| KUTLU FORUM Bilgi ve Paylaşım Platformuna Hoş Geldiniz |
|
| Hayata bana bir şey vermiyor..Hayat bana gülmüyor.. demek mahzurlumu?? | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
huzeyfe Süper Moderatör
Mesaj Sayısı : 7719 Rep Gücü : 18108 Rep Puanı : 23 Kayıt tarihi : 27/03/09
| Konu: Hayata bana bir şey vermiyor..Hayat bana gülmüyor.. demek mahzurlumu?? Paz Ara. 06, 2009 8:32 am | |
| İçinde Din K. öğretmeni,inançlı dini bütün tabir ettiğimiz arkadaşlarımdan duyduğum bir söz var...
Hayata bana bir şey vermiyor?Hayat bana gülmüyor?
Bu sözlerin basit ifadeyle diğer manası şu oluyor sanki: "Allahım sen neyi nasıl yapacağını bilmiyorsun...neyi nasıl takdir edeceğini de bilmiyorsun..haksızlık ediyorsun Ben iyi bir kul olmaya çalışıyorum ama,bana nimetler vereceğine nikmetler(azap,sıkıntı) veriyorsun..Eğer bana sorsaydın ben sana daha doğrusunu ,adaletlisini söylerdim...Yani ben senden daha çok biliyorum.. Sen yanlış takdir ediyorsun..adaletli değilsin..Ben daha iyi biliyorum Madem sen işlerimi istediğim gibi yapmıyorsun artık eskisi gibi sana dua edesim,şevkle namaz kılasım içimden gelmiyor..ve müsade edersen biraz yavaştan alacağım..beni idare et..hoş gör Aslında "hayat bana gülmüyor"sözünün ardında bu basit olarak dillendirilmiş ifadeler var
Hayat dediğimiz nedir ki..Allahın takdirleri değilmi Dolayısıyla isyanlarımız,sitemlerimiz Allaha yani
"Rüzgara sövmeyiniz" hadisi var..dolayısıyla önce rüzgara karşı abdes bozup sonra da üstüm kirlendi demek gibi bir şey bu Baenı davranışlarımızla bu tavrı ,edayı gösteriyoruz bazen de sözlerimizle
"Lutfunda hoş kahrında.." "hoştur bana senden gelen, ya hilatü yahut kefen" diyebilme de seviye meselesidir ama bardağın dolu tarafını görme,hep gülleri görmenin zorluğu söyletiyor bu sözleri
Dilimİze pelesenk ettiğimiz ayeti bazen göz ardı edebiliyoruz "sevdiğiniz şey vardır hakkınızda şer olabilir..sevmediğiniz şey vardır hakkınızda hayır olabilir" nktası
Hayatın bazı sıkıntıları,açmazları karşısında hep iradeli ve iman buudlu bakamayabiliriz.. Başta bu sözün kaderi tenkid olduğunu düşünüyorum..Allahın nimetlerini görmezden geldiğini,bu dünyanın bir imtihan yeri olduğu düşüncesinin göz ardı edilip,asıl yaşanacak,rahat edilecek yerin sanki bu dünyaymış gibi bir bakış açısı Hatta "Allahım bize bu dünyada ver"..ötesi önemli değil, noktasına vardığını
Her bir günahta küfre giden bir yol vardır..şüpheler imanın asıl yeri yeri olan kalbe bir mikrop gibi girince bakışlar ölçüler tartılar yorumlar değişmeye başlıyor.. Ayaklarımız yere bastığından,çevremizin bakış açıları bizleri de etkilediğinden ehli dünyaca bakış açıları geliştiriyoruz. "Laa ayşe ille ayşul aahira"yaşanacak ger.ek yer ahirettir" hadis ayette de "Şüphesiz ahiret yıurdu asıl yaşanacak yerdir" buyrulan bakış açılarımız kayboluyor adeta
"sabır ilk sadmededir" "bela ağızdan çıkan söze göre gelir" uayrıları bu konuda dikkat etmemiz gerekn önemli iki nokta sanırım
[align=center][size=medium]Kaderi tenkid eden başını örse vurur,kırar. Rahmete itiraz eden, Rahmetten mahrum kalır.Herşey kader ile takdir edilmiştir.Kısmetine razı ol ki rahat edesin.
***
Günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler-neûzu billâh-mahall-i iman olan bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
[/align] *********************** Bütün varlığı evirip çeviren, öldürüp dirilten, aç bırakıp doyuran, hasta edip şifa veren yalnızca Cenab-ı Mevlâ’dır. Mülkün yegâne sahibi O’dur ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Saniyenin milyonda, milyarda biri kadar zaman diliminde bile, âlemde O’nun isimleri tecelli eder. “O her an yeni bir tecellidedir.” (Rahman, 29).
O, sonsuz ilmi, kudreti ve güzelliğiyle her şeyin en mükemmelini ve en güzelini murad eder. Ve yarattığı her işte muhakkak gizli açık hikmetler, maslahatlar vardır. O, lüzumsuz şeylerle uğraşmaz.
O’nun irade edip yarattığı şeyler, hakkımızda şer gibi görünse de içerisinde bilemediğimiz nice hayır ve maslahatlar mevcuttur. Ayet-i kerimede buyurulmuştur ki:
“Olur ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir ve yine olur ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara, 216)
İnsan bu dünyada acı tatlı her şeyi yaşayarak tekâmül ediyor, öğreniyor, olgunlaşıyor. İyiyi kötüyle, tatlıyı acıyla, aydınlığı karanlıkla, yazı kışla anlıyor, ayırt edip kıymet biliyor. Böyle olmasaydı, insanlık hayır ve güzellik adına bir adım mesafe alamazdı.
