Düzende negatif de pozitif de olması gerekir.Eksi artı kutuoplar gibi..enerji için bu olmazsa olmazdır Eşya zıddıyla bilinir sevgi nefret...adalet zulüm soğuk sıcak gece gündüz iyilik kötülük gibi
Bıçak fabrikasının amacı soğan patates et domates doğramak içindir.Bununla insan ldüren bir katilden dolayı ,bıçak fabrikasını cezalandırmak,suçu ona fatura etmek haksızlık,mantıksızlıktır. fizik kanunlarına göre soğuk yoktur..soğuğu düşündüren şey ısının yokluğudur
karanlık yoktur ...karanlığı düşündüren aydınlığın yokluğudur ışık üzerinde çalışılan bilinen bir konu ama karanlık değil...
kötülük insan kalbinde koyulan merhamet adalet duygularının kullanılmamasıdır
"Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer şerdir." İnsan dalaleti seçer ve Allah onu yaratırsa bu şer olmaz mı, dalaleti yaratmak nasıl hayır oluyor? Şerri yaratmak şer değilse hayırdır, şerrin yaratılmasındaki hayrı göremiyorum...
"Halk-ı şer, şer değil, kesb-i şer şerdir." Yani şerrin yaratılması şer değil, şerrin işlenmesi şerdir.
Aslında yaratma noktasından şer ve çirkin diye bir şey yoktur. Her şey ya bizzat güzeldir ve hayırdır, ya da neticeleri itibarı ile güzeldir. Lakin insanlar bu manayı tam göremedikleri için, Allah zahirde şer ve çirkin gibi görünen şeylerin arasına sebepleri perde olarak koymuştur. Yoksa sebepleri mucid ve yaratıcı olarak tayin etmemiştir. Yani şerlerin yaratılması tamamen Allah’ın kudreti iledir, sebepler sadece bir perdedir. Sebeplerin perde olması haksız şekvaların ve itirazların men edilmesi içindir.
Hayrı da şerri de yaratan ancak Allah’tır. Lakin hayra rızası var, şerre ise yoktur.
Kaldı ki hayır ve şer dediğimiz, yapılan işin, işlenen fiilin Allah’ın emir ve rızasına uygun olup olmamasıyla alakalıdır. Yani, bunlar fiilin kendisiyle değil, sıfatıyla alakalıdır. Şöyle ki:
Konuşma, görme, işitme, yürüme hepsi birer fiildir. Hayır olsun şer olsun bütün bu fiilleri yaratan Allah’tır. İşlenen fiil, Allah’ın rızasına uygun ise "hayır", aksi halde "şer" olur. Zaten Allah’ın birliğine iman eden bir insan, onu bütün bu işlerin, bu fiillerin tek yaratıcısı olarak bilir.
İnsan bir işi yapmayı sadece arzu eder ve cüz’î iradesini o işi yapmaya sarf eder; neticeyi yaratan ise Allah’tır. Hakikat böylece bilinmezse ortaya şöyle bir tezat çıkar: Aynı fiil "hayır" olunca Allah tarafından yaratılır, aksi halde başkası tarafından olur.
Görme fiilinin yaratıcısı Allah’tır. Göz fabrikası onun, ışık hammaddesi onun, görülen bütün eşya da onundur. O halde bir insan neye bakarsa baksın, hayırlı bir iş olan görmeyi yaratan Allah’tır. Baktığı helal ise bu bakış “hayır” olur, haramsa kendi hakkında “şer” olur.
Şerrin yaratılması şer değildir; şer olan, onu kesb etmek, yani şerri kazanmak, ona yönelmek ve onu irade etmektir. Rahmanismi gibi, Kahhar ismi de güzeldir; güzel olmayan, kahrı gerektiren isyanları işlemektir.
Suç işlemek şerdir, ama suçluyu hapse atmak şer değildir. Nur Külliyatı'nda bu hakikat açıklanırken enteresan bir misal verilir:
Ateş. Ateşin yaratılması şer değildir; ateşin binlerce faydası bunu ispat eder. Şer olan, ateşe temas etmek, onunla yangın çıkarmaktır. Ateş misalinin hemen ardından söz şeytana getirilir ve şöyle buyurulur:
Alıntı :
"Şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, sû-i ihtiyarıyla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlûb olmakla, 'Şeytanın hilkati şerdir.' diyemez."(1)
Bu misalin en dikkat çekici yönü, şeytanın da ateşten yaratılmış olmasıdır. Demek ki, ateşe dokunmak gibi, şeytanın vesveselerine kapılmak ve ona mağlup olmak da şerdir. Yoksa şeytanların yaratılması şer değildir. Zira bütün manevi terakkilerin temelinde, nefis ve şeytanla cihad etmek yatar.
