Ubeyy b. Ka'b, İbn Mes'ûd ve İbn Kesîr “essabiîne”, bunların dışında kalan çoğunluk ise “essabiûne” şeklinde okumuşlardır. İmam mushafta da “essabiûne” şeklindedir.
Müfessir ve nahivciler cumhurun kıraatinin sebebi hususunda şu izahları yapmışlardır:
a. Haberi mahzûf mübtedadır. "Sâbiîier de böyledir" şeklindedir. Sanki: “Şüphe yok ki iman edenlerden, Yahudi olanlardan ve Hıristiyânlardan, kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip salih ameller işlerse, artık onlar üzerine hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller. Sâbiîler de böyledir" denilmiştir. Binâenaleyh bu kelimenin haberi mahzûftur71.
Buna delil olarak da şu beyt zikredilmektedir72:
Ve illa fe’lemu enna ve entüm buğatun ma bakîna fi şikakin
Şiirin aslı şöyledir:
“enna buğatün ve entüm kezalik” veya “fe’lemu enna buğatün…
“essabiûne” kelimesinin daha önceki kelimelere atfedilmemesinin hikmeti şudur: Sâbiîler, bu âyette zikredilen ümmetler içerisinde en sapık olanlardır. Buna göre sanki, "Bu fırkaların hepsi amel-i sâlihte bulunarak iman ederlerse, Allah onların tevbelerini kabul eder ve günahlarını bağışlar. Sâbiîler bile, böyle iman ederlerse, onları da aynı şekilde bağışlar" denilmektedir73.
b. İsmiyle birlikte, “inne”nin mahalline matuftur. Çünkü “inne” ve isminin mahalli, mübteda olarak merfûdur.
c. “hâdû” fiilinin failine matuftur.
d. Âyetteki “inne” kelimesi "neam/evet" manasınadır. "iman edenler" ve bundan sonraki cümle, merfû makamındadır. “essabiûne” kelimesi de buna matuftur74.
e. Kelimenin cem'i olan siygası, müfred yerinde tutularak, sonundaki 'nûn'un i'râb harfi olduğu kabul edilmiştir75.
Ferrâ'nın görüşüne göre, âyetin başındaki “inne” lâfzı amel etme bakımından zayıftır76. Bunun izahı birkaç şekildedir:
a. “inne” kelimesi fiile benzediği için âmil olur. Halbuki fiil ile harf arasındaki benzerliğin zayıf olduğu malumdur.
b. “inne” harfi, âmil olsa bile, sadece ismi üzerinde âmildir. Haberine gelince, haber, mübtedânın haberi olarak ref üzere kalmıştır. Bu harfin, haberin merfû olmasında herhangi bir tesiri yoktur. Bu görüş, Küfelilerin mezhebidir.
c. “inne” lafzının amelinin tesiri ancak bazı isimlerde görülür. Âmilleri değiştiği halde, durumları (harekeleri) değişmeyen isimlerde ise, bu lafzın tesiri görülmez. İşte bu âyette de böyledir. Çünkü âyette, “inne” harfinin ismi, “ellezine” lafzıdır. Bu lafızda ise, ne ref, ne nasb, ne de cer alâmeti görülmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: “inne”nin ismi, i'râb alâmetleri görünmeyen bir kelime olursa, o kelime üzerine atfedilecek kelimeye bu harfin amel ettirilmesine göre nasb, ettirilmemesine göre de ref hali caizdir. Binâenaleyh “inne zeyden ve amrun kâimâni” denilmez. Çünkü burada “inne” kelimesinin ismi olan "Zeyd" kelimesi üzerinde i'râb alâmeti görülür. Fakat, “inne haülâi ve ihvetüke yükrimani - şüphesiz şunlar ve kardeşlerin, bize ikram ederler", “inne haza nefsühu şücaün - şüphesiz şunun kendisi cesurdur" ve “inne Katame ve Hindün indenâ - muhakkak ki Katâme ve Hind bizim yanımızdadırlar" denilmesi caizdir. Bunun caiz oluşunun sebebi şudur: “inne” kelimesinin ameli aslında zayıftır. Bunun amelinin tesiri ismi üzerinde görülemeyecek kadar zayıf olursa, bu durumda amelinin tesir iyice zayıf demektir. Böylece üzerine bu edatın dâhil olmasından önce sabit olan hüküm gereğince, isminin merfû olması caiz olur. O gelmezden önceki hüküm ise, o ismin mübtedâ oluşudur.
er-Râzî'ye göre Ferrâ'nın bu görüşü güzel bir izah olup; Basralıların görüşünden daha evlâdır. Çünkü Basralıların görüşleri, ilahî kelâmın, mevcûd tertibinin doğru olmadığı neticesini gerektirir. Onlara göre tertibin doğruluğu, âyetin nazmının bozulmasıyla temin edilir. Ferrâ'nın görüşüne göre böyle bir şeye ihtiyaç yoktur. Şu halde bu daha uygundur77.
Bu âyetteki “essabiûne” kelimesinin -ve diğer üzerinde durduğumuz kelimelerin- îzahı hususunda Tâhir b. Âşur ise şöyle demektedir: "Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, Kur'ân “essabiûne” şeklinde nazil olmuştur. Hz. Peygamber (sav) de böyle okumuş sahabe ve diğer Müslümanlar da O'ndan aynı şekilde almış ve okumuşlardır. Mushaflarda da aynı şekilde yazılmıştır. Onlar has Arap idiler. Onların dil ve üsluplarında -izah ettiğimiz- kaideler vardır ve kullanmaktadırlar. Her ne kadar bu kaidelerden bazısı az kullanılsa da, fesahat ve i'câzda belli bir yer vardır"78.
5. Fussilet 11
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ اِئْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ
"Sonra duman hâlinde'bulunan göğe yöneldi, ona ve arza: "İsteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. "İsteyerek geldik" dediler".
Bu âyette hata olarak görülen husus ise şudur: Allah yer ve göğe hitap ederek: "...isteyerek veya istemeyerek gelin" dedi. Yer ve gök de cevap olarak: "İsteyerek geldik" dediler. Yer ve gök ikisi tesniye olduğu için lafza riâyetle “tâiateyni” veya mânâya riâyetle “tâiâtin” denilmedi de, “tâiîn” şeklinde cem'i müzekker olarak geldi. Yani hem cem'i geldi hem de müzekker olarak. Onun için hatalıdır?
Müşkil ve hata gibi görünen bu duruma âlimler şöyle cevap vermişlerdir:
Allah, yer ve göğü muhatab almış ve onlara hitapta bulunmuştur, onlar da cevap vermişlerdir. Burada istiâre-yi mekniyye vardır79. Yani Allah, onları akıllı varlık makamında kabul etmiştir. Onun için cevapları da müzekker lafızla gelmiştir. Cem'i oluşu ise, yer ve gökte bulunan bütün varlıkların hepsi adına yer ve gök "biz İsteyerek geldik" demişlerdir80.
6. Yûnus 22:
هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ حَتَّى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِرِيحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَاءَتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ وَجَاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ دَعَوُا اللهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ لَئِنْ أَنْجَيْتَنَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
"Sizi karada ve denizde yürüten O'dur. Gemide olduğunuz zaman(ı düşünün): Gemiler, içinde bulunanların hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada, birden gemiye, şiddetli bir kasırga gelip de, her yerden gelen dalgalar onları sardığı ve artık kendilerinin tamamen kuşatıldıklarını (bir daha kurtulamayacaklarını) sandıkları zaman, dîni yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarmağa başlar: "Andolsun, eğer bizi bu (felâket)den kurtarırsan, şükrederlerden olacağız!" (derler)".
