Kader İle İrâde Birbirine Zıt Değildir
Esas itibarıyla, insan irâdesiyle kader arasında bir zıddiyet ve münâfât yoktur. İnsan irâdesiyle kader, omuz omuzadır. İnsanlar işledikleri sevaplarla cennete, günahlarla da cehenneme gitmeleri bir vak'a ise, bunların kader dilinde, Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilmesi, bir bakıma irâdelerinin teyit edilmesidir. Demek insanda, onu hayra, sevaba ve cennete sevk eden veya tamamen tersine, kötüye, günaha ve cehenneme yuvarlanmasına sebep olan bir güç var ki, takdire esas teşkil ediyor. İşte bu güç irâdedir. Ve bu irâdenin var olması Allah'ın takdirine mâni değildir.
Esasen bütün fiillerimiz için de böyle düşünebiliriz. Meselâ, elimizi kaldırmak istediğimizde, fizikî bir ârıza söz konusu değilse, elimizi kaldırabilir; konuşmak istediğimizde de konuşabiliriz. Bu fiilleri işlemeye muktedir oluşumuz bize birşeyi, yani bizde bir irâdenin oluşunu isbat eder. İster buna irâde, ister cüz'i ihtiyarî, isterse meşîet veya dileme deyin, netice değişmeyecektir. Mahiyetini bilmediğimiz bu şeyin varlığı her türlü isbat gayretinin üstünde, gün gibi ayândır.
İlâhî takdirin mânâsına gelince; sanki Cenâb-ı Hak, insana şöyle demektedir: 'Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum. Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum.' İşte bu, iradeyi teyit etmek demektir.
Evet, eşyayı yaratan Allah'tır. Ancak insan iradesinin söz konusu olduğu yerde, yapılan takdirde, insan iradesinin hangi tarafa sarf edileceği Cenâb-ı Hak tarafından bilinmekte ve takdir ona göre yapılmaktadır. Öyle ise kader, insan iradesini teyit ediyor, iptal etmiyor. Yani, bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor. Bu ise iradeyi teyit etmek demektir; iptal etmek, nefyetmek değildir...
****
İnsan İradesi ve Allah'ın Dilemesi
İnsan her ne kadar ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah'a aittir. O'ndan emir gelmeyince hiçbir şey olmaz.. O irade etmeyince hiçbir nesne vücuda gelemez! O dilememiş olsaydı, bugün ne zaman ne de mekan bulunurdu. O, var ettiği şeyleri devam ettirmeseydi, her şey toz-duman olur giderdi.
Yokluğun bağrına varlık incilerini saçan O, perde perde yokluk karanlıkları içinde gök kapılarını açan O, kâinatları okunsun ve temâşâ edilsin diye bir kitap, bir meşher gibi tanzim edip, sonra da çehresine ışık saçan yine O'dur.
Çeşmeler, çaylar O'ndan aldıkları emirlerle gürül gürül akarlar. Taşlar, kayalar, O'nun emirleriyle parça parça olur, toprak kesilir ve bağırlarını tohumlara açarlar... Ovalar, obalar, O'ndan aldıkları emirlerle en göz kamaştırıcı fistanlara bürünür, yer ve gök ehline gamzeler çakarlar.
O'ndan gelen esintilerle, her sene yeryüzü bir baştan bir başa cennetlere döner.. bağlar bahçeler birkaç kere meyvelerle kızarır.. kuşlar, kuşçuklar coşar-oynar; canlı cansız her şey lisan kesilir ve yürekleri hoplatan bir talâkatla O'nu haykırır..
Bu uçsuz-bucaksız kâinatta, hiç kimse O'na karşı mülk da'vâsında bulunamaz. Yeryüzü, çeşmeleri, çayları ve engin denizleriyle O'nun rahmetinden küçük birer damla, canlı-cansız bütün varlık O'nun servetinden sadece birer zerredir. O'nun nimetleri, iki kutup arasındaki rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok ve bütün bu göz kamaştırıcı nimetlere karşı minnet ve şükran da O'na mahsustur. Her yerde gördüğümüz kâinat çapındaki bu engin tasarruf ve ihsanlar O'na ait olduğu gibi, insanoğlunun eliyle gerçekleştirilen bütün hayırlar, bütün bereketler, feyizler de O'na aittir. İmanlı gönülleri itminanla donatan O, hakikat erlerine ahlâk ve hikmet öğreten O, secdeli başlara ışığa giden yolları gösteren de yine O'dur. O'nun inayetini tanımayan sa'y ve gayretler boş, O'nun korumadığı semereler de gelip geçici seraptan ibarettir.