Dert ve ıstıraplarımızın içinde kim bilir ruhumuza şifa bahşeden, bizi olgunlaştıran nice hayırlar gizlidir. Başımıza gelenlerin acı da olsa ne kadar öğretici, vicdanları aydınlatıp Hakk’a yönlendirici olduğunu herkes tecrübe etmiştir. Sabredip şikayet etmemek kaydıyla mümine isabet eden elem ve kederlerde büyük hayırlar gizlidir.
Eğer insan sabreder isyan etmez ise, musibetin her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler sabredenleri şöyle müjdelemektedir:
“Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 155)
“Mümin erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında bela eksik olmaz. Ta ki, hatasız olarak Allah’a kavuşsun.” (Muvatta)
“Mümin kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta ufak bir tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle günahlarının bir bölümünü mağfiret eder.” (Buharî, Müslim)
“Allah bir kuluna hayır murad etti mi, onun cezasını öne alıp dünyada verir. Bir kulu hakkında da şer murad etti mi onun günahlarını tutar, kıyamet günü cezasını verir.” (Tirmizî)
Dert ve musibetler sadece hataları temizlemekle kalmayıp, insanın Allah katındaki değerini de artırmaktadır. Kıyamet günü afiyet ehli kimselerin, bela ehline sevapları verilince onlara çok gıbta edecekleri bildirilmiştir.
Rabbimizin, nefsimize acı gelenleri de dahil olmak üzere bütün fiillerinden hoşnut olmak, takdir ve kazasını memnuniyetle karşılamak, başa gelen hadiselere katlanıp sarsılmamak rızadır. Bir ifadeyle “Lütfun da hoş, kahrın da hoş!” diyebilmektir. Bu durum, başlangıç itibariyle iradî ve kesbî olmakla birlikte, nihayeti itibariyle Cenab-ı Hakk’ın sevdiklerine ihsan eylediği bir hal ve makam olarak tarif edilir. “Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah’tan razıdır. Bu, Rabbinden korkan kimseyedir.” (Beyyine,
İnsan ibadeti, kulluğu ciddiye alarak muhabbeti nispetinde ilerler, tevekkül, teslimiyet ve ihsanı elde ettikten sonra rızaya ulaşır. Bu, her müminin ulaşmaya çalışması gereken bir hedeftir. O yüzden tasavvuf yolunda “İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî: Ya Rabbi maksadım sensin ve senin rızanı talep ediyorum.” ibaresi sıkça tekrar edilir. Bunun gerçekleşmesi için önce kulun Rabbinden razı olması gerekir.
Süfyan-ı Servî Hazretleri k.s. bir gün Hz. Rabia Hatun’un yanında “Ey Allahım bizden razı ol” diye dua eder. Bunun üzerine Hz. Rabia k.s. şöyle der: “Sen Allah’tan razı olmadığın halde O’nun rızasını istemekten utanmıyor musun?” Süfyan-ı Servî mahcup bir edayla sorar: “Kul Allah’tan nasıl razı olur?” Rabia Hatun şöyle cevap verir: “Kulun musibete sevinmesi, nimete sevinmesi gibi olduğunda Allah’tan razı olur.”
Seven, sevdiğinin bütün işlerinden hoşnuttur. Sevgisi uğruna katlandığı acıları hissetmez. Mısır’ın ileri gelen kadınlarının Hz. Yusuf Aleyhisselam’a hayran olarak farkında olmadan ellerini kesip acı duymamaları gibi.
Kulun Allah’tan rızasının da muhtelif dereceleri vardır. Bunların ilk mertebesi olan Cenab-ı Hakk’ın rabliğini rıza ile karşılayıp başka arayışlara girmemek herkese farzdır. “De ki: O her şeyin rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rabb mi arayacağım?” (En’âm, 164). Böyle bir rıza tevhidin esası ve aynı zamanda imanın da şartıdır.
Bunun dışında Allah sevgisinin kalbe hakim olması, O’ndan başka sevgililerin gönüle sokulmaması, Hakk’ın dışındaki varlıkları da Hakk adına sevmek gerekir. O’nun sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemek kulun Rabbinden rızasının en belirgin özelliğidir.
Yine rızayı isteyen müminlerin, haklarındaki ilâhi takdir ve kazaya itiraz etmeleri, şikayetçi olmaları da düşünülemez. Kaza ve kadere itiraz anlamı taşıyan sözler, şikayet etmeler bir nevi kaderi tenkittir. Kaderi tenkit etmek ise büyük bir hatadır.
Her şeyde bir hayır olduğunu ve Allah Tealâ’nın rahmetiyle kuşatıldığını bilmek ve zor zamanlarda sabırlı olmak gerekir. Şükür daha çok lütufa yol açarken, şikayet musibeti artırır ve merhamet yollarını kapatır.
Yüce Mevlâmız bir kudsî hadiste şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ben, ibadete layık olan bir Allah’ım, benden başka mabud yoktur. Kim ki belama sabretmez, kazama rıza göstermez ve verdiğim nimete şükretmezse benden başka Rab arasın.” (Taberanî)
Hacı Bayram-ı Veli k.s. Hazretleri’nin söylediği gibi, hiçbir şey O’ndan izinsiz, takdiri olmaksızın meydana gelmez. Ve O’nun her işi bir hikmetledir. Bize düşen biraz sabır ve teslimiyet...
Hak şerleri hayreyler Zannetme ki gayreyler Arif anı seyreyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler.
[/size] ************************ Kadere Taş Atma!.. Fethullah Gülen İçinde bulunduğumuz şartları ya da maruz kaldığımız bir musibeti yakınlarımıza anlatırken, hiç farkına varmadan arz-ı hal ve vakayı rapor maksadından uzaklaşıp Cenâb-ı Hakk’ı kullarına şikâyet etmiş olmamak için hangi esasları dikkate almalıyız?