Burada muhataptan gaibe geçilmiştir. Muhataptan gaibe geçmek, bir gramer hatası değildir. Edebiyatta buna "iltifat" sanatı denir. Bu gibi bediî sanatlar, edebiyat kitaplarında izah olunur. Her birinin nice inceliği ve güzelliği vardır. Edebî zevki olanlar bunu anlar. Arap dilindeki vukufu ve Kur’ân'ın belagatını anlamadaki maharetiyle meşhur olan Cârullah Zemahşerî, Keşşaf adlı tefsirinde, burada muhataptan gaibe intikâl edilmesi mübalağa içindir diyor. Fahreddin Râzî ise, "Tefsir-i Kebir'inde bunun teb'îd için olduğunu söylüyor. Maksat, "böyleleri benden uzak olsun" gibi ince bir nükteye işarettir. Râzî'nin görüşüne göre, Allah öylelerinin karşısında muhatap olmak bile istemiyor. Onun için muhataptan gaibe geçilmiştir.
Fatiha sûresinde gâibten muhataba iltifat vardır. Çünkü orada ibâdetten bahis var. Âbidler, Allah'ın has kullarıdır. İbâdet huzur halidir. İbâdet edenler "Rabbü:l-Âlemîn"in huzurunda bulunuyorlar. Allah huzurunda olanların şanı muhatab sîgasıyla hitaptır81.
Konumuzda muhataptan gaibe geçilmesinde şöyle bir ince nükteye de işaret vardır: Darda kalınca, herkes Allah'a yalvarır. Allah'a yalvarmak için Müslüman olmak şart değildir. Ona yalvaranın duası müstecap olabilir. Böyle gâib sîgasıyla olunca Müslüman olmayanlar da, kâfirler de âyetin şümûlu dâhiline girerler. Eğer muhatap sîgasıyla olsa, yalnız mü'minler dâhil olur, diğerleri mahrum kalır. Halbuki Allah'ın rahmeti geniştir. Mü'min, kâfir herkes onun rahmetinden faydalanır.
Elmalılı'ya göre ise bu iltifatta (muhataptan gaibe geçişte) şöyle bir nükte vardır: "...Gemide olduğunuz zaman(ı düşünün): Gemiler, içinde bulunanların hoş bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (onlar) bununla sevindikleri sırada,.." burada "sizlerle" yerine "onlarla" diyerek muhataptan gaibe bir iltifat nüktesi yapılmıştır ki, her insan içinde bulunduğu hali iyi düşünüp tartamayacağı cihetle, bundan hem muhataplara kendi hallerini soyutlayıp karşıdan bakar gibi seyrettirmek ve düşündürmek, hem de bunların hallerini başkalarına hatırlatıp seyrettirmek için gayet ince bir tasvir sanatı bulunmaktadır."82
Burada ayrıca şöyle bir tevcih de hatıra gelir: Gemide bulunacaklar, yalnız muhatap olanlardan ibaret olmayacaktır. O itibarla gâib sîgasıyla: İşte şimdi o gemidekilerin hâlini tasvir ediyor. Onlar şöyle oldu diye nakil eyliyor. Onun için Zemahşerî'nin dediği gibi, buradaki iltifat mübalağa için olur. İşte bu iltifatlar, böyle nükteleri ihtiva eder. Bu kadar güzel ve yerinde nüktelerde aykırı olacak ne var? Buna gramer hatası nasıl denir?
Görülüyor ki, gramer hatası diye ortaya sürülen iddialar, hiçbir esasa dayanmamaktadır33.
Gerek nahiv âlimlerinin, gerekse müsteşriklerin gramer hatası olduğunu iddia ettikleri âyetler, bizim zikrettiklerimizden ibaret değildir. Bunun dışında başka âyetlerde de, kendi koydukları kaide ve kurallara uymuyor diye hatalı saydıkları âyetler vardır. Fakat biz, üzerinde çokça konuşulan ve yazılıp çizilen ve cevap vermeye çalıştığımız âyetlerle iktifa ediyoruz. Zikretmediğimiz diğer âyetler için, bibliyografyada adı geçen kaynaklara bakılabilir.
D. İftiraların Kaynağı Uydurma Rivayet
Başta da söylediğimiz gibi, Kur'ân'da gramer hatası olduğunu iddia eden nahiv âlimleri ve oryantalistler genellikle aslı olmayan bir rivayete dayanmaktadırlar. Genellikle nahivciler, bu rivayette zikredilmeyen başka âyetler hakkında da ileri geri konuşmuşlardır. Fakat büyük bir çoğunlukla oryantalistler, bu aslı olmayan rivayete dayanarak, Kur'ân'da gramer hatasının olduğunu iddia etmektedirler. Bu aslı olmayan rivayet nedir acaba?
Ebu Ubeyd 'Fedâilu'l-Kur'ân' adlı eserinde şöyle der: Bize Ebu Muâviye, o Hişam b. Urve, o da babasının şöyle dediğini rivayet eder:
Hz. Aişe’ye: Nisa sûresindeki “Lakinir rasihune fil ilmi”, Mâide sûresindeki, “innellezine âmenû vellezine hâdû ves sâbiûne” ve Taha’daki “inne hazani lesahirani” ayetlerinin yazılışındaki hatayı sormuş. Hz. Aişe de:
"Kardeşimin oğlu, bu tür yazışlar, yazanın hatasıdır demiştir84.
Ebu Ubeyd, başka bir tarikle şu nakilde bulunur: Bizi Haccâc, ona Harun b. Musa, ona Zübeyr b. Hirrît, o d; İkrime'den rivayetle şöyle dediğini nakleder: Mushaflar yazılınca, Hz. Osman'a arzedildi, içinde bazı harf hataları bulundu. Bunun üzerine Hz. Osman da: Mushaf'ın yazımında gramer hatası vardır, fakat değiştirmeyin. Çünkü Araplar, onu okurken dilleriyle düzeltirler" demiştir85. Ebân ibn Osman da: "Bu âyeti babam Osman ibn Affân'ın yanında okudum. Gramer hatası var yanlıştır" dedi. Biri ona: "Öyle ise düzeltsenize!" dedi (Babam): "Bırakınız, nasıl olsa (bunlar) bir helâli haram, bir haramı da helâl kılmıyor" dedi. Başka bir rivayette ise: "Nasıl olsa Arap onu ileride dilleri ile düzelteceklerdir” demiştir.
Bu ve benzeri rivayetleri İbnu'l-Enbârî 'Kitâbu'r-Redd ale men Halefe Mushafe Osman" adlı eserinde, İbn Eşte ise "Kitâbu'l-Mesâhif”inde nakletmişlerdir86. Onlardan da, birçok İslam âlimi eskilere olan güvenlerinden dolayı rivayetin sıhhatinı araştırmadan rivayet etmiştir. İslâm düşmanları ve müsteşrikler de bu rivayetleri; İslâm ve Kur'ân'a saldırı ve Müslümanların Rablerinden gelen kitaba karşı itimatlarını sarsmak için birer vesile edinmişlerdir87.
