KUTLU FORUM
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.
KUTLU FORUM

Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz
 
AnasayfaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 ŞEYTAN VE KÖTÜLÜK

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
@bdulKadir
Adminstratör
@bdulKadir


Mesaj Sayısı : 6727
Rep Gücü : 10015177
Rep Puanı : 97
Kayıt tarihi : 17/03/09
Yaş : 61
Nerden : İzmir

ŞEYTAN VE KÖTÜLÜK Empty
MesajKonu: ŞEYTAN VE KÖTÜLÜK   ŞEYTAN VE KÖTÜLÜK Icon_minitimePaz Ekim 25, 2009 7:45 am

ŞEYTAN VE KÖTÜLÜK



İnsan tarafından gerçekleştirilen ve iyinin (hayr) zıddı olan kötüyü (şerr) fert ve toplum olarak insan davranışlarından bahsederken anlattık. Biz burada Kur’an’ın sık sık kişileştirerek İblis ve Şeytan adını verdiği kötülük ilkesini ele alacağız. Her ne kadar Şeytanın kişileştirilmesi İblis’in kişileştirilmesinden çok daha az ise de, Kur’an Mekkî surelerde Şeytandan çoğul olarak şeytanlar diye bahsetmektedir. Bu kelime bazen, belki de mecazî olarak, insanlar için de kullanılmıştır: “Şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman (münafıklar), “biz, sizinle beraberiz, biz sadece onlarla alay ediyoruz” derler” (2/Bakara, 14); “Böylece Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık” (6/En’am, 112).
Fakat “şeytanlar” kelimesinin, insanlar için mecazî olarak kullanıldığı kabul edilirse, acaba cinler için de mecazi kullanıldığı olabilir mi? Faydalı bir çalışma olan, fakat henüz yayınlanmamış eserinin 5. bölümünde –The Pneumatology of the Qur’an (Kur’an’ın Ruhaniyat İlmi, bu eser, Melekler, Cin ve Şeytan’dan bahsetmektedir)– Dr. Alford Welch, Kur’an’ın “İblis sürüleri” diye tabir ettiği şeylerin (26/Şuarâ, 95) cinler olduğu sonucuna varmıştır. Bu cinlerin şöyle dedikleri Kur’an’da mevcuttur: “Biz göklere dokunduk, oraları kuvvetli bekçilerle ve alevlerle doldurulmuş bulduk. Ve biz oraları dinlemeye mahsus olan oturma yerlerinde oturur (gayb haberlerini işitmeye çalışır)dık. Artık kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev parçası bulur” (72/Cin, 8-9). Kur’an şeytanların (çoğul olarak) gizlice gökten haber çalmaya çalıştıklarını, fakat oradan kovalandıklarını tekrarla söylemesi, bunun öyle olduğunu gösterir (15/Hicr, 17; 67/Mülk, 5; 72/Cin, 8-9, vs.).
Cinlerin az veya çok insanlara benzer varlıklar oldukları, fakat onların ateşten, insanların ise pişmiş topraktan yaratıldıkları Kur’an tarafından tasdik edilmektedir (7/A’raf, 12; 55/Rahman, 14-15). Yine Kur’an şöyle ifade etmektedir (18/Kehf, 50); “İblis cinlerden idi, fakat o, Rabbinin emrine uymadı”. Onun için, Kur’an’da cinlerin bir cins yaratık oldukları genelde kabul edildiği göz önünde bulundurulursa Dr. Welch’in görüşünün akla yakın olduğu anlaşılır. Ancak bu durumun sadece cinlerden bir kısmı için geçerli olduğunu söylemek gerekir. Çünkü Cin Kur’an’da insana paralel bir mahluk olarak görülmüştür. Allah’ın gönderdiği vahiy onlara da hitap etmektedir, ama her halde biraz daha ikincil olarak:
Bir zamanlar cinlerden bir grubu, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona geldiklerinde birbirlerine: “Susun, (dinleyin)” dediler, (okuma) bitince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler: “Ey kavmimiz” dediler, “Biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola götüren bir Kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine uyun, ona inanın ki (Allah), günahlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun” (46/Ahkaf, 29-31).
