1- Sebeiyye Fırkası: Kurucusu, Abdullah İbn-i Sebe`dir. Temel inançları;
Hz.Ali`ye ve evlâtlarına ulûhiyet isnad etmektir. O`nun ölmediğini,
aslında ölenin, O`nun kılığına giren bir şeytan olduğunu iddia ederler.
Hz.Ali ise, göğe çıkmıştır. Gök gürlemesi O`nun sesi; şimşek çakması
ise, O`nun kamçısının şakırtısıdır.
2- Kâmiliye Fırkası: Bu fırkaya
göre, imamet (imamlık) bir nûrdur. İmam, aynı zamanda nebidir de.
Sahâbeyi tekfir ederler. Bir taraftan Hz.Ali, Nûrdur derler, diğer
taraftan da hakkını aramadığı için de küfrüne hükmedecek kadar acîb bir
divanelik ve tenakuza düşerler.
3- Ulyaniyye Fırkası: Hz.Ali ve
oğullarına ulûhiyet isnad eden bu fırka mensupları, Hz.Peygamber`in
(SAV) O`nun tarafından gönderildiğine inanırlar.
4- Muğayriyye
Fırkası: Bunlar, Cenâb-ı Hak için "Nurdan bir recül (erkek) sûretindedir
ve başında nurdan bir tâc vardır" derler ve daha böyle sayısız köhne
hurafe ve efsanelere inanırlar ki, insan olarak bunları saymaktan hayâ
ettim, utandım.
5- Mensuriyye Fırkası: "İmamlar masumdur,
peygamberler hatâdan hâli değildirler, imamlar mertebece peygamberlerden
daha üstündürler; Allah insan sûretindedir..." gibi yine sayısız hurâfe
ve efsanelere dayanır.
6- Hatabiyye Fırkası: Bunlara göre; Dünya
ebedîdir. Cehennem diye bir şey yoktur; lezzet Cennet; elem
Cehennem`dir. Bunlar, haram, helâl tanımazlar.
7- Haşimiyye Fırkası:
Cenâb-ı Hakk`ı insan sûretiyle yâd eder, "Kendi karışıyla yedi
karıştır, şöyledir, böyledir..." şeklinde safsatalar ileri sürerler.
8- Numaniyye Fırkası: Şeytaniye ismi de verilen bu fırka, Haşimiyye fırkası gibi, Cenâb-ı Hakk`a insan sûreti izafe ederler.
9- Yunusiyye Fırkası: Cenâb-ı Hakk`ın, arş üzerinde oturduğunu ve melâikelerin daima O`nu gördüklerini iddia ederler.
10- Nasriyye Fırkası: Cenâb-ı Hakk`ın, Hz.Ali ve oğullarına hulûl ettiğini, yani, onlarla bütünleştiğini iddia ederler.
11-
Cenahiyye Fırkası: Bunlar, "Allah`ın ruhu Hz.Âdem`de (A.S.) idi. O`ndan
sonra diğer peygamberlere intikal ederek geldi. En sonra da 12 İmam`a
intikal ederek geliyor" şeklinde hezeyanlarda bulunurlar.
12-
Gurabiyye Fırkası: Bu fırka mensupları, "Peygamber Efendimiz`in
Hz.Ali`ye olan benzerliğinin, `gurabın guraba` (karganın kargaya)
benzeyişinden daha ileri olduğunu ileri sürerek, Cebrail`in (A.S.)
yanlışlıkla vahyi Hz.Peygamber Efendimize götürdüğünü iddia ederler.
13- Zerrariyye Fırkası: Allah`ın, hayat sıfatının dışındaki diğer sıfatlarının hadis, yani sonradan olduğuna inanırlar.
14-
Zerramiyye Fırkası: Bunlar da "İmamet Hz.Ali`den (RA) oğlu Muhammed
Hanifiye`ye, O`ndan da diğerine intikal etti..." derler.
15-
Mufavvize Fırkası: Bunlar, "Cenâb-ı Allah, sadece Peygamber Efendimizi
yarattı. Peygamberimiz de, yeri göğü, kâinatın tamamını yarattı"
şeklinde bir cehalete saplanmışlardır.