E. Bu Uydurma Rivayete İslâm Âlimlerinin Verdiği Cevaplar
Bu uydurma rivayetlerin doğruluğu ile ilgili, eskiden beri İslâm âlimleri ciddi tenkitler yaparak reddetmişler ve cevaplar vermişlerdir88. Biz şimdi bu cevapların bazılarını nakledelim:
Enbâri de: "Sahabî efendilerimiz imâm ve dilde önder kimselerdi. Eğer Kur'ân'da herhangi bir gramer hatası görselerdi, onun düzeltilmesini kendilerinden sonra gelecek kimselere bırakmadan hemen kendileri düzeltirlerdi. Çünkü onlar, devamlı bid'atlardan sakınmış ve sakındırmışlar, Kur'ân ve sünnete tâbi olmaya teşvik etmişlerdi"89.
İmam Kuşeyrî bu rivayetlerin bâtıl olduğunu söylüyor. Kuşeyrî'ye göre; Kur'ân'ı cemedenler, dilde önder idiler. Onların nazil olmayan bir şeyi Kur'ân'a sokacakları sanılamaz90.
Fahruddin er-Râzî ise bu rivayetlerin bâtıl oluşu hakkında şöyle itirazda bulunuyor: "Bütün Müslümanlar, şu an iki kapak arasında elimizde bulunan Kur'ân'ın Allah katından geldiğine, kendisinde herhangi bir hata ve yanlışın olmadığına inanırlar".
Zemahşerî ise bu rivayetler hakkında şöyle demektedir; "Kur'ân'da hata olduğuna dair yapılan bu rivayetlere iltifat etmiyoruz. Bu rivayetlere ancak, Arap dili ekollerini ve Arapçadaki ihtisas kaidesini bilmeyen kimseler iltifat eder. Sahabe hakkındaki bu rivayet doğru değildir. Çünkü sahabe Tevrat ve İncil'de geleceği haber verilen insanlardır. Bu değerli insanların Kur'ân'da gördükleri bir hatayı düzeltmeyecek kadar dinî gayretlerinin olmamaları mümkün değildir"91.
Taberî, Nisa sûresi 162. âyetin tefsirinde şöyle demektedir: "Eğer kâtibin hata ettiği söylenen bizim elimizdeki mushafta hata olduğu doğruysa, bunun dışındaki diğer bütün mushaflarda da hata olması gerekir. Bizim elimizdeki mushaf ile Ubey b. Ka'b'ın mushafı aynı. O zaman, elimizdeki mushafların hatalı olmadığı, bilakis bunların doğru olduğu ortaya çıkar.
Eğer biz hat cihetiyle hata olduğunu kabul edersek; Allah Resûlu'nun bizzat kendisinden Kur'ân'ı alan ashabının bu hataları bilmedikleri, kendilerinden sonra gelen Müslümanlara hep hatalı öğrettikleri ortaya çıkar. Ayrıca bu hataları dilleri ile düzeltmedikleri, kendilerinden sonra gelenlere doğrusunu telkîn etmedikleri anlaşılır. Bütün Müslümanların ittifak halinde mevcut mushafı bugünkü hattıyla nakletmeleri, bu mushafın ve hattının doğruluğuna en büyük delildir. Bu da kâtiplerin hata etmediklerini gösterir"92.
Ebû Hayyân da bu rivayetlerin sahih olmadığını, çünkü sahabenin fasih Arapçayı bildiklerini ve lisanda meşhur olduklarını zikreder93.
Mehdevî de bu rivayeti inkâr etmekte ve sahih olmadığını bildirmektedir. Mehdevî devamla şöyle der: "Kur'ân-ı Kerim'deki her bir harfin Arap diline uygun bir yönü vardır. Çünkü Kur'ân, yanlışlık, ziyâdelik ve noksanlıktan korunmuştur".
Tâhir b. Aşûr'a göre, Kur'ân'da hata olduğuna dair olan bu rivayetin sahih bir senedi yoktur. Bu rivayeti uyduranlar zannediyorlar ki Müslümanlar Kur'ân kıraatini sadece bu elimizde bulunan mushaftan almışlardır. Hayır bu büyük bir gaflettir. Mushaf, Müslümanların 23 seneden beri Kur'ân'dan okuyageldikleri ve hafızalarında olan şeylerin bir araya getirilmiş şeklidir. Mushafı yazanlar, diğer belgelerle birlikte bizzat hafızların ağızlarından Kur'ân'ı duyarak yazdılar. Eğer mushafda bir hata olsaydı, diğer kurrâ buna uymazlardı95. Yine Tâhir b. Âşûr'a göre Hz. Osman'a atfedilen rivayet, onun adına uydurulan bir sözdür96.
Bu rivayet, başkaları adına söz uyduranların Hz. Âişe ve Hz. Osman adına uydurdukları çirkin bir iftiradır. Âlimler -gördüğümüz gibi- bu rivayetin sıhhatini kabul etmiyorlar. Çünkü Hz. Osman, Kur'ân'rn cemedilmesini tek başına yapmadı. Bilakis diğer sahabe de Kur'ân'ın toplanması ve yazılmasında ona yardımcı oldular. Yazılan mushaflar, Hz. Ebu Bekir'in toplattığı mushaf ile mukabele edildikten ve Hz. Peygamber (sav)'in son defa Cibrîl ile mukabele ettiği Kur'ân'a uygun olduğu hususunda sahabenin muvafakati alındıktan sonra yayıldı. Hz. Osman gibi üçüncü halîfe olan bir zatın, Kur'ân'da, Allah'ın Hz. Peygamber (sav)'e indirdiğinden farklı şeyler görüp; "Bu hataları ileride Araplar düzeltir" demesi ve hataları düzeltmeden öylece bırakması hiç düşünülebilir mi? Allah'ın dininin yardımcıları ve koruyucuları olan sahabenin huzurunda bunu yapması hiç mümkün müdür? Bu sözün Hz. Osman'a nisbetini Kurtubi, Zemahşeri, Ebu Hayyân, Âlûsî ve daha birçok âlim kabul etmemişlerdir97.
Bazı araştırmacılara göre; Hz. Osman'ın: "Mushaf'ın yazımında gramer hatası vardır, fakat değiştirmeyin. Çünkü Araplar, onu okurken dilleriyle düzeltirler" demesi, yanlış ve doğru meselesi değil, Kureyş lehçesinin haricinde bir lehçe ile yazılmasıdır.98 Hz. Âişe'nin; "hata ettiler" sözünden de şu kastedilmektedir; sahabenin ittifak ettiği 'yedi harf'den evlâ olanı seçmekte hata ettiler anlamındadır. Yoksa bu bağışlanmayacak derece bir hata değildir. Çünkü büyük hatalar reddedilmiştir. Kâtibin hatasıdır sözü, yazanın lehçesi ve kıraati budur, başka bir kıraat daha vardır, demektir99.
Suyûtî'ye göre bu rivayetlerde bazı müşkiller vardır. Onlar da:
1. Arapçayı en fasih konuşan ashab-ı kiramın, Kur'ân-ı Kerim'de hata etmesi şöyle dursun, kendi dillerinde hata ettikleri nasıl düşünülür?
2. Kur'ân-ı Kerim'i Resûlullah (sav)'den, nazil olduğu gibi öğrenen, onu ezberleyen, onu aynen koruyan ve üzerinde titizlikle duran sahabe-i kiramın Kur'ân'da hata ettikleri nasıl söylenir?