İçeriden nefis, dışarıdan şeytan... Bu iki düşmanına rağmen, istikamet yolunda giden insan, manen çok terakki eder. Onun ruh ikliminde nice çiçekler açar, nice meyveler yetişir. Demek oluyor ki, nefsin de şeytanın da yaratılmaları güzeldir; güzel olmayan, nefse uymak ve şeytana aldanmaktır.
Ocağın büyük gözünde yemek pişer, küçüğünde çorba. Şeytan ve nefis de iki ateş gibi. Onlara dokunan yanar, dokunmayan hem yemeğini pişirir hem de manen pişer. Elini yakan kişi, ateşi kendine şer yapar, "ateşin yaratılışı şerdir", diyemez.
Ateşin en büyük ve en mühim vazifesi; cehennemde kâfirleri, müşrikleri ve din düşmanlarını yakmak olacaktır.
Şeytanlar, meleklere ve hayvanlara musallat olmadığı için, onların makamları sabittir. Eğer şeytan yaratılmasaydı ve nefis olmasaydı kişinin manen terakki edip en yüksek mertebelere çıkması ve kemale ermesi mümkün olmazdı. Eğer insan nefsine kötülüğü emretme özelliği verilmemiş olsaydı ve ona şeytan musallat edilmeseydi, manen terakki söz konusu olmaz, dereceleri de melekler gibi sabit kalırdı. Elmas ve kömür hükmündeki kabiliyetler aynı mertebede olurdu. Kabiliyetler nefis ve şeytan ile mücahede sayesinde inkişaf etmektedir.
Bu müsabaka meydanında firavunlardan enbiyaya kadar uzun bir terakki mesafesi vardır. Nefis ve şeytanla mücadele cennet gibi ebedî bir saadeti netice verir. Bu hikmete binaen, şerlerin yaratılması şer değildir, şerri işlemek şerdir.
Mesela, yağmurun yağdırılmasında binlerce güzel neticeler vardır. Yağmurdan zarar görenler, yağmura "rahmet değildir" diyemez.
Sel gibi afetlerin, derenin önüne yapılan evimize zarar vermesi, yağmurun suçu değildir. Kendi ihmalimizin ve suçumuzun bir neticesidir. Bizim hanemize zarar gelmemesi için, "keşke yağmur olmasa idi ya da yağmasaydı" desek, o zaman bir tek cüz’î zarar gelmemek için küllî bir hayır ve faydayı yok etmiş oluruz.
Onun için hikmet ve hayır, küçük zararlara ve şerlere bakmaz, neticede hasıl olan küllî hayra bakar, ona göre yaratır. Bu mana "Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir." şeklinde tarif ediliyor. Şayet cüz’î bir zarar gelmemek için yağmur iptal olsa, yağmurun binlerce güzel ve hayır yönleri de beraberinde iptal olacağı için küllî bir şer olur. Yani cüz’î şerden kaçayım derken küllî şerre girilmiş olur ki kabul edilecek bir durum değildir.
“Şer bir olsa, hayır doksan dokuz olsa, şerri def için, muvakkaten doksan dokuzu terk edilmeli mi? Ya da şer bir olsa hayır doksan dokuz olsa, bir şerri defetmek için, doksan dokuz hayrın elliye, kırka düşmesini kabul etmek gerekir mi?”
Bunların hiçbiri, yukarıda izah edildiği hususlara ve kaidelere zıt olduğu için kabul edilemez.
Hülasa,şerri yaratmak şer değil, şerri tercih etmek ve işlemek şerdir. Bu yüzden insan şerri seçer Allah da onu yaratır.Burada şer olan yaratmak değil, tercih edip işlemektir.
Şayet Allah, şerleri yaratmamış olsa idi, o zaman küllî hayırlar vücuda gelmezdi. Nasıl karanlık aydınlığın dereceleri ile anlaşılmasına hizmet ediyor ise şerlerin yaratılması da hayır ve hidayetin dereceleri ile anlaşılmasına hizmet ediyor.
Talebelerin imtihan edilmesi, onların hoşuna gitmez. Lakin talebeleri terakki ettiren ana şey, imtihandır. İmtihanın ihdas edilmesi şer değil, imtihana gereği gibi çalışmayıp sınıfta kalmak şerdir.