16- Bedaiyye Fırkası:
Bunların durumu çok daha acîbdir. Zira, Cenâb-ı Hakk`ın, yarattıklarının
evvel ve âhirlerini düşünmeden yarattığını söyleyecek kadar ahmaklığa
saplanmışlardır.
17- Benaniyye Fırkası: Nasriyye fırkası gibi, hulul akidesini kabul ederler.
18- Salihiyye Fırkası: İtikadda Mûtezile, amelde Hanefîdirler.
19-
Süleymaniye Fırkası: Bunlar, Hz.Ebûbekir ve Hz.Ömer`in (RA)
imametlerini kabul etmekle beraber, Hz.Ali (RA) yerine bunların imam
olmalarını hatâlı kabul ederler.
20- Cârudiyye Fırkası:
Peygamberimizin imamet hakkındaki sözlerinin gerçekte Hz.Ali`ye (RA)
dair olduğunu, O`nu imam kabul etmeyen Sahâbe-i Kirâm`ın (hâşâ) kâfir
olduğunu iddia ederler.
21- İmamiyye Fırkası: Onlara göre,
Hz.Peygamber (SAV), Hz.Ali`yi (RA) bizzat imam tayin etmiştir. Müteâkip
imamlarıda, Resûlüllah`ın vasiyeti gereği hep o seçer. Bunlar, imamet
mertebesiyle nübüvvet mertebesini birbirine denk tutarlar. Şu farkla ki,
imama vahiy gelmez, derler. Bu fırka mensupları daha ziyâde İran, Irak
ve Pakistan`da taraftar bulmuştur. Azim bir hataları daha var ki, o da,
sahâbeyi tekfire cür`et etmeleridir.
22- İsmailiyye Fırkası: İrak`ta
ortaya çıkmıştır. Bilâhare, Hindistan, Pakistan, İran ve Afrika`nın
bazı bölgelerinde tutunmuştur. Bu mezheb sahiplerince din perdesi
altında saltanat yolu açılmaya çalışılmış ve sonunda İbn-i Meymun`un
torunlarından Ubeydullah isimli birinin başkanlığında bir devlet
kurulmuş ve bu devlet bilâhare Şam`dan Fas`a kadar genişleyerek
İmparatorluk haline gelmiştir. 270 sene hüküm sürdükten sonra, hicrî 567
senesinde yıkılmıştır. Bunlara, Bâtınîler de denir.[11]
Bu mezheb,
İslâmiyetten önce intişar eden ve halkın malını, sahip olduğu her
şeyini, hattâ kadınlarını dahi ortak kabul eden, mübah kılan ve sözde
eşitliği ve sulh-u umumîyi böylece te`sis iddiasında olan Mezdek isimli
bir sapığın ortaya attığı fikirlerden çokça etkilenmiştir.
Kendi
mezheplerinin imamlarını başkalarından ayrı olarak ilâhî feyze mazhar
kabûl ederler. Onlara göre, imamları masumdur, hatâdan ârîdir, günah
işlemez, yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Zira, imamlar, başkalarının
bilmediği şeyleri bilirler.
Esasen, İsmailiyye mezhebine yukarıda
sıraladığımız asılsız inançları sokan, 9.asır başlarında bu tarikata
hususî ve siyasî maksatlarla giren Yahudi dönmesi Abdullah İbn-i
Meymun`dur. O`nun İsmailiyye mezhebini seçmesi sebepsiz değildir.
Diyebiliriz ki, Yahudi Hahambaşı Abdullah İbn-i Sebe`nin İslâmiyete
vurduğu darbenin bir benzerini, bu, yani Abdullah İbn-i Meymun
vurmuştur. Nasıl ki, İbn-i Sebe, Hz.Ali (RA) ve oğullarını istismar
ederek fitneyi ateşlendirmişse, İbn-i Meymun da, Evlâd-ı Resûl olan
Ca`fer-i Sâdık ve oğlu İsmail`i istismar ederek, maalesef, sapık
fikirlerini çok değişik perdeler altında yayabilmiştir. Tarihte, kan
dökücülükte eşine nadir rastlanan İbn-i Meymun, neticede nice
Müslümanların dinden çıkmalarına da sebeb olmuştur.