Cinlerin, göklerin dinlemeye mahsus oturma yerlerinde orada olup bitenleri dinlediklerini, fakat şimdi artık bunu hiç kimsenin yapamadığını söyledikleri 72/Cin suresinin (72/Cin, 8-9), ilk ayetleri, onların Kur’an’ın öğretisini harikulade buldukları için kabul ettiklerini söylemektedir. Bu sure ve yukarıda iktibas ettiğimiz 46/Ahkaf suresindeki önemli bir nokta, Peygamber’in kendisinin cinleri doğrudan gören veya işiten biri olarak temsil edilmeyişidir. Cinlerin neler söylediklerini veya yaptıklarını ona haber veren yine Allah’tır. Ayrıca 72/Cin suresinde cinlerin ağzından şunlar nakledilmektedir: “Bazılarımız faziletli, fakat diğer bazılarımız bundan daha kötüdür” (72/Cin, 11); “Biz yol gösteren Kur’an’ı işitince ona inandık... Bizden Müslümanlar da var, hak yolundan sapanlar da var. Kimler Müslüman olursa işte onlar doğru yolu aramışlardır” (72/Cin, 13-14). Bu nedenden dolayı Kur’an’a göre, bütün cinlerin veya bu cinlerin büyük çoğunluğunun şeytan sürüsü veya kovulmuş melekler olduklarını kabul etmek çok güçtür. Bununla beraber, cin [türünün] kötülüğe eğilimi, insan [ırkının] kötülüğe eğiliminden daha fazla olduğu görülmektedir.
Cinlere has bir peygamberin gönderildiğine veya cinlerden bir peygamber geldiğine dair Kur’an’da hiçbir işaret yoktur. Sadece onların Hz. Musa’ya ve Hz. Muhammed’e inandıkları ve Hz. Süleyman’a işçi köle olarak çalıştıkları (34/Sebe’, 12-14) belirtilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki cinler, biraz daha dehşet verici bir tabiatları ve (gözle görülememe gibi) bazı daha güçlü yönleri olmakla beraber, kötülüğe daha eğilimli ve insandan daha aptal olmalarının dışında insanlardan pek de farklı yaratıklar değildir. Kur’an, genellikle onlara ya doğrudan doğruya hitap etmekte veya insanlarla bir tutarak hitap etmektedir (mesela bkz.: 6/En’am, 130; 7/A’raf, 38, 179; 17/İsra, 88; 27/Neml, 17; 41/Fussilet, 25, 29; 46/Ahkaf, 18; 55/Rahman, 33). 34/Sebe’ suresinin 41. ve 6/En’am suresinin 100. ayetlerinden açıkça anlaşılmaktadır ki, en azından bazı Araplar, İslam’dan önce cinlere tapıyorlardı. Yine 11/Hicr suresinin 27. ayetinde ve 7/A’raf suresinin 12. ayetinden anlaşıldığına göre, cinler insanlardan önce yaratılmışlardır. Acaba cinler, evrim sürecinde önceki bir gelişme aşamasını temsil edebilirler mi? Bu güç soruyu şimdilik böylece bırakıp şurasını belirtelim ki Kur’an, Medine devrinde artık cinlerden pek bahsetmemiştir. Ama yine de kendisini “insanlara yol gösterici” olarak tanımlamaktadır. Doğrusu Kur’an hiçbir zaman cinlere doğrudan doğruya veya onları esas alarak hitap etmemiştir (yukarıda da belirttiğimiz gibi zaten Kur’an’ı dinledikleri anlatılan ayetlerde Peygamber’in onlarla doğrudan temas halinde olmadığı, fakat bu durumun vahiy ile kendisine bildirildiği Kur’an tarafından belirtilmiştir).
Şeytana gelince, Hz. Adem’in yaratılması olayı ile ilgili olarak II. Bölüm’de belirttiğimiz gibi, İblis, Hz. Adem’den önce cin şeklinde olmakla birlikte insan şeytanla çağdaş olarak var idi. Bu durum, çok önemli bir noktaya işaret etmektedir. Şöyleki kötülük ile iyilik arasındaki mücadele sadece ve sadece insan için bir anlam ifade etmektedir. Onun için Kur’an, İblis’i Allah’ın emrine karşı gelen bir âsi olarak tasvir etmiştir. Bu yüzden Şeytan, Allah’ın değil, insanın rakibi ve düşmanıdır. Çünkü Allah, Şeytanın yaklaşamayacağı kadar ondan uzaktır. Şeytan’ın hedefi insandır. Yine şeytana karşı muzaffer olabilecek olan veya ona mağlub olup helak olabilecek olan insandır. Bu yüzden metafizik açısından şeytan Allah’a eş tutulamaz (Yezdan’a rakip olarak tasvir edilen Ehirman, Zedüştlerin işledikleri bu hatayı göstermektedir). Bunun içindir ki, Kur’an, devamlı insanı şeytanla mücadele etmesi için uyarmaktadır:
Derken şeytan onların (Adem ile Havva’nın) cennetten düşmelerine sebep oldu, içinde bulundukları nimetler yurdundan onları çıkardı. Biz de dedik: “Birbirinize düşman olarak inin” (2/Bakara, 36; ayrıca 7/A’raf, 22, 24).
Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helal ve temiz şeylerden yiyin, şeytanın adımlarını izlemeyin, çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır (2/Bakara, 168).