Yani şerrin bizzat kendisi değil, vesile olduğu küllî hayırlar noktasından hayırlı oluyor. Ebu Cehil gibi kâfirler olmasa idi, iman ve hidayetin güzelliği anlaşılmazdı.
- Kötülük denilen ve yaşanması, gözlenmesi acı ve üzüntü veren bazı durumlar var olduğuna göre bunlarla merhametli, şefkatli, iyilik kaynağı, bilgisi ve kudreti sınırsız Tanrı inancı nasıl bağdaştırılır?
Bir problemin geçiciliği ile mutlaklığı arasındaki fark, onun çözümü ile doğrudan ilişkilidir.
Teodise problemi de her şeyden önce mutlak bir problem olarak ele alınamaz. Kötülük değeri taşıyan olgulardan yola çıkarak bir genellemeye ulaşmak ve evrende mutlak bir kötülüğü varsaymak problemi mutlaklaştırır ve ona ontolojik gerçeklik tanıyarak aslında çözümsüz hale de getirir.
Bu itikada sahip olan eski Zerdüşt dini ve Epikür benzeri düşünce sahiplerinin en büyük yanılgısı, problemi mutlaklaştırmaları ve böylece ontolojik alana taşımaları olmuştur.
Kötülük temelde yok kavramı ile yakın ilişkili olarak esasen iyilik yoksunluğundan ibarettir. Bu yoksunluk her durumda görece olarak bulunur. Evrende asla mutlak anlamda iyilik yoksunluğu bulunamaz zira, var olmanın kendisi en temel iyilik durumudur.
Kötü olarak değerlendirdiğimiz ahlaki ya da maddi olguların hepsi, sonuçta bir varlık birimine karşılık gelmekte ve kendilerinden daha kötü durumları da belirlemektedirler.
Yaşanılan hayatın geçiciliği ile durumu değerlendirdiğimizde, sadece geçici kötülükten bahsedebiliriz.
İslam inancında ölümden sonraki hayat ve mahşer gününün mutlak adalet tecellisi ile birlikte değerlendirildiğinde bu geçici ve görece iyilik yoksunluğu ontolojik anlamda iyilik ve varlık düzlemine ulaşmaktadır.
Kaldı ki evrende iyi şeyler ve olgular olarak değerlendirdiğimiz durumlar, haller ve sayısız var oluş biçimleri vardır.
Dolayısıyla evrendeki var olma temelli iyilik durumlarını ebedi hayat ve ilahi adaletin bütünlüğünde değerlendirdiğimizde iyilik için ontolojik gerçeklik açığa çıkar.
Eğer ahiret hayatı ve mahşerin adil ceza ve ödül sistemi olmasaydı, o taktirde yaşadığımız iyi şeyler ve var oluşun kendisi yokluğa dönmesi nedeni ile ontolojik bir kötülük olurdu.
İslam'ın ahiret inancı;
- İman edenlere, acı çekenlere, iyi işler yapanlara mükafatı cennet ile,
- İtikad ve amel açısından ve yaratılmışlara zarar verme bakımından kötülük sahiplerine cehennem itikadı,
en yüksek iyilerden ikisi olan rahmet ve adaletin iki kutbunu oluşturarak iyiliği ontolojik varlık haline getirir.
Problemin çözümü, onun mutlak olmadığını tespit ve iyiliğin ebedi hayatla ilişkisini görerek gerçekleşir.
İlave bilgi için tıklayınız: - Eğer Tanrı kötülüğü engelleyebilecek ise ve bunu istiyorsa, kötülük ... - Allah bu dünyadaki kötülüklere neden müsaade ediyor? - Bizi bu şekilde tasarlayan Allah ise kötülüklerin sorumlusu neden ... - Allah'ın, küçük çocuklara tecavüz edilmesine izin vermesi nasıl ... - Şerri de Allah mı yaratıyor? - Allah, nefsi neden bu kadar asi, şerre meyilli ve şiddetle kötülüğü ... - Allah'ın fiillerinde hiçbir şer yoktur, ne demektir - İnsanın iradesi veya kimyası günaha neden sevaptan daha çok ... - Allah her şeyi önceden biliyor da neden bizim bu suçları işlememize ...