3. Bütün sahabenin, Kur'ân’ın okunuş ve yazılışında aynı hatada birleştikleri nasıl düşünülebilir?
4. Böyle bir hatanın farkına varmamaları, bu hatadan dönmemeleri, nasıl söylenebilir?
5. Hz. Osman'ın görülen hatayı düzeltmek isteyenlere mâni olduğu, nasıl söylenebilir?
6. Seleften halefe tevâtüren rivayet edildiği halde, hatalı kıraatin sürüp gittiği, nasıl düşünülebilir?100.
Bütün bunlar ashâb-ı kiram için aklen, şer'an ve örfen muhaldir. Âlimler buna -yukarıda zikrettiklerimize ilâveten- şöyle cevap vermişlerdir:
a. Hz. Osman'a izafe edilen sözler, doğru değildir. Bu rivayetin senedi zayıf, muzdarib ve munkatı'dır. Hz. Osman kendisine uyulan bir imam olarak tayin edilmişti. O, nasıl olur da Kur'ân'da gördüğü bir hatayı düzeltmek üzere, Arapların dil maharetine terkedebilir? Kur'ân'ın cem'ini ve yazma işini üzerine alan seçkin kimseler bu hatayı düzeltmemişse, başkaları bunu nasıl düzeltebilir? Ayrıca, bir tek mushaf değil, belli sayıda mushaflar yazılmıştır. Şayet bu mushaflarda hata vaki olduğu söylense bile, hepsinin aynı hataya düşmeleri, uzak bir ihtimal olur. Şayet mushaflardan bazılarında hata vaki olduğu söylense bile bu, diğerlerinin hatasız olduğunu itiraf etmektir. Hz. Osman'ın istinsah ettirdiği mushafların bir kısmı hatalı, bir kısmı da hatasız diyen bir sahabe yoktur. Kıraat vecihleri dışında mushaflarda hiçbir ihtilaf da mevcut değildir. Kıraatler ise, hata cinsinden sayılmaz.
b. Ebu Bişr tarikiyle yapılan rivayette, okunuşu yazılışına uymayan bazı kelimeler, te'vil edilmiştir. Meselâ: (Tevbe, 47), (Neml, :21) âyetlerinde “lâ”dan sonra 'elif,’ “zalike cezauz zalimin” (Maide, 29) âyetinde 'vavla’ birlikte 'elif’, (Zâriyât, 47), âyetinde iki 'yâ' harfinin yazılışı bu kabildendir. Şayet kelimeler yazıldığı gibi okunsaydı, hata sayılırdı. İbn Eşte, 'Kitâbu'l-Mesâhif’ adlı eserinde, bu ve önceki cevaplara yer vermiştir.
c. İbnu'l-Enbârî, "Kitâbu'r-Redd alâ men Halefe Mushafe Osman" adlı eserinde bu konuda Hz. Osman'dan rivayet edilen haber hakkında şöyle der: "Bu haber hüccet (delil) olamaz. Zira muttasıl değil, munkatı'dır. Zamanında Müslümanların imamı ve önderi, devletin reisi olan, İmam Mushafı ortaya koyan, Hz. Osman'ın, bu mushafta hataları görmesi, yanlış yazıldığı halde bunları düzeltmemesi, akıl ve mantığa sığacak bir şey değildir. Asla. Yemin ederim ki, akıl ve insaf sahibi bir kimse, Hz. Osman hakkında böyle bir vehme kapılamaz. Kur'ân'da mevcut hatanın sonradan gelenlerce düzeltilmek üzere geciktirdiğine, inanamaz. Hz. Osman'ın 'Mushafta bazı hatalar gördüm' sözünden, yazısında bazı hata, i'rabı bozacak, kelimeleri tahrif edecek derecede hata sayılmadığını' iddia eden, görüşünde haklı ve isabetli değildir. Çünkü yazı telaffuza bağlıdır. Yazıda hata eden, telaffuzda da hata eder. Hz. Osman'ın Kur'ân'ın yazılışı ve okunuşunda ifsad derecesindeki hataları tehir etmesi, imkânsızdır. Bilindiği gibi o, Kur'ân'ı devamlı okur, beldelere gönderilen mushaflardaki yazı şekline uyar, âyetlerdeki mânâyı yeterince kavrardı.
Ebu Ubeyd'in rivayet ettiği de bunu doğrular. Ebu Ubeyd, bize Abdurrahman b. Mekkî ona Abdullah b. Mübarek, bize Yemen şeyhi Ebu Vâil, ona Hz. Osman'ın mevlâsı Hâni el-Berberî rivayet ederek şöyle der: Hz. Osman'ın yanında bulunduğum bir sırada, sahabe mushafları karşılaştırıyordu. Bu arada Hz. Osman beni, üzerinde “lem yetesenne” (Bakara, 259), “lâ tebdîle lilhalki” (Rum, 30) ve “fe emhilil kafirine” (Tarık, 17) âyetleri yazılı bulunan koyunun kürek kemiği ile, Ubey b. Ka'b'a gönderdi. Kendisine bu âyetleri gösterdiğimde kalem istedi, “lilhalki” kelimesindeki ‘lâm' harflerinden birini silerek “lâ tebdîle lihalkillah” yaptı. “fe emhil” kelimesini silerek “fe mehhil” şeklinde yazdı, “lem yetesenne” kelimesinin sonuna da “ha” ilave etti.
İbnul-Enbârî şöyle der: Yazılan mushaflar kendisine arzedilen, müstensihler arasında vuku bulan ihtilafı kaldırmak için kendisine müracaat edilen, onlardan doğru olanı ortaya koymayı isteyen Hz. Osman'ın, hatayı görüp de buna göz yumduğu ve bunu başkalarının düzeltmesi için bıraktığı nasıl iddia edilebilir?101
İbn Eşte'nin 'Kitabu'l-Mesâhif'teki rivayetinde ise: "Bize Hasan b. Osman, ona Rabi' b. Bedr, ona da Sevvâr b. Şebîb rivayet ederek şöyle dedi: Abdullah b. Zübeyr'e mushaflar hakkında soru sordum. Bana şöyle cevap verdi. Bir kimse Hz. Ömer'e giderek: "Ey mü'minlerin emiri! Bazı kimseler Kur'ân hakkında ihtilafa düştüler" dedi. Hz. Ömer o sırada Kur'ân’ı, tek bir kıraat üzere toplama hazırlığı içinde iken ölümüne sebeb olan bıçaklama olayı cereyan etti. Aynı şahıs Hz. Osman'ın hilâfeti sırasında, bu durumu kendilerine arz etti. Hz. Osman da mushafların cemine başladı. Beni, sahifelerle birlikte Hz. Âişe'ye gönderdi. Bunları kendisine arzederek karşılaştırdık."
Bu da gösteriyor ki sahabe, Kur'ân'ın ceminde büyük bir titizlik göstermiş, vahyi aynen zaptetmişler, tashih ve ıslaha muhtaç olacak durumda bırakmamışlardır.
Ayrıca ibn Eşte şöyle der: Bize Muhammed b. Yakub, ona Ebu Davud Süleyman b. Eş'as, ona Ahmed b. Mes'ade, ona İsmail, ona Haris b. Abdirrahman, ona da Abdu'l-A'lâ b. Abdillah b. Âmir rivayet ederek şöyle demiştir: Mushaf'ın cemi tamamlandığında Hz. Osman'a arzedildi. Hz. Osman elindeki nüshaya bakarak: "Aman ne güzel, ne hoş yapmışsınız! Küçük bir yanlışlık gördüm ki bunu ilerde düzeltiriz", şeklinde mukabelede bulundu. Bu rivayette, herhangi bir güçlük yoktur. Yukarıda geçeni açıklığa kavuşturmaktadır.