Hizmetler, O'nun hoşnutluğu düşünülerek yapılırsa ibadet olur... Bu mübârek ibadet de O'nun sahip çıkıp korumasıyla büyür, gelişir ve onu eda edip ortaya koyanların kurtuluşuna vesile olur. Yoksa, yalınayak, başı açık hayallerle ne bir yere varılabilir ne de onlarla sırat geçilir. 'Ben yaptım, ben tertip ettim, ben yol gösterdim..' gibi iddialı sözler, insanların dudakları arasından dökülse bile, şeytana ait hırıltılar olduğunda şüphe yoktur.
En küçük şeylere en büyük işleri yaptırıp, karıncaya Firavun'un sarayını harap ettiren Allah'tır! Kâinatın her yanında O'nun mülkünün bayrağı dalgalanır. O bayrağın gölgesine sığınmayanlar -gölgesi başımızdan eksik olmasın- kendilerine yazık etmiş olurlar. Yer-gök O'nun hükmü altındadır. Elimiz-ayağımız, gözümüz-kulağımız, dilimiz-dudağımız, kalbimiz-vicdanımız O'nun geniş mülkünde küçük birer et parçası ve minik birer duygu vasıtasından ibarettir. Bütün bunlar O'nun olduğu gibi onlardan elde edilen faide ve semereler de O'na aittir. O, bu duygu ve uzuvları bize vermeseydi, biz nasıl 'ağzımız-burnumuz, gözümüz-kulağımız' diyebilecektik! O, bunlara terettüb eden meyveleri yaratmasaydı, kalkıp kendimize mal ettiğimiz bu semerelerden kaçta kaçına sahip olabilecektik! Dünya, O'nun buyruğuyla dönüp durmakta, yeryüzü O'nun cömertliğiyle dolup taşmaktadır.
Bundan dolayıdır ki, varlığı, O'ndan başkasına isnad etmek, affedilmez kaba bir nankörlük; nimet ve ihsanları arkasında O'nun elini görmemek de utandırıcı bir şirktir.
Ey Rahmeti Sonsuz! Şeytanın bile ümit bağladığı, o engin rahmetin hürmetine, 'Ben, ben' diyen görgüsüz ve saygısızların gözlerinden perdeyi kaldır.. teklif düğümünü azıcık çöz.. hayranlık duyulacak iş ve icraatını şaşkınlıkla seyredenlere bir kısım cilveler göster ve boşlukta olan gönülleri marifetinle doyur.!
******
İradenin Fonksiyonu
Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir.
Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz. Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır. Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır. Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz. İrademiz vardır; fakat hâricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir. Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız. Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir. Yani ilmî plânda onların da bir vücudu vardır. Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir. Eğer aksi bahis mevzûu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi.
Nasıl Cenâb-ı Hak, bizi yaratırken cebrî olarak yarattı. Bizi bize sormadı. Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mes'ul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi.
Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenâta mukabil mükâfat da talep edemezdi. Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı. Halbuki burada durum böyle değildir. İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır. Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir. Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz'i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır. Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu ise, herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir.
İşte irade, hiçbir ağırlığı olmayan böyle izafî bir vücuda sahiptir. Şu kadar var ki o, Cenâb-ı Hakk'ın icraat ve yaratmasına bir şart-ı âdîdir. Yani o kendine düşeni yaptığı zaman -ki bu ya meyelandır ya da meyelandaki tasarruftur- Cenâb-ı Hak onun istediği fiili yaratır. Demek oluyor ki, ister meyelan, isterse meyelandaki tasarruf, haddizâtında haricî bir vücuda sahip olmamakla beraber, yaratma işi bu meyelan veya meyelandaki tasarrufa bağlı kılındığı içindir ki, irade apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır.