Kötülük “şer” problemi nasıl çözülebilir?
aynağı nedir? Allah’ın adaleti ve rahmetiyle kötülüğün varlığı nasıl bağdaştırılır? 1. Kötülük nedir?2. Kötülüğün ölçüsü nedir?3. Âlemde hakiki manada kötülük var mıdır?4. Kötülüğün kaynağı nedir?5. Allah’ın adaleti ve rahmetiyle kötülüğün varlığı nasıl bağdaştırılır?6. Az bir ömürde işlenen hatalara karşı ebedi cehennem nasıl adalet olur?
3. Âlemde hakiki manada kötülük var mıdır?
İnsanlık tarihinde inançsız felsefeler ve pesimist düşüncelerle kainata bakanlar, her şeyi kötü, şer ve kaos şeklinde görmüşlerdir. Bunu da inançsızlıklarına bir gerekçe olarak sunmuşlardır. Ancak imanın nuru ile bakanlar şerleri kabul etmekle birlikte hayırların yanında çok az kaldıklarını belirtmişlerdir. Yine inananlardan bir kısmı hayırların asıl, şerlerin ise arızî olduğunu; yani hayırların yapılmamasının veya az yapılmasının şerre sebebiyet verdiğini belirtmişlerdir.
Âleme insaf nazarıyla bakıldığında görülür ki, asıl ve hâkim olan hayırlardır, şer olarak nitelediğimiz şeyler arızidir; belki hayırların kemaline katkı sağlayan unsurlardır. Bunu yemeğe katılan tuz ve baharatlara benzetebiliriz. Burada asıl olan yemeğin ana bileşenleridir. Tuz ve baharatlar çok azdır ve arızidir, hatta katılmayabilir de. Ancak onlarla yemeğin tadı kemalini bulduğu gibi; hastalık ve musibetlerle de hayat tasaffi edip kemal bulur
Gül ağacındaki dikene odaklanan, gülün güzelliğini inkâr eder, ağacı dikenden ibaret zanneder; güle odaklanana ise diken sevimli gelir. İmam Busayri’nin dediği gibi “Göz hastalıktan dolayı bazen güneşin ışığını inkâr edip görmez ve ağız da hastalıktan dolayı suyun tadını inkâr edip anlamaz.”
Demek ki kâinata rengini veren insanın bakış açısıdır. Üzüntülü, ağlayan bir insan her şeyi ağlar gördüğü gibi; mutlu bir insan da her şeyi bayram havasında görür. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”
Ateist, deist ve pesimistlerin şer olarak gördüğü şeyler olabilir. Örneğin, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılması, şeytanın yaratılıp insanlara musallat edilmesi, Allah’ın Peygamberler gönderip insanları imtihana tabi tutması, hastalıklar, bela ve musibetler, insanların birbirlerine yaptığı zulümler, ölüm ve sonrasında diriltilip hesaba çekilmek, ebedi cehennem...
Bu sorulara İslam âlimleri gereken cevabı vermişler. Bunların içinde naslara dayanarak en makul ve mantıki cevaplar veren Bediüzzaman Hazretleri, ahlaki şerlerin bir realite olduğunu Yirmi Dördüncü Söz'de şöyle ifade ediyor:
“Şu kâinata dikkat edilse görünüyor ki: İçinde iki unsur var ki her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır şer, güzel çirkin, nef’ zarar, kemal noksan, ziya zulmet, hidayet dalalet, nur nâr, iman küfür, taat isyan, havf muhabbet gibi âsârlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor. Daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıt olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit, cennet-cehennem suretinde tezahür edecektir.”
Bu tespitten sonra konu ile ilgili soru ve izahları özetlemeyi yeterli görüyoruz.
Hazret-i Âdem’in (as) Cennet'ten ihracı bir görevlendirmedir. Öyle bir görev ki insanların bütün istidat ve kabiliyetlerinin inkişafını, maddi manevi terakkiyatlarını netice veren bir görevdir. Bu sayede insan, bütün Esma-i İlahiyeye ayine olmuştur. Bu görev eşref-i mahlûkat ve arza halife olma görevidir. Hiç bir varlığa verilmeyen bu kabiliyetlerle insan Allah’a muhatap olmuştur.
Eğer Hz. Âdem cennette kalsaydı, melekler gibi makamı sabit olur, kabiliyetleri inkişaf etmezdi. Hâlbuki Allah’ın böyle olan hadsiz melaike ve ruhaniyatı vardır, insanın yaratılmasına gerek yoktur. Aslında bu mühim netice için yasak ağaçtan yemek bir bahane olmuştur. Hem cennet, üreme yeri olmadığından bir Âdem ve Havva olarak kalacaklardı. Şimdi milyarları aşan çocukları ile asli vatanına dönmesi elbette ki şer değil hayırdır.