Bundan da anlaşılıyor ki, mushaflar yazılır yazılmaz kendisine sunulunca Kureyş lehçesi dışında yazılan “attabutu” ve “atâbûtü” kelimelerini görmüş, bunları ilerde bu lehçeye göre düzeltileceğini vaat etmiştir. Sonra da bu vaadi yerine getirerek, Mushafta herhangi bir hatalı kelime bırakmamıştır102. Bu rivayetleri nakleden, Hz. Osman'ın sözünü tam olarak anlamadan, muhtemelen yanlış bir şekilde aktarmıştır. Bu durum, görülen zorluklara sebeb olmuştur. Bu konuda verilen en uygun ve kuvvetli cevap budur103.
ed-Dânî de Hz. Osman rivâyetiyle ilgili olarak şöyle demiştir: "İki nedenden dolayı bu rivayet doğru olamaz; isnadında bir karışıklık ve ifadelerinde gariplik vardır. Zira, rivayetin senedinde yer alan İkrime ve İbn Ya'mer, Hz. Osman'ı hiç görmemişlerdir. Yine rivayetin ifadelerinde Hz. Osman'a duyulan kin hissedilmektedir.
İbn Teymiyye de, bu rivayetin doğru olmadığını105 ve birkaç yönden sahih olamayacağını belirtir:
a. Sahabe efendilerimiz en küçük bir kötülüğü bile düzeltmede yarış yapıyorlardı. Kur'ân'da hatanın bulunuşunu nasıl kabul ederler ki? Halbuki bunu düzeltmek hiç de zor olmayan bir şeydir.
b. Araplar, normal konuşmalardaki hataları bile çirkin görürlerken, mushaftaki bir hatanın kalmasına nasıl müsamaha ederler?
c. "İleride bu hatayı Araplar dilleri ile düzeltecekler" denmesi de hatalıdır. Çünkü Kur'ân Arap ve Acem herkesin önünde ve elinde olduğu halde o günden bu güne aynı durmaktadır. Eğer hata olsaydı şimdiye kadar düzeltilirdi.
d. Hz. Osman, Kureyş lehçesi dışında yazılan “ettabutu” kelimesini görmüş, onun bile düzeltilmesini istemiş. Hata sayılan diğer yerleri düzeltmemesi düşünülebilir mi?106.
Menâhîlü'l-İrfan fî Ulûmi'l-Kur'ân sahibi ez-Zerkânî, bu uydurma rivayetler hakkında şöyle demektedir:
İslâm düşmanları bu ve benzeri uydurma rivayetlerle, Kur'ân'a olan itimadı sarsmak istemektedirler. Halbuki bu rivayetlerin senedi zayıftır. Çünkü senedde karışıklık ve kesiklik vardır.
Hz. Osman'ın, Kur'ân'ı istinsah eden ve hata edenlere hitaben: "Aman ne güzel, ne hoş yapmışsınız!" sözü de anlaşılacak gibi değildir. Çünkü hata eden kimselere böyle söylenmez. Bu da rivayetin yanlışlığını veya hata kelimesinin başka bir anlamda kullanıldığını gösterir.
Hz. Osman'a nisbet edilen rivayet eğer doğru ise, biz onu şöyle te'vîl ederiz: Rivayette geçen lahn kelimesi, hata mânâsında değil, kıraat ve lügat mânâsındadır. Bu takdirde Hz. Osman'ın sözü şöyle anlaşılır; Kur'ân ve onun yazılışında öyle kelimeler var ki, Arapların hepsi onları kolayca okuyamayacaktır, Fakat alıştırma ve çok okuma ile pek yakında hepsinin dili buna yatar hale gelecektir. Bazı büyük âlimler buna misal olarak “essırat” kelimesini zikrederler. Bu kelimenin aslı “essirat”dır Onun için Araplar, mushafın hattına uyarak “essırat”, asla riayet ederek de “essirat” şeklinde okurlar107.
ez-Zerkanî, Hz. Âişe'yle ilgili rivayet için de şöyle der:
Bu rivayet sahih olsa bile, mütevâtir ve kat'î olan(kırâat)e muhaliftir. Mütevâtir ve kat'î'ye muhalif olan ise reddedilir, iltifat edilmez ve onunla amel de edilmez.
Hz. Âişe'ye nisbet edilen rivayetteki “hazani” lâfzı, Mushaf'da “in hazn” şeklinde yazılmıştır. Diğer kıraatlere de uygun olsun diye yazıda yâ bulunmadığı gibi, elif de yoktur. Hâzâni okuyan elif takdir ederek, "hâzeyni" okuyan da yâ takdir ederek okumuş olmaktadır. Onun için yazıda hata yapma mevzubahis değildir. Belki Hz. Âişe, kendisinin okuduğu kıraatle okumayanın, yani “inne hazani” şeklinde okuyanın hata ettiğini söylemiş olabilir. Fakat ne Hz. Âişe'den ve ne de başkasından böyle okuyanın hata ettiğine dair bir rivayet yoktur108.
Aynı şekilde Hz. Aişe'nin, “essabiune” kelimesinde, vav'lı okuyanın hatalı okuduğunu söylediği nakledilmemektedir. Kendisinin de vav'lı değil, yalı “essabiine” şeklinde okuduğu da rivayetler arasında yoktur. Öyleyse onun, “essabiune” şeklinde yazan katibin, hata ettiğini söylemesi de düşünülemez109.
F. Oryantalizm/Oryantalistler veya İstişrâk/Müsteşrikler ve Gayeleri
Bilindiği gibi oryantalistler, oryantalizm de denilen şarkiyat yani doğu araştırmaları alanında çalışan batılı ilim adamlarıdır. Daha çok aralarında Müslüman halkın çoğunluğu oluşturduğu bazı Asya ve Afrika ülkelerinin din, inanç, kültür ve folklor gibi bir millete vücut veren, onu diğer milletlerden ayıran, daha da mühimi halkın yaşayışına, manevî hayatına ve düşüncelerine tesir eden faktörler üzerinde çalışırlar.
Kısaca Doğu ülkelerinin kendilerine has yaşayışları ile manevî değerlerini konu olarak alan araştırmaların tarihi çok eskilere uzanır. Bu alanda çalışan, halen de çalışmakta olan oryantalistler başlangıçta Arapça öğrenimini hedef almışlardır. Ancak zamanla hedeflerini değiştirerek Doğunun kültür mirasını incelemeye yönelmişlerdir. Son bir buçuk iki asırlık süre içinde ise, sömürgeci devletlerin siyâsî veya askerî hakimiyet kurmak istedikleri, oldukça zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip doğu ülkelerinin manevî değerlerini incelemeye ağırlık vermişlerdir. Bu, bir bakıma şarkiyat çalışmalarının köklü bir gaye ve hedef değişikliği ile sömürgeciliğin emrine girmesinden başka bir şey değildir.