İsterseniz bunu da avamca bir misâlle müşahhaslaştıralım. Elimizdeki plân ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdâhalesi yoktur. Bu plân ve projeyi isterseniz hergün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız. Bu yönüyle plân ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plân ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır. Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir. İnsanın iradesi de böyle bir plân ve proje gibidir. Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir. 'Cüz'i ihtiyarî' veya 'irade-i cüz'iye' dediğimiz bu plânın ifade ettiği mânâyı vücuda getirecek ise Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasıdır. Fakat dikkat edilecek olursa, Allah'ın yaratması bu plâna göre olmaktadır. Zaten mes'ûliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur.
Bizim irademiz zâtında kıymet ve ağırlığı olmayan birşey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plân üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz 'hasenât' ise mükafât kazanırız; yok eğer 'seyyiât' ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdî olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah'tır; ama insanın iradesini kendi yaratmasına âdî bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır. Esasen kader mevzûunun en mu'dil mes'elelerinden birine girmiş olduk. Onun için mevzûu birkaç misâlle anlatmaya çalışalım:
Siz büyük bir elektrik mekanizmasının düğmesine dokunuyorsunuz. Halbuki bu büyük mekanizmayı hazırlayan başkasıdır. O, öyle bir sistem kurmuştur ki, siz düğmeye dokunur dokunmaz âdeta bütün cihanı ışığa boğuyorsunuz. Yaptığınız bu küçük işle meydana gelen bu büyük netice arasında ma'kul bir münasebet görülmüyor. Sebep ve netice arasında hiçbir tenasüp ve uygunluk yok. Bu bir bakıma peygamberin mucizeleri gibi...
Diğer taraftan fizik dünyamızla alâkalı olan işlere de bunu kıyas edebiliriz. İşte, size yediğiniz bir lokmanın serencamesi: Siz diyorsunuz ki 'Yemek yedik.' Ben de diyorum ki 'Hayır, yemek yemedik. Allah bize yemek yedirdi.' Belki benim bu sözümü siz, evvela, bir saygı ifadesi olarak kabulleneceksiniz. Fakat mes'elenin tetkikini yaptığınızda göreceksiniz ki, esas doğru olan benim söylediğimmiş. Nasıl mı? İşte bakın:
Lokmayı ağzımıza götürüyoruz. O lokmayı bize kim verdi? O lokma o hâle gelinceye kadar hangi devrelerden geçti? Güneş ona nasıl ocaklık yaptı? Zemin onu hangi şartlarda yetiştirdi? Kimin suyu ile suladınız ve ona kimin havasını teneffüs ettirdiniz?
Daha sonra ağzınıza götürdüğünüz o lokmayı başka bir mekanizma devralır. Ondan sonra olup bitenlerden ise, ne bir haberiniz ne de müdâhaleniz olur. Yemek yemeyi ve yenileni hazmetmeyi kendi iradenizle yapmaya çalışsanız, bazen dilinizi çiğnersiniz, bazen mideyi çalıştırmayı unutursunuz, bazen de mideyi çalıştırmaktan usanır ve bağırsaklara öğütülmemiş şeyler gönderirsiniz. Halbuki lokma ağzımıza girdiği anda, hatta bazen onu sadece görmekle ağzımız sulanmaya başlar. Ağzımıza aldığımız lokmanın çeşidine göre bir kısım asitler ifraz edilir. İfraz edilen asidin miktarı ağzımızdaki lokmanın durumuna göre değişir. Miktar ve çeşit ne olursa olsun aynı asitler salgılanacak olsaydı hiçbir zaman istenen netice hâsıl olmazdı. Demek ki salgı bezleri faaliyete geçerken ağzımıza aldığımız lokmanın hazmının güçlük veya kolaylığına göre bir fonksiyon icra ediyor.