“Demek, Hazret-i Âdem’in Cennetten ihracı ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmettir.”
Bediüzzaman Hazretleri “Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenâb-ı Hak şeytanı ve şerleri halk etmiş; hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabîhin halkı kabîhtir.” sorusuna şu mealde cevap veriyor:
Şerrin yaratılması şer değil belki şerri işlemek şerdir. Çünkü yaratmak ve var etmek, bütün sonuçlara bakar, kulların işleri ise hususi yani kast edilen sonuca bakar. O kişnin yaptığı şeyi kendine şer yapması, o yaratılan şeyin bütün sonuçlarını ve hayırlarını şer yapmaz. Çünkü Allah hayırları isteyerek yaratır ve kulun istemesinden de memnun olur. Şerleri de kul istediği için razı olmayarak yaratır.
Alıntı :
“Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur.” (Zümer, 39/7)
“Kul istese de Allah şerri yaratmasa olmaz mı?” sorusu imtihan sırrına aykırıdır. Bir imtihan düşünün ki, kalem doğruları yazarken yazıyor, yanlışlara sıra geldiğinde yazmıyor. Buna imtihan denir mi?
“Mesela, yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse ‘Yağmurun icadı rahmet değildir.’ diyemez, ‘Yağmurun halkı şerdir.’ diye hükmedemez. Belki sû-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faydalar var, bütünü de hayırdır. Fakat bazılar sû-i kesbiyle, sû-i istimaliyle ateşten zarar görse ‘Ateşin halkı şerdir.’ diyemez. Çünkü ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.”
“Elhasıl: Hayr-ı kesîr için şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için hayr-ı kesîri intac eden bir şer terk edilse o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur. Mesela, cihada asker sevk etmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terk edilse o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür. Hem mesela, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; hâlbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesîr olur.” (Mektubat, On İkinci Mektub)
Demek ki kâinatta zararlıların, şeytanların ve belaların yaratılması sonuç itibariyle ya tamamen hayırdır veya hayırları şerlerinden çok olduğu ve hayırlı neticeler verdiği için hayırlıdır. Mesela meleklere ve hayvanlara şeytanlar musallat olmadığı için makamları sabittir.
Hâlbuki insanlar müsabaka ve terakki için yaratılmışlardır. -Çekirdekten koca bir çınar ağacına ne kadar dereceler ve mertebeler varsa- insanlarda da o kadar mertebeler vardır. Ebu Bekir-i Sıddık ile Ebu Cehil arasındaki mesafe gibi. Şerler ve şeytanlar olmasaydı bu mesafe de olmazdı. Toprağın içindeki altınla diğer madenler aynı seviyededirler. O madenleri şeytan gibi bir potada, Peygamber gibi usta eller bir işleme tabi tutunca, belki çoğunluğu teşkil eden kıymetsiz metaller, taş ve toprak ayrılır, fakat altın da saflaşır kıymet kazanır. Maden işletmecisi bir ton madenden ancak on gram altın aldım, bu işletme zarar etti demez ve denilmez. Yüz hurma çekirdeği ekilse, sekseni çürüse yirmisi ağaç olsa bu işlem zararlı oldu denilir mi?
İşte şeytanların yaratılması ve peygamberlerin gönderilmesi de bunun gibidir.
Bediüzzaman Hazretleri Secde Suresi 7. ayeti konu ettiği On Sekizinci Söz eserinde, âlemde Allah’a bakan cihetiyle hakiki manada şerrin olmadığını, şer olarak değerlendirilen şeylerin hakikatte güzel olduğunu şöyle izah eder:
“Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki her şey her hâdise ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.”
Ve bahar mevsimindeki kar, yağmur ve çamurun arkasındaki yazın güzel çiçeklerine işaret eder. Fırtına, zelzele ve hastalıkların arkasında da cennet ve saadeti ebediye çiçekleri olduğunu ihtar eder. Fakat insanların hem zahirperest hem de peşin bir dirhem lezzeti ilerideki batmanlarla daimi lezzete tercih etmeleri sebebiyle görememelerine, şer telakki etmelerine dikkat çeker.