Gerçekten oryantalistler geliştirdikleri değişik ilmî metodları kullanarak yaptıkları araştırmalarla Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu Afrika, Orta ve Uzak Doğu ülkelerinin güç kaynağı olan manevî değerlerine eğilerek bunları tarafsız bir görünüm altında çeşitli yönlerden incelemişlerdir. Ancak ele aldıkları bütün konuları bir yandan istedikleri gibi yorumlayarak, diğer taraftan son derece ustalıkla sokuşturdukları fikirlerle saptırarak işlemişlerdir. Böylece bu ülkelerde yaşayan özellikle aydın zümrelerin kültür/inanç, duygu ve düşünceleri üzerinde tesirli olmuşlardır. Denilebilir ki kimi İslâm ülkelerinde görülen dinî kültür yozlaşması, manevî değerlere sırt çevirme, az da olsa dinsizlik, nihayet bir toplum için ciddî tehlikelerin başında gelen manevî bağların zayıflaması ile kendi değerlerine yabancılaşma, en başta bu çalışmaların neticesi sayılabilir. Kim ne derse desin, durum ortadadır ve herhangi bir açıklamaya ihtiyaç yoktur.
Diğer taraftan onyedinci asrın başlarından itibaren gelişmeye başlayan sömürgeciliğin temsilcileri İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Avusturya, Hollanda, İtalya, Almanya, ve nihayet Rusya'nın belli başlı yüksek öğretim kurumlarında geçmişi yıllar öncesine uzanan birer şarkiyat bölümü vardır. Ayrıca bu devletlerin istisnasız hepsinde dışişleri bakanlığına veya sömürge işlerini yürüten kuruluşa bağlı bir Doğu Ülkeleri Dairesi mevcuttur. Buralarda çalışanların büyük çoğunluğu oryantalistlerden seçilegelmişlerdir. Batı idare sistemi içinde böyle kuruluşların elması elbette tesadüflerin ortaya çıkardığı bir sonuç değildir. Aksine belirli bir hedef ve gayenin sonucudur. Sadece bu bile şarkiyat çalışmalarının daha çok sömürgeciliğe zemin hazırlama hedefinin açık belgesidir. İsteyen başka türlü düşünebilir. Ancak şurasını dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, zaman, oryantalistlere sömürgeciliğin keşif kolu (ifadeyi ilk kullanan Cemil Meriç merhumdur.) diyenleri haklı çıkarmıştır. Yoksa bunca gayretin sırf ilim aşkına gösterildiğini ve başka gayesi olmadığını söylemek taraf tutmak değilse bönlük derecesinde saflıktır. Üstelik akla pek yakın da değildir110.
Netice: "Kur'ân'da gramer hatası iddiaları, yeni bir adla eski iddiaların tekrarından başka bir şey değildir. Kur'ân-ı Kerim'e hücum için vesile arayanlar, eski bazı sözleri alıp ve onları yanlış te'vil edip ortaya atıyorlar. Gramer hatası meselesi daha çok uydurma ve bâtıl bir rivayetten kaynaklanmaktadır. Bu rivayetin sahîh olmadığını ve İslâm âlimlerinin bu rivayeti kabul etmediklerini ve buna cevap verdiklerini gördük. Fakat rivayeti alanlar, nedense bu rivayet hakkında söylenenleri görmezlikten geliyor ve sadece şüpheyi ortaya atmakla yetiniyorlar. Böylece birçok kimsenin zihnini karıştırıyorlar.
Gramer hatası meselesinde bir diğer âmil de başta söylediğimiz sahih kıraatin şartlarından birisi olan "Kıraat, bir vecihle de olsa muteber bir tarzda, Arap dilinin kaidelerine uygun olmalıdır" meselesidir. Her ne kadar âlimler arasında ittifakla sahih kıraatin şartlarından sayılsa da, bunu kabul etmeyenlerin de var olduğunu zikrettik. Bunlara göre Kur'ân veya sahîh kıraat, gramere değil, gramer kaideleri Kur'ân'a ve sahîh kıraate uymalıdır. Böyle olunca da Kur'ân'da gramer hatası diye bir şey söz konusu olamaz. "Kıraat, bir vecihle de olsa muteber bir tarzda, Arap dilinin kaidelerine uygun olmalıdır" diyenlere göre de, Kur'ân'da gramer hatası olmadığını gösterdik.
Netice itibarıyla, Kur'ân'da gramer hatası meselesi; müsteşriklerin iftira ve boş iddialarından başka bir şey değildir.
*****************************************************************************************************************
DİPNOTLAR
1. Oryantalizm ve oryantalistler (istişrâk/müsteşrikler) hakkında, çalışmamızın sonunda kısaca bilgi vereceğiz.
2. Oryantalistlerin bu iddiaları için bkz. İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi. Müdür Editör, Z. Velidi Togan, İstanbul 1954, Cild I, Cüz 1-4, s 14; John Burton'un "Linguistic Errors in The Our'an', (Kur'ân'da Gramer Hataları), adlı makalesi Journal of Semitic Studies Dergisi'nin 1988 Sonbahar sayısı.
3. Bu hususta özellikle Ahmed Mekkî el-Ensârî'nin "ed-Difâ’ ani'l-Kur'ân Dıdde'n-Nahviyyîn ve'l-Müsteşrikîn" (Mısır 1973) isimli kitabına bakılabilir. 3a Kur'ân'da Gramer Hataları ile ilgili çalışmamızı okuyup tavsiyelerde bulunan Prof. Dr. Abdurrahman ÇETİN. Prof. Dr. Veli ULUTÜRK, Arapça hocası Numan YAZICI ve Ahmet KURUCAN beylere teşekkürü bir borç bilirim.
4. Muhammed Abdulazîm ez-Zerkâni, Menâhilü’l-İrfân li Ulümil-Kur'ân, Beyrut I9BS, 1,410
5. Subhi es-Salih. Mebâhîs fi Ulümi'l-Kur'ân, İstanbul ts., s. 19.
6. ez-Zerkâni, Menahil 1, 410.
7. Ebu'l-Hayr Mu hammed b. Muhammed el-Cezerî, Mürşidül-Mukriîn ve Mürşidü't-Tâlibîn, Tahkik. Ahmed Muhammed Şakir. Mısır 1931, s.3.
8. Necati Tetik, Kıraat İlminin Talimi, İst. 1990, s.71.
9. Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine Giriş. İstanbul 1983, s.75.
10 İbnü'l-Cezerî, en-Neşr fi'l-Kırâati'l-Aşr, Mısır ts, 1,9.
11. İbnü’l-Cezerî, en-Neşr, 1.9: ez-Zerkâni, Menâhilü'l-İrfân 1,412.
12. İsmail Karaçam, Kur'ân-ı Kerim'in Nüzulü ve Kıraati, İst. 1981, 244.
13. İbnül-Cezeri, en-Neşr. 1,5.
14. Abdurrahman Çetin, Kıraatlerin Tefsire Etkisi, Bursa 1996, s.70.
15. İbnü'l-Cezeri, en-Neşr 1.41-46.
16 "İbnu'l-Cezerî, isnadın sarahati şartının, tevatür ifadesiyle değiştirilmesi gerekliğini belirtir. Çünkü Kur'ân ancak mütevâtır isnatla sâbit olur. On kıraat üzerine ilâve edilen dört kıraat, sened bakımından sahih olmakla birlikte âhad haberlere dayanmaktadır. Mütevâtir değildir. Bu sebeple onunla ibâdet edilmez ve namazda okunamaz. Ümmet tarafından kabul gören ve bize ulaşıncaya kadar bir nesilden diğerine aktarılarak tevatür derecesinde bulunan kıraatlar, on kıraattir. Bugün için bu on kıraatin dışında mütevâtir kıraat yoktur bkz. Gelâluddin es-Suyuti, el-İtkân fi Ulumi’l-Kuran. Beyrut 1967, 1,239; Subhi es-Sâlih, Mebâhîs s.255-256; "Kur'âniyyetin Sübûtu için, kıraatin aslının mütevâtir olması gerekir. Suat Yıldırım, age., s.77.
