İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz?
Allah'ın Bizim İbadetimize İhtiyacı Olmadığına Göre, Biz İbadetlerimizi Neden Kendi Keyif ve İsteğimize Göre Yapmıyoruz?
İbadet duygusu insanda Cenab-ı Hakk'ı bilmeye terettüp eden bir keyfiyettir. Yani insan, bir tarafta bu muhteşem kâinatı yaratan Zat'a delâlet edecek tablolar, levhâlar.. meselâ nizam ve intizâm levhâları görür. Sonra bu fevkalâde nizamı kuran, nizam sahibi nâzıma intikâl eder. İşte böyle, dikkat ve ibretle kâinata bakabilen hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremez ve dolayısıyla kendisinin de bu nizama göre hareket etmesi lâzım geldiğini anlar.
Kezâ; varlığa güzellik ve estetik yönünden baksa, onu öylesine güzel, o kadar harika bulur ki, âdeta daha güzelini tasavvur etmek imkânsızdır. İnsanın çehresinden zeminin yüzüne, ondan semanın yıldızlarla yaldızlanmış simasına kadar öyle büyüleyici bir güzellik, öyle baş döndürücü bir edâ ve insanı çıldırtan öyle tatlı bir şive vardır ki, bu çizgiler, bu renk ve bu âhengi görüp de, bu muhteşem ve sihirli meşheri sergileyen Zat'ı görüp bilmemek mümkün değildir...
İster âfâkî, ister enfüsî tetkik ve tefekkür, insana, içini okşayan öyle şirin ilhamlar kazandırır, öyle coşturur ve öyle tablodan tabloya koşturur ki, sevinç ve heyecandan bir çocuk gibi çığlık atıp zıplamak gelir insanın içinden... En güzel iş ve icraat üzerinde en güzel isimlerin ışıktan kelebekler gibi konup kalktığını gördükçe, bizleri bütün insanî duygularımızla alıp içinde eriten bu güzelliklerin kaynağı, güzel sıfatları takdirlerle alkışlar; hayret, hayranlık ve edeple onların Sahip-i Zîşanı karşısında kendimizden geçeriz.
Bir başka zaviyeden kâinatta her şey, âdeta bir başka yerde hazırlanmış ve insanın istifadesine arz edilmiş gibidir. Kimisi konserve, kimisi meyve şeklinde takdim edilen bu nimetlerle, yeryüzü âdetâ geniş bir nimet sofrası; bağlar, bahçeler de birer tablacı haline gelirler. İnsan önüne konan bu nimet sofrasındaki nimetlere elini uzattıkça, gerçek nimet sahibini duyuyor, hissediyor gibi olur. Ve kendini bir başka zevk, haz, hayret ve hayranlık buudunda bulur. Evet, şuurlu farz edildiği takdirde bir yavru, ağzını, rahmet muslukları olan annesinin memelerine yapıştırdığı zaman, kendisi için hazırlanmış çok Nâfî bir gıdanın, bir başka âlemden onun imdadına koştuğunu duyar ve hadiselerin ötesinde fevkalâde nimet veren, fevkalâde ikramda bulunan birisini hisseder. Onu düşünür, Onun nimetleri karşısında, iki büklüm olur.