İbn-i Meymun, bu
tarikatı gizli ve siyasî bir cemiyet ve komite haline getirdi. Zerdüşt
Dininin yedi prensibini örnek alarak, kendi tarikatına giren sofileri
yedi dereceye ayırdı. Tarikatın piri olarak kendisi de yedinci dereceye
oturdu ki, bu mertebe -hâşâ- Allah`tan doğrudan doğruya emirler alan
imamlık makamıydı. Bu makamda bulunan imam, o kadar salâhiyetliydi ki,
helâli haram, haramı da helâl yapabilirdi. Ona mübah olmayan hiçbir şey
yoktu.
Bu tarikatta ileri gidenler zamanla kendileri ibadetten
istinkâf ettikleri gibi, başkalarını da ibadetten uzaklaştırdılar ve
sonunda onların dinden çıkmalarına sebeb oldular. Hattâ Cennet ve
Cehennem`in bu dünyada olduğunu, insanın zevk ü safa içinde, keyfince
bir hayat yaşaması lâzım geldiğini ileri sürerek âhireti inkâr ettiler
ve ettirdiler.
Şiâ itikadını taşıyan fırkalar içinde tarih boyunca
en tahripkârı bu İsmailiyye fırkası, diğer adı ile Bâtınîler olmuştur.
Asya`nın başı dönmüş bu kanlı anarşistleri, fikirde, itikadda, ahlâk ve
hayatta fesat çıkartmışlar; İslâm âleminde yıllarca süren sükûn ve
huzuru bozmuşlardır. Bu anarşistlerin başında Şeyh-i Cebel diye anılan
Hasan Sabbah ve onun cennet fedaileri gelmektedir.
Hasan Sabbah
Şia`nın Bâtıniye koluna mensup olup, Şia hareketinin gelmiş geçmiş en
büyük bozguncularından biridir. Asya`da ilk defa kelimenin tam mânâsı
ile anarşizmi o müesseseleştirmiştir. Alamut Kalesi`nde sistematik bir
biçimde her türlü terör hareketlerini plânlamış, tatbik sahasına
koymuştur.
[NOT:Hasan Sabbah; Hümeyriye sülâlesine mensup bir ailenin
çocuğudur. Pederi Şia’nın en azgın kolu olan Hz. Ali’yi (ra) ilâh kabul
eden-Gulat fırkasının en ateşli bir müntesibi idi. Hasan Sabbah ilk
dersini babasından aldı. Korkunç derecede ihtiras sahibi idi.Karanlık
ruhlu, karanlık fikirli bir dessas idi.]
Hasan Sabbah, Selçuklu
İmparatorluğunun imansız bir düşmanı idi. Maksadı, Selçuklu
İmparatorluğu`nu yıkmak, Şia fikriyatının gelişmesine engel olan bu
güçlü devleti ortadan kaldırmaktı. Bu gayesini tahakkuk ettirmek için
Cennet tasvirlerine uygun bir bahçe inşâ ettirdi. Bu bahçede göz
kamaştırıcı köşkler yaptırdı. Bu bahçede ve köşklerde hususî
yetiştirilmiş şarkıcılar, Cennet hurilerini andırır genç kızlar vardı.
Hasan Sabbah`ın adamları değişik muhitlerden, 20 yaşlarında, cesaretli,
atılgan gençleri toplayarak Alamut Kalesi`ne getirirlerdi. Bu gençlere
önce Cennet ve Cennet`in zevk ve safâları anlatılırdı. Bilâhare bu
gençler uyuşturucu maddeler ile uyutulur Cennet Bahçesine indirilirdi.