17. İbnül-Cezerî, en-Neşr, 1,9, es-Suyuti, el-İtkân, 1,236-238; ez-Zerkânî, Menâhilü'l-İrfân, 1,426; Subhi es-Sâlih, Mebâhis s 255.
18. Cemâl Abdulazîz Ahmed, el-Kur'ân Ala Müsteveyâtı'l-Fushâ. el-Ezher Dergisi, s 683.
19. İbnü'l-Cezerî. en-Neşr, 1,10.
20. İbnü'l-Cezerî, en-Neşr, 1,10; ez-Zerkânî, Menâhilü’l-İrfân 1,420.
21. Muhammed Cemâlüddin Kâsımi, Tefsiru'l-Kâsimî-Mehâsinü'l-Te'vil Daru İhyâi'l-Kütübı'l-Arabiyye 1975,1,301.
22. ez-Zerkâni, Menâhilü'l-İrfân 1,420.
23. Subhî eS-Sâlih, Mebâhîs. s. 258.
24. Çetin, Kıraatlerin Tef sire Etkisi, s 73-74.
25. Suat Yıldırım, şifahî bilgi.
26. Cemâl Abdulazîz, el-Kur'an s.8S3.
27. Âyetin mânâsı şöyledir. "Allah ve Rasıîlü müşriklerden uzaktır". Hatalı okuyunca ise mânâ şöyle olur: "Allah, müşriklerden ve (haşa) Rasûlünden uzaktır".
28. bkz. İsmail Cerrahoğlu. Tefsir Usulü, Ankara 1933, s,91; Cemaluddin Ebu'l-Hasan Ali b. Yusuf el-Kıftî, Inbâhu'r-Ruvât ala Enbâhı'n-Nuhât, (tah. Ebu'l-Fadl İbrahim) Kahire 1986, 1,150.
29. İsmail Güler, Kur'ân'ın İrabı ve İbn Haleveyh'in Bu Sahaya Katkıları, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Ü Bursa 1991), s.25
30 İsmail Güler, Kur'ân'ın İrabı, s.35.
31. İsmail Güler, a.g.e., s.47. 32. Cemâl Abdulaziz. el-Kur'ân s 686
33. Ahmed Mekkî el-Ensâri, 'ed-Dıfâ' ani'l-Kur'an Dıdde'n-Nahviyyin ve'l-Müsteşrikin" Mısır 1973, önsöz
34. Ahmed Mekkî el-Ensâri, a. yer.
35. el-Ensâri, "ed-Difâ' ani'l-Kur'ân' s.80.
36. el-Ensârî, "ed-Difâ’ ani'l-Kur'ân", s.106, (İbn Mâlikin Teshilü'l-Fevâid veTekmilu'l-Makâsıd isimli eserinden naklen).
37. el-Ensârî, "ed-Dıfâ' ani'l-Kur'ân", s.102
38 Ahmed Mekkî el-Ensâri/ed-Dıfâ' ani'l-Kur'ân Dıdde'n-Nahviyyîn ve'l-Müsteşrikin", s. 2.
39, Aynı eser s 118. (el-Bağdadî'nin Hızaretü'l-Edeb IV. 321 isimli eserinden naklen.)
40. Ebû Şâme, İbrâzü'l-Meânî (Şerhu'ş-Şâtibıyye) s.275.
41. Ahmed Mekkî el-Ensârî, ed-Difa' anil-Kur'ân Dıdde'n-Nahviyyîn ve'l-Müsteşrikîn", önsöz.
42. Osman Keskioğlu, Kur'ân'da Gramer Hatası Yoktur, Ahmet Parlakışık'ın derlediği Oryantalizmin Soruları isimli kit abın içinde bir makale, İstanbul 1995.11. Baskı, s 135-144.
43. Gramer hataları hususunda Osman Keskioğlu'nun cevap verdiği iddialar; Londra Üniversitesinde Şark Dilleri Mektebinin Yakın Şark ve İslâm Şubesinin Müdürü Prof. Alfred Guıllaume'nin İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde 1953 senesi 11-17 Mayıs'ında "Garpta İslâm Tedkikleri" mevzuunda verdiği kon feranslarında ortaya attığı şüphelerdir. Bu âyetler için bkz. İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Mudur Editör, Z. Velidi Togan, İstanbul 1954, Cildi. Cüz 14, s. 142. Keskioğlu, bu müsteşrikin hatalı olduğunu iddia ettiği dürt (Mâide 69, Yunus 22, Tâhâ 63, Fussılet 11). âyete cevap vermiştir. Biz bu âyetlere ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi araştırma görevlilerinden M. Akif Koç'un, "John Burton'un 'Kur'ân'da Gramer Hataları' adlı makalesine yazdığı ve fakülte Dergisinin 1996 yılı cilt 35, say fa 553-559'da yayınlanan makalesinde zikrettiği üç (Bakara 177, Nisa 162, Mâide 69) âyete cevap vereceğiz. (John Burton'un makalesi,
Linguistıc Errors in The Our'an" ismiyle Journal of Semitic Studies Dergisi'nin 1938 Sonbahar sayısında yayınlanmıştır).
44. Muhammed Salim Muhaysin, el-Mühezzeb fil-Kıraati'l-Aşr veTevcihuhâ min Tarîki Tayyibeü'n-Neşr, Ka hire 1978 s.20; Ahmed Mekki el-Ensârî, "ed-Difâ' ani'l-Kur'ân Dıdde'n-Nahviyyîn ve'l-Müsteşrikin", s.56-58.
45. er-Razİ, Tefsîru'l-Kebîr, Beyrut ts., XXII,74-75; Süleyman Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, V.475-476. (el-Mesâhif, 60,146'(tan naklen).
46. Muhammed b. Ali Şevkânî, Fethu'l-Kadir, Mısır 1350h. 111,360-361.
47. et-Taberî, Câmıu'l-Beyân an Te’vil-i Âyı'l-Kur'ân. Beyrut 1988, cüz 16, IX,180; İbn Teymiyye, Mecmuu Fetâvâ, er-Riyad ts., XV,S50. (*) Keşfu-l-Hafa, 1/232; 2/850; Zeynuddin Uşaki, el-Muğnî, 1/635, nr. 2386;
48. Ebu'l-Kâsım Cârullah Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakâikı't-Tenzil ve Uyûm'l-Ekâvîl fi Vücûhi't-Te'vîl, 11.543; er-Razi, Tefsîru'l-Kebîr, XXII.75-76; Ebu Hayyân, Bahru'l-Muhit, Dâru'1-Fıkr 1983, VI.255; Tabir b. Âsur, Tefsiru't-Tahrîr ve't-Tenvîr, Tunus ts., XVİ,251 -254.
49. er-Razî, Tefsiru'l-Kebîr, XXII79; et-Tabresî/Tabersî Ebu Ali el-Fadl b el-Hasen, Mecmau’l-Beyân fi Tefsiri'l-Kur'ân, Beyrut ts., IV.113-115.
50. el-Ensarî, "ed-Difâ’ ani'l-Kur'ân, s.93.
51. es-Suyuti, el-İtkân, 1,589.
52. Kurtubi, el-Câmi'u liahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1985, Xl.216-219; eş-Şevkani, Fethu'l-Kadir, 111,373.