Ey inananlar, hepiniz birlikte barışa (yani İslam kardeşliğine) girin. Şeytan’ın adımlarını izlemeyin, çünkü o size apaçık düşmandır (2/Bakara, 208; yine bkz. 6/En’am, 143).
Şeytan insanın apaçık düşmanıdır (12/Yusuf, 5; 17/İsra; 53).
Şimdi siz, Allah’ı bırakıp şeytanı ve onun neslini dostlar mı ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır (18/Kehf, 50).
Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman tutun (35/Fatır, 6).
Bu durumda Kur’an’dan çıkarılabilecek en dikkat çekici fikir, şeytanın faaliyetleri insanlık arasında çok yaygın olduğundan insanın her an devamlı tetikte olması ve kendini kollamasıdır. Ne zaman ki insan, kendi nefsini rahatlatır ve işi gevşetirse Şeytanın aldatmalarına derhal yem olabilir. Her ne kadar hemen hemen her insan belli bir ölçüde şeytanın teşvik ve aldatmalarına maruz kalmıştır denebilirse de, aslında takva sahibi olan insanlar (yani ahlâkî tehlikeye düşmekten devamlı korkup sakınmak için tetikte olan kimseler) şer olan bir kötülüğü pek işlemezler ve şeytanın hilelerini derhal farkeder, böylece uyanırlar. Onun için Kur’an, Peygamber’e der ki: “Ne zaman Şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah’a sığın, çünkü O, işitendir, bilendir. Takva üzere olanlar, kendilerine Şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman, hemen (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlar ve gerçeği görürler” (7/A’raf, 200-201).
Buradan anlaşılıyor ki Şeytanın faaliyeti, temel olarak bir kimseyi şaşırtmak ve geçici olarak (veya artık kötülüğü benimsemiş olan kimseler için daimî olarak) basiretini bulandırmaktadır. Ama Kur’an ısrarla belirtmiştir ki hiçbir insan, aslında Şeytanın dokunmasından tamamen emin olmamakla beraber, ahlâkî doğruluğunun istila edilmemesi için her an tetikte olan bir kimseye karşı Şeytanın hiçbir gücü yoktur. Onun için Allah, şeytana şöyle demektedir: “Benim (doğru) kullarıma senin gücün yetmez. Ancak sana uyan azgınlara gücün yeter” (15/Hicr, 41, ayrıca bkz. 17/İsra, 65) ve yine: “İnananlara ve Rabblerine dayananlara şeytanın gücü yetmez” (16/Nahl, 99).
Şeytanın pençeleri tek başına pek güçlü değildir. Onu asıl güçlü yapan, insandaki irade zayıflığı, ahlâkî cesaretin olmayışı ve gereken takvanın bulunmayışıdır. Kur’an’a göre şeytanın aldatması, kişinin ümitsizliğinden ve ne yapacağını bilemeyişinden kaynaklanmaktadır. II. Bölüm’de, tam zıddı olan kendine güvenme gibi, ümitsizliğin de şeytanî bir davranış olduğunu söyleyen Kur’an ayetini vermiştik. Önce Şeytan, tamamen gururunun esiri olarak Hz. Adem’e secde etmeyi reddetti, çünkü Adem’den üstün olduğunu zannediyordu. Fakat Allah, onu huzurundan kovunca bu defa tamamen ümitsizliğe kapıldı ve bir nevi her türlü ümitsizliğin de sembolü oldu:
Allah: “Ey İblis, neyin var ki sen secde edenlerle beraber olmadın?” dedi. İblis: “Ben, pişmemiş çamurdan, değişken bir balçıktan yarattığın insana secde edemem” dedi. Allah: “Öyle ise çık oradan, çünkü sen artık kovuldun. Tâ ceza gününe kadar üzerine lanet edilecektir” buyurdu. İblis dedi ki: “Rabbim, bari tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver”. Allah: “Haydi” dedi, “sen ertelenmişlerdensin! O bilinen vaktin gününe kadar!”. İblis: “Rabbim, beni azdırmandan ötürü andolsun ki ben de insanlara yeryüzünde kötülükleri süslü göstereceğim ve ihlaslı olanlar hariç kullarının hepsini azdıracağım (15/Hicr, 32-40).
Şeytanın bu mutlak ümitsizliği, onun insanı saptırmasındaki korkunç stratejileriyle çok güzel ifade edilmektedir: “Şeytan, Allah’a dedi ki: Beni azdırmana karşılık ben de insanları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından; sağlarından, sollarından sokulacağım ve çoklarını (sana) şükredenlerden bulmayacaksın” (7/A’raf, 16-17).