Evet, her nimet her ihsân bir taraftan o nimet ve ihsan sahibine delalet eder, diğer taraftan da bizleri, Onun karşısında saygılı olmaya zorlar. Nerede bir nimet , bir güzellik, bir nizam ve intizam tablosu varsa, orada, o nimet, o güzellik, o in'am, o ihsan tablolarına karşı takdir, hayranlık ve kulluk tablosu da olmalıdır. Yani Allah'ın (cc) kendisine bildirmesine karşı hemen ubudiyetle mukabele edilmelidir. Bu noktadan hareket ederek, Mutezile ve bir ölçüde Mâturîdiler -ki, itikat da bizim de bağlı bulunduğumuz mezheptir-, derler ki: Hiç bir Nebi gelmese ve hiçbir mürşit insanları irşad etmeseydi, kâinatın yüzüne serpiştirilen hakikatlara bakarak, insan Allah'ı bilme ve ona göre tavır alma mecburiyetindeydi. Mâturîdilerin noktayı nazarına bir hayli misâl bulmak mümkündür. Meselâ Efendimizin (sav) çevresindeki bazı kimseler, putlarla dolu olan Kâbe'nin hariminde neşet etmiş, kendilerine Allah'a giden yolu gösteren kimseyi görmemişlerdi. Başta Efendimiz olmak üzere, tevhid adına kendilerine bir şey telkin edilmemişti. Fakat Bedevinin dediği gibi: "Bir yerde bir hayvan tersi oradan hayvan geçtiğini, bir yerde izler ise orada birisinin yürümüş olduğunu gösterir. Bakın şu burç burç olan semâ ve onun âhengine ve vâdi vâdi yeryüzüne, bütün bunlar, her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan Allah'a delalet etmez mi?" Bedevi söylüyor bunu. Çölden, kumdan başka bir şey bilmeyen birisi böyle düşünürse, diğerlerini hesap etmek lazım... Efendimiz insanlığı kurtarıp yükseltecek çok geniş bir idrakle gelmişti. Tabir caizse insan üstü bir insandı. O, ısmarlama anlayış ve idrakiyle kâinatın gerçek manasını kavramış ve kendisine henüz peygamberlik gelmeden kâinat kitabında Hakk'ı sezmiş; aramaya başlamış ve Gâr-ı Hira'ya çekilerek; kendini ibadete vermişti... Ayşe vâlidemiz Buhari'nin başındaki bir Hadis-i Şerifte, Hatice validemizden naklen kendisini ibadete verdiğini ve ancak azığını tedarik etmek maksadıyla ara-sıra evine döndüğünü söylüyor ki, bunlar, idrakla, insanın bazı şeyleri keşfedeceğini ve keşfettikten sonra da Cenab-ı Hakk'a belli ölçüde kulluk yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu mevzuda, Zeyd bin Amr'ın vefatı esnasındaki düşünce ve sözleri de üzerinde durulmaya değer mahiyettedir. Zeyd, Hz. Ömer'in amcası oluyordu. Vefatı sırasında, bütün aile efradını etrafına topladı ve gelecek peygamberle alâkalı bildiği şeyleri onlara anlattı. Bu zat, Efendimiz'in (sav) peygamberliğine yetişememişti. Yani atını sürmüş, sahile yanaşmış, fakat İslâm vapuruna yetişememişti... Ama, bütün ruhuyla Efendimiz'in (sav) atmosferini, Onun gerçek mânâ ve mahiyetini, hakikât-ı Ahmediye'yi sezmiş, iliklerine kadar doymuş; ancak, duyduğu hissettiği bu şeylere ad koyamamıştı. Diyor ki: "Allah'ın ufukta bir nuru var. Zuhur edeceğine inanıyorum. Onun âsârını başımızın üzerinde görüyor gibi oluyorum. " Sonra, Cenab-ı Hakk'a teveccüh ediyor: "Ey Yüce Yaratıcı, ben seni tam bilemedim; bilseydim yüzümü yere koyacak bir daha da kaldırmayacaktım" mealinde hislerini ifade ediyor. Görüldüğü gibi, tertemiz, dupduru bir vicdan, şayet putperestlikle telvis edilmemiş ve şartlanmamışsa; kâinata, nizama, âhenge baktığı zaman, bu umumi armoni içinde o da kendine çeki-düzen verip ubûdiyet tavrı takınacak ve Allah'a kulluk yapacaktır.