Yine Bediüzzaman kendisi sürgünde, kimsesiz, akraba ve dostlarından tecrit edildiği halde, kendisi için değil, acı çeken ümmet için, insanlık için, dünya ve ahretteki elemleri için ağlamış. Sonra imanın nuruyla baktığında rahmet-i ilahiyenin izini ve tecellisini görüp hissederek zikrettiği elemin bin katı da olsa, imanın kâfi geleceğini belirtmiş; bunlara ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalalet ağlasın, ya da imana gelerek bu ızdıraptan kurtulsunlar demiştir.
Bediüzzaman Hazretleri bu can sıkıcı ve üzüntü veren olayları çokça zikretmesinin sebebini ise, “Kur’an-ı Hakîm’in kudsî tiryakı ne derece hârikulâde bir ilaç ve parlak bir nur olduğunu göstermektir.” şeklinde açıklamıştır.
En büyük şer kabul edilen ölümün gerçek mahiyetini mukayeseli olarak Lem’alar isimli eserinde şöyle ifade ediyor:
“Herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur’an ile gördüm ki ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de fakat mü’min için asıl siması nuranidir, güzeldir gördüm.”
Ölüm: Ehl-i iman için hayat vazifesinden bir terhistir, tebdili mekândır, sevdiklerin toplandığı yere bir sevkiyattır. Dünya zindanından cennet bahçelerine bir davettir. Buradaki amellerimizin karşılığının belki daha fazlasının verildiği bir merasimdir, müminlerin bayramıdır.
Ölüme böyle bakanlar ölümü Mevlana misali düğün gecesi olarak görmüşlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri Mektubat isimli eserinde “Ve yumît” kelimesinin insanlara şöyle seslendiğini ifade eder:
“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”
Yine Mektubat’ta; “Ölüm de hayat gibi bir mahluktur ve bir nimettir” der, izahını yapar. Ölümün nimet olma yönünü ise şöyle izah eder:
“Ağırlaşmış olan vazife-i hayattan ve tekâlif-i hayatiyeden âzad edip yüzde doksan dokuz ahbabına kavuşmak için âlem-i berzahta bir visal kapısı olduğundan, en büyük bir nimettir.”
“Dar, sıkıntılı, dağdağalı, zelzeleli dünya zindanından çıkarıp; vüs’atli, sürurlu, ızdırapsız, bâki bir hayata mazhariyetle Mahbub-u Bâki’nin daire-i rahmetine girmektir.”
“İhtiyarlık gibi şerait-i hayatiyeyi ağırlaştıran birçok esbab vardır ki mevti, hayatın pek fevkinde nimet olarak gösterir.”
“Mesela, sana ızdırap veren pek ihtiyar olmuş peder ve validen ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin.”
“Hem mesela, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır.”
“Nevm nasıl ki bir rahat bir rahmet bir istirahattir; hususan musibetzedeler, yaralılar, hastalar için… Öyle de nevmin büyük kardeşi olan mevt dahi musibetzedelere ve intihara sevk eden belalarla müptela olanlar için ayn-ı nimet ve rahmettir.”
“Amma ehl-i dalalet için müteaddid Sözlerde kat’î ispat edildiği gibi; mevt dahi hayat gibi nıkmet içinde nıkmet, azap içinde azaptır.”
Yine büyük şerlerden sayılan hastalıklar hususunda Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar isimli eserinin İkinci Lem’asında sabır kahramanı Hz. Eyüp (as)’ı ve bu vesileyle hastalıkları konu edinir ve şöyle der:
“Evet, ibadet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı malûmdur. Menfî kısmı ise hastalıklar ve musibetlerle musibetzede zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîm’ine ilticakârane teveccüh edip, onu düşünüp, ona yalvarıp hâlis bir ubudiyet yapar. Bu ubudiyete riya giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musibetin mükâfatını düşünse, şükretse o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer.”
Aynı eserin 25. Lem’ası olan Hastalar Risalesi “Hastalara bir merhem, bir teselli, manevî bir reçete, bir iyadetü’l-mariz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.” Hastalıkların ömür sermayesinin kıymetini bildiren, çabuk ve faydasız geçmesini engelleyen bir nasihatçi olduğunu vurgular; devamında da hastalığın hikmetini ve insan hayatına kazandırdığı mühim neticeleri sıralar.
Ayrıca Bediüzzaman, Hastalar Risalesi’nde hadise dayanarak hastalıkları ve musibetleri “keffaretü’z-zünub” yani günahlara kefaret olarak değerlendirir:
“Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık, sabun gibi günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar, keffaretü’z-zünub olduğu hadîs-i sahih ile sabittir. Hem hadîste vardır ki: ‘Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer, imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.’” dedikten sonra asıl hastalıkların dini ve manevi olduğunu, ebedi hayatımızı tehdit ettiğini ifade eder.