İblis veya Şeytan böylece güçlü olmaktan ziyade aldatıcı ve kurnaz görünmektedir; insanı doğrudan karşılamaktan ziyade tuzak kurma ve arkadan vurma yolunu seçmektedir; erkekçe savaşmak yerine hile kurmayı, saptırmayı ve göz boyamayı tercih etmektedir. Bu yüzdendir ki Şeytan, Kıyamet günü kendilerini yoldan çıkardığını iddia eden insanların suçlamalarına karşı şöyle cevap verecektir: “Allah size gerçek vadetti, ben ise size (gerçeksizlik) vadettim. Benim sizi küfre zorlayacak bir gücüm yoktu. Sadece sizi kötülüğe davet ettim, siz de benim davetime koştunuz. O halde beni suçlamayın, kendi kendinizi suçlayın. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni. Ben, önceden beni Allah’a şirk koşmanızı zaten tanımamıştım. Doğrusu zalimler için acı bir azap vardır” (14/İbrahim, 22). Yukarıda belirtildiği gibi Şeytanın asıl gücünü, insan iradesinin zayıflığında aramak gerekir. Çünkü onun bizzat kendinde çok az bir güç vardır. En çok kullandığı hile ise, “süslemek” veya dünyanın en süfli şeylerini gayet süslü ve “çekici göstermek”, ya da verimli ve çok iyi neticeler verecek olan birşeyi korkunç ve yapması çok güçmüş gibi göstermektir: “Şeytan onlara yaptıklarını süslü ve çekici gösterdi” (6/En’am, 43); “Şeytan onlara yaptıkları işi süsleyip güzel gösterdi” (8/Enfal, 38 ve yine bkz. 16/Nahl, 63; 29/Ankebut, 38; 47/Muhammed, 25); “Şeytan, sadece kendisine uyanları korkutabilir” (3/Âl-i İmran, 175).
O halde Şeytanın ne kadar güçlü olduğu insana bağlıdır. İnsanın kendisinin bu noktadaki zayıflığını II. Bölüm’de etraflıca işlemiştik. Şeytanın kendisi sık sık Kur’an’da Allah’a karşı gelen bir âsi olarak anlatılmıştır (37/Sâffat, 7; 22/Hac, 3; 4/Nisa, 117). Fakat bu, neticede onun çaresizliğinden başka birşey ifade etmez. Kıyamet günü Şeytanın bile bütün bu çalışmalarının bir sonuç vermediğini bizzat kendisinin itiraf edeceğini ve aslında insanlar üzerinde hiçbir güce sahip olmadığını yukarıda gördük. Nitekim Kur’an der ki: “Şeytan onlara aldatmadan başka hiçbir şey vadetmez” (19/İsra, 64; 4/Nisa, 120). Bu ayet açıkça göstermektedir ki Şeytanın hiçbir sözünde hakikat yoktur. Ayrıca “İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkar edenler de İblis (Tağut) uğrunda çarpışırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın, çünkü Şeytanın hilesi zayıftır” (4/Nisa, 76). Kötünün bizatihi zayıf, hakikatin ise güçlü olduğu konusundaki kesin kanaat; yanlış ve kötünün mağlup edilebileceği ve gerçekten de mağlup olacağı yolundaki Kur’an’ın sarsılmaz inancını doğurmuştur. “Onlar, şeytanın partisidir. İyi bilin ki, şeytanın partisi mutlaka kaybedecektir” (58/Mücadele, 19); “Muzaffer olacak olan mutlaka Allah’ın partisidir” (5/Maide, 56); “Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah’ın partisidir. İyi bil ki kurtuluşa erenler de, Allah’ın partisinde olanlardır” (58/Mücadele, 22).
Daha önce de gördüğümüz gibi Şeytan, kendine uyanları aldatır ve sonra yalnız bırakır: “Şeytan, insanı (kötülüğe sürükleyip) yapayalnız ve yardımcısız bırakır” (25/Furkan, 29). Bu dünyada dahi şeytanın aldatmacalarına insan kandıktan sonra Şeytan yine de sorumluluk kabul etmez: “Şeytan insana “inkâr et” der ve insan inkâr edince de: “Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” der” (59/Haşr, 16). Onun için, insana asıl tehlike teşkil eden Şeytanın güçlü olması değil, onun iltifatları karşısında dayanma gücü gösteremeyen insanın kendi iradesidir. Bu süslemeler ve iltifatlar insanın akıl ve kalbini öyle bir durumda yakalar ki insan artık hakikat olan, fakat ilerde gelecek olan faydalı neticeler veren ahireti ve yaratılışın yüksek gayelerini unutarak yaşadığı an içerisinde kendini kaybeder. II. Bölüm’de insanın ne kadar basiretsiz olduğunu ve ne kadar dar çerçeve içinde kaldığını görmüştük. Aslında onun en zayıf tarafının bu olduğu orada saptanmıştı. Burada da anlıyoruz ki Şeytanın en fazla kullandığı yön yine budur. Bir bakıma Şeytan, insanda var olan kötü eğilimleri kuvvetlendiren bir güçten başka birşey değildir. Bu ikisi birleşince artık onlar zaptedilemez. Eğer insan bu güçlü birleşmeyi reddetmek istiyorsa, o zaman içinde taşıdığı fıtrî iyilik eğilimlerini güçlendirmek ve geliştirmek için kendisini şuurlu olarak Allah’a yöneltip onun yanında yer alması çok önemlidir.