Midenin faaliyeti çok daha komplekstir. O da vazifesini en küçük teferruatına kadar yerine getirir. Sonra on iki parmak bağırsağı ve karaciğer de kendilerine ait vazifeyi yerine getirirler. Karaciğer ki üçyüze yakın iş görmektedir. Fakat harıl harıl çalışan içimizdeki bu fabrikadan hiçbirimizin haberi yoktur. Orada her şey alabildiğine sessizdir. Daha sonra bağırsaklar faaliyete geçer. Kılcalları vasıtasıyla besinleri emmek ve damarlara aktarmak bağırsakların vazifeleri arasındadır. Böbrekte süzülme olur. Zararlı maddelerin idrar yollarını tıkamasına meydan verilmez. Böbrek faaliyetini sürdürürken, çalıştırdığı işçilerin yarısına iş gördürür, diğer yarısını ise ihtiyat kuvveti olarak yedekte bekletir. Sonra da ifrazat anındaki kolaylıkları hasıl edecek faaliyet seyri içine girilir. Şimdi lokmayı ağzımıza koyduk, bu andan son neticeye kadar bütün olup bitenleri, birer malumat olarak bilsek bile, faaliyette hiçbir dahlimiz ve müdâhalemiz olmaz. Bütün bu faaliyetleri yaratan doğrudan doğruya Allah'tır. Öyleyse mes'eleyi tekrar edelim, 'yemek yedim' demek mi doğrudur yoksa 'Allah yedirdi' demek mi? Ama biz mecâzî bir ifade yolunu seçiyor ve 'Yemek yedik' diyoruz. Kelimeyi hakiki mânâsında kullanmamız gerekirse 'Allah yedirdi' dememiz icap eder.
İşte mes'eleye bu noktadan baktığımızda, irademizle yaptığımız işlerde de durumun çok farklı olmadığını görürüz. Onun için bir teşbihle mes'eleyi mucizeye benzetmiş olduk. Bu benzetişteki ortak benzerlik (vech-i şebeh) her ikisinde de tenâsüb-ü illiyet prensibinin olmayışıdır. Bu şuna benzer: Koskocaman bir saray düşünün ki yanında bir karınca duruyor. Kalkıp da biri: 'Bu sarayı bu karınca yaptı' derse, işte bu söz tenasüb-ü illiyet prensibine göre inandırıcı olmaz. Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de böyledir. Onun içindir ki bu mucizeler peygamberin peygamberliğine delil oluyor. Yani, biz bir beşerin elinden böyle hârikulâde eşyanın zuhurunu imkânsız gördüğümüz için mecburen diyoruz ki, -aslında öyledir de- bu mûcizeler o peygambere Allah tarafından veriliyor. İşte, bu hususlara binâen, bizim farazî bir hattan ibaret olan cüz'î iradelerimize bina edilmiş fiillerde de durum aynıdır.
Meselâ, Efendimiz eliyle işaret ediyor ve ay iki parça oluyor.(1) Aynı elin parmakları bir başka zaman on musluklu çeşme hâline geliyor.(2) Meydana gelen bu neticeleri, zahiren sebep gibi görünen eşyaya bina etmek mümkün olmadığı gibi, iradelerimize bina edilen bütün fiilleri de kendimize isnad etmemiz mümkün değildir. Her ikisini de yaratan Allah'tır.وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ âyeti, 'Sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı' (Sâffât, 37/96) diyerek bize bu hakikati ihtar ediyor. Bu mes'eleyi kabullenmek dinî bir zarurettir.
Peygamber Efendimiz bu zarurete işaret buyurmuş ve itizâlî düşüncelere düşenleri bu ümmetin Mecûsîleri olarak vasıflandırmış ve 'Her ümmetin, Mecûsileri vardır. Bu ümmetin Mecûsileri ise 'kader yoktur' diyenlerdir'(3) bu-yurmuştur. Zira onlar hayır ve şerri Allah'a vermemekte ve kulu kendi fiilinin yaratıcısı kabul etmektedirler. Önceleri 'Kaderiye' ismi cebre kail olanlara verilmişti. Ancak daha sonra hadîsin mânâsına uygun olarak bu isim kaderi inkâr edenlere verildi ve böylece isim hakiki sahibini bulmuş oldu. Günümüzde 'Kaderiye' yine Mu'tezile mezhebine denir ki, az farklılıkla eski mevcudiyetini muhafaza etmektedir.
İnsanın yaptığı işlerde kendine ait hiçbir fonksiyon yoktur düşüncesi de Cebriye mezhebine aittir. Halbuki yukarıda da ısrarla üzerinde durduğumuz gibi, bu görüş de doğru değildir. Ehl-i Sünnet mezhebi ise her ikisinden aldığı hakikatla orta yolu temsil eder. Bu yol ifrat ve tefritten korunmuş yoldur. Fiilimizi yaratan Allah'tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz. Öyle ise mes'uliyet bize aittir. İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur..!