53. Ebu Hayyân, Bahru'l-Muhit, VI.255; Şevkâni, Fethu'l-Kadir, III, 373.
54 Ah med Mekkî el-Ensârî, "ed-Difâ' ani'l-Kur'ân", s.69.
55. er-Razî. ct-Tefsirul-Kebîr, XXII.78.
56. ibn Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, XV,257.
57. Taberi, 16, IX.180-181.
58. Muhyiddin ed-Dervîş, I'râbu'l-Kur'ânı'l-Kerim ve Beyânuh, Beyrut 1992, VI,207.
59. Abdurrahman Çetin, şifahî bilgi.
60. Keskioğlu, agm, s.140.
61- Ahmed Mekki el-Ensâri, "ed-Difâ' ani'l-Kur'an", S.61 Müellif daha sonra bu kırâatlar hakkında kim ne demiş uzun uzun anlatıyor. Biz yer darlığından dolayı zikredemiyoruz, arzu edenler bakabilir.
62- Ebu Muhammed Abdillah b. Müslim b. Kuteybe, Te'vilü Müşkili'l-Kur'ân, Kahire 1973, 54, Kurtubi, II, 240; Tahir b. Âşur, Tefsiru't-Tâhrîr ve't-Tenvir, II, 132-133, ed-Dervîş, İ'râbu'l-Kur'ânil-Kerim, 1,250, Elmalılı M. H. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, adı geçen âyetin tefsiri.
63. Taberi, cüz. 2, II, 100; er-Razi, Tefsiru'l-Kebîr, V. 44-45.
64. İbn Kuteybe, a. yer; Taberi, cüz. 2, II, 100; Kurtubi, II, 240.
65. ez-Zerkânî, Menâhilü'l-irfan, 1,338.
66. Abdullettah Abdilgınâ el-Kâdî, el-kırâat li Nazari'l-Müsteşrikin ve'l-Mülhidîn, Medinetü'l-Mûnevvara ts., s.173.
67. ez-Zemahşeri, el-Keşşâf. 1,532; ed-Derviş, İ'râbu'l-Kur'âni'l-Kerim, II, 377.
68. Kurtubi, VI, 14.
69. Anmed Mekki el-Ensârî. "ed-Difâ’ ani'l-Kur'ân', S.17.
70. Tefsiru'l-Kebîr; Bahru'l-Muhit; Mecmaul-Beyân fi Tefsiri'l-Kur'ân, Fethul-Kadîr, Hak Dini Kur'ân Dili, adı geçen âyetin tefsiri. el-İtkân S.1,589.
71. Kurtubî, VI.246; Tâhir b. Âşur, VI,270.
72. ez-Zemahseri, el-Keşşaf, 1,69; Tabresi, II, 155-156-
73. er-Razî, Tefsiru'l-Kebir, XII, 51; ed-Dervîş, İ'râbu'l-Kur'ânil-Kerim, 11, 526-527.
74 Ebu Hayyân, Bahru'l-Muhit, III, 531; Kurtubi, VI,246; Şevkânî, Fe thu'l-Kadir, II, 62.
75. es-Suyutî, el-İtkân, I, 590 76. Kurtubî, VI. 246.
77. er-Razî, Tefsîrul-Kebîr, XII,51-52.
78. Tâhir b. Âşur, VI, 270. 79. ed-Dervîş, I'râbu'l-Kur'âni'l-Kerim, VIII, 537.
80. Taberi, cüz 24, XII, 99; Kurtubî, XV, 344; ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, III, 446; Ebu Hayyân, Bahru'l-Muhit, VII. 487.
81 - Tefsiru'l-Kebîr, cüz XVII, 63.
82. Hak Dini Kur'ân Dili, IV, 2699.
83. Keskioğlu. agm. S.142-143.
84. Ebu Bekir es-Sicistani, el-Mesâhif, Mûessesetü Kurtuba ts., s.34, Ebu Amr Osman b. Saıd ed-Danî, el-Mukni fi Resmi Mesâhifi'l-Emsâr, Kahire 1976, s. 121.
85. es-Sicistanî, el-Mesâhif, s.32; ed-Dani, el-Mukni. s.119.36. es-Suyutî, el-ltkân, 1,534-585. 37. Abdulletlah Abdilgmâ el-Kadî, el-kırâat fi Naian'l-Müsteşrikin ve'l-Mülhıdîn. S. 173.
88. Meselâ bkz. ed-Danî, el-Muknî, s.119; Abdulaziz Çaviş. Esraru'l-Kur'ân, Asitane 1331, I, 34.
89 er-Razi, Tefsîru'l-Kebîr, XXII,74-75; yecmau'l-Beyân fi Tefsiri'l-Kur'ân, ilgili ayetin tefsiri, II, 289; Tabir b. Âşur, Tefsiru't-Tahrir ve't-Tenvîr, ilgili âyetin tefsiri, VI.29.
90. bkz. Kurtubi, VI,14-15; Şevkâni, Fethu'l-Kadir, 1,537.
91. ez-Zemahşeri, el-Keşşâf. I,582.
92. Ta beri, cüz. 6, IV.36-27.
93. Ebu Hayyân, Bahru'l-Muhît, adı geçen âyetin tefsiri,
94. Cemâl Abdıılazi; Ahmed, el-Kur'ân s.890.
95. Tahir b. Âşuf, Tefsirul-Tahrîr ve'1-Tenvir, XVI, 254.
96. Tahir b. Âşur, a.g.e., II, 134.
97. Kurtubi, II, 240. Dipnot; el-Ensârî, "ed-Difâ' ani'l-Kur'ân", s.96, 98. Ahmed Mekkî el-Ensâri. "ed-Difâ' ani'l-Kur'ân", s.70; Cemâl Abdulazîz Ahmed, el-Kur'ân s. 887.
99. Ebu Amr Osman b Said ed-Dâni, el-Mukni' fi Ma'rıfeti Mersumi Mesâhifi Ehli'l-Emsâr, Dımeşk 1940, s. 122.
100. es-Suyutî, el-İtkân, 1, 586-588: İbn Teymiyye, Mecmuu'l-Fetâvâ, XV, 250-256
101. İbn Teymiyye, Mecmuul-Fetâvâ, XV, 253.
102. Tirmizi, Sünenüt-Tirmizi, Medine 1973, Tefsiru sure 9, 19.
103. es-Suyutî, el-ltkân, I, 586-588.
104. ed-Dânî, el-Mukni, s.115.
105. İbn Teymiyye, Mecmûu'l-Fetâvâ, XV,248-264.
106. Abmed Mekki el-Ensârî, "ed-Difâ' ani'l-Kur'ân", s.94.
107. ez-Zerkanî, Menâhil. I, 386-387.
108. ez-Zerkanî, a.g.e., I,392-393.
109. ez-Zerkani, a.g.e., I, 393.
110. Daha geniş bilgi için bkz. Mücteba Uğur, (Mustafa Sıbaî'nin "Oryantalizm ve Oryantalistler') ismiyle terceme ettiği kitaba yazdığı önsöz, İstanbul 1993, s.12-14; M. Hamdi Zakzük, Oryantalizm veya Medeniyet Hesaplaşmasının Arka Plânı, (terc. Abdülaziz Hatip), İzmir 1993; Edward Said, Oryantalizm, Sömürgeciliğin Keşif Kolu, (terc. Selahaddin Ayaz), İstanbul 1991.