Şeytanın aldatıcı hilelerinden ve çaresiz verimsizliğinden, ayrıca, onun korkunç gayretlerinin her türlü verime karşı olmasından dolayı, Kur’an sık sık insanı “şeytanın izinden gitmemek” için uyarmaktadır. Çünkü Şeytanı izlemek, insanı kendi mahvoluşundan başka hiçbir yere götürmez. Şeytan insanın gerçek düşmanıdır. Şeytanın izinden gitmek, insanın herhangi bir kötülüğü işlemesi demektir. Bu kötülük ne olursa olsun, israf olsun, ahlâksızlık olsun, ya da savaş veya diğer kötülükler olsun durum hiç değişmez: “Ey insanlar, yeryüzünde bulunan helal ve temiz şeylerden yiyin. Şeytanın adımlarını izlemeyin, çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır” (2/Bakara, 168). Yine:
Bilgisizlik yüzünden çocuklarını cahilce öldürenler ve Allah’ın kendilerine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek haram kılanlar muhakkak ki kaybedenlerdir. Onlar artık yollarını kaybetmiş ve doğruyu bulmaya da istekli değildir. Çardaklı ve çardaksız üzüm bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmaları, ekinleri, zeytinleri, narları birbirine benzer, fakat ayrı şekillerde yaratan hep O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvesinden yiyin. Hasat günü (fakirlere düşen) hakkı verin. Fakat israf etmeyin, zira O, israf edenleri sevmez. Hayvanlardan da (çeşit çeşit yarattı), kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır. Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin, Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır (6/En’am, 140-142; ayrıca bkz. 17/İsra, 17 aslında israf edenler şeytanın kardeşleridir).
Benzer bir biçimde savaş hakkında Kur’an şöyle der: “Ey insanlar, hepiniz birlikte barışa girin, Şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık düşmandır. Size açık açık deliller geldikten sonra yine doğruluktan saparsanız, bilin ki Allah daima üstündür, hikmet sahibidir” (2/Bakara, 208-209). Münafıkların Müslümanlar arasında fitne tohumları ekmeye teşebbüs etmelerinden bahsettikten sonra Kur’an, ahlâk bozukluğu hakkında şunları söylemektedir: “Ey inananlar, Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim Şeytanın adımlarını izlerse, o, ona ahlâksızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı hiçbiriniz asla (günahlardan) arınamazdınız. Fakat Allah, dilediğini arındırır. Allah, işitendir ve herşeyi bilendir” (24/Nur, 21); Ayrıca: “Ey Ademoğuları! Şeytan, ana babanızı çirkin yerlerini göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de şaşırtıp bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz Şeytanları inanmayanların dostları yaptık” (7/A’raf, 27).
Bir insanın şeytanın adımlarını izleyebilmesi veya izlemesi fikrinin iki temel özelliği vardır: Birisi, Şeytan hiçbir zaman bir kimseyi kötülük yapmaya zorlamaz ve zaten zorlayamaz da. Fakat avını aldatmaya veya kötülüğe teşvik etmeye çalışır. Onun aldatması, müeccel ve sathi gayeleri gözler önüne getirmekten ibarettir; veya bu dünya hayatının öyle bir şekilde insana gösterilmesidir ki, birçok kimse buna aldanır. Onların çoğu geçici olarak aldanır, ama yine de birçok kimse buna devamlı aldanır ki Kur’an, onlara Şeytanın “dostları” veya “Şeytanın Partisi” ismini vermiştir. İkincisi, aynen bir tertipçinin izlerinin takipçisini uçuruma götürmesi gibi Şeytanın adımları da takipçisini felaketten başka hiçbir yere götürmez. Şeytanın adımlarının nereye gittiğini anlamak, insan için bu yüzden çok önemlidir. Aksi halde insanın kendisini felaketten kurtarması çok zordur ve hatta imkansızdır. O halde asıl problem insanın kendi içindedir. Çünkü o, iyilik ve kötülük; bilgi ve cehalet, güç ve zaafiyet gibi zıtların bir karışımıdır (bununla ilgili olarak II. Bölüm’de insanın zayıf noktaları konusuna müracaat edilebilir). İnsanın kendini koruması için tek anahtar “takva”dır. Takva aslında korunmak demektir (II. Bölüm’e bkz.), ama insanın tutuşturması gereken derunî bir ışık ve ruhanî bir kıvılcımdır. İnsanın doğru ile yanlışı, görüntü ile hakikati, müeccel ile ebedî olanı vb. ayırdedebilmesi için bu kıvılcımı kendi içinde tutuşturması şarttır. Takvanın elbetteki dereceleri vardır, ama bir defa insan onu elde ederse Şeytanın adımlarının nereye götürdüğünü görebilir ve artık ona aldanmaz.