“Eğer hastalık olmazsa sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor, sermaye-i ömrünü bâd-i heva boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: ‘Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.’”
5. Allah’ın adaleti ve rahmetiyle kötülüğün varlığı nasıl bağdaştırılır?
Bu meseleyi Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar isimli eserinde soru-cevap şeklinde açıklıyoır:
“Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip cehenneme girmeleri, gayet müthiş ve çirkin görünüyor. Acaba Cemil-i Ale’l-ıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahman-ı Bi’l-Hakk’ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?”
a) Şeytanın yaratılmasının cüzî şerler ile beraber birçok külli hayırlara sebep olduğunu delilleriyle yukarıda zikrettik.
b) Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.
Biz kendimize ait varlıklarda dilediğimizi yaparız, başkalarının karışmasına da şiddetli tepki gösteririz. Öte yandan, mülk sahibi olan Allah’ın tasarrufuna itiraz eder tenkide cüret ederiz.
Bediüzzaman Hazretleri Kader Risalesinde musibet ve hastalıklarda insanların şikâyet etmeye haklarının olmadığını şöyle açıklıyor:
“Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor. Ve hâkeza…”
“Mülk onundur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Hem acaba sanatkâr bir zat, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp gayet sanatkârane yaptığı murassa bir libası sana giydiriyor, hünerini, maharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor; seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana, oturtup kaldırmakla zahmet verdin? Elbette diyemezsin. Dersen divanelik edersin.”
“Aynen öyle de Sâni’-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa gayet sanatkârane bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmasının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, müptela eder, aç eder, tok eder, susuz eder; bu gibi ahvalde yuvarlatır. Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve cilve-i esmasını göstermek için seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor. Sen eğer desen: ‘Beni ne için bu mesaibe müptela ediyorsun?’ Temsilde işaret edildiği gibi yüz hikmet seni susturacak.”
Aslında Allah, bu modellik ücretini fazlasıyla vermiş, vazifemizi iyi yaptığımız takdirde daha büyüğünü vereceğini de Kur’an’da bildirmiştir.
Alıntı :
“De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen, mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil edersin. Her türlü iyilik senin elindedir. Şüphe yok ki; Sen, her şeye kâdirsin. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de hesapsız bir surette rızık verirsin.” (Al-i İmran, 3/26-27)
“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.”
c) “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir; lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir.”
Hastalıklar dini olmamak ve sabretmek şartıyla bu imtihanın kazanmasına vesile olur. Hastalıklar ebedi saadeti kazanmaya vesiledir, şikâyet etmek o hazineyi kaybettirebilir. Ağır geldiğinde Allah’a sığınmalı ve afiyet istenmelidir.
Alıntı :
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltmakla (fakirlikle) deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!” (Bakara, 2/155)
Bir diğer ayette ise:
Alıntı :
“Her nefis, ölümü tadar. Bir imtihan olarak sizi hayırla da, şerle de deneriz. Ve siz, ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35) buyrulmaktadır.
Mülk Suresi’nin başında Allah (cc), doğumumuzdan ölümümüze imtihan için yaratıldığımızı, verilen her şeyin de imtihan vesilesi kılındığını beyan ediyor. Bu imtihandan kaçmak gibi bir lüksümüz yoktur. Üstelik bu imtihan bizim düzenlediğimiz imtihanlara da benzemiyor. Semavi kitapların, peygamberlerin ve mürşitlerin bunca ikazlarına rağmen, yanlışta ısrar edenin merhamete liyakatini kaybettiğini her insaf sahibi tasdik eder. Yani bu imtihanı kazanmamız sırf Allah’ın lütfudur; kaybedip sınıfta kalıp cehenneme gitmemiz ise Allah’ın adaletinin bir tecellisidir, asla zulüm değildir. Çünkü “zarara rızasıyla girene merhamet edilmez” umumun kabul ettiği bir düsturdur.
d) Bediüzzaman, hastalıkların ve musibetlerin varlığını “İlâhî ikaz ve ihtar-ı Rahmanî” olarak değerlendirir, bu meseleyi çoban ve sürü misaliyle açıklar:
“Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle ‘Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.’ diye kendisi döner, sürü de döner.”
“Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman اِنَّا لِلّٰهِ وَ اِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ (‘Biz Allahtan geldik Allah’a döneceğiz.’ Bakara, 2/156) söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O, seni senden daha ziyade düşünür.”
