Can Nasıl çIKAR ???
CAN ÇEKİŞME ÂNI
Şu iyi bil ki, miskin ve zavallı olan bu kulun önünde, can çekişmenin dışında, karşılaşacağı keder, korku ve azaptan başka hiçbir şey olmasaydı bile sadece ruhunun çıkış anındaki sancılar onun hayatını zehir etmeye, neşesini kaçırmaya, onu gafletten uzaklaştırmaya yeterdi. Bu, insanın üzerinde uzun uzun düşünüp çare araması ve en büyük hazırlığı yapması gereken bir haldir. Özellikle bu hal insanın (bilgisi ve yetkisi dışında) her nefes önüne çıkabilecek bir iş olunca, durum daha nazik olmaktadır.
Bu konuda hikmet ehlinden birisi şöyle der: “Başkasının elinde olan bir sıkıntının ne zaman gelip seni saracağını bilemezsin!”
Lokman Hekim oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: “Ey oğlum! Ölüm seni ne zaman karşılayacağını bilemediğin bir olaydır. Onun için sana anîden gelmeden önce ona hazırlıklı ol!”
Hayret etmemek elde değil! Eğer insan bir eğlence yerinde zevk-u sefa içerisinde eğlenirken bir asker gelip kendisine üç-beş sopa vursa hayatı zehir olur, ağzının tadı kaçar, zevki kalmaz. Aynı insan, her nefes alıp verişinde ölüm meleğinin her an canını alması tehlikesiyle karşı karşıya iken bundan gafildir. Bunun tek sebebi, cehalet ve içinde bulunduğu hayat ile aldanıştır.
Şunu da iyi bil ki, ölüm sancılarının verdiği acıyı onu tadandan başkası bilemez. Ölüm sancılarını tatmayanlar ise onu çektiği diğer acılara kıyas ederek ya da insanların son nefeslerini verirken geçirdikleri hâllere bakarak anlamaya çalışırlar.
Ölüm sancılarının kıyas yoluyla anlaşılmasına gelince: Şüphesiz ki içinde ruh olmayan bir aza/organ acı duymaz. Acıyı ve sancıyı hisseden ruhtur. Ne zaman ki bir aza yaralansa veya yansa bunun etkisi ruha sirayet eder, azaya isabet eden maddî zarar nispetinde ruh etkilenir. Acı veren şey ete, kana ve diğer uzuvlara dağıldığından ruha bu acıdan çok az bir şey isabet eder. Ama bu acılar içerisinde doğrudan doğruya ruha isabet eden, parçalara ayrılmayan bir acı bulunursa o gerçekten büyük, şiddetli ve dayanılmaz olur.
YANIK VE YARALANMA GİBİ OLAYLARLA CAN
ÇIKIŞININ KIYASLANMASI
Canın çıkma anı, acının bizzat ruhun kendisine isabet ettiği bir olaydır ve ruhun bütün kısımlarını kaplar. Vücudun derinliklerine dalan ruhun her zerresi bu acıyı hisseder. İnsanın vücudunun herhangi bir yerine bir diken batsa, kişinin hissedeceği acı, ruhun dikenin battığı yerdeki mevcudiyeti kadardır, sadece o kısımda acıyı hisseder. Yanığın acısının şiddetli olmasının nedeni ise ateşin (yakıcı maddenin) bedenin her bölümüne dağılarak sirayet etmesindendir. Yanan azanın gözüken ve gözükmeyen her yerine ateş değmiş gibidir. İşte bu sebeple etin etrafında olan ruhun diğer cüzleri de bu acıyı hissederler. Yaralanma sadece bıçağın dokunduğu yerde olur; bu açıdan yaralanmanın verdiği sızı ve acı ateşin verdiği kadar olmaz.
Canın çıkışı anında duyulan acı ise bizzat ruhta olur ve onun bütün kısımlarını kapsar. Zira tepeden tırnağa; damarlardan, sinirlerden, mafsallardan ve eklemlerden kıl diplerine kadar bütün vücuttan çekilip çıkarılan ruhtur. Bu sebeple onun vereceği keder ve acıyı hiç sorma!
Nitekim ölüm sancıları hakkında şöyle denilmiştir: “Ölüm kılıç darbelerinden, testere ile biçilmekten ve makaslarla doğranmaktan daha acı verici bir olaydır.”
Bunun sebebi şudur: Kılıçla kesilmenin ruha acı vermesinin nedeni kesilen yerin ruhla irtibatlı olmasıdır. Bunun yanında, doğrudan doğruya ruhu kesen ve biçen bir şeyin ona verdiği elem ve ıstırabın nasıl olduğunu bir düşün!