İmtihan dünyasında yaşayan insan, her zaman bir belaya, felakete ve derde mübtela olabilir. Bazen diğer insanlar ve arzî hâdiseler yol vermezler ona; bazen de çeşit çeşit musibetler, altından kalkılmayacak şekilde çetin cereyan eder. Ne var ki, hakiki bir mü'min, görüp duyduğu bütün olumsuzluklar karşısında ne sarsılır ne sendeler ne de tereddüde düşer. Her hâdiseyi müteâl iradenin bir muamelesi kabul ederek, başına gelenleri imtihan sayar; imtihanları tevekkül ve teslimiyetle karşılar, yolunu kesen töre bilmezlere insanlık dersi verir, her hareket ve davranışını ötelerden gelen emirlere uyma inceliğiyle değerlendirir ve sabr-ı cemil içinde Hakk'ın rızasını tahsil etme hedefine doğru ilerler.
Musibetlerle İmtihan
Musibet karşısındaki temel disiplin, onun Cenâb-ı Hakk'ın emirber bir neferi olduğunu düşünmek ve şikayet ifade eden sözlerden kaçınmaktır. Husûsıyle musibetin gelip çarptığı ilk anlarda sızlanmaların şekvâya (şikayete) dönüşmemesi için sükûtu tercih etmek lazımdır. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in "Mü'minin sükûtu tefekkür, bakışı ibret ve konuşması da hikmet olmalıdır." beyanı istikametinde, inanan bir insan, eşya ve hadiseleri ibret nazarıyla süzmeli, konuşmadan önce durup tefekkür etmeli ve dile geldiği zaman da hep hikmet incileri döktürmelidir. Aslında, hikmet tefekkürün bağrında gelişir; tefekkür de sükut serasında olgunlaşır. Dolayısıyla, bir bela ve musibet isabet edince yapılması gereken, irâdî olarak susmak, hadisenin çehresindeki kaderî yazıları okumaya çalışmak, düşünmek, ondan mesajlar çıkarmak, sonra kulluk âdâbına uygun şekilde konuşmak ve mutlaka sabırlı davranmaktır.
Her insan hemen her an türlü türlü musibetlerle karşı karşıyadır. Bilhassa iman dairesinde iç içe ızdıraplar ve küme küme mahrumiyetler saklıdır. Musibetin birinden kurtulurken, belini çatır çatır kıracak ikinci musibet, mü'minin başının üstünde hep hazırdır. Zira, insanların ebedî nimetlerden nasipleri, Hak yolunda çektikleri meşakkat ve çile nisbetinde olacaktır; âhiretteki mükafatın büyüklüğü ölçüsünde burada bir kısım zorlukların yaşanması normaldir. "Belânın en şiddetlisi Peygamberlere, sonra Hakk'ın makbulü velîlere ve derecesine göre diğer mü'minlere gelir." hadis-i şerifi de bu hakikati hatırlatmaktadır.
Aslında, Allah Teâlâ, her bela ve musibeti, neticesi itibarıyla mü'min kulları için bir rahmet vesilesi ve arınma vasıtası kılmıştır. Elverir ki, insan, zâhiren çirkin yüzlü hadiseler karşısında kadere taş atmasın ve Cenâb-ı Hak'tan şikayetçi olmasın. Nitekim, Kur'an-ı Kerîm'de, "And olsun ki, sizi biraz korku, biraz açlık ya da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiklikle imtihan ederiz. Sabredenleri müjdele! Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına bir musîbet geldiğinde, ‘Biz Allah'a âidiz ve vakti geldiğinde elbette O'na döneceğiz' derler." (Bakara, 2/155-156) buyurulmaktadır. Özellikle belaya maruz kalınan vakitlerde, bütün varlığı yaratan Hâlık-ı Kevn ü Mekân'ın kendi mülkünde dilediği tasarrufu yapabileceğini düşünmek ve "Biz Allah'a âidiz" diyerek malı, canı ve her şeyi Allah'a teslim etmek musibetlerin üstesinden gelmek için muazzam bir güç kaynağına dayanmak demektir. Bu itibarla da, musibetten hemen sonraki sükut ve tefekkür faslını, Allah'a iltica ve O'na arz-ı halde bulunma safhası takip etmelidir.
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in Arz-ı Hali
İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashab-ı kiramın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat, Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl'e halini arz ederek O'nun rahmetine sığınmıştır.
Ezcümle; bir ümitle gittiği Taif'ten taşlanarak kovulunca, o müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk'a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir: "Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahud hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen'dedir."
Hâşâ, biz Nebiler Serveri'nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O'nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat, O'nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, nefsini yerden yere vurduğunu, meseleyi -hâşâ ve kellâ- kendi yetersizliğine bağladığını ve Cenâb-ı Hakk'ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığındığını görürüz. Şayet, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in bu sözlerinden ibret alacaksak, kendi hesabımıza şu manaları çıkarabiliriz: "Rabbimiz, şu anda, bize yüklediğin misyon itibarıyla yerimizi doldurmuyoruz. Zayıfız, güçsüzüz ve halk nazarında da hor hakîriz. Söz ve davranışlarımız tutarsız, hemen her yaptığımız yanlış; adeta birer hatalar heykeliyiz. Eğer, Sen bize inayet etmezsen, şerrin ta kendisiyiz. Halimizi Sana şikâyet ediyor ve bizi ıslah eylemeni diliyoruz. Tamir et bizi Rabbimiz!.."