Her kim kendi hayatını tetkik etse görecektir ki, Rabbimizi en çok hatırladığımız, kulluğumuzu ve dualarımızı en içten sunduğumuz zamanlar sıkıntılı zamanlarımızdır. Bolluk ve rahat vakitleri ise kulluktan uzak, gaflet ve rehavet anlarımızdır. Hâlbuki biz bu âleme rahatça yaşamak ve keyif sürmek için gönderilmemişiz. Gençlerin ihtiyar olması, gelenlerin gitmesi ve gidenlerin geri gelmemesi; her lezzetin üstündeki zeval ve firak elemi buna delildir.
O halde mühim vazifelerle bu imtihan yurduna gönderilen insan, ebedi hayatı kazanmak için çok çalışmalı, Tevbe Suresinde beyan edildiği gibi nefis ve malını Allah’a satıp karlı bir kazançla huzuruna dönmenin yollarını aramalıdır. Hayatımızdaki sıkıntılar da sanki bunun işaret taşları ve muallimi hükmündedir.
Alıntı :
“İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır!” (Kıyame, 75/36)
İnsanların eli ile gelen zulümlere ve ahlaki kötülüklere Allah’ın müdahale etmemesi ise her dem vaki olmamıştır. “Küfür devam eder, fakat zulüm devam etmez” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr: 2/107) hadisinin de işaretiyle zulüm ve kötülük er-geç karşılığını bulur. Önceki milletlerin başlarına gelen felaketler, daha sonrakilerin uğradığı toplu belalar, savaşlar, afetler doğru okunduğunda, Allah’ın ihmal etmediğini gösterir. İmtihan devam ederken yanlış yapanları uyarmak, hele tokat atmak imtihan sırrına muhaliftir. Dünyanın imtihan salonu olması cihetiyle mühlet verdiğini, kesinlikle ihmal etmediğini gösterir.
Alıntı :
“O kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin kendileri hakkında hayır olduğunu sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarının artması içindir. Onları zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (Âl-i İmran, 3/178)
Alıntı :
“(Resulüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim, 14/42)
Alıntı :
“Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir.” (Zilzal, 99/7-
Alıntı :
“Her birini günahı sebebiyle yakaladık; kimine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini bir çığlık yok etti, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Onlara, Allah zulmetmiyordu, fakat onlar kendilerine yazık ediyorlardı.” (Ankebut, 29/40)
Aslında mülhidler, mazlumlara merhametinden değil de ifsat ve ilhadlarını perdelemek için diyorlar ki; “Haydi büyükler imtihan ediliyor diyelim ama şu masum çocukların, zaiflerin ve hayvanların maruz kaldıkları zulümlere ne diyelim, hangi imtihandan bahsediyorsunuz?”
Bunlar ahirete inanmadıkları için orada verilecek mükâfat karşısında bu sıkıntılarının çok hafif düştüğünü hesap edemezler. Ancak o mazlumların inlemelerine kulak tıkayanların imtihanı olduğunu da herhalde düşünemiyorlar. Suriye, Filistin, Irak, Arakan... insanların, özellikle de Müslümanların büyük bir imtihanıdır.
İstiklal Şairimizin ifadesiyle:
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim. Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Bu ifadeler sanki ümmetin lügatinden silinmiş gibi görünüyor. Bir hayvanın sıradan ölümünü manşet yapanlar, Müslümanların felaketi karşısında istiflerini bile bozmuyorlar. Hatta bazen zevk alıyorlar.
Demek ki Allah ve ahirete imandan uzak bir nazarla bakıldığında olaylar yanlış yorumlanabiliyor. Zalimlere verilecek cezanın, mazlumlara da verilecek mükâfatın büyüklüğü mazlumun acısını dindirdiği gibi, adalet sahiplerinin yüreğine de su serper. Bu olaylar gösteriyor ki, “Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.” “Zalimler için yaşasın cehennem!”
İnkârcılar, kâinattaki umumi rahmeti, düzeni yardımlaşma ve dayanışmayı görmeyerek birkaç canavarın hayvanları parçalamasını veya canavarlaşmış bazı insanların zulümlerini adeta bayraklaştırarak demagoji yapıyorlar. Bu umumi rahmete karşı kendi zulümlerini örtbas ediyorlar. İlahi adaletin o kadar çok tecelliyatı var ki, ecdadımız “Zulüm ile abad olanın ahiri berbad olur” hakikatini bizzat müşahede ederek tarihe nakşetmişler.