Orada ayılan gençler, gözlerini açtıklarında karşılarında muhteşem
köşkler, hûri misâl kızlar, rengârenk çiçekler, meyva bahçeleri görünce,
Hasan Sabbah`ın müjdelediği Cennet`e girdiklerine gerçekten
inanırlardı. Günleri zevk u safâ ile geçerdi. Bir müddet sonra tekrar
uyuşturucu ile uyutulur ve Cennet bahçesinden çıkartılırlardı. Artık bu
gençlerin en büyük arzuları, Hasan Sabbah`ın bu Cennet bahçesine tekrar
girebilmek olurdu. Şeyhü`l-Cebel Hasan Sabbah bu dessas plânı ile
birtakım gençleri kendine bağlamış, onları kendisinin intihar timleri
haline getirmişti. Şiâ Şeyhi Hasan Sabbah bir kimseyi öldürtmek istediği
zaman, bu gençlerden birisini çağırır, "Git filân kimseyi öldür, bu işi
başarır gelirsen seni Cennet`e gönderirim. Eğer ölürsen meleklerimi
gönderir seni Cennet`e aldırırım," derdi. Böylece Cennet aşkı ile yanıp
tutuşan bu gençler, şeyhin bu emrini mutlak bir teslimiyetle yerine
getirir, istenen adamı ne pahasına olursa olsun öldürürlerdi.
Hasan
Sabbah, tam 33 yıl Alamut Kalesi`nde, bu kanlı faaliyetlerini sürdürdü.
İran şiîlerinin bu anarşist şebekesi, yüzlerce, binlerce Müslümanın
kanına girdiler. İçtimaî sükûnu kaçırdılar, terör estirdiler. Dirayetli
bir devlet adamı olan, Selçukluların dünyaca meşhur veziri,
Nizâmülmülk`ü şehid ettiler. Şiilerin yayılmasına mani gördükleri âlim
ve fakîhler, Hasan Sabbah`ın fedaileri tarafından katledildiler.
Şiâ
Şeyhi Hasan Sabbah`tan sonra, halefleri de aynı yoldan yürüdüler.
Selçuklu veziri Ebû Nâsır, bunlar tarafından katledildi. Halife
Müsterşid de bu anarşistler tarafından şehid edildi.
Bâtınîlerin
tarih boyunca yapmış oldukları tahripler yalnız masum ve müdafaasız
insanları öldürmekle kalmamış, bunlar, aynı zamanda şehirler basmış,
kervanlar yağmalamış, mukaddes beldelerde bile kan dökmekten geri
kalmamış, katliâm yapmışlardır. Meselâ, Şia`nın Bâtıniye koluna mensup
Cennabi oğlu Ebû Tahir, etrafına topladığı birkaç bin çapulcuyla hicri
311 yılında hacca gitmekte olan hacıları pusuya düşürerek çoğunu
kılınçtan geçirdi, mallarını yağmaladı.
Hicrî 317 yılında da aynı
çete yine Hac mevsiminde Arafat`tan Mekke`ye dönen hacılara saldırarak
hepsini kılınçtan geçirdi. Bu toplu katliâmdan kurtulan bir kısım
hacılar Kâbe-i Muazzama`ya sığındılarsa da bu anarşistler, Kâbe`ye
girdiler ve onları da Beytullah`ın içinde şehid ettiler. Hattâ bir
kısmının cesetlerini zemzem kuyusuna attılar. Kabe`nin örtüsünü yağma
ettiler. Ebû Tahir, Kâbe`nin kapısını ve Hacerü`l-Esved`i söküp götürdü.
Hicri 339 yılına kadar tam 22 sene Hacer-ül Esved bunların elinde
kaldı. O zamanki Bağdat hükümeti bu gözü dönmüş Şiâ çapulcularından
Hacerü`l-Esved`i geri almak için 50.000 altın teklif etti. Bu teklifi
reddettiler. Nihayet Afrika`daki Fâtımîlerin Mehdi sinin şiddetli
tehdidi üzerine Hacerü`l-Esved`i iade ettiler. [İbnü’l-Esîr, el-Kâmil
fi’t-Tarih, c.8, s.307]