Musibetler Karşısında Peygamber Edebi
Diğer peygamberlerin başlarına da pek çok musibet gelmiştir; fakat, onların hepsi belalar karşısında kendilerine yakışan hal ve tavırları ortaya koymuşlar; Allah'a teveccühlerinde hep edepli ve olabildiğine saygılı davranmışlardır. Mesela; Hazreti Âdem, neticesinde yeryüzü çilehanesine gönderildiği o müthiş ilâhî kader ve kaza karşısında, "Hakkımda bu şekilde takdir buyurup onu infaz ettin." şeklinde şikayette bulunmayı hiç düşünmemiş, "Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer merhamet buyurup da kusurumuzu bağışlamazsan apaçık hüsrana uğrayanlardan oluruz!" (A'râf, 7/23) sızlanışıyla kendi nefsinden şekvâ etmiştir. Hazreti Eyyub, maruz kaldığı musibetler karşısında "Afiyet ver ve beni bu sıkıntılardan kurtar." demeyi dahi peygamber edebine muhalif saymış; "Ya Rab! Bana ciddî bir zarar dokundu, Sen merhametlilerin en merhametlisisin." (Enbiya, 21/83) mahiyetindeki iç çekişiyle yetinmiştir. Hazreti İbrahim, hastalıkları verenin kim olduğunu bildiği halde, hasîs işlerin Zât-ı Ulûhiyete isnadından sakınma mülâhazasıyla "Hastalığımda O'dur bana şifa veren." (Şuarâ, 26/80) diyerek, doğrudan Hazreti Şâfî'nin şifa bahşedişine dikkat çekmiştir. Hazreti Musa, aç-susuz bir gölgeliğe sığındığında, "Yedir, içir, karnımı doyur!" demekten haya etmiş; sadece "Rabbim! Lütfedeceğin her nimete muhtacım!" (Kasas, 28/24) arz-ı halini seslendirmiştir.
Haddizatında, hiç kimsenin, hiçbir halinden şikayet etmeye hakkı yoktur. Çünkü şekvâ bir yönüyle, hak iddiasında bulunmak ve o hakkın zayi olduğunu ileri sürmek demektir. Oysa, hiç kimsenin Cenâb-ı Hak'tan bir alacağı olamaz. Bilakis, her insanın üzerinde Allah'ın pek çok hakkı mevcuttur ki, hâlâ onların şükrü eda edilmemiştir. Öyleyse, bir insanın, kendisi Mevlâ-yı Müteâl'in hukukuna riayet edemediği halde, bir de halinden şikayetçi olması ve böylece haksız bir surette hak iddia etmesi çok yanlıştır ve Allah'a karşı saygısızlıktır. Evet, Yüce Yaratıcı yegâne mülk sahibidir; O mülkünde istediği tasarrufu yapabilir. Hâlis bir kula yakışan, ilahî icraattan şikayet değil, her zaman kendisinden daha aşağı derecelerde bulunan biçareleri düşünüp haline hamdetmektir; mesela, eğer bir ayağı yoksa, iki ayağı da olmayanlara bakmak ve hamd duygusuna sarılarak şekvâdan kaçınmaktır.
Elbette âciz ve zayıf insan, musibet darbeleri karşısında şikayet edercesine ağlar. Fakat, şekvâ Allah'a olmalıdır; Allah'ı kullarına şikayet ediyormuş gibi bir tavır takınmak büyük hatadır. Musibetler karşısındaki şekvânın üslubu açısından, Hazreti Yakub'un (aleyhisselâm) "Ben derdimi ve hüznümü ancak Allah'a şikâyet ederim" (Yusuf,12/86) sözü çok güzel bir misaldir. İnsan, başına gelen belaları bile kendi hata ve günahlarından bilmeli; halini Cenâb-ı Hakk'a arz ederek ve nefsinin oyunlarından dert yanarak istiğfara yönelmelidir. Belki, "Allahım, iyi düşünemiyorum, dengeli olamıyorum, isabetli karar veremiyorum; sebeplere riayette bir sürü hata ettiğim gibi, Senin ile münasebetimi de koruyamıyorum. Öyle yetersiz, o derece tutarsız ve o ölçüde çaresizim ki, beni düzeltirsen ancak Sen düzeltirsin Allahım!.." diyerek rahmet-i ilahiyeyi celbetmenin yollarını araştırmalıdır. Hatta, insan falanın filanın tavır almasında ve kendisine haksızlık yapmasında bile bir hikmet aramalı; "Allahım, inanıyorum ki, Sen bana teveccüh ettiğin zaman, bütün gönül kapıları da benim için açılacaktır. Bana kusurlarımı telafi imkanı ver ve beni günahlarımdan arındır; böylece, bendeni kötü söz ve davranışlara muhatap olmaktan da kurtar!" diyecek kadar problemi kendi üzerine almalıdır.
Bu Musibetlere Müstahakız!..
Her türlü olumsuzluğu, ister sebepler açısından, isterse de Allah ile münasebetlerimiz zaviyesinden kendi hatalarımıza bağlamamız ve kendi kusurlarımıza vermemiz lazımdır. Zira, bu mülahaza, kadere taş atmamıza mani olur; üslup itibarıyla, -hâşâ ve kella- Allah'a suç isnat etmemizin ve dışta suçlu aramamızın da önüne geçer. Her musibet karşısında bu duygu ve düşünceyi esas almamız bizi birer tedbir ve dikkat insanı haline getirir.
Aksi halde, -hafizanallah- "Falan şunu yaptı, filan şöyle davrandı!.." diyerek sürekli atf-ı cürümlerde bulunmaktan ve etrafta mücrim aramaktan kurtulamayız. Ya da "Biz ne yaptık da bunlar başımıza geldi?" demek suretiyle ilahî icraatı ve kaderi tenkit etme küstahlığına düşmekten âzâde kalamayız. Aslında, "Bizim suçumuz ne, biz ne yaptık ki?" demek en büyük bir suçtur. İçinde yaşadığımız zaman ve şartlarda hemen her insan tepeden tırnağa bir kusur âbidesi olmuş gibidir. Herkes başına taşların yağması için mevcudiyetinin dahi yeterli olduğunu düşünmelidir. Evet, Hak karşısındaki konumunun farkında olan bir insan, başına gökten bir meteor gelip çarpsa ve kendisini yerin dibine batırsa, o zaman bile "Öyle günahkârım ki, bilmem bu taş hangi birine keffaret oldu; hem hamdolsun ki, Cenâb-ı Hak daha dünyadayken başıma taş yağdırdı da o günahımın vebalini Cehennem'e bırakmadı!.." demelidir.