[1] Müslim, Münafikun, 43-47; Buharî, Menakıb, 27
[2] Buharî, Vudû, 46, 32; Menâkıb, 25, Eşribe 31; Müslim, Zühd, 74, Fedâil, 4-6
[3] İbn-i Mâce, Mukaddime, 10; Müsned, II/86, 125, V/407
******
Günah İşleyen Bir Kişi Kendi İradesine Uyarak mı Günah İşler?
Günah İşleyen Bir Kişi Kendi İradesine Uyarak mı Günah İşler, Yoksa Cenab-ı Hakk'ın İrâde-i Külliyesi mi Günah İşletir?
Meselenin kısaca ifadesi şudur: İnsanın elinde irade vardır. Biz buna ister cüz'î irade, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb gücü diyelim. Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasına da, küllî irade, halketme kuvveti yani kudret, irade ve tekvinin tasarrufu diyelim. (Bunlar Allah'ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenâb-ı Hakk'a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenâb-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise, insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine "Herkes kendi fiilinin hâlıkı" düşüncesinden ibaret olan Mutezilî düşünce giriyor.
Kâinatta olup biten her şeyi Allah yaratır. Bu soruda "küllî irade" diye geçen şey de işte budur. Hatta, "Sizi de, işinizi de, Allah yarattı.." (Sâffât, 37/96) Yani sizin de, sizden sâdır olan ef'âlin de hâlıkı yalnız Allah'tır.
Meselâ: Siz bir taksi yapsanız, bir ev inşa etseniz, bu işleri yaratan Allah'tır. Siz ve ef'âliniz Allah'a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi... Bu durumda "Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdahaleniz yok." denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamıyla Allah'a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüz'î müdahalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.
Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah'a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da "Nuru'n-Nur, Münevviru'n-Nur, Musavviru'n-Nur" olan Hz. Allah'a (cc) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübâşeretiniz vardır; o da Allah'ın kurduğu bu mekanizmada, Allah'ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irade ve takatınızın çok fevkinde, o mekanizmanın tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah'a aittir.
Bir numune daha arz edelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makine düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makineyi harekete getirmek ise, onu kuran ve inşa eden Zât'a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, "kesb" veya "Cüz'î irade" diyoruz. Allah'a ait olana ise "halk etme, yaratma" diyoruz. Ve böylece bir irade inkısâmı karşımıza çıkıyor:
1) Küllî irade,
2) Cüz'î İrade. İrade dediğimiz ki; murat etme, dileme demektir, bu tamamen Allah'a aittir. "Allah'ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz." (İnsan, 76/30) Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da "Bir parmak dokundurma denecek kadar iradesi vardır." diyerek, tamamen cebrî bir determinizmden uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah'tır, derken de, Mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah'a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (cc) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (cc) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi birtakım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.
Meseleyi daha fazla tenvir için, bir büyük zâtın bu mevzûda irat ettiği bir misali sunmak istiyorum. Diyor ki: "Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa.. sana: "Beni niye buraya getirdin!" diye itirazda bulunabilir mi? Tabiî ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: "Sen istedin!" diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin... Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın iradesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız. "
İşin doğrusunu her şeyi takdir eden bilir.
Cebrî determinizm: Hürriyeti reddeden, aynı şartlar altında, aynı sebeplerin aynı sonuçları doğuracağını iddia eden ekol
Cüz'i irade: Cenab-ı Allah tarafından insanlara verilen irade
İnkısâm: Bölünme, kısımlara ayrılma
İrade-i külliye: Cenab-ı Hakk'ın engin, sınırsız iradesi
Kesb: Kazanmak, edinmek
Meşiet-i beşeriye: İnsanın dilemesi, istemesi
Mu'tezile: Kaderi inkar eden, aklî esaslara dayalı bir din felsefesi meydana getiren itikadî mezhep
Mu'tezilî düşünce: Kaderi inkar eden, akli esasları ön planda tutan düşünce tarzı
Mübâşeret: Bir işe girişme, başlama
Nur'un nur: Pürnur, nurun ta kendisi
Sâdır olan: Çıkan, meydana gelen, zuhur eden
Tekvin: Yaratma, vücuda getirme, hasıl etme