Demek Allah'ı bilme ve tanımanın yanında, hemen Allah'a kulluk başlıyor... Evet, mâdem bu binbir nimetle bizi perverde eden Allah var. Öyle ise kulluk da var. İşte Allah (cc), insan vicdanında mekni olan bu kulluk düşüncesini formüle ediyor. Yani "Yüzümü yere koyacağım, kıyamete kadar başımı kaldırmayacağım.. azametin karşısında iki büklüm duracağım.." ve Recaizade Ekrem'in "Nerede Allah'ım dizlerin, başımı koyayım.." Bir başkasının: "Nerede o mübarek elin ki başımın üstünde olduğunu hissediyorum." Bunlar ve bunlar gibi ilâhî aşk, ilâhi heyecanla, insanın ne diyeceğini bilemediği esnada, vahy-i semavî gerçek kulluk düşüncesi, kulluk şekli ve kulluk anlayışıyla gelip, bizlerde düşünce sürçmelerine meydan vermeyecek aşk ve heyecanımızı Yaratıcının emirlerine göre imâle edecektir. Yani, Allah O'na: "Ben Allah'ım, sen de benim kulumsun. Nimetlerimle beni tanıdın. Ben de sana kulluğun adabını öğreteceğim. Benim huzuruma şöyle girilir. Evvelâ abdest alınır, ondan sonra içeriye girildiği zaman da nefsi boğazlama mânasına "Büyük sensin Allah'ım, senden gayri her şey küçüktür" denir.. kulluk şuuru içinde el pençe-divan durulur ve sonra, benim huzurumda derinleşilebildiği kadar derinleşilir. Miracının gölgesinde, dereceye göre, ruhen Nebiler Sultanının yükseldiği yerlere yükselme arzusu uyanır, yükseldikçe şükran hissiyle rükua gidilir, rükûda eğildikçe yeni bir buuda ulaşılır, derken, secdeye varılır; oradaki mahviyet ve tevazuu ölçüsünde ayrı bir derinliğe erilir. Kalkılır, bir soluk alınır, sonra yeni bir arayışla tekrar ikinci secdeye gidilir ve daha sonra "Kulun Rabbisine en yakın olduğu an secde ânıdır. Secde ettiğiniz zaman Allah'a çok dua ediniz" buyruğu vicdanlarda duyulur."Ve tekallubeke fissâcidîn" (Şuara/219) "Secde edenler arasında dolaşmanı da görüyor" sırrıyla, secde edenler arasında kıvrım kıvrım eğilip bükülmeler ve hakiki namaz içinde, kabiliyetlere göre, namazın aslı sayılan miraca muvaffak olunur.
İşte, ibadet, "Allah'a iman ve Zât-ı Ulûhiyet hakkındaki marifet ve buğu buğu bu marifetten yükselen muhabbet ve hayretle yapılması gerekli olan şeylerin, Cenab-ı Hakk'ın iş'ar ve irşadıyla yine Onun emirlerine göre kanalize ve formüle edilmesi" demektir.
Bunlarla meselenin bir yönünü arz etmiş oluyorum. Yani, Rabbimizi bilip tanıma karşısında şaşkınca ve uygunsuz işler yapmamak için, Onun âyât-ı beyyinâtının rehberliği ve Efendimizin neşrettiği ışıklar altında, matluba uygun kulluk yapıyor ve yaratıcının hoşnutluğunu araştırıyoruz.
İkinci meseleye gelince, insan; ticarî, ilmî, fennî, ziraî, ve sınaî işlerinde daima bir rehbere ve ondan bazı şeyler öğrenmeye muhtaçtır. Meselâ; diyelim ki, her birerlerinizin bir işi var. Kiminizin bir fabrikası var ve mensucatçılık yapıyor; kiminiz plâstikle meşgul oluyor, kiminiz de tuhafiyecilikle... Birisi, bizim menfaat ve faydamızı, yaptığımız şeylerde aldanmamamızı, ticari prensipleri iyi bilerek, iyi iş yapmamızı temin için bizleri, alıp önüne oturtuyor ve diyor ki: "Siz bu işi mutlaka yapacaksınız. Çünkü, bunu yapmanız hem bir zaruret hem de bir ihtiyaçtır. Ancak, bu işi en iyi şekilde, en semereli biçimde yapmanız için, insan unsurunu, güç unsurunu çok iyi kullanmanız şu tasarruf tedbirlerini almanız ve daha... şunu şunu yapmanız lazımdır..
Şimdi, bizde zerre kadar insaf varsa, onun yaptığı bu ikaz ve irşad karşılığında hiçbir talepte bulunmayan bu ihlaslı, bu hayırhah insanı dinler, onun fizibilite raporlarına önem verir ve tekliflerine göre bir düzenlemeye gideriz. Aynen bunun gibi; Rabbinize karşı olan ibadet-ü taatı, kendi arzumuza ve şaşkınlık içinde yapacağımız herhangi bir keyfiyete göre değil de, belki her birisiyle bizleri ayrı bir sema yolculuğuna hazırlayan, her birisinde ayrı bir miraç ruhu bulunan Onun formüle ettiği ibadet kalıpları içinde yerine getirdiğimiz zaman, yaptığımız şeyler "yedi-veren" başaklar gibi bereketlenecektir. Bilemiyoruz; belki de,"Allahu ekber" dediğimiz zaman rahmet âlemlerinin düğmesine dokunmuş oluyor ve ruhumuz bunlarla ilhamlara açılıyordur. Belki, Fâtiha-i Şerif'i okuduğumuz zaman sırlı bir anahtarla, şifreli bir kilidi açıyoruzdur. Ve daha namazın diğer rükünleriyle; hatta diğer ibadet şekilleriyle kim bilir ne sırlı kapıları açmaya muvaffak oluyoruzdur. Evet, secdeye vardığımızda bütün yolların dümdüz olup, bütün kapıların açıldığını söyleyebiliriz. Dualarımızın ona yükselip, soluklarımızın nezd-i uluhiyette duyulduğunu ve melaike-i kiramın etrafımızı aldığını ifade edebiliriz. Bütün bunların olmadığını kim iddia edebilir ki... Kaldı ki Muhbir-i Sadık'ın bunları destekleyen nurlu beyanları da var... Öyleyse en makul ibâdet keyfiyeti, Rabbimizin bize tarif buyurduğu keyfiyettir. Zira, şu insan makinesini yapan Allah (cc), bu makinanın en semereli şekilde çalışmasını, dünya ve ukbâ adına en verimli olmasını da yine kendisi bilir. Makina ve fabrikayı yapan zat, onun bir tarafına şayet bir katalog sıkıştırmışsa, onu, ona göre idare etmek en akıllıca idare şeklidir. İşte bu itibarladır ki, şu-bu şekilde değil; Efendimiz'in (sav) tâlim dairesi içinde ve Allah'ın emirlerine uygun şekilde kulluk yapmak en akıllıca kulluk şeklidir. Bunu Allah, Ümmet-i Muhammed'e ihsan etmiş.. Ümmet-i Muhammed içinde de bihakkın, kulluk şuurunda olanlara ve bilhassa, değişik devirlerde, dini ihya hareketleri içinde vazife alanlara lütfetmiş ve gözlerini hakikata açmıştır. Buna, sadece "hâzâmın fadli Rabbî" veya "minfadli Rabbena" deriz. Evet bu, Rabbimizin bize sırf bir ihsanıdır. Rabbim lütfuyla, bunu bizlere verdiği, bağışladığı gibi, yine lütfuyla devam ve temâdîsini temin buyursun. Bizi -Efendimiz'in (sav) duasıyla arz edeyim- göz açıp kapayıncaya kadar, hatta daha az bir süre içinde nefsimizle baş başa bırakmasın!..
[Bu yazı Fethullah Gülen Hocaefendinin 04 Şubat 1977 tarihinde yapmış olduğu soru-cevap sohbetinden derlendi.]