Arz-ı hal ve vakayı rapor, hususiyle bütün bir heyeti alâkadâr eden meselelerde, işte böyle bir mülahazayla çok faydalı ve önemli olabilir. Şahs-ı manevînin bir ferdi diğer arkadaşlarına, "Başımızda şöyle bir musibet var. Acaba bu hangi mesâvîmize terettüp eden bir derttir? Hele gelin şurada bir saat istiğfar edelim; yeniden Allah'a müteveccih olup iman tazeleyelim. Galiba, bazı sebeplerde müşterek olarak kusurlar ettik; onları telafi etmenin bir yoluna bakalım. Sebepler dairesinde yaşıyoruz; esbab, izzet ve azametin perdesidir, Cenâb-ı Hak çok defa icraât-ı sübhaniyesini onlar vesilesiyle ortaya koymaktadır. Öyleyse, hangi sebepte kusurlu davrandığımızı belirleyelim ve hiç olmazsa bundan sonra aynı hatayı işlemeyelim!" diyerek kendisiyle beraber bütün heyeti muhasebe ve murakabeye çağırabilir. Aynı zamanda, böyle hâlis bir niyetle yapılan muhasebe, geçmişi sorgulamak da değildir; maziden ibret almaktır. Bu itibarla, hata ve kusurları telafi etmek, geçmişten ibret almak ve ona göre geleceğe dair planlar yapmak, projeler oluşturmak kasdıyla arz-ı hal ve vakayı rapor usûlüne başvurulabilir.
Hâsılı, şikayetlerin ekserisi nankörlükten ve kanaatsizlikten kaynaklanır. Şükür, nimeti artırdığı gibi şekvâ da musibeti büyütür. İnsan, illa şekvâ edecekse, nefsini Cenâb-ı Hakk'a şikayet etmelidir; çünkü, kusur ondadır. Allah'ı insanlara şekvâ eder gibi, "Eyvah! Ahh!.. Of!.." deyip âciz insanların rikkatini tahrik etmek mânâsızdır. "Ben ne ettim ki, başıma bu geldi?" demek ise, Hak karşısında nasıl olunması gerektiğini bilememe cehaletinin neticesidir ve büyük bir küstahlıktır.******************************* Haset etmek kadere itiraz etmek anlamına gelir mi?Hasetle ilgili bir ayet-i kerime:
“Yoksa onlar, Allahın lütfundan verdiği şeyler için, insanlara haset mi ediyorlar?” (Nisa Suresi , 54)
Bir insan düşünelim: belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştır. Bu insana yapılan ilâhî lütuf karşısında mümine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektir. Kadere iman da, İslâm kardeşliği de bunu gerektirir.
Böyle yapmayıp haset ve düşmanlık yolunu tutanlar için üstad Bediüzzamandan bir tehdit cümlesi: “Kaderi tenkit eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” Mektûbat
Baştaki âyet-i kerimede, “Allahın lütfundan verdiği” şeklinde çok hikmetli bir kayıt var. Bu kayıttan hareketle müfessirlerimiz, meşru olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler ve “Vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adalettir.” demişlerdir.
Buna göre bir adam hırsızlık ederek zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset; “Allahın lütfuyle verdiği” meşru servet, makam yahut fazileti çekememektir. Bunların, bir müminden alınmasını arzu etmek ise, kaderi tenkit ve rahmete itiraz mânâsı taşır.
Bu vesileyle gıpta ve hasedin farkına değinmek isteriz: Birisinin elindeki bir mala, yahut bir imkâna heveslenmek kendisinin de ona sahip olmasını istemek gıptadır ve caizdir. Haset ise o malın, o imkânın kendisine verilmesini değil o şahıstan gitmesini istemektir.
Alaaddin Başar (Prof.Dr.) | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Hayata bana bir şey vermiyor..Hayat bana gülmüyor.. demek mahzurlumu?? Ptsi Ara. 14, 2009 5:18 pm | |
| Ümitli Olmak Şifadır
İnsan acizdir. Bir felaket mallarını alır götürür, bir hastalık onu yatağa salar, bir iftira hayatını berbat eder... Dertler çok... Milyonlarca bela dolaşıyor... Amma hepsi ALLAH'ın emrinde... Onlar bir bakıma melektir. ALLAH o dertlere diyor ki: "Şu kuluma git. Cenneti istiyor bu kulum benden. Sen, git ki, o adamın günahları azalsın, sevapları artsın."
Dert gidip, saplanıyor o adama! Adam başlıyor oflamaya... Derdi vereni bilmiyor adam. Derdi vereni bildinse sefa ender sefadır bil... Bediüzzaman buyurmuş ki:
"Nefis daima ıztıraplar, kalâklar (can sıkıntısı, gönül darlığı) içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor Hâlbuki şemsin tulû ve gurubu (güneşin doğuşu ve batışı) muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulû ve gurubu ve sair mukadderat, kalem-i kaderle cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin, fakat başı kırılır, yazılara bir şey olmaz ha!.. (Risale-i nur, Mesnevi-i Nuriye)
Her halin ALLAH'tan geldiğini bilen insanı, hangi mesele isyana götürür? ALLAH'ın her verdiğine razı olan, huzursuz olur mu? "Benim için ALLAH, bu hali uygun bulmuş, elhamdülillah!" diyen insan, rahat eder kurtulur.
