Yani, Peygamberimiz zamanında pek çok, hattâ yüzlerce kişi Kur'an'ı
ezberliyor ve pek çok kişi de yazıya geçiyordu.
Ayşe Hür'ün bir iddiası da şu: "Bugün bazı Batılı ilim adamları, o
tarihte Hicaz'da yazı dilinin Arapça değil Aramice ya da İbranice
olduğunu söylüyor." Yani, iddiaya göre konuşulan Arapça, Aramice veya
Süryanice olarak yazılıyor. Bu, Christoph Luxenberg ve Alphonse Mingana
gibi oryantalistlere ait bir iddia. Ayşe Hür, iddia ettiği gibi
Islamic-awareness.org adlı siteyi gerçekten iyi çalışmış olsaydı, bu
iddianın ne kadar tutarsız ve temelsiz olup, hiçbir delile dayanmadığını
anlardı. Luxenberg'in iddiasını kaleme aldığı kitabının kapağına
Kur'an'dan koyduğu metin bile, Arapça. İkinci olarak, bu iddiayı ispat
adına ortaya konmuş tek bir delil yok. Üçüncü olarak, M.Ö. birinci
yüzyıldan itibaren bugüne kadar gelmiş pek çok Arapça metinler var
elimizde.
BAŞKA KUR'AN YOK!
Ayşe Hür'ün bir iddiası daha var ki, yazısında ne kadar
bilimsellik kaygısı taşıdığını ortaya koyuyor: Bugün İslâm ülkelerinde
kullanılan "resmî (standardize edilmiş) Kur'an", 1920 yılında Kahire'de
el-Ezher Üniversitesi tarafından "kaleme alınmış". Demek ki, bütün
Müslümanlar, zamanda seyahat ederek, 14 asırdır 1920'de Kahire'de
el-Ezher Üniversitesi tarafından kaleme alınmış resmî (standardize
edilmiş) Kur'ân'ı okuyorlar veya ondan önce hep farklı farklı Kur'an'lar
okudular; 12 asırdır Kur'an üzerine yapılan bütün çalışmalar, bütün
tefsirler, ya birbirinden farklı Kur'an'lar üzerinde yapılmış ya da
onlar da, 1920'de el-Ezher tarafından "kaleme alınmış" Kur'an üzerinde
çalışmışlar! Ortada 12 asır öncesine giden yığınla tefsir, asırlar
öncesine ait yığınla el yazma Kur'an var. İnsan, böyle bir iddiada
bulunurken iddiasının ne manâya geldiği ve hangi sonuçları doğuracağı
konusunda birazcık olsun düşünmez mi? İfadeyi de görüyor musunuz?
El-Ezher'in "kaleme aldığı" bir Kur'an var; Peygamberimiz'e gelmiş,
1920'den önce asırlarca okunmuş, üzerinde yüz binlerce çalışma yapılmış,
dünyanın her tarafına dağılmış ve hiçbir yerde farklı hiçbir nüshası
bulunmayan bir Kur'an değil.
Ayşe Hür'ün, böylesine "bilimsel" bir yazısının sonunda,
Kur'an'ın sıhhatini kabul etmenin ancak imanla mümkün olduğunu, bilimsel
açıdan mümkün olmadığını iddiası etmesinin hangi bilimsel değeri
olabilir? İman ile ilmîliğin, bilme ile inanmanın birbirine zıt görülüp
gösterilmesi de, din ile (b)ilim münasebetini ilgilendiren ayrı ve bir
başta modern Batı hastalığıdır. Baştaki teklifimi tekrarlıyorum:
Kur'an'ın orijinalliği ve sıhhati konusunda aykırı iddia taşıyan kim
varsa, bir araya gelsinler veya ayrı ayrı çalışsınlar, bütün imkânlarını
seferber ederek 14 asırdan bu yana tek bir farklı Kur'an nüshasının
varlığını göstersinler.
ali.unal@zaman.com.tr