İnsanın kendi içinde hem iyiye hem de kötüye karşı eğilimli olması onu, kötülükten arınmış olan ve iyiyi otomatik olarak yapan meleklerden ayırmıştır. Bu durum insanı, cinlere daha yakın bir varlık yapmıştır. Ama cinler, insandan daha çok kötülüğe eğilimlidir. Her ne ise, insanda bu iki eğilim arasında [sürekli] bir mücadele vardır. Fakat kötülük tarafından olan yönleri, binlerce çeşit hileleri olan (insanın kendi faziletleri ile övünme, onlarla yetinme ve insandaki mülayimlik gibi duyguları okşayarak aldatma hileleri de dahil) ve insanın kolaya ve müeccel olan şeye karşı zayıflığından (kendini aldatma gibi tehlikeli insan damarları ile teçhiz edilen yönlerinden) dolayı kötüye, iyilik elbisesi giydirebilen Şeytanın varlığının objektif bir gerçeklik olması ile daha da güçlenir. O halde Şeytan, Kur’an’da “takva” olarak adlandırılan, insanın basiret duygusunu tamamen yok edebilir.
İşte insandaki kötülük eğilimi ile gerçekten var olan bir şeytanın birleşmesidir ki, insanın Allah’a yönelmesini veya Allah’ın yardımını istemesini zorunlu kılar. Kur’an’ın söylediğine göre Allah, bize sadece yardım etmekle kalmaz, aynı zamanda O’nun tarafında olanın, yani Allah’ın partisinde olanın sonuçta mutlaka kazanacağını belirtmiştir: “Allah’ın ve Peygamberinin tarafında olanlar inananlardır, Allah’ın partisi elbette muzaffer olacaktır” (5/Maide, 56). Hatta daha önce de gördüğümüz gibi “Şeytanın partisi de mutlaka kaybedecektir” (58/Mücadele, 19).
Subjektif ve objektif iyiliğin karşıtı olarak bu subjektif ve objektif kötülük fikri, Şeytanın varlığını ispatlamış olur. Bu bölümün başında da belirttiğimiz gibi Şeytan insanın içinde yoktur, ancak teşbihen insanda olduğu söylenebilir. Fakat o, devamlı insanla beraberdir. Çünkü Adem’den önce Şeytan diye birşey yoktu. Onun için insandan bağımsız olarak Şeytan diye birşey olamaz. Diğer taraftan şeytanın faliyetleri, teklifleri cazip, yani çekici göstermeler ve davetlerle insanın aklını ve nefsini etkilemek şeklinde bizzat insanın içinde cereyan etmektedir: “Derken Şeytan onlara (Adem ile Havva’ya) fısıldadı” (7/A’raf, 20; ayrıca 30/Rum, 120; 23/Mü’minûn, 97). Fakat gerçekten de insanın zihnine (daha doğrusu içgüdülerine) kötü şeyler “fısıldayan” olarak atıfta bulunulmuştur (50/Kaf, 16). İnsanın aşağılık duyguları da kendisini sadece kötülüğe teşvik edici olarak değil, aynı zamanda ona kötülüğü emredici olarak belirtilmektedir: “(Yusuf dedi) “Ben (Mısırlı kadınların sorguya çekilmesini istemekle) nefsimi temize çıkamak istemiyorum. Çünkü nefis, daima kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin esirgemesi (bizleri kötülük işlemekten alıkoyabilir). Zira Rabbim bağışlayan ve esirgeyendir” (12/Yusuf, 53). Bu ve buna benzer bazı ayetlere dayanarak bazı Müslüman düşünürler özellikle birçok Sufî, Şeytanın gerçekten de bizzat insanın içinde olduğunu veya insanın kötü yönlerinin şeytan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Halbuki bu ayetler şöyle yorumlanmalıdır: İnsanda mevcut olan bilkuvve kötülük eğilimi dıştan gelen (fakat insanın içinde cereyan eden Şeytanın) kötülüğü yapmaya teşviki ile o kadar güçlenir ki bu ikisinin birleşmesi gerçek bir “emir” yani artık hemen hemen dayanılmaz bir hakikat halini alır.