Merkez Efendi buyurmuş ki: "Her şey merkez-i mahsusundadır!" Yani her şey kendi hususi, olması gereken yerindedir. Öyleyse başımıza gelen her şey, Sevk-i İlahi'nin tayin etmesiyledir. Bu tayin, bizim için en güzel olanıdır. Başımıza gelene razı olmak kadar insanı rahat ettiren bir şey yoktur.
Ümitsiz olursak ne olur? Ümitsiz olursak biteriz. Aşırı bir kedere düşeriz. Her insanın "yorum" hakkı vardır. Yorumlarımızı karamsar da yapabiliriz, iyimser de... Bu, insanın elindedir. O halde niye ümitsiz olalım? Nefsi, insana bazen öyle şeyler söyler ki, insanın düşmanı söyleyemez.
Akıl büyük bir nimettir. Fakat akıl, pişmanlıkları, evhamları bize taşırsa o zaman akıl başa bela olur!
Bazen bana kötü düşünceler geliyor. Bir bakıyorum dakikalar, saatler geçmiş. "Ya Rabbi; bu düşünceler bana ait değil. Kurtar beni onlardan!" diye dua ediyorum. "Lâ ilahe illALLAH, Lâ ilahe illALLAH" demeye başlıyorum ve kurtuluyorum o halden.
Organizmanın ruha, ruhun organizmaya tesiri vardır. Karamsar ruh, organizmayı hasta eder. Adam beş karış suratla geziyor. Bundan büyük hastalık mı var?
İnsanı çıkmaz sokağa düşüren, kendi düşünceleridir. Ben bazen diyorum ki kendi kendime: "Yok. Ben bu hastalıktan kurtulamam..." İşte kendi kendimi çıkmaz sokağa soktum. Sonra diyorum ki; "Niye iyileşmeyeyim? Şifa ALLAH'tan." Şimdi çıkmaz sokaktan çıktım. Beni şehir dışından, yurtdışından konferans vermem için çağırıyorlar. Onlara diyorum ki: "İyileşince geleceğim." Ümidim var, iyileşeceğim. Geçmişte ne hastaları iyi etmiş ALLAH... Adam diyor ki: "Ağabey iyileşeceksin, iyileşeceksin..."
Diyorum ki: Söyle yahu; dua niyetiyle söyle!" Sıkıntılara, felaketlere, hastalıklara sabır içinde şükreden de şükretmeyen de aynı sonuca ulaşacak, fakat biri sabretmenin rahatlığını ve sevabını kazanacak; diğeri hem günaha girecek hem de çile çekecek. En iyisi ümitli olmak... Ümit, her derdin şifasıdır.
Hekimoğlu İsmail
******************************* | |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Canım Sıkıldığında Okuduğum Bölüm Ptsi Ara. 14, 2009 5:33 pm | |
| Yirminci Mektup - s.449
Birinci Makam
Şu kelâm-ı tevhidînin on bir kelimesinin herbirinde birer müjde var. Ve o müjdede birer şifa ve o şifada birer lezzet-i mâneviye bulunur.
BİRİNCİ KELİME-La ilaahe illallahu
da şöyle bir müjde var ki:
Hadsiz hâcâta müptelâ, nihayetsiz a'dânın hücumuna hedef olan ruh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, bütün hâcâtını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar. Ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki, bütün a'dâsının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi Mâbudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, mâliki kim olduğunu irâe eder. Ve o irâe ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru temin eder.
İKİNCİ KELİME vahdehu
Şu kelimede şifalı, saadetli bir müjde vardır. Şöyle ki:
Kâinatın ekser envâıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan, kelimesinde bir melce, bir halâskâr bulur ki, onu bütün o keşmekeşten, o perişaniyetten kurtarır. Yani, mânen der:
Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellük edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kâinat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun.
ÜÇÜNCÜ KELİME laa şeriike leh
Yani, nasıl ki ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de, rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur.
Bazan olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, "Bize de müracaat et" derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama "Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin" denilmez.
İşte, şu kelime ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki:
İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahalesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâlin huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemâl-i ferah ve süruru kazanabilir.
DÖRDÜNCÜ KELİME lehul mülk
Yani, mülk umumen Onundur. Sen, hem Onun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor:
Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyleyse, beyhude ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini itham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.
Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîmin mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını çek. O hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme.
BEŞİNCİ KELİME ve lehul hamd
Yani, hamd ve senâ, medih ve minnet Ona mahsustur, Ona lâyıktır. Demek nimetler Onundur ve Onun hazinesinden çıkar. Hazine ise daimîdir. İşte şu kelime şöyle müjde verip diyor ki:
Ey insan! Nimetin zevâlinden elem çekme. Çünkü rahmet hazinesi tükenmez. Ve lezzetin zevâlini düşünüp o elemden feryad etme. Çünkü o nimet meyvesi, bir rahmet-i bînihayenin semeresidir. Ağacı bâki ise, meyve gitse de yerine gelen var. Nimetin lezzeti içinde,
o lezzetten yüz derece daha ziyade lezzetli bir iltifat-ı rahmeti hamd ile düşünüp, lezzeti, birden yüz derece yapabilirsin. Nasıl ki, bir padişah-ı zîşânın sana hediye ettiği bir elma lezzeti içinde, yüz, belki bin elmanın lezzetinin fevkinde, bir iltifat-ı şahane lezzetini sana ihsas ve ihsan eder. Öyle de, kelimesiyle, yani hamd ve şükürle, yani nimetten in'âmı hissetmekle, yani Mün'imi tanımakla ve in'âmı düşünmekle, yani Onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in'âmının devamını düşünmekle, nimetten bin derece daha leziz, mânevî bir lezzet kapısını sana açar.
ALTINCI KELİME yuhyii
Yani, hayatı veren Odur. Ve hayatı rızıkla idame eden de Odur. Ve levazımat-ı hayatı da ihzar eden yine Odur. Ve hayatın âli gayeleri Ona aittir ve mühim neticeleri Ona bakar; yüzde doksan dokuz meyvesi Onundur. İşte şu kelime, şöyle fâni ve âciz beşere nidâ eder, müjde verir ve der:
Ey insan! Hayatın ağır tekâlifini omuzuna alıp zahmet çekme. Hayatın fenâsını düşünüp hüzne düşme. Yalnız dünyevî, ehemmiyetsiz meyvelerini görüp, dünyaya gelişinden pişmanlık gösterme. Belki, o sefine-i vücudundaki hayat makinesi, Hayy-ı Kayyûma aittir. Masarıf ve levazımatını O tedarik eder. Ve o hayatın pek kesretli gayeleri ve neticeleri var ve Ona aittir. Sen o gemide bir dümenci neferisin. Vazifeni güzel gör, ücretini al, keyfine bak. O hayat sefinesi ne kadar kıymettar olduğunu ve ne kadar güzel faydalar verdiğini ve o sefine sahibi Zâtın ne kadar Kerîm ve Rahîm olduğunu düşün, mesrur ol ve şükret. Ve anla ki, vazifeni istikametle yaptığın vakit, o sefinenin verdiği bütün netâiç, bir cihetle senin defter-i a'mâline geçer, sana bir hayat-ı bâkiyeyi temin eder, seni ebedî ihyâ eder.
YEDİNCİ KELİME ve yumiit
Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır. İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in'idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.
SEKİZİNCİ KELİME ve hüve hayyun laa yemuut
Yani, bütün kâinatın mevcudatında görünen ve vesile-i muhabbet olan kemal ve hüsün ve ihsanın hadsiz bir derece fevkinde bir cemal ve kemal ve ihsanın sahibi ve bütün mahbuplara bedel, birtek cilve-i cemâli kâfi gelen bir Mâbud-u Lemyezel, bir Mahbub-u Lâyezâlin ezelî ve ebedî bir hayat-ı daimesi var ki, şaibe-i zeval ve fenâdan münezzeh ve avârız-ı naks ve kusurdan müberrâdır. İşte şu kelime, cin ve inse ve bütün zîşuura ve ehl-i muhabbet ve aşka ilân eder ki:
Sizlere müjde! Mahbuplarınızdan nihayetsiz firakların yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkîniz var. Madem O var ve bâkidir; başkaları ne olursa olsun, merak çekmeyiniz. Belki o mahbuplarda sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Bâkînin cilve-i cemâl-i bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi aynalardır. Aynaların değişmesi, şâşaa-i cemâlin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem O var, herşey var.
DOKUZUNCU KELİME biyedihil hayr
Yani, her hayır Onun elindedir. Her yaptığınız hayrat Onun defterine geçer. Her işlediğiniz a'mâl-i saliha, yanında kaydedilir. İşte, şu kelime, cin ve inse nidâ edip müjde veriyor. Diyor ki:
Ey biçareler! Mezaristana göçtüğünüz vakit, "Eyvah, malımız harap olup sa'yimiz hebâ oldu. Şu güzel ve geniş dünyadan gidip dar bir toprağa girdik" demeyiniz, feryad edip me'yus olmayınız. Çünkü sizin herşeyiniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır. Her hizmetiniz kaydedilmiştir. Hizmetinizin mükâfâtını verecek ve her hayır elinde ve her hayrı yapabilecek bir Zât-ı Zülcelâl sizi celb edip yeraltında muvakkaten durdurur, sonra huzuruna aldırır. Ne mutlu sizlere ki, hizmetinizi ve vazifenizi bitirdiniz. Zahmetiniz bitti; rahata ve rahmete gidiyorsunuz. Hizmet, meşakkat bitti; ücret almaya gidiyorsunuz.
Evet, geçen baharın defter-i a'mâlinin sayfaları ve hidemâtının sandukçaları olan tohumları, çekirdekleri muhafaza eden ve ikinci baharda gayet şâşaalı, belki yüz derece aslından daha bereketli
bir tarzda muhafaza eden, neşreden Kadîr-i Zülcelâl, elbette sizin de netâic-i hayatınızı öyle muhafaza ediyor ve hizmetinize pek kesretli bir surette mükâfat verecektir.
ONUNCU KELİME vehüve ala külli şeyin kadiir
Yani, O Vâhiddir, Ehaddir. Herşeye kadirdir. Hiçbir şey Ona ağır gelmez. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona kolaydır. Cenneti halk etmek, bir bahar kadar Ona rahattır. Her günde, her senede, her asırda yeniden yeniye icad ettiği hadsiz masnuatı, nihayetsiz kudretine nihayetsiz lisanlarla şehadet ederler.
İşte şu kelime dahi şöyle müjde eder; der ki:
Ey insan! Yaptığın hizmet, ettiğin ubudiyet boşu boşuna gitmez. Bir dâr-ı mükâfat, bir mahall-i saadet senin için ihzar edilmiştir. Senin şu fâni dünyana bedel, bâki bir Cennet seni bekler. İbadet ettiğin ve tanıdığın Hâlık-ı Zülcelâlin vaadine iman ve itimad et. Ona, vaadinde hulf etmek muhaldir. Kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine acz müdahale edemez. Senin küçük bahçeni halk ettiği gibi, Cenneti dahi senin için halk edebilir ve halk etmiş ve sana vaad etmiş. Ve vaad ettiği için, elbette seni onun içine alacak.
Madem bilmüşahede görüyoruz: Her senede, yeryüzünde hayvânat ve nebâtâtın üç yüz binden ziyade envâlarını ve milletlerini kemâl-i intizam ve mizanla, kemâl-i sür'at ve suhuletle haşredip neşreder. Elbette böyle bir Kadîr-i Zülcelâl, vaadini yerine getirmeye muktedirdir.
Hem madem her senede, öyle bir Kadîr-i Mutlak, haşrin ve Cennetin nümunelerini binler tarzda icad ediyor. Hem madem bütün semâvî fermanlarıyla saadet-i ebediyeyi vaad edip Cenneti müjde veriyor. Hem madem bütün icraatı ve şuûnâtı hak ve hakikattir ve sıdk ve ciddiyetledir. Hem madem, âsârının şehadetiyle, bütün kemâlât Onun nihayetsiz kemâline delâlet ve şehadet eder. Ve hiçbir cihette naks ve kusur Onda yoktur. Hem madem hulfülvaad ve hilâf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks ve kusurdur. Elbette ve elbette, o Kadîr-i Zülcelâl, O Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal, vaadini yerine getirecek, saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan Cennete sizleri, ey ehl-i iman, ithal edecektir.
ON BİRİNCİ KELİME ve ileyhil masiiir
Yani, ticaret ve memuriyet için, mühim vazifelerle bu dâr-ı imtihan olan dünyaya gönderilen insanlar, ticaretlerini yapıp, vazifelerini bitirip ve hizmetlerini itmam ettikten sonra, yine onları gönderen Hâlık-ı Zülcelâllerine dönecekler ve Mevlâ-yı Kerîmlerine kavuşacaklar. Yani, bu dâr-ı fâniden gidip dâr-ı bâkide huzur-u Kibriyaya müşerref olacaklar. Yani, esbab dağdağasından ve vesâitin karanlık perdelerinden kurtulup, Rabb-i Rahîmlerine, makarr-ı saltanat-ı ebedîsinde perdesiz kavuşacaklar. Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.
İşte, şu kelime, bütün müjdelerin fevkinde şöyle müjde eder ve der ki:
Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuz İkinci Sözün âhirinde denildiği gibi, dünyanın bin sene mes'udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının; ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rüyet-i cemâline mukabil gelmeyen bir Cemîl-i Zülcelâlin daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Müptelâ ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbuplarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, Onun cilve-i cemâlinin ve hüsn-ü esmâsının bir nevi gölgesi; ve bütün Cennet, bütün letâfetiyle, bir cilve-i rahmeti; ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizaplar ve câzibeler, bir lem'a-i muhabbeti olan bir Mâbud-u Lemyezelin, bir Mahbub-u Lâyezâlin daire-i huzuruna gidiyorsunuz. Ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennete çağırılıyorsunuz. Öyleyse, kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.
Hem şu kelime şöyle müjde veriyor, diyor ki:
Ey insan! Fenâya, ademe, hiçliğe, zulümata, nisyana, çürümeye, dağılmaya ve kesrette boğulmaya gittiğinizi tevehhüm edip düşünmeyiniz. Siz fenâya değil, bekaya gidiyorsunuz. Ademe değil, vücud-u daimîye sevk olunuyorsunuz. Zulümata değil, âlem-i nura giriyorsunuz. Sahip ve Mâlik-i Hakikînin tarafına gidiyorsunuz. Ve Sultan-ı Ezelînin payitahtına dönüyorsunuz. Kesrette boğulmaya değil, vahdet dairesinde teneffüs edeceksiniz. Firaka değil, visale müteveccihsiniz.
| |
| | | @bdulKadir Adminstratör
Mesaj Sayısı : 6736 Rep Gücü : 10015190 Rep Puanı : 97 Kayıt tarihi : 17/03/09 Yaş : 61 Nerden : İzmir
| Konu: Geri: Hayata bana bir şey vermiyor..Hayat bana gülmüyor.. demek mahzurlumu?? Ptsi Ara. 14, 2009 5:44 pm | |
| 17 söz den
Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl! Zira feryat belâ-ender, hatâ-ender belâdır, bil!
İzah: Ey bela ve musibetlerden dolayı feryat edip bağıran çağıran çaresiz adam; Allah’a tevekkül et, zira bağırıp çağırmak bir isyan, bir itiraz olmasından dolayı, beladan daha büyük bir bela ve musibettir bil.
Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil! Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül.
İzah: İnsan bela vereni tahkiki bir iman ve marifet ile bulsa, o zaman o bela ve musibetler, manevi sevap ve hayır kaynağına dönüşür, neticeleri bakımından sefa ve saadet olur. Feryat ve bağırmaları bırakıp şükür ve senalara başlar. O zaman hayatı acı ve azaptan kurtulup, her şey yüzüne gülen dost kıvamına gelir.
Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ ender hebâdır, bil! Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel, tevekkül kıl.
İzah: Yok şayet bulamazsan belayı ve musibeti vereni, o zaman bütün dünyan cefa ve fenaya gider, hem de günah ve isyanlarını boynuna takarak. Musibetten şikayet eden asinin hali; kırık eli ile dövüşen adamın hali gibidir, elini vurdukça canı acır, asi adam da şikayet ettikçe cehenneme ve azaba yuvarlanır. Asıl bela olan isyan musibetten daha büyük bir beladır. Zira insanı sonsuz ateşe yuvarlıyor.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
İzah: Şayet tevekkül ve teslimiyet ile belanın yüzüne gülsen, yani sabretsen, o zaman o belanın şiddeti azalır, çok cüzi bir seviyeye iner. Bir çeşit yok olur.
| |
| | | | Hayata bana bir şey vermiyor..Hayat bana gülmüyor.. demek mahzurlumu?? | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|