Dayak yiyen birisi bağırıp yardım dileyebiliyorsa bu, onun bedeninde ve dilinde güç ve kuvvetin hâlâ var olduğu anlamına gelir. Ölen bir kimsenin bu şiddetli sancılar içerisinde iken bağırıp çağıramayışının nedeni; üzüntü ve kederinin en son safhaya ulaşıp bu acı ve sızıların bütün bedenini kaplaması, etrafındaki insanlardan yardım dilemeye dahi takat ve kuvvetinin kalmayışındandır. O anda insanın aklı karışmış hatta gitmiş; dili ise tutulmuştur. Etrafındakiler ise ona yardımda bulunmaktan aciz kalmışlardır. Şayet iniltilerinden birazcık olsun kurtulabilse etrafındakilere seslenmek ve onlardan yardım dilemek ister ama buna güç yetiremez.
Eğer onda biraz kuvvet kalabilmişse ruhunun çıkartıldığı anda boğazından ve göğsünden hırıltılar gelir. Artık rengi solmuş, çehresi ekşimiştir. Sanki rengi asıl yaratıldığı şey olan toprak rengine dönmeye başlamıştır. (Gergin olan) damarları kendi yerlerine çekilmiştir. Elem ve ıstırap içine ve dışına vurmuştur, öyle ki, göz bebekleri gibi yukarıya yönelmiştir. O anda insanın dudakları kasılır, dili büzüşür, yumurtalıkları merkezine çekilir ve parmak uçları yeşil gibi bir renk almaya başlar.
Bedeninden bütün damarları çekilen birsinin hâlini bana hiç sorma! Damarlarından birisi çekilen kişinin durumu bile gerçekten pek çetin olurdu. O hâlde acı ve ıstırap içerisinde ruhu çıkarılan birisinin durumu nasıl olur! O, bir değil bütün damarları çekilen birisidir!
Sonra her uzuv yavaş yavaş ölmeye başlar. Önce ayakları soğumaya başlar, sonra bacakları, ardından da uylukları.. Her aza acı üzerine acı; belâ üzerine belâ hissetmeye başlar ve nihayet can gırtlağa kadar dayanır. İşte o zaman, bakışlarını dünyadan ve ailesinden çevirir. Artık (önceden tövbe etmemişse) tövbe kapısı ona kapanır, kendisini hasret ve pişmanlık kuşatır. Bu hususta Resûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Can (ruh) boğaza dayanmadıkça kulun tövbesi kabul olunur.” [1]
Mücâhid (rah) Nisâ sûresinin:
“Kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca «Ben şimdi tövbe ettim» diyenler için kabul olunacak tövbe yoktur”[2] âyetinin tefsirinde şöyle demiştir:
“Bu vakit ölüm meleğinin kişiye göründüğü vakittir. O vakit Azrâil’in yüzü yavaş yavaş görünmeye başlar. İşte bu sebeple can çekişme anındaki peş peşe gelen sancılar ve ölüm acısı öyle şiddetli olur ki, nasıl olduğunu hiç sorma!” Bunun için Resûlullah (s.a.v) şöyle duada bulunmuştur:.
“Allah’ım! Muhammed’e (s.a.v) ölüm sancılarını kolaylaştır.” [3]
ÖLÜM SANCILARININ ŞİDDETİ VE RUHUN
ÇIKIŞ ŞEKLİ
İnsanların ölüm sancılarının büyüklüğünü bilmelerine rağmen ondan sakınmamalarının nedeni cahil olmalarındandır. Çünkü bir şeyi daha meydana gelmeden önce bilmek (Allah’ın izni ve müsaadesi ile) ancak peygamberlik ve velâyet nuru ile mümkündür. Bu sebeple peygamberlerin ve evliyaların ölümden korkuları çok büyük olmuştur. Öyle ki, İsâ (a.s) ashabına şöyle demiştir:
“Ey havarîler! Allah’a dua edin de şu ölüm sancılarını bana hafifletsin. Ben ölümden öyle korktum ki, korkum beni ölümden ölüme sürükledi.”
Anlatıldığına göre İsrâiloğulları’ndan bir grup bir mezarlığın yanından geçerken birbirlerine:
—Allah’a (c.c) dua etsek de bu kabristandakilerden birini bizim için diriltse; biz de ona sorular sorsak, dediler ve hep birlikte dua etmeye başladılar.
Derken kabirlerin birinden, alnında secde izi bulunan bir adam çıkıverdi, onlara:
—Ey insanlar! Benden ne istiyorsunuz? Ölüm acısını tadalı elli yıl oldu, ama hâlâ acısı kalbimden gitmedi, dedi.
Hz. Âişe (r.anh) şöyle demiştir: Hz. Peygamberin (s.a.v) vefatının şiddetini gördükten sonra artık hiç kimsenin ölümünün kolay oluşuna imrenmem.
Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz bir duasını şu şekilde yapmıştır:
“Allah’ım! Ruhu sinir aralarından, damarlardan ve parmak uçlarından çekip alan sensin. Allah’ım! Ölüme karşı bana yardım et ve onu bana kolaylaştır.” [4]
Hasan-Basrî, (rah) şöyle anlatmıştır: “Bir keresinde Resûlullah (s.a.v) sahabelerine ölümden; onun verdiği sıkıntı ve acıdan bahsetti; sonra:
“Onun acısı üç kılıç darbesi kadardır.” [5] buyurdu.
Resûlullah’a (s.a.v) ölümden ve onun şiddetinden sorulduğunda şöyle cevap vermiştir:
“Ölümün en hafifi, yünün içinde bulunan pıtrağa benzer; hiç pıtrak yünsüz çıkar mı?! Elbette ki onunla beraber yün de gelir.” [6]
Resûlullah (s.a.v) ölüm döşeğinde olan bir hastanın ziyaretine gitti; yanına vardığında şöyle dedi:
“Onun çektiği acıları bilirim! Onun her bir damarı ölümün acısını ayrı ayrı hissetmektedir.” [7]
Hz. Ali (k.v) cihada teşvik eder ve şöyle derdi: “Şayet savaşta öldürülmeseniz de muhakkak öleceksiniz! Nefsimi kudret elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki, cihat meydanında bin kılıç darbesiyle öldürülmem bana yatakta ölmekten daha kolay gelir.”
Evzaî (rah) der ki: “Bana kadar gelen bilgilere göre; ölü, tekrar dirilinceye kadar ölümün acısını hisseder.”
Şeddâd b. Evs (r.a) ise şöyle demiştir: “Mümin için dünya ve âhiret acılarından en korkutucusu ölümdür. Çünkü o, testere ile biçilmekten, makaslarla doğranılmaktan, kazanlarda kaynatılmaktan daha şiddetli bir acı verir. Şayet ölen birisi tekrar dirilip dünya ehline ölümün acısını haber verse, onlar ne hayattan bir zevk alırlar ne de gözlerine uyku girerdi.”
Zeyd b. Eslem (r.a), babasının şöyle dediğini anlatır:
“Mümin bir kulun (âhirette yüksek mertebelere kavuşmak için) ameliyle ulaşamadığı bir derece kalmışsa, cennetteki derecesine ulaşabilmesi için ölüm sancıları ona zorlaştırılır ve artırılır. Kâfir birisinin karşılığını göremediği bir iyiliği de varsa yaptığı iyiliklerin karşılığını fazlasıyla alabilmesi için ölüm ona kolaylaştırılır, böylece o cehennemi boylar.”
Adamın biri zaman zaman hastaları dolaşır ve onlara:
—Ölümü ve onun sancılarını nasıl buluyorsun? diye sorardı. Gün gelip de kendisi ölüm döşeğine düştüğünde ona:
—Peki, ölüm sancılarını sen nasıl buldun? diye sorduklarında adam şöyle cevap vermiştir:
—Sanki gök yere yapıştırılmış, ruhumsa sanki iğne deliğinden çıkıyor gibi!
Resûl-i Ekrem (s.a.v) buyurmuşlardır ki:
“Anî ölüm mümin kul için bir rahatlık, günahkâr içinse hicrandır (çünkü onun bir hazırlığı yoktur)” [8]
Mekhûl eş-Şâmî’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Şayet ölünün kıllarından birine isabet eden ölüm sancısı yer ve gök ehlinin üzerine konulsaydı Allah’ın izni ile hepsi ölürdü. Çünkü (ölüm sancıları çeken birisinin) her tüyünde ölüm vardır. Ölüm de bir şeye yapıştı mı muhakkak onu öldürür.”
Bu hadis şöyle de rivayet edilmiştir:
“Eğer ölüm sancısından bir damla dünya dağlarının üzerine konulsa idi muhakkak hepsi erirdi.”[9]
Rivayete göre, Hz. İbrâhim (a.s) vefat ettiği zaman Allah Teâlâ kendisine:
—Halîlim! Ölümü nasıl buldun? diye sordu, o:
—Islak yün yumağının içine batırılmış kızgın bir şiş gibi hissettim, diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah (c.c):
—Unutma ki biz o ölümü sana kolaylaştırdık, buyurdu.
Hz. Mûsâ (a.s) vefat edip de ruhu Allah’a ulaşınca Rabbi ona:
—Ey Mûsâ, ölümü nasıl buldun? diye sordu, o da:
—Kendimi kızgın bir tavanın üzerine konulmuş canlı bir serçe gibi hissetim; ölmez ki rahata kavuşsun, kurtulamaz ki uçup gitsin.
Bir başka rivayete göre Hz. Mûsâ (a.s) şu cevabı vermiştir:
“Kendimi kasabın elinde diri diri yüzülen koyun gibi zannettim.”
Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) vefat edeceği sıralarda yanında bir tas su vardı. Ara sıra elini tasa daldırır, ardından çıkarıp yüzüne sürdükten sonra:
“Allah’ım! Bana ölüm sancılarını hafiflet”[10] diye duada bulunurdu.
Hz. Peygamber’in (s.a.v) bu sıkıntı ve sancılar içerisinde böyle duada bulunduğunu işiten Hz. Fâtıma (r.anh):
—Vah başımıza gelenler! Babacığım nedir bu çektiğin sıkıntılar! diye üzüntüsünü dile getirince Resûl-i Ekrem (s.a.v):
—Bugünden sonra artık baban için sıkıntı yoktur, buyurdu.[11]
Hz. Ömer (r.a) Ka’bu’l-Ahbâr’a (rah):
—Ey Ka’b! Bize ölümden bahset, deyince Ka’b (rah):
—Olur, ey müminlerin emiri, dedi ve şöyle anlattı:
—Ölüm bir adamın karnına sokulan çok dikenli bir dal gibidir. Dikenler her bir damara yapışmış iken başka bir adam gelip o dikenli dalı öyle bir çeker ki, kimisi dikenlerle beraber kopup çıkar, kimisi de öylece kalır (işte ruhun bedenden çıkması buna benzer).
Hz. Resûlullah (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Kul ölüm sancıları arasında kıvranırken mafsalları birbirlerine: ‘Artık kıyamete değin birbirimizle görüşemeyeceğiz; selâmette kalın!’ derler.”[12]
İşte bu anlattıklarımız Allah’ın veli kullarının ve sevgili dostlarının çektiği ölüm sancılarıdır. Ya bizler! Günaha ve isyana dalan bizlerin hâli nasıl olacak? Üzerimize ölüm sancılarıyla beraber daha birçok felâketler de gelecek.
KAYNAK: konakdersleri
[1] Tirmizî, Deavât, 98; (nr. 3537); İbn Mâce, Zühd, 30 (nr. 4253); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/132; Hâkim, el-Müstedrek,, Şuabu’l-İmân, nr. 7063; Beğavî, Şerhu’s-Sünnet, 4/257; Beyhakî nr. 1306.
[2] Nisâ 4/18.
[3] Tirmizî, Cenâiz, 8 (nr. 978); İbn Mâce, Cenâiz, 64 (nr. 1623); Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/64; Hâkim, el-Müstedrek, 2/465; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, nr. 4510
[4] Ebû Nuaym, Hılyetü’l-Evliyâ, 5/186; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 3768; Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 65; Zebîdî, İthâf, 14/81. İbn Ebi’d-Dünyâ, hadisi Kitabü’l-Mevt’te, Ta’me b. Gaylân’dan maktu’ olarak rivayet etmiştir.
[5] Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 62: Hatîb, Târîhu Bağdat, 3/252; İbn Arrâk, Tenzîhu’-Şerîa, 2/365; İbn Hacer, el-Metâlibü’l-Aliyye,İthâf, 14/81. 1/193; Zebîdî,
[6] Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 63; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 42174; Zebîdî, İthâf, 14/81.
[7] Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, nr. 6185; İbn Hacer, el-Metâlibü’l-Aliyye, nr. 691; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, nr. 3930; Bkz: Ebû Nuaym, Hılyetü’l-Evliyâ, 5/211; Zebîdî, İthâf, 14/82.
[8] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/136; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 10218; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsât, nr. 3153, Abdürrezzâk, el-Musannef, nr. 6781. Bkz: Ebû Dâvûd, Cenâiz, 14 (nr. 3110).
[9] Hadisi Ebû Bekr Mervezî, Cenâiz adlı kitabında, Ebû Meysere’den rivayet etmiştir. Bkz: Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 63; Zebîdî, İthâf, 14/84–85.
[10] Tirmizî, Cenâiz, 8 (nr. 978); İbn Mâce, Cenâiz, 64 (nr. 1623); Hâkîm, el-Müstedrek, 2/465. Bkz: Buhârî, Rikâk, 41 (nr. 6510).
[11] İbn Mâce, Cenâiz, 65 (nr. 1629); Tirmizî, Şemâil, s. 217; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/141; İbn Hıbbân, es-Sahîh, nr. 6613; Hatîb, Târîhu Bağdat, 6/262; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 7/212–213;
[12] Süyûtî, Şerhu’s-Sudûr, s. 66; İbn Arrâk, Tenzîhu’ş-Şerîat,İthâf, 14/87; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 42183; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 381 2/375; Zebîdî, .
nOT: ehl-i forum cumhur-u uleması bu konuda ne diyecek???