Şeytanın, kötülüğün objektif ilkesi mi; yoksa bir “şahıs” mı olduğu sorusu, cevaplanması daha zor bir meseledir. Yalnız Kur’an’da kötülük, özellikle Hz. Adem’in yaratılışı anlatılırken bir şahıs olarak temsil edilmiş ve onun özel ismi ise “İblis” olarak belirtilmiştir. İblis, yalnız Allah’ın emrine uymayı reddetmek ve Adem’e secdeyi kabul etmemekle kalmamış, ayrıca Allah’a karşı epeyce uzun bir çatışmaya girmiştir. Ama daha sonra Hz. Adem ve Havva yasaklanan meyveden yiyince, onları isyana teşvik eden, İblis olarak değil, kötülük ilkesinin artık genel adı olan “Şeytan” ile isimlendirilmiştir. Adem ile Havva’nın yaratılması ve cennetten kovulmaları daha ziyade teşbihlerle ve canlı bir dille anlatıldığı için Kur’an’ın burada anlattığı şeyin gerçekten bir “şahıs” olup olmadığı çok muğlak kalmıştır. Hz. Adem’in yarıtılışı olayının dışında (38/Sâd, 74-75; 20/Tâhâ, 116; 18/Kehf, 50; 17/İsra, 61; 15/Hicr, 31-32; 7/A’raf, 11; 2/Bakara, 34) İblis kelimesi 26/Şuarâ suresinin 94-95. ayetlerinde de geçmektedir: “Onlar (Allah’a ortak koşulan ve tapılan şeyler) ve azgınlar (sahte tanrılara tapanlar) ve İblis’in bütün sürüleri de tepe takla cehenneme atıldılar” (burada “sürü” kelimesi herhalde teşbih olarak kötülüğe teşvik eden insan ve cinleri içermektedir). Yine 34/Sebe’ suresinin 20. ayetinde: “Andolsun İblis, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. İnanan bir kısım kimselerden başka hepsi ona uydu” (burada anlatılan kimseler, Arim tufanına ve diğer bir kısım felaketlere maruz kalan Güney Arabistan halkıdır). Bu ikinci ayette İblis adı, Hz. Adem hikayesindekinden daha az vurgulu bir tarzda bir şahsı temsil edecek şekilde kullanıldığı için herhalde şeytan anlamına daha yakındır.
Şeytan kelimesi, genelde tekil olarak kullanılmasına rağmen, çoğulu da Kur’an’da sık sık kullanılmıştır. Çoğul olarak kulanıldığında “ins ve cin şeytanlar” (6/En’am, 112) ifadesinde olduğu gibi bir kısım yerde teşbih olarak geçmektedir. Yine şu ayetlerde: “İnanmış olanlara rastladıkları zaman, “inandık” derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman; “biz, sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyorduk” derler” (2/Bakara, 14); “Rabbine andolsun ki onları ve şeytanları mutlaka toplayacağız. Sonra onları diz çökmüş vaziyette cehennemin çevresinde bulunduracağız” (19/Meryem, 68). Allah, Şeytan’a (tekil olarak) kıyamet gününe kadar yapacaklarını yapsın diye mühlet verdiği için, onun haşredilmesi sözkonusu değildir (şuna dikkat etmeliyiz ki “toplama” (yani haşir), “son hüküm” kelimesi ile beraber kullanılınca “Kıyamet” anlamına gelir).
Diğer taraftan “Şeytan” kelimesinin çoğul olarak kullanıldığı birçok ayet var ki, bunlar artık teşbih değil hakikattir: “Onlar (inanmayanlar) şeytanları Allah’tan başka dostlar edindiler” (7/A’raf, 30) ya da “Biz şeytanları inanmayanların dostları yaptık” (7/A’raf, 27). Burada, herhalde kötü cinler kasdedilse de şeytanların, Hz. Süleyman için birçok işler gördükleri gibi denize dalarak ona inci çıkardıkları kaydedilmektedir (21/Enbiya, 82). Çünkü Hz. Süleyman için çalışanların cinler olduğu açıkça belirtilmiştir (27/Neml, 39).
Bir kısım insanlar, özellikle mübâlağa ve hayal mahsulü tasvirlerle uğraşan şairler, şeytanlardan vahiy alıyorlardı. Peygamberimiz (a.s.v.) bundan münezzehtir (halbuki hiçbir insan, peygamberler de dahil, şeytanın yaklaşmasından muaf değildir). 26/Şuarâ suresinin son ayetleri bu hakikate işaret etmektedir: “Bu Kur’an’ı şeytanlar, cinler indirmedi. Bu, onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da. Çünkü onlar, onu işitmekten menedilmişlerdir (yani Cebrail, Kur’an’ı Peygamber’e vahiy olarak okurken onlar işitemez, V. Bölüm’deki vahiy konusuna bkz.)” (26/Şuarâ, 210-212). Ayrıca: “Şeytanların kime ineceğini size haber veriyim mi? Onlar her günahkâr yalancıya inerler. O yalancılar, (şeytanlara) kulak verirler, çoğu zaman da yalan söylerler. Şairlere gelince onlara da azgınlar uyar. Görmüyor musun onları? (Nasıl) her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar? Onlar yapmadıkları şeyleri söylerler. Ancak inananlar ve iyi işler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve kendilerine zulmedildikten sonra üstün gelmeğe çalışanlar böyle değildir” (26/Şuarâ, 221-227). Allah kendi peygamberine vahiy gönderdiği gibi, şeytanlar da kendilerine uyan sapkın takipçilerine vahiy (!) gönderirler. Nasıl ki peygamberler Allah’a yöneldikçe güç alırlar, aynı şekilde azgınlar da şeytanlarına yöneldikçe güçlenirler. Ancak onların gücü hakikat üzerine kurulmadığı ve İlahî gücün karşısında duramadığı için gerçek değildir ve bâtıldır. O halde kolayca mağlup edilebilirler.
Objektif kötülük için Kur’an’ın kullandığı diğer bir terim de “tâğut” kelimesidir. “Tâğut”, anlaşıldığı kadarıyla kötü veya kötülük ilkesi anlamındadır (39/Zümer, 17; 16/Nahl, 36; 2/Bakara, 256-257; 4/Nisa, 51, 60, 76; 5/ Maide, 60; 2/Bakara, 257’de çoğul anlamıyla kullanılmıştır). Bu terim Mekke devrinin son yıllarında kullanılmaya başlanmıştır ki, iki kere Mekkî surelerde geçmektedir. Medine devrinde de kullanımı devam etmiştir. Oysa İblis kelimesi hemen hemen tamamen Mekke devrinde kullanılmıştır. Medine devrinde sadece bir yerde (2/Bakara, 34) ve ilk Medenî ayetlerden birinde kullanılmıştır. Şeytan kelimesine gelince, herhalde teşbih olmayan çoğul şeklinin hemen hemen hepsi Mekkî surelerde geçmektedir (Çünkü ilk Medenî ayetlerden olan 2/Bakara, 14 ve 102. ayetlerdeki kullanımları teşbih olarak yorumlamak mümkündür). Onun için Medenî ayetlerde artık “İblis” ve “Şeytan” kelimelerinin çoğulu kullanılmamaktadır. Fakat tekil olarak Şeytan kelimesi kullanılmıştır ve “Tâğut” kelimesinin kullanılması daha da sıklaşmıştır. Tâğutun, bir şahıstan ziyade kötülük ilkesi anlamına geldiği görülmektedir. Şeytan da böyle olabilir. Diğer taraftan kötülüğün, azgınlığın ve delâletin gücü veya ilkesi olduğunu, fakat bir şahsa iliştiği zaman veya onu etkilediği zaman Şeytan olarak şahsiyet kazandığını ileri sürmek de mümkündür (Fakat melekler için durum böyle değildir. Çünkü melekler bütün Kur’an’da tekil veya çoğul şahıs olarak bahsedilmekle beraber bazıları için özel isimler dahi zikredilmiştir (2/Bakara, 98). Ama diğer taraftan Cebrâil ve Mikâil’in melek olmadıklarını ve melek üstü ruhlar olduklarını ileri sürmek de mümkündür. Nitekim Cebrâil’in böyle olduğunu vahiy meleği konusunu işlerken belirtmiştik. Çünkü Cebrâil, Kur’an’da hiçbir yerde melek olarak zikredilmemiştir.).

_________________
Elif gibi yalnızım,
Ne esrem var, ne ötrem.
Ne beni durduran bir cezmim,
Ne de bana ben katan bir şeddem var.
Ne elimi tutan bir harf,
Ne anlam katan bir harekem...
Kalakaldım sayfalar ortasında.
Bir okuyan bekledim,
Bir hıfzeden belki...
Gölgesini istedim bir dostun med gibi…
Sızım elif sızısı...

ŞEYTAN VE KÖTÜLÜK Sdfghj15
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kutluforum.yetkinforum.com
 
ŞEYTAN VE KÖTÜLÜK
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Kötülük “şer” problemi
» BİR MİLLETE YAPILACAK EN BÜYÜK KÖTÜLÜK, ONUN DİLİYLE OYNAMAKTIR
» Kötülük vardır O halde Tanrı Yok mudur? EINSTEIN ın ateist hocasına cevabı
» Şeytan ve Vesvese
» Melekler -Çeşitleri-Cin Şeytan

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KUTLU FORUM :: İslami ilimler ve dini kültür :: Dini Bilgiler -genel--
